Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

‘İstanbul benim canım’



“İstanbul benim canım,

Vatanım da vatanım...

İstanbul,

İstanbul...”

Necip Fazıl, böyle anlatır İstanbul’a hissettiği yakınlığı.

İstanbul söz konusu olunca, her insan benzer hisler taşıyabilir ve şiirdeki zamirin yerine kendini koyabilir. Tıpkı şair gibi İstanbul’a ebedî bir vatan nazarıyla bakarak kendisini İstanbul’da, İstanbul’u da kendisinde bulabilir.

Zira, insan ömründe İstanbul’u görmek bir mazhariyet, bir mutluluk, merhale ve mertebedir. Onu sevmek ise, halk arasında asâlet ünvanı, havas nezdinde basiret nişanıdır.

Onu bir kere olsun görüp de sevmemek ‘bütün Acem ülkesine değişilmeyen taşlarına’ kazınmış medeniyet madalyalarına bakıp hayran kalmamak mümkün değildir.

Onun için bu müstesna zevk ve vecd diyarından birkaç nefes nasiplenebilen insanlar, yeri geldiğinde İstanbul hakkında birkaç söz söylemeyi büyük bir maharet saymışlardır.

Çünkü orada, Mesih nefesi gibi maddî-mânevî bütün dertleri dindiren bir iksir vardır. Bu sayede tarihin her devrinde zevk sahibi insanlara mekân olmuş ve onu gören herkes duygularını vicdanî bir vazife telâkkisiyle dile getirmiştir:

“Güzel İstanbul!..”

Bu tabir, İstanbul’un efsanevî güzelliklerini örten yıldız desenli siyah bir örtü gibidir ve şehri mehtapsız bir gecede seyredenlerle, gözü kapalı dinleyenlerin alelacele söyleyiverdikleri bir taltif ifadesidir.

Herhangi bir sohbet meclisinde ‘İstanbul güzeldir’ diyerek söze başlamak kolaydır. Fakat rüyalara yön veren bir maddî-mânevî güzellikler silsilesine ‘Güzel’ deyip geçmek; onu bilmemek, anlamamak ve ondaki ruhu tanımamak demektir.

Bu itibarla İstanbul’u bilenlerin, onda bir ideal için yaşayanların yapmaları gereken ilk iş, onu semt semt, mahalle mahalle, sokak sokak, hatta hâne hâne gezmek, dolaşmak, tanımak, anlamak ve anlatmaktır.

Zîra, İstanbul’un her parçası bütünü kadar güzeldir.

Bütünü ise tam bir ‘Dünya cennetidir.’

***

Meselâ, Boğaz’ı düşünün…

Bu san’atlı, süslü, kinayeli ve hayal dolu kelimenin terennümü ile insan muhayyilesi harekete geçtiğinde, Sarayburnu’ndan Karaburun’a kadar uzanan güzellikler silsilesinin neresi aklınıza gelir?

Önce, Boğaz’ın gümüş renkli sularında şakalaşarak yıkanan peri endamlı Anadolu yakasını mı düşünürsünüz, yoksa bu mavi hatta gönül tezyinâtı katan sultan simalı Rumeli koylarını mı?

Bir yanda Dolmabahçe, Beşiktaş, Bebek, Emirgân, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu, Çayırbaşı, Büyükdere, Sarıyer, Tellibaba. Diğer yanda Üsküdar, Kuzguncuk, Beylerbeyi, Çengelköy, Kandilli, Küçüksu, Göksu, Kanlıca, Çubuklu, Paşabahçe, Beykoz, Yûşâ Tepesi.

Onların arasında Anadolu ve Rumeli sıfatlarıyla anılan hisarlar, kavaklar, fenerler.

Boğaz’ın iki yakasında yer alan ve günün her saatinde, her insanın, her hassesini doyuran envaî çeşit güzelliklerin zoraki sıkıştırdığı isimlerdir bunlar. Hepsi birbirinden farklı ve birbirinden güzeldir.

Üsküdar’ın sabahı Sarayburnu’ndan, Âsitâne’nin akşamı Salacak’tan seyredildiği zaman güzeldir. Vakitleri his, hayal ve zevklere bağlayan ibrişim renkli müphem teller sokakta başka, kıyıda ve tepede başka makamdan ses verirler.

Bunların hepsi aynı semt içinde fakat ayrı şekil, renk ve ahenktedir.

Akşam üzeri, Dolmabahçe’de çayın rengi koyu iken Ayazma’da açıktır. İkisi de aynı zamanda aynı demlikten dökülmüş olsa bile, her yudumda tadılan lezzeti, yaşanan hazzı farklılaştırır.

Boğaz’ı, Bebek sahillerinden seyretmenin zevki, Bebek sırtlarından temâşâya benzemez. İkisi de aynı yerdir ama durgun duygulara ayrı imbiklerden farklı iksir ve zevkler döker.

Emirgân’daki Çınaraltı ile Beyazıt’taki Çınaraltı aynı isimde, fakat farklı cisimdedir. Birinde dinçken oturmak güzeldir, diğerinde yorgunken. İkisinde de farklı zamanlarda oturmayan bir insan, bunları birbirinden ayırabilir mi?

Küçükbebek koyundan, Göksu deresini güneşli havada seyretmenin zevki başkadır, sisli havada bakmanın tadı başka. Sisler dağılırken temâşâ etmenin letafeti ise bambaşkadır.

Hisarlar, aynı idealin değişik zaman ve şartlarındaki tecessümünden ibarettirler. Rumeli Hisarı’nın neresinden bakılırsa bakılsın, Anadolu Hisarı’nın tek cephesi görünür. Lâkin Anadolu Hisar’ının her tarafından Rumeli Hisar’ının tamamını görmek mümkündür.

Anadolu yakasından Boğazkesen’in en güzel göründüğü yer ise, Otağ Tepe’nin karşısında yer alan ve Göksu deresine bakan yamaçtaki Yıldırım Beyazıt namazgâhıdır.

Yıldız Parkı’nda, bahçıvan eli değmeden yetişen mevsim çiçekleri değişik zamanlarda farklı istikametlere bakarken, Karacaahmet’in selvileri günün her vaktinde renk değiştirir.

Emirgân’daki Sarı Köşk’te yapılan çay sohbeti, Kanlıca’nın şekerli yoğurt şakalarından farklıdır. Birinde ilim ve kültür konuşulur, diğerinde rüyalardan, hülyalardan söz edilir.

Yenikapı sahilleri de, Göksu ve Küçüksu dereleri de sandal safâları ile meşhurdur. Yenikapı’da sandalın sallanışı güzeldir, Göksu’da süzülüşü. Küçüksu’da ise küreğin sularla fısıldaşması. Suyu meftun selvilerin yeşil yapraklarında yankılanarak hisleri seslendirir.

Fakat hepsinin tehlikeli tarafı Boğaz’ın akıntısıdır.

Büyükdere’de selvi dalları göğe doğru uzanırken, İstinye’nin söğütleri yere doğru eğilir.

Seher vakti Beylerbeyi’nden sabâ makamı ile okunan ezanı, Ortaköy sırtlarından dinlemenin zevki, dünyanın başka bir yerinde bulunamayacağı gibi; öğlede Fatih’te hicaz makamı ile, akşam Yavuz Selim’de segâh makamı ile okunan ezanlar semt sakinlerinin ruhunu her seferinde farklı bir sürûrla sarar.

Hele, yatsı namazında Eyüp Sultan’dan rast, Edirnekapı’dan hicaz makamı ile ayrı ayrı hafızların okuduğu ezanları; Balat veya Okmeydanı’nda aynı anda dinlemenin zevkini, bilmem hiç dinlemeyen ifade edebilir mi?

Galata Kulesi’nden bakıldığında, sağ gözle Gülhâne ve Topkapı Sarayı, sol gözle Haydarpaşa ve Üsküdar sırtları görünür. Boğaz’ın, Marmara ile kucaklaştığı yerin ise hangi gözle görüldüğü pek bilinmez.

Sağ gözü, sol göze tercih etmek mümkün olmadığı gibi, bu iki gözün gördüğü güzellikleri de birbirine tercih etmek mümkün değildir.

Üsküdar’daki Aziz Mahmud Hüdaî Tekkesi ile Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergâhının mânevî mertebesini tesbit etmek, nasıl bugünkü insanın takatini aşıyorsa, Yûşâ Tepesi’nde veya Tellibaba’da yapılan duânın makbuliyeti de beşer zihnine sığmayan İlâhî bir tecellidir.

***

İstanbul’un, özelliklerine henüz kalem değmemiş semtleri de vardır.

Meselâ, Bayrampaşa’da oturanların çoğu Balkan göçmenidir. Üsküp şehrindeki, Rodop dağlarındaki, Dobruca yaylasındaki Balkan havalı Türk âdetlerinin çoğu her gün, her evde, değişik düşünce ve duygularla yaşanır.

Fakat hepsi ihtiyarlara hicranlı hadiseler hatırlatır.

Bahçelievler’de Karadeniz’in hareketli insanlarına; Aksaray’da Konya’nın kâhin mizaçlı dervişlerine; Yeni Bosna, Alibeyköy, Taşlıtarla ve Ümraniye’de Şarkın sert ve sakin simalarına; Pendik, Yakacık veya Safaköy’de Güneydoğunun sıcak kalpli esmer çehrelerine günün her saatinde rastlamak ve bu bölgelerin şivelerini ekser ağızlarda duymak mümkündür.

Akdeniz insanının mûnis mizacından gelen sevgi sıcaklığı ise onların arasına bir tebessüm ılıklığı hâlinde yayılır ve onları birbirine yaklaştırıp kaynaştırarak uhuvvet tablosunu tamamlar.

İstanbul’da her gün her hâli ile Anadolu ve Balkanlar yaşanır.

Aslını bırakmadan yaşadığı yere intibak eden bu insanlar, her vesile ile Mukaddes Emanetler’i, Hırka-i Şerif’i, Eyüp Sultan’ı ve sâir sahabe kabirlerini ziyaret ederek ruh ve gönül dünyalarını ihya ederler.

Onun için, Osmanlının ‘yedi iklim dört köşesini’ veya ‘yetmiş iki buçuk milletini’ İstanbul’da bulmak mümkündür.

***

Zeytinburnu’ndaki çocuğun oyunu, Şişli’deki çocuğun oyuncağı vardır.

Biri oynamaktan, diğeri oynamamaktan hoşlanır.

Esenler, Kartal çalışır; Beyoğlu, Göztepe çalıştırır. Üsküdar ve Fatih ise hem çalışır, hem çalıştırır. Fakat oralarda çalışan ve çalıştıran pek fark edilmez.

Hülâsa; Fatih Camiinin minareleri Tepebaşı’ndan bakınca bir, Beyazıt’tan bakınca iki görünür.

Bir muhabbet meclisinde, ‘İstanbul güzeldir‘ dendiği zaman bunlardan hangisi ifade edilmiş olur? Dinleyenler İstanbul’un hangi özelliklerini tanımış ve sevmiş olabilir?

Tabiî ki, hiçbiri ve hiçbirini.

Onun için, bu gibi beylik lâflarla veya kalıplaşmış ifadelerle İstanbul’u anlatmaya kalkmak, iyi niyetle de olsa bediî duyguları rencide etmek ve o müstesna güzellikleri gölgelemek demektir.

Bu itibarla; İstanbul’u anlatmak, sevmekle başlar. Sevmek için de onu her yönden bilmek gerekir. Bilmekse ancak bol bol okumakla ve gezmekle mümkündür.

Zaten İstanbul’u candan aziz bilmenin, onda tecelli eden mânâlara vakıf olmanın, ebedî vatan telâkki etmenin ve gerektiğinde uğrunda can verme hissiyle sevmenin başka yolu da yoktur.

(Adım Adım İstanbul’dan)

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yeni Asya fotoğrafı



Alper Görmüş, Nokta dergisinin geçen haftaki yazısında Yeni Asya’nın 21 Şubat sayısında yayınladığımız toplu fotoğrafta tek bir kadın dahi bulunmamasını yadırgadığını yazmış. Yeni Asya’nın dili en sivil gazetelerden biri ve AB siyasî kriterlerini “ama” demeden savunan belki de tek gazete olduğunu tekrarlayarak samimî ve hakşinas tavrını yine sergileyen Görmüş’ün bu eleştirisini cevapsız bırakmayalım. O fotoğrafın çekildiği toplantıda gazetemize ve yayın grubumuza aktif katkıda bulunan çok sayıda hanım da vardı. Hattâ içlerinde, sahneye çıkarak 36. yıl plaketi alanlar da bulunuyordu. Ama salondaki oturma düzeni, genel olarak, katılımcıların kendi iradeleriyle oluşturdukları bir “harem-selâmlık” görüntüsünü yansıttığı gibi, toplu fotoğrafta sadece erkeklerin yer alması da yine aynı durumun bir başka yansımasıydı. Alper Görmüş gazetemizi bu açıdan da dikkatle incelerse, Yeni Asya’nın bir özelliğinin de hanım yazar sayısının en fazla olduğu gazetelerden biri olması olduğunu fark edecektir. Az sayıdaki muhabirlerimizden biri de hanım. Okuyucularımız bu isimleri yakından bildikleri için tek tek sıralamaya gerek görmüyoruz. Öte yandan, Yeni Asya İslâmî cenahta kadın dergisi çıkaran ilk yayın gruplarından biri. Ve 19 yıldır, 1988 Ocak’ından beri çıkan Bizim Aile dergisi, hanım elemanlar tarafından hazırlanıyor. Öte yandan, Yeni Asya çatısı altında hizmet veren Bizim Radyo’nun yayınlarında hanımlar aktif görevler üstlenmiş durumda. Peki, hal böyle iken “o fotoğraf”ta niye tek bir kadın dahi yok? Çünkü bizim anlayışımız ve hayat tarzımız, farklı cinslerin aile ortamı dışında iç içe olmalarına sıcak bakmıyor. Bize göre, kadın sosyal hayatta, kendi yaratılışına uygun alanlarda aktif roller üstlenebilir. Ancak ölçüsüz bir kadın-erkek ihtilâtına meydan vermemek ve arada mâkul bir mesafeyi muhafaza etmek kaydıyla. Farklı cinslerin huzurunun bu ölçü ve mesafenin korunmasına bağlı olduğuna inanıyoruz. Harem-selâmlık uygulamasını reddetmeyi çağdaşlığın gereği sayan anlayışın, bu yaklaşımımızı hazmetmekte zorlanacağını biliyoruz. Ama bu konuya da empatiyle bakacağından emin olduğumuz Alper Görmüş’ün, ilk bakışta yadırgasa dahi bizi anlayacağını düşünüyoruz. Görmüş’ün o fotoğrafta gördüğü “eksik,” objektife birlikte poz veren erkekler tarafından uygulanan bir “dışlama”nın değil, karşılıklı olarak yapılmış bilinçli ve gönüllü bir tercihin sonucu. Ama kendi hesabımıza o eleştiriden çıkardığımız bir neticeyi de ifade etmemiz gerekiyor: Eğer bundan sonra toplu fotoğraf çekersek, erkeklerin yanı sıra hanım elemanlarımızı bir arada gösteren kareler de çekmemiz gerekecek. Ama bunlar da harem-selâmlık ölçüsüne hassasiyetle riayet edilerek çekilmiş kareler olacak. Bu noktada asıl önemli olan, kesinlikle, kalplerin aynı ideal için, aynı ihlâs ve samimiyetle atıyor olması. Ve şu bir vâkıa ki, Yeni Asya’nın temelinde, şefkat kahramanlarının koyduğu harcın ve erkeklerle tam bir dayanışma içinde gösterdikleri gayretlerin de çok özel bir yeri var. Kadınıyla erkeğiyle Yeni Asya camiasının ihlâslı dayanışmasıdır ki, 37 yıllık zorlu bir yolculuğun ardından hizmetimizi bugünlere ulaştırdı.

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Lâ ilâhe illallah deyince



Müşrik ileri gelenleri Ebû Tâlip’e gelip Peygamberimizden şikâyetçi olduklarını belirtince, Ebû Talip Peygamberimizi çağırmış, konuşmuştu. Kâinatın Efendisi (a.s.m.) amcasına, “Ben onları kendileri için daha hayırlı olan birşeye dâvet etmiyor muyum ki?” dedi.

“Neye dâvet ediyorsun sen onları?”

“Ben onları kendilerine Arapları itaat ettirecek ve yabancıları hükümleri altına aldıracak bir kelimeye dâvet ediyorum.”

Ebû Cehil başta olmak üzere hemen kulak kabarttılar Kureyş ileri gelenleri. Çok hoşlarına gitmişti Araplara ve yabancılara hükmetme sözü. Ve Ebû Cehil heyecanla, “Nedir o? Değil sadece ona ve on kat fazlasına bile itaat ederiz” dedi.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.) tek bir cümle söyledi onlara: “‘Lâ ilâhe illallah’ diyeceksiniz”1 dedi.

Bu cümle söylenmesi kolay, serapâ hak ve hakikat bir cümleydi. Ama elleriyle taştan, tahtadan yaptıkları putlara tapacak kadar kör, sağır ve dilsiz insanlara bu gerçeği anlatmak çok zordu. Akıl ve kalp kapılarını gerçeklere kapayanlar bu cümlenin nuruyla gerçekleri görecek ve bu baha biçilmez hazineye dört elle sahip çıkacaklar ve Resûllullahın buyurduğu gibi asırlarca dünyaya hükmedeceklerdi.

“Lâ ilâhe illallah” diyen insan bu cümleyi söylerken, “Hâlık ve Rezzak Ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat Onun elindedir. O hem Hakimdir, abes iş yapmaz. Hem Rahim’dir, ihsanı, merhameti çoktur”2 demek ister.

İmanın özüdür bu cümle. Bu cümleyi bütün gönlüyle söyleyen ve yaşayan insan, “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadiselerin tazyikatından kurtulabilir”3 sırrınca kâinata meydan okur.

Ubade bin Samit arkadaşı Haşim bin As’la birlikte Bizans kralı Herakliyus’un sarayına boyunlarında kılıçları olduğu halde atlarıyla yürüdüklerinde halk şaşkınlık ve hayranlıkla onları seyrediyordu. Hayvanlarından inmiş ve öyle bir “Lâ ilâhe illallahu vellahü ekber” demişlerdi ki saray bir hurma ağacı gibi sallanmıştı.

Kralla görüşmüşler, kral onlara birçok soru sormuş, “Sizin yanınızda en büyük sözünüz nedir?” diye sorduğunda da, onlar, “Lâ ilâhe illallahü vellahü ekber” demişlerdi.

Sarayının bu sözle sallandığını gören kral, hayretini gizleyemeyip, “Peki, siz evinizde, memleketinizde bunu söylediğinizde evleriniz sarsılıp tavanlarınız üzerinize çökmüyor mu?” demekten kendini alamamıştı. Onlar da, “Hayır” dediler. “Biz hiçbir zaman bu cümlenin öyle evlerimizi sarstığını, çatılarımızı üzerimize çökerttiğini görmedik. Sadece burada gördük. O bize bir öğütten başka birşey değildir.”

Kral bu olup bitenler karşısında şöyle demekten kendini alamamıştı: “Nefsim saltanatımdan ayrılmaktan hoşlansaydı size tabi olur, ölünceye kadar da sizin hakir bir köleniz olmayı isterdim.”4

İşte böyle iman bazan açıkça, bazan da mânen titretir insanları.

Dipnotlar:

1- Peygamber Efendimiz, s. 116. 2- Sözler, s. 25. 3- Sözler, s. 284. 4- İslâm Tarihi, 2: 303.

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ürkütücü alkol rakamları ve korkunç nemelâzımcılık



* Okulda, gençler, kıskançlık, nefret, öfke, mecazî aşk ve benzeri olumsuz duyguların pençesinde, birbirini kırıp geçiriyor!

* Hırsızlık, arsızlık, yolsuzluk almış başını gidiyor.

* Uyuşturucu ve benzeri alışkanlıklar toplumu sarmalamış durumda.

* En eski ve mukaddes sistem aile sarsıntı geçiriyor.

Bütün bunların müsebbibi kimdir ve acaba bizim, gerek “iltihak, gerek iltizam, gerekse fikren” desteğimiz, payımız nedir?

Dünya Sağlık Teşkilâtı’nın (WHO), ülkemizin de içinde bulunduğu 30 ülkeyi kapsayan son araştırma raporuna göre ortalama vukuât yüzdeleri şöyle:

Cinayetlerin yüzde 85’i, ırza tecavüzlerin yüzde 50’si, şiddet olaylarının yüzde 50’si, trafik kazalarının yüzde 50 ilâ 60’ı, eşlerini dövenlerin yüzde 70’i, işe gitmeyenlerin yüzde 60’ı, bu suçları alkollü iken işlemekte... Akıl Hastahanelerine yatanların yüzde 40 ilâ 50’sinde, genel tutuklamaların yüzde 50’sinde, alkol temel sebebi oluşturmakta... İntihar olaylarında da alkolün etkisi, içmeyenlere oranla 58 kat fazla.

Ülkemizde, her yıl, kalp hastası olarak doğan çocukların büyük bölümüne alkol ve sigara kullanan anne ve babaların sebep olduğunu, tıp otoritelerimiz, yüksek sesle ilân ediyor. Alkol ve sigara kullanımında, her yıl, yüzde 15-20 artış söz konusu... Ne acı ki, bu artışın ağırlık merkezini gençler ve hanımlar teşkil ediyor.

AMATEM yetkililerinin son açıklamasında, “Her yıl 1 milyon çocuğun içkiye başladığı” ifade ediliyor. Bu gün ülkemiz, birçok müsbet konuda, listelerin en son sıralarını alırken, ne yazık ki, 800 milyon litreye yaklaşan (Tekel Özel) alkol tüketimi, 4 milyonu aşan alkoliği ve 13 milyon alkolle dostluk sürdüren insanı ile alkol sıralamasında dünya üçüncüsü! En az 17 milyon tiryakisi, yine milyonlarca pasif içicisi, yerlisi yabancısı ile 90 milyon kilo tütün tüketimi ile dünya dördüncüsü!

Küçük bir sigara özeti daha sunarsak, bakınız nelerle karşılaşıyoruz: Akciğer kanserlerinin en az yüzde 90’ı, gırtlak kanserlerinin yüzde 99’u sigara kaynaklı. Yine, 45-50 yaşın altındaki koroner kalpten ölenlerin yüzde 80’i, bacak damarı tıkanmalarının yüzde 90’ı sigaradan...

Devlet kurumlarının ve yönetimin bu konuya sadece masraf veya kazanç açısından bakması, konu ile ilgili kanunların işletilmemesi ne tuhaf bir çelişki. Bu konuda en büyük görev düşen, en yaygın ve güçlü eğitim kurumu TRT’nin yanında diğer özel tv ve radyoların (bir ikisi hariç) konuyu benimsememeleri ve tv’lerdeki yerli yabancı çekimlerin, büyük çoğunluğu ile, tam tersini (özendirici tablolar) sergilemeleri ve vatandaşların şuursuzca bunları izlemeleri ve desteklemeleri daha da tuhaf değil mi?

Sinema müessesesinin aynı konulardaki başı boşluğu, sorumsuzluğu, san'atkârların (!) çoğunlukla kötü alışkanlıklı kişiler olması ve hayatlarının sözlü ve yazılı yayın vasıtalarında reklâm edilmesi de bir başka garabeti teşkil etmiyor mu?

Millî Eğitim Bakanlığının, bilhassa Anayasa’nın (MD. 58) yüklediği temel göreve rağmen; orta dereceli ve yüksek okullardaki öğrenci toplantılarının içkili, sigaralı yapılması ve bunların hiçbir takibe uğramaması daha da acı değil mi? Ya, ilim adına ekranlara çıkarılan (sözümona) uzmanların, alkolün azının zararsız olduğu, hattâ azını tavsiye eden beyanlarına; ülkemizde bu ölümcül alışkanlıkların henüz tehlikeli boyutlarda olmadığı yolundaki aldatıcı veya yanıltıcı ifadelerine, bazı eğitimcilerin ve önemli kişilerin kötü örnek olmalarına ne buyurulur?

Eğitim sistemimiz, gençlerdeki bunalımı arttıran maddeci ve çıkarcı felsefelerin çizgisinde ne zamana kadar devam edecek? Gerçekten ismi gibi millî olup, ahlâkî ve ciddî bir temele oturtulabilecek mi? Anayasa’nın bu konularla ilgili maddeleri ne zaman işletilecek? Bütün uyuşturucularla, devletin öncülüğünde yeterli ve etkili bir mücadelenin yürütülebileceğini görecek miyiz? Bunun için vatandaşlar olarak gerekli duyarlılığı gösterebiliyor muyuz?

11.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Kadınlar âleminde fıtrata dönüş hareketleri...



Bediüzzaman Hazretleri, Hanımlar Rehberi’nde tesettürün kadınlar için fıtrî olduğunu ifade ederken, misâl olarak Avrupalı kadınların, polislere, bakışlarıyla kendilerini rahatsız eden erkekleri, “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıyorlar…” diye şikâyetlerde bulunduğunu anlatır…

O yıllardan bu güne benzer misalleri medyada gittikçe sıklaşan periyotlarda görmek mümkün.

İşte asrımız kadınının fıtrata dönüş hareketinin bir yansıması olan ilginç haberlerden bir demet…

En mutlu kadın…

Amerika’da ortaya çıkan anti feminist bir kadın hareketi olan “Feragat Eden Kadınlar”, faaliyetlerini Avrupa’ya yaymaya başladı. Laura Doyle adında Kaliforniyalı bir ev kadını tarafından kurulan ve kadınları kocalarına itaat etmeye çağıran hareket, başta İngiltere olmak üzere bir çok Avrupa ülkesinde örgütleniyor.

33 yaşında part time çalışan bir reklâm yazarı olan Doyle, feragat etme felsefesini, kötüye giden 11 yıllık evliliğini kurtarmaya çalışırken geliştirmiş. Geçirdiği dönüşümü şöyle anlatıyor:

“Çevremde iyi giden evliliklere baktım ve gördüm ki, kimi paranın kontrolünü kocasına bırakmış, öteki kocasının giyim zevkini hiç eleştirmemeyi ilke edinmiş... Ben de bunun üzerine dırdıra son verdim. Onu para ve kariyer meselelerinde sıkıştırmaktan vazgeçtim.” Deneyimlerini “The Surrendered Wife-Feragat Eden Kadın” adlı kitabında toplayan Doyle’un felsefesi kısaca, “En mutlu kadın kocasına itaat eden kadındır” cümlesinde toparlanabilir.

Bu harekete destek verenler şöyle diyorlar: “Boşanma istatistikleri kadınların son 30 yılda bir şeyleri yanlış yaptığını gösteriyor. Laura, düşündüğünü söyleme cesaretini gösterebildi ve onun tavsiyelerini uygulayan bir çok kişi şimdi daha mutlu bir hayat sürüyor.”

(Mart 2002 tarihli gazeteler…)

Havva prensibi

“Kendi doğal rollerini bırakıp erkeklerle rekabete girişen kadınlar, hiçbir alanda tam başarı sağlayamıyor. Kadının bir şeyler öğrenmesi, eğitim görmesi ve evinin dışında görevler üstlenmesi tabiî ki normal, ancak belli bir ölçüyü korumak kaydıyla… Kadınlar ailelerine geri dönmeli.”

Bu sözler de başarılı bir Alman kadın televizyon programcısına ait. Fikirlerini “Eva prensibi” isimli kitabında toplayan Eva Herman’ın bağlı olduğu yayınevi, kitabı “Feminizm koca bir yanılgıdan mı ibaret?” sorusuyla tanıtıyor…

(14.8.2006, Zaman)

Zor ve keyifli…

“Bence annelik oyunculuktan çok daha zor, ama zor olduğu kadar da keyifli. Çocuklarım için her gün Allah’a şükrediyorum.”

Hollywood’un ünlü kadın oyuncularından Gwyneth Paltrow aynı zamanda iki çocuk annesi…

(5 Mart 2007, Günaydın)

Süper kadın değil, mutlu kadın…

İngiltere’de çalışan kadınlar üzerine yapılan ve The Gurdian’da da yayınlanan bir habere göre, çalışan İngiliz kadınların üçte ikisi “Çocuk da yaparım, kariyer de” demenin aslında gereksiz yere her şeyi sırtlanmakla eş anlamlı olduğuna karar vermişler ve daha geleneksel aile modellerine dönmeyi arzu ettiklerini belirtmişler. İş ve ev hayatını dengede götürmeye çalışan “süper kadın” değil, evde çocuğuyla zaman geçiren “mutlu kadın” olmak istediklerini, aileyi erkeğin geçindirmesi gerektiğini ifade etmişler.

(Kaynak: Cumhuriyet,

15 Mayıs 2005)

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Türkiye’de demokrasi var mı?



Ülkemizde demokrasi var mıdır, yok mudur? Kâmil mânâda hak ve hürriyetler kullanılıyor mu, yoksa birilerinin müsaade ettiği kadar mı kullanılıyor? Uygar Batı ülkeleri düzeyinde fikir ve düşünce serbestiyetine sahip mi bu ülke insanı? Yazarlarımız, aydınlarımız korkmadan, çekinmeden fikir ve düşüncelerini yazabiliyorlar mı, konuşabiliyorlar mı? Yoksa bütün bunlar, resmî ideolojinin sınırlarını çizdiği çerçeve ile mi sınırlı kalıyor? Bu sınırı ihlâl eden yazar ve çizerler soluğu mahkeme koridorlarında mı alıyor?

Bu ve benzeri suallere çeşitli cevaplar verilebilir elbette. Daha doğrusu her insan kendi anlayışına veya kafa yapısına göre inandırıcı olan veya inandırıcılıktan uzak cevaplar vermeye çalışır.

Gerçek demokrasiden haberi olmayan, insan hak ve hürriyetlerinin kutsallığına inanmayan, fikir ve düşünce hürriyetinin her insanın olmazsa olmaz en tabiî hakkı olduğunu dert etmeyen insanlar için, şu durumda ülkemizin hiçbir derdi, hiçbir sıkıntısı olmayabilir. Veya eşref-i mahlukat olduğu için yeryüzünün en değerli, en şerefli bir varlığı olan insana, bu mevkiyi, bu kıymeti lâyık görmeyen ve bunun için de ona her türlü gayr-ı kanunî, gayr-ı insanî muameleyi reva gören ve bu çeşit yaklaşımı gayet normal gören bazı çevreler nezdinde de bu ülke insanının hiçbir problemi, hiçbir derdi yoktur elbette.

Ya da gerçek demokrasinin ve meşrû hürriyetin ne olduğunun farkında olmayan, zorbalığı, istibdadı, keyfîliği hürriyet zanneden ve böyle bir hayat tarzına alışarak ülfete giren insanlar için de insan hak ve hürriyetlerinin, vicdan ve fikir serbestisinin, demokrasinin belki de hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Vatandaş olarak hak ve hukukunu bilmeyen, doğuştan Yüce Allah’ın bahşettiği bazı hakların hiçbir insan tarafından gasbedilemeyeceğinin farkında olmayan bazı garibanlar için de, cumhuriyetin veya demokrasinin bir değeri olmayabilir.

Ülke insanını adam yerine koymaya tenezzül etmeyen, kendilerini imtiyazlı ve çok üstün bir insan mevkiinde görme alışkanlığını terk etmeyen bazı elit çevreler açısından da, bu ülke insanının hiçbir sıkıntısı yoktur ve bu gibi insanlar bu topraklarda huzur ve sürurun tadını çıkarırlar.

Malûm çevreler öyle bilsinler veya öyle zannetsinler, ama biz biliyoruz ki bu ülkede hiç de küçümsenmeyecek, çözüm bekleyen o kadar çok problem, milleti rahatsız eden o kadar çok pürüz ve sıkıntılar var ki... Akl-ı selim insanlar bu sıkıntıların çoğunu biliyor ve yaşıyor.

Kısaca, bu ülkenin insanı, insanca yaşamak istiyor. Değer verilmesini, adam yerine konulmasını istiyor. Hiçbir kanunun yasaklamadığı haklarını serbestçe kullanmak istiyor. Düşündüklerini çekinmeden konuşmak, yazmak istiyor. İnancının gereğini hiçbir mâniye takılmadan yaşamak istiyor. Kanun adı altındaki dayatmaları, keyfîlikleri yaşamak istemiyor. Kılık-kıyafetine, başına-sakalına, örtüsüne-çarşafına karışılmamasını istiyor bu insanlar.

Yazımızın başında da söylediğimiz gibi, bu acı tabloyu, bu utanç verici manzaraları bazı insanlar görmese de, bazı çevreler görmezlikten de gelseler, biz biliyoruz ki şu söylemeye çalıştığımız keyfîlikler, dayatmalar, bu güzel ülkemizin, sık sık yaşadığımız veya şahit olduğumuz çirkin manzaralarıdır.

Zulme uğrayan, haksızlığa dûçâr olan insanlar, dertlerine belki devâ olur, belki devam etmekte olan bu haksızlıklara, bu keyfiliklere bir son verir beklentisiyle mevcut hükümeti iş başına getirdi. Yaklaşık dört yıldır iktidar olan bu hükümet de maalesef milletin beklentilerine devâ olacak bir adım atamadı. Geçmişten gelen sıkıntılar, yasaklar, keyfî uygulamalar artarak devam ediyor.

Bizce, milletimizi canından bezdiren kanunsuz yasakların kaldırılması, bütün keyfî uygulamaların sona erdirilerek, tam bir hürriyetin sağlanması, ülkemiz insanları için ekonomiden de, enflasyonun düşürülmesinden de, Türkiye’nin AB’ye girmesinden de çok daha önemlidir.

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa... Kısa...



Cemal Bey: “Tabiat Risâlesinde, ‘İnsanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar’ cümlesine göre gayr-i ihtiyarî, anında veya biraz sonra pişman olacağımız, aslında razı da olmadığımız sözlerden mes’ûl müyüz?”

Bedîüzzaman Hazretleri Tabiat Risâlesinde kâinatın oluşumunda ve yaratılışında sebeplerin, kendi kendine oluşun ve tabiatın asla makam ve yetki sahibi olmadığını, her şeyin doğrudan Allah’ın kudreti ile yaratıldığını ispat ediyor. Bu risâlenin başlangıç kısmında ehl-i imanın da, farkında olmadan kendisi aleyhine sonuçlanabilecek dehşetli bir takım sözleri söylediğine vurgu yapılıyor. Ehl-i imanın kullandığı bu kelime ve söz hatalarından üç tanesi zikrediliyor ve şirke çok yakın olduğu için muhakkak sakınılması isteniyor. Meselâ konuşmalarda doğrudan Allah’ın kudretine değil, sebeplere de pay verir kelimeler kullanmak veya kendi kendine oluşu telâffuz eder cümleler sarf etmek; ya da varlıkları tabiatın iktizası gibi gören konuşmalarda bulunmak yahut Allah’ın vahdaniyetine uygun düşmeyen kelime veya cümleleri telâffuz etmek bu cümleden hatalı sözler olarak sayılabilir.

Hiç şüphesiz sözlerimizden ve konuşmalarımızdan mes’ûlüz. Atalarımız, “Bin düşün; bir söyle!” veya “Konuşmak gümüşse, sükût altındır!” diye sanırım bu ağır mes’ûliyete işâret etmişlerdir. Ağzımızdan çıkan kelime veya cümlelere dikkat etmeli, pişman olacağımız veya bizi mahcup edecek sözcükleri mümkünse kullanmamalıyız. İsabetsiz veya yanlış sözlerimizle eğer insanları kırmış isek, özür dilememiz; eğer Allah’a karşı hatalı konuşmuş isek de hemen tevbe etmemiz daha uygun olur. Her hatanın, günahın ve kusurun “tevbe ve istiğfar” ile dönüşü vardır. Ancak daha sonra aynı sözcükleri dilimize almamaya, aynı hataları yapmamaya özen göstermemiz gerekir.

****

Bir bayan okuyucumuz: “Haksız yere edilen bedduâ kabul olur mu?”

İnsanların yıkımı için, insanların mahv olması için, insanların harap olması için bedduâ yapılmamalıdır. En başta, İslâmiyet bizden bu nezaheti ve nezaketi ister. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine dayanılmaz eza ve cefa yapan müşriklere karşı bedduâ yapmamış, onlar için Cenâb-ı Hak’tan hep hidayet talep etmiş, hep bağışlayıcı olmuştur. Bedduâ yapmaktan Cenâb-ı Hak razı olmaz. Diğer yandan, haksız yere yapılan bedduâların yapılana değil, yapana zarar verdiği de hep tecrübelerle sabittir.

***

Muhammed Bey: “Akıl ile nakil çatışırsa hangisi tercih edilmelidir?”

Üstad Bedîüzzaman der ki, “Akıl ile nakil teâruz ettikleri vakitte, akıl asıl itibar ve nakil tevil olunur. Fakat o akıl, akıl olsa gerektir.”1

Yani, akıl ile nakil çatışırlarsa akıl esas alınır. Fakat o akıl, cerbezeden uzak, hikmet dolu ve selim bir akıl olmalıdır. Aksi takdirde “uydurmacılık” nakil için ne kadar handikap ise, “cerbeze ve üstün körü bakış” da akıl için o kadar handikaptır. Doğrulara ulaşmak için nakil de, akıl da birer araçtırlar. Fakat her ikisinin de hem handikapları, hem de doğruları vardır. Doğrular ne uydurmacılığa kurban edilmeli, ne de cerbezeye ve üstün körü bakışlara rüşvet verilmelidir.

***

Ankara’dan okuyucumuz: “Yolculuklara gece mi çıkmalıyız? Bunun sünnet olduğu söyleniyor. Eğer sünnet ise, hikmeti nedir?”

Yolculuğa çıkma saatini daha çok ihtiyaç ve gerekçe belirler. Eğer günün şu saatinde veya bu saatinde çıkılması gerekiyorsa, o saatte çıkılmalıdır. Ama erkence çıkılmalıdır. Sünnet olan budur. Peygamber Efendimiz (asm) ihtiyaç olduğunda günün her saatinde yolculuğa çıkmıştır. Bazen gereklilik ve ihtiyaç durumuna göre gece çıktığı gibi, bazen de öğle vakti veya öğleden sonrası yola çıkmıştır.2

Eğer binek kendimize ait ise, o gün başka saatlerde yola çıkmak için bir gerekçe de yoksa, yolculuğa çıkış saati olarak seher vakti gibi günün erken bir vaktini tercih etmek şüphesiz hem sünnete uygun olur, hem de inşallah daha huzurlu, feyizli ve bereketli bir yolculuğa vesile olur.

Dipnotlar:

1- Muhâkemât, s. 10

2- Nesâî, Namaz Vakitleri, 42

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Raporda bile akreditasyon



CHP Lideri Deniz Baykal, Genelkurmay'ın hazırladığı ‘gazeteciler hakkındaki’ raporu normal buldu

En az CHP'nin mevcudiyeti kadar normal.

Hemen akabinde, bir haber daha:

Meğer Başbakanlık da “gazeteci fişlemiş.”

Başbakanlıktan cevap:

“Bizde gazeteci fişleme yok. Bu iddia, maksatlı bir dezenformasyon çabası.”

Şimdi bu “dezenformasyon çabası”na bakalım:

Rapora göre, 4 köşe yazarı ABD gezisinde 1 şişe Fransız şarabı içmiş. Başbakan Erdoğan'ın uçağında hem de...

Böylece Başbakan Erdoğan'ın uçağında içki içilip içilmediği konusunda açılan parantezlere de son nokta konulmuş oldu.

Çağdaş seviyeyi “içerek” yakalamış olduk. Ne mutlu Türküm diyene!

*

Hükümetin gazetelerle ilgili raporuna bakalım:

HÜRRİYET - Uçağa almayınca sayfayı kapattı... Referans gazetesi olma avantajını kullanıyor.

MİLLİYET - Doğan Grubu'nun en olumsuzlarından...(dı). Sedat Ergin ile birlikte ciddi bir dönüşüm meydana geldi. Olumluluk oranı arttı.

SABAH - Olumsuzluk artmaya başladı: Hükümet haberlerini eskisi gibi birinci sayfasında görmeyen, gördüğünde küçük gören gazete, iç sayfalarında da eleştirel haberlere yer vermeye başladı.

VATAN - Bazı grupların yönlendirme aygıtı: Olumlu gelişmeleri küçük veren, olumsuz gördüklerini irileştirerek haberleştiren bir gazete. Demirel ailesinin malına el konulmasında TMSF'yi eleştirdi.

AKŞAM - Sorgulamaya muhtaç.

RADİKAL - Çok kez tarafsız:

BİRGÜN - Tarafsız verme erdemini gösterebiliyorlar.

TÜRKİYE - Olumluluklarının altında İhlas Finans yatıyor.

ZAMAN - Önyargısızlar: Kimseye ya da hiçbir gruba karşı önyargı oluşturmadan, tarafsızlık çizgisinde yayınlarını sürdürebili-yorlar.

MİLLİ GAZETE - SP'nin uyanışına işaret. AK Parti, Başbakan Erdoğan ve 59. Cumhuriyet Hükümeti'ne ilişkin en küçük bir hoşgörü yok.

GÖZCÜ - Doğan Grubu'nun tetikçisi.

YENİ ŞAFAK - Mutlak destekçi.

YENİÇAĞ - Siyasî hasımlığı, fikrî hasımlık sayıyor: MHP yanlısı.

VAKİT - Türban ve katsayı tepkilerini hükümetten uzaklaştırıyor.

*

Farkı farketiniz mi?

Hem Genelkurmay'ın raporunda, hem de hükümet kanadında Yeni Asya gazetesi görülmüyor.

Peki neden?

Onu da biz söyleyelim:

“Andıç” raporunda bile “akreditasyon” yapıyorlar.

Eee, bu kadarına pes yani.

ÖLÜMCÜL BAKTERİ

İsrail'de antibiyotiklere dirençli “ölümcül bir bakteri” 6 ay içinde onlarca kişiyi öldürmüş.

Ne garip:

İsrail de “devlet”ler arasında aynı işi görüyor.

ANDIÇ VE ARINÇ

Meclis'te tezahürata yasak gelmiş.

Merak etmeyin:

Meclis;

Ne birinci “andıç”, ne de ikinci “andıç”la karşı karşıya?

Olsa olsa bu birinci Arınç'tır!

TEHLİKE

ABD, yaz saatine bu yıl 3 hafta erken geçiyor.

Tehlikenin farkında mısınız?

HAFTANIN ANKETİ

SORU:

Eurovision'a katılacak olan Kenan Doğulu'nun "Shake it up Şekerim" şarkısını nasıl buldunuz?

CEVAP:

-İyi (Yüzde 5)

-İdare eder (Yüzde 8)

-Kötü (Yüzde 10)

-Çok kötü (Yüzde 20)

-HİÇ ANLAMADIM (Yüzde 67)

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Üçüncü yol



Çıkmaz sokaklar arasında daima bir üçüncü yol vardır. Sözgelimi ideolojiler arasında daima bir üçüncü yol olagelmiştir. İdeoloji olarak kapitalizmle komünizm arasında, inanç bağlamında Hıristiyanlıkla Yahudilik arasında, mezhebî bağlamda Rafızîlikle nasibîlik arasında, günümüzde de liberalizm ile ulusalcılık arasında mutlaka orta bir yol vardır. Keza istibdat ile işgalcilik arasında da yine orta bir yol bulunmaktadır. Amerikalıların yaptığı gibi işgalcilerin istibdadı, bölge liderleri gibi istibdadın da işgalcileri göstererek bir kısır döngüye yol açmalarına izin vermemeliyiz. Burada eksenlerden birisine seçici destek veya köstek, bu yanlış sarmallarını beslemektir. İfrat ve tefrit eksenine nefes aldırmaktır. Zira onların birbirlerine olan husûmetleri taktik düzeydedir. Güç oyununun bir parçasıdır. Dolayısıyla çizgilerini meşrulaştırmak için takdim ettikleri dâvâları ellerindeki hükmetme kartından başka bir şey değildir.

Suriye rejimi Filistin’de HAMAS, Lübnan’da Hizbullah ve Irak’ta direniş kartını kullanıyor. Buna mukabil müttefiki görünen İran ise, Irak’ta tam tersi kartları kullanıyor. Güya her ikisi de sonuçta Amerikan aleyhtarı. Birbirlerine muhalefet ederek veya öyle görünerek kendilerine hayat alanı açıyorlar.

Elbette zıt müttefikler arasında bir üçüncü yol var. Bu itidal ve vasatiyet yoludur. Daha önce benzeri bir vetireyi Saddam ile ABD arasında yaşamıştık. Dolayısıyla, istismara alet olarak destekle bu uçların hacminin büyümesine katkıda bulunmak, öncelikli olarak ehl-i hak ve hakikatın kendi zeminine darbe vurması olur. Geçen dönemde İstanbul’da Fethi Yeken ile İhvan arasında bir mutabakat sağlanmış (16 Şubat 2007 İstanbul). Bu mutabakat zıt projeler veya ittifaklar arasında üçüncü bir yolu ortaya çıkarma ve bulma mutabakatı olarak ifade edilebilir. Aksi kategorik yaklaşımlar, bizi farkına varmadan istibdadın veya işgalin pençesine düşürebilir ve ortağı haline getirebilir. Ve dindarlar son sıralarda bu tuzağa çok düşmeye başladılar. Bunun sonucu olarak kimileri Amerikan işgalini meşrû görürken, kimisi ulusalcıların kervanına katıldı. Türkiye dışında da böyle bir durum var. Kimileri Suriye ve Esad rejimi, Lübnan dolayısıyla tazyik altında diye bu rejimin muhafızlığına soyundu. Halbuki istibdat ile işgal arasında yaşanan bir güç oyunundan ibarettir. Bu açıdan Amerikan aleyhtarı gözüktüğü için müstebit idareleri otomatik veya kategorik olarak desteklememiz gerekmiyor.

***

Suriye Müslüman Kardeşler Genel Murakıbı Seyyid Ali Sadreddin Beyanuni, Seymour Hers’in iddiasını yalanlayarak, Suriye rejimine karşı ABD’den malî veya finans desteği sağlamadıklarını bir kez daha yinelemiştir. Ve Suriye’ye yabancı bir askerî müdahaleye karşı olduklarını açıklamıştır. Bu Mısır İhvan’ının da yaklaşımıyla bire bir örtüşmektedir. Turuncu devrim girişimleri sırasında ABD’nin Mısır İhvanıyla bağlantıya geçme teşebbüslerini akîm bırakan İhvan Lideri Akif, meşhur sözünü söyleyecektir: “La nestakvi biemarika dıdda Mübarek” yani, ‘Biz Mübarek’e karşı Amerika ile güçlenmeye razı değiliz’. Mealen: “İşgal tankına binerek iktidara gelmek istemiyoruz” demiştir. Bu, gerçekten de yerinde bir yaklaşımdır. Enver’e karşı Antranik’le birlikte olmak her zaman merdut bir tezdir. Bununla birlikte, Irak’ta ABD’nin aracı sınıflar olarak gördüğü kimi Kürt gruplarla, İran destekli kimi Şiî gruplar işgalle birlikte kendi gruplarını güçlendirmeyi yeğlemişler ve seçmişlerdir. İşte bunu yapanlar, bunların sarahatle dile getirilmesini fitne gerekçesiyle istemiyorlar ve karşı çıkıyorlar. Burada içiçe birçok yanlış var. Bu yanlışlardan birisi birilerinin Amerikan düşmanlığının işine geldiği gibi, seçici bir surette kullanmasıdır. Ve bununla içerideki haklı seslerin iskat edilmesi ve susturulmasıdır. Kardavi ile Rafsancani’nin Cezire Kanalı’nda yaptıkları konuşma da tam bunun ispatı olmuştur. Kardavi ne zaman hakikatları dile getirmek istese, Rafsancani sözlerini ‘Amerikan ağzıyla konuşuyorsun’ diye kesmek istemiş ve mukabele etmiştir. Burada hakikatı dile getirmek, Amerikan ağzıyla konuşmak olarak nitelendirilmektedir. Bu, Türkiye’deki ulusalcılığın veya Suriye’de Beşşarcılığın karşılığıdır. Buna göre ölüm mangalarını ihdas etmek ve işgale müzahir olmak suç değil, ama sonuçlarından söz etmek suçtur, fitneyi kaşımak ve uyandırmaktır. Ölüm mangalarının Sünnîleri tenkil etmeleri ve biçmeleri suç değil, ama bunun yol açtığı rahneleri veya Şiî-Sünnî gerilimini konuşmak suçtur ve fitneye alet olmaktır. Bu bağlamda, Fehmi Huveydi gibilerinin de dile getirdiği gibi, sarahat, yani açıklık fitne, ama sarahatten kaçınmak ve dolambaçlı davranmak makbul bir davranıştır. Fitne ateşini söndürmektir.

***

Amerikan düşmanlığının kart olarak ve seçici olarak kullanılmasına en büyük misâl, 8 yıl süren İran ve Irak savaşıdır. Bu savaş bir Amerikan planıdır ve iki tarafı da yıpratmayı ve tüketmeyi amaçlamaktadır. Nixon’ın ‘Savaşsız zafer’ kitabında aynen şöyle denilmektedir: “ABD için en uygun olanı İran-Irak’ın yenişemeden bu savaşı sürdürmeleridir...” İşte bu noktada İran (Başta merhum Ayetullah Humeyni ve Hamaney ve Rafsancani olmak üzere) ısrarla bu planının uygulayıcısı olmuştur. Halbuki Irak’ın hızının kesildiği anlarda savaşı kesmek ve zararı asgarî düzeye indirmek veya bu çapta tutmak ve Amerikan planlarını makul seviyede akamete uğratmak, pekâlâ mümkündü. Ama hırs ve kibir buna mani olmuştur. Burada hikmet, akıl tutulmasının veya öfkenin kurbanı olmuştur. Elbetteki burada suçu tek yanlı olarak İran’a yüklemek doğru değildir, ama İran’ın payı da ortadadır. Dolayısıyla, ‘Amerikan ağzıyla konuşuyor’ diye başkalarını susturanlar, zaman zaman eylemleriyle ABD’ye müzaharet etmektedirler. Bundan dolayı üçüncü mihver veya tarz çok önemlidir. Bunun inşa ve tahkim edilmesi gerekir.

Bu bir nev’î Soğuk Savaş dönemindeki Bağlantısızlar hareketine benzemektedir. Bunun somut açılımı şudur: Mihverleşmeden uzak kalmak. Dindarlar, elbetteki Mustafa Meşhur ve Beyanuni’nin yaptığı gibi, İsrail veya Amerikan projesini destekleyemezler. Ama onun karşısında kayıkçı kavgasıyla kendi kefesini güçlendirmek isteyen cepheye de alet olamazlar. En doğrusu rejimlere alet olmadan, mümkün mertebe onlara nush görevini ifa etmektir. Anlarlarsa da kendilerine, anlamazlarsa da…

Rejimlerin tuzağına düşmeden milletin ve memleketin birlik ve bütünlüğüne sahip çıkmak da her zamanın görevidir. Zor olmakla birlikte, başka seçenek de yok. Zıt projeler yerine makul projelerde buluşalım.

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Kesretten Vahdete...



Tohumcuklar, bir çoğulculuğun kendi içinde birliği ve düzenidir. Meyvenin saklı birer şifresidirler. Geleceğe ait ifadesidirler. Birer “vahdet ayineleri” olarak kesretten vahdeti nazara veren “Kudret ihatası” ve “ilmin şümulüne” sadık şahitlerdirler. (Sözler 997)

Dal budak salan ağacın yayılmacı ve dikkat çeken büyümesi ile yeryüzünde her tarafta kendini gösteren kesret/çoğunluk etrafında, âlem de kendini okuturken, bakışları birliğe/vahdete çeviriyorlar.

Her ağaç kendini hal diliyle ifade eder.

“Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimize dahildir.” (Sözler 997)

Mesaj açık; kesrette vahdete dahil olmak, büyürken özü korumak, gelişirken maksadı taşımak, tohumcuklarda aynı özelliği göstermek, bütün inkişaflarında “bir” olmak, “bir”e işaret etmek, vahdet tecellisine mazhar olmak.

Kesret; boğucu, meşgul edici, dağıtıcı, kendinde feda edici ve bütünlüğü bozucu bir keşmekeşlik halidir. Fikr-i amali dağıtır. İnsicamı engeller. Maksadın önceliğini gölgeler. Çatışmayı ve zihni karmaşayı getirir. Amaca yönelmiş her şeyin üstünde birlik mührü arayan tevhidî bakışı zayıflatır.

Kesret sularında; her ekleme, yeni meşguliyetler, sorumluluklar, öğrenmeler ve derinleşen nazarlar, uzun bir yüzme kulvarın da takatini zorlayan, sonunda yorulan ve dönüşü olmayan “deniz ortasında boğulma” gibidir.

Burada dikkat isteyen husus, yarının ağacı olan çekirdeğin hususiyetlerine atf-ı nazardır.

Nasıl ki ağaç, meyvesi için anlamlıdır, meyve onun okunan tasarımıdır, benzer şekilde “meyvenin kalbi hükmünde olan her çekirde(ğin) dahi, vahdetin birer maddî ayinesi oldukları” aşikârdır. “Zikr-i kalbi-i hafi” ile her çekirdek, koca ağacın “zikr-i cehrisi”ni okur ve bütün isimlerin tecellilerini zikreder.

Çekirdek, bu haliyle ağacın sessiz zikri ve fikri olur. Onun görünmeyen varlığını korur. Bütün özelliklerini ve yaşadıklarını bizzat kendisinde tutar ve uygular. Ağaç, onun yansıması ve tezahür eden sesli dili olur. Bütün bunlar “vahdet ayinelerini” temsil ederler.

Çünkü “ağacın kesretli dal ve budaklarının, bir tek çekirdekten gelmiş” olduğunu biliyorum. “Ağacın san’atkârının icat ve tasviri de vahdetini gösteriyor”, ki bu pencereden baktığımız, her ağaç, dalları, yaprakları ve meyveleri ile geniş bir çekirdekten gelmenin tevhit hakikatini söyler ve söyletir.

Kâinat ağacı da aynı şekilde “menba-ı vahdetten vücut alır, terbiye görür.” Buna mümasil, kâinat ağacının meyvesi insandır. “Kâinatın meyvesi olan insan, şu kesret-i mevcudat içinde, vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi iman gözüyle kesret içinde sırr-ı vahdeti görür.” (S.998)

Burada gören bir göz lâzım. İman gözlüğü ile bakmalı ve kalbin sadefinden çıkmalı. Varlıkların yoğun, dağıtan ve daraltan dünyasından sıyrılıp, küçük ve kodlanmış kâinat olmanın müstesnâ yaradılışıyla insan, vahdet sırrını görmeli, okumalı, anlamalı ve yaşayarak anlatmalı. Gerisi masivadır.

Sonuç olarak; “ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbir, külliyetiyle ve umumiyetiyle bir tek meyveye bakar, çünkü o meyve, o ağaca bir misal-i musağğardır.” (Sözler, 998)

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Cevat ÇAKIR

Kuraklık



Dünya genelindeki iklim değişikliklerini artık herkes hissetmektedir. Dünyanın bazı bölgelerinde kış sıcak geçtiği için, kayak merkezleri faaliyetlerini durdurmak zorunda kaldı. Kimileri de yapay kar yağdırdı veyahut da çok yüksek kesimlerden kar taşıdı. Avusturya’da olduğu gibi.

Ama taşıma suyla değirmen dönmüyordu. Ülkemizde de artık bazı bölgelerde kar görülmemeye başladı. Kar konuşulunca hep aklıma yıllar önce Cidde’de yaşayan bir arkadaşımın, “Ben ve ailem kar yağışını hiç görmedik. Bize kar yağışını gösteren bir resim gönderir misin?” sözü aklıma gelir. Artık bu olay bizim için de mi adiyattan olacak? Karı görmemek, kar üzerinde iz bırakarak, ayakkabının numarasını resmederek yürümeyi de mi unutacağız?

Evet, dünyanın önde gelen bilim adamlarınca hazırlanan yeni rapora göre küresel ısınma, sanılandan daha hızlı ve daha yıkıcı olacak. Dünyanın büyük bir ihtimalle bu yüzyılda gerçek bir felâket yaşayacağı uyarısı yapılmış. İngiliz The Observer gazetesinin dikkat çektiği rapora göre, “Küresel ısınma, daha çok yıkıcı ve etkileri çok daha erken biri aşamada hissedilecek. Deniz seviyesi bu yüzyılda yarım metre civarında yükselecek. Kar en yüksek dağların dışında yok olacak. Çöller yayılacak. Öldürücü sıcaklık dalgaları yoğunlaşacak. Milyonlarca insan topraklarından kaçmak isteyecek. Bu da zengin ülkelerin ekonomilerini gerecek.

Yine ülkemizle ilgili olarak Londra Üniversitesinde meteoroloji üzerine uzmanlaşmış bilim adamlarının tahminlerine göre Türkiye’de kuzeybatı kesimlerinde kuraklık had safhada olacak. 2007 yaz aylarında ise, Türkiye’nin batı ve İstanbul’un da içinde bulunduğu, özellikle kuzeybatı kesimlerinde kuraklık had safhada olacak.

Bilim adamlarının açıklamalarına göre, dünyanın bu duruma gelmesi yüzde doksan insanların faaliyetlerinden kaynaklanıyormuş. Şu andaki insanların durumunu Rum Sûresi 41. âyet çok güzel tefsir ediyor: “İnsanların kendi elleriyle işledikleri kötülükler yüzünden karada ve denizde fesad belirdi. Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın. Belki de dönerler.”

Bilim adamlarının da tesbit ettiği gibi insanların elleriyle işledikleri yüzünden, yine Kur’ân-ı Kerim’in ifadesiyle “döşek”’ini (Bakara, 22) deliyor veyahut da yırtıyor. İnsanların bazı faaliyetleri sonucu bazı hayvan türlerinin yok olması gibi haberler bizi fazla ilgilendirmiyordu. Fakat gördük ki, insanın hayatı hayvan hayatıyla bağlantılı. Hayvanların olmadığı bir dünyada insanların da hayatlarını sürdürmeleri mümkün değil. “Ruy-i zeminin sıhhiye memurları hükmünde olan ... kartallar” (Mektubat, 333) olmazsa. “Zira ne vakit öküz çalışmazsa ve balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa o vakit insan yaşayamaz. Hayat sukut eder. Hâlık-ı Hakim de arzı harap eder.” (Lem’alar, 95) Evet insanın fiillerine çok dikkat etmesi gerekiyor. Her fiili kâinatla alâkalı, dolayısıyla istikamet üzere yaşaması gerekiyor. Her taşkınlık, hem kendisini hem de bir nevi arkadaşları olan diğer varlıkları da etkiliyor.

Küresel ısınma ve kuraklığın aslında nimetlerin aşırı tüketiminden kaynaklandığını anlıyoruz. Özellikle enerji konusundaki aşırı israf, ciddî bir problem. Her ferdin üzerine düşen görevi yapması gerekiyor. Bütün nimetleri iktisatla kullanmaya alışmamız gerekiyor. Yoksa nimetler elimizden gittikten sonra zaten mecburen alışacağız.

İnsanlık Hz. Peygamberi (asm) takliden 530 gr (İbrahim Canan, Osmanlı Su Medeniyeti, s, 239) su ile abdest almayı öğrenmedikçe ve Said Nursî gibi mangala konan fazla kömürü çıkarmayı öğrenmedikçe, büyük sıkıntılarla karşılaşacak.

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Fakirlikten beslenen zenginlik



Ekonomi ile ilgili hemen her istatistikî bilgide, Türkiye’nin gelir dağılımının adaletsiz olduğunu ortaya koyan rakamlara rastlanıyor. Dünyaca ünlü Forbes dergisinin açıkladığı ‘zenginler’ listesi haberi de aynı gerçeği hatırlattı. Habere göre Türkiye’de 25 dolar milyarderi varmış ve bu durum; Türkiye’nin ‘zenginliğini ve büyüklüğünü’ ortaya koyuyormuş...

Bilindiği gibi, bu problem sadece Türkiye ya da ‘fakir ülkeler’in problemi de değil. Bütün dünya bu dertten yana sıkıntılı. Dünyaya nizam vermek iddiasında olan ‘en zengin ülke’ Amerika’da da gelir dağılımında adaletsizlik var. Aradaki fark, orada nisbeten ‘fakir’ sayılanların da belli bir gelir düzeyine sahip olması. Yoksa, gelir dağılımında adalet sağlandığını söylemek imkânsız.

Forbes’in haberini manşetlere taşıyan medya, nedense işin bu yönüyle pek ilgilenmedi. Hatta, komşumuz Yunanistan’daki ‘zenginler listesi’yle Türkiye’deki ‘liste’ karşılaştırıldı ve bizim daha zengin olduğumuza, dolayısıyla daha ‘güçlü/haklı’ olduğumuza özel vurgular yapıldı.

“Zenginin malı, züğürdün çenesini yorar” meselâ haberde şu bilgiler yer alıyor: “Forbes dergisi tarafından her yıl yayımlanan milyarderler listesinde yer alan Türklerin sayısı üç yılda 20 kişi artarken, dünya zenginleri içindeki ağırlığı da kaydadeğer ölçüde arttı. Forbes’in 2007 listesine göre dünyadaki milyarderlerin serveti son üç yılda yüzde 84 artarak 3.5 trilyon dolara ulaştı. Öte yandan aynı dönemde Türk milyarderlerin serveti 3.5 katına çıkarak 37.5 milyar dolara yükseldi. Böylece Türk milyarderlerin dünya zenginleri içindeki payı yüzde 0.6’dan yüzde 1.1’e çıktı. Milyarder sayısı olarak da 2006 listesinde dünya zenginlerinin yüzde 1’i Türklerden oluşurken bu yıl bu oran yüzde 2.7.” (Milliyet, 10 Mart 2007)

“Milyarder yetiştiren ülke” olarak övünüyoruz, acaba bu övünmede haklı mıyız? Tamam, zenginlerin malında gözümüz yok, fakat zenginler ‘fakir’lerin halinden anlıyor mu? Ya da şu sorunun doğru cevabını verebiliyor muyuz: “Daha çok zengin mi yetiştiriyoruz, fakir mi?” Keşke bu sorunun cevabını ‘zengin’ şeklinde verebilseydik. Ne yazık ki, daha çok fakir yetiştirdiğimiz gibi, zengin ile fakir arasındaki uçurum da büyüyor.

Gerek Türkiye ve gerekse dünya için asıl tehlike de bu noktada: Zengin ve fakirler arasındaki uçurumun kapanamaz hâle gelmesi. Milyonların fakirliğinden beslenen bir zenginlik, ‘dolar milyarderi’ de olsa kimseye kalıcı fayda sağlamaz. Zengin ile fakir arasındaki uçurumu kapatmanın yolu da bellidir: Zekât köprüsünü kurmak.

“Dolar milyarderleri” başta olmak üzere dinen ‘zengin’ kabul edilenler için ‘kenarda duran para’nın 40’da 1’ini fakire vermek çok mu zor?

Yoksa bizim zenginlerimizde ‘gönül zenginliği’ mi kalmadı?

11.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Yasakçılar “ders” almalı



O, 1950 yılında Demokrat Parti’den milletvekili seçildi, Millî Eğitim, Ulaştırma, Bayındırlık ve devlet bakanlıkları, Meclis Başkanvekilliği, Başbakan Yardımcılığı yaptı. Demokrasiyi tahrip eden 27 Mayıs 1960 kanlı darbesi sonucu tevkif edilerek, diğer Demokrat Parti mensuplarıyla önce Harp Okulu’na, ardından Yassıada’ya gönderildi. Yassıada mahkemeleri sonunda müebbet hapse mahkûm oldu. Yassıada’dan Kayseri Bölge Cezâevi’ne gönderildi. Hastalanması üzerine Ankara Hastanesi’ne nakledildi. 31 Aralık 1961 yılında Ankara Hastahanesi’nde 50 yaşındayken vefat etti.

Türkiye’de imam hatip okullarını, Yüksek İslâm Enstitülerini açan, okullarda din derslerinin zarurî olması gerektiğini söyleyen, Yassıada mahkemelerinde kendisini değil, dâvâsını savunan bir insandı merhum Tevfik İleri.

“Bizim için yol, köprü, mektup yapmak nasıl sırf bu millete hizmet için yapılan işlerse, din bilgisi Müslüman Türk çocuklarına en müsbet şekilde mekteplerimizde vermek de tamamıyla politikadan uzak bir millet hizmetidir. Yine bu endişe ile bu milletin münevver Müslüman din adamlarına ihtiyacı karşılamak için imam hatip okullarını yeniden açmaya başladık. Bu mekteplerde bir Müslüman din adamı için gerekli dinî bilgilerle beraber fizik, kimya, matematik ve yabancı dile kadar bütün bilgiler verilmektedir” diyerek, bugünlerdeki yasakçılara ders veriyordu adeta…

İmam hatip okullarının orta kısımlarını kapatan, onların istediği üniversiteye girmesini engelleyenlere şu cümlesi en güzel cevaptır: “Eğer, anne-baba ‘ben çocuğumun din dersi almasını istemiyorum’ derse, isteyen çocuklara din dersi konulmalı…”

Ailesine yazdığı mektuplarında, “Güvenilecek tek kapı Allah kapısıdır” derken, “Yassıada hâtıra defteri”nin sonunda şunları yazmıştı: “Allah’a inandığımız gibi, güveniyoruz da. Evvela Allah, sonra aziz milletimize güveniyoruz. Şu ana kadar Allah’ın da, milletin de gösterdikleri o kadar muazzam ki, ölsek de gam yemeyiz…” diyerek inanç, tevekkül ve manevî direncinin bir özetini veriyordu.

Bediüzzaman Said Nursî’nin, Başbakan Adnan Menderes şahsında, “İslâmiyet kahramanı”, “İslâmiyete ciddî taraftar”, “dindar ve dine hürmetkâr bir demokrat” ve “mühim bir zât” dediği ve “bütün ruh-u cânıyla tebrik ve takdir ettiği”, demokratlardandı o...

* * *

Şimdi merhum Tevfik İleri’nin demokrasi mücadelesini yazmak nereden çıktı denilebilir, anlatalım…

Millî Eğitim Bakanlığı, “Türk millî eğitimine büyük hizmetler”i bulunan, merhum Ahmet Tevfik İleri’ye “vefa borcu”nun gereği olarak, bakanlığın merkez binasında yer alan bir salona “Ahmet Tevfik İleri Salonu” adını verdi. Düzenlenen törende Merhum İleri’nin mücadelesini anlatan ve başta Süleyman Demirel ve Hüsamettin Cindoruk olmak üzere o döneme şahitlik edenler Tevfik İleri ile ilgili hatıralarını ve icraatlarını anlattıkları bir belgesel film gösterildi. Belgeselde, 27 Mayıs ihtilâli eleştiriliyor, İleri’nin mücadelesi anlatılıyordu. Programda, başta eşi Vasfiye, çocukları Cahide, Ayşe ve Cahit, yakın akrabaları ile daha önce Millî Eğitim Bakanlığı yapmış bakanlar ve Tevfik İleri İlköğretim okulundan öğrenciler vardı.

İleri ailesi adına konuşan Cahit İleri, babasının demokratlığına vurgu yaparken, “Kendi aramızda ailemiz için ‘demokrat aile’ diyorduk. Bize ilk öğrettiği kelimeler ar ve hayâ idi. Babam çok duygusaldı, radyodan Kur’ân dinlerken ağlardı. ‘insan olan ağlar’ derdi hep” derken salonda duygusal anlar yaşandı.

“İğne ucu kadar da olsa vefa borcumuzu ödediysek bahtiyar olurum” diyerek söze başlayan Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ise, “Önemli insanlar ansiklopedilere girerler. Ama değerli insanlar gönüllere girerler” diyerek duygusal bir konuşma yaptı. Hatta konuşmasının sonunda, “Biraz daha konuşursam kendimi tutamayacağım” diyerek bu duygusallığını ortaya koydu. Çelik, darbelerle ilgili hesap açmak istemediğini söylerken, “Ama hesap mahşerde açılacaktır. Yassıada, bir dramdır, trajedidir” diyerek gönderme yapmayı da ihmal etmedi.

Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül’ün, Tevfik İleri’yi anlatırken, “Yassıada Mahkemesinde hâkimlere meydan okumak her babayiğidin harcı değildir. Çekilen bu çilelerin mükâfatı ahirette alınacaktır” sözleri 27 Mayıs ihtilâlinde verilen mücadeleyi özetlemesi açısından önemliydi.

Geç kalınmış da olsa, Türk eğitimine büyük katkısı olan Tevfik İleri’ye böyle bir vefa borcunun hatırlanması takdire şayân… Bunun yanında, başka ödenmesi gereken vefa borçları da unutulmamalı…

* * *

Son olarak bir not iletmek istiyorum. Ankara’daki bin 820 okul arasından Avrupa Kaliteli Yönetim Vakfı’nın mükemmellik ödülünü Tevfik İleri İmam Hatip Lisesi kazandı. İmam hatip okullarının açılmasına büyük katkısı bulunan Tevfik İleri’nin adına yarışır bu ödül için okul yönetimini tebrik ediyoruz.

11.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004