Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 13 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Sular tersine akmaz



Nokta dergisinde yayınlanan yeni andıçın akredite basında yol açtığı şok, Başbakanlıkta hazırlandığı belirtilen “karşı andıç” ortaya sürülmek suretiyle perdelenmeye çalışılıyor, ama görünen o ki, bu iş pek kolay olmayacak.

Konuyla ilgili olarak şimdiye kadar yapılan yayınlardan net ve sağlıklı bir sonuç çıkarmak henüz mümkün değil. Kargaşa devam ediyor.

Genelkurmay’ın olaya resmî tepkisi, “adlî soruşturma” açıldığını duyurmakla sınırlı kaldı.

Bu açıklama, kurum içinde kalması gereken gizli bir belgeyi basına “sızdıran”ların tesbitine yönelik bir çalışmanın işareti olarak algılandı.

Belgenin varlığına veya içeriğine dair bir itiraz ise söz konusu değildi. Tersine, askerî kaynaklara atfen çıkan beyanlarda, akreditasyon için bu tür değerlendirme, not ve raporların hazırlanmasının “doğal ve rutin” olduğu belirtiliyordu.

CHP liderinin yaklaşımı da aynı yöndeydi.

Baykal, daha birkaç gün önce “Cumhurbaşkanı seçimi konusunda tavır alsın” çağrısı yaptığı TSK’nın, basın organlarını ve yazarları “fişleyen” çalışmasını da hararetle savunuyordu.

Ardından, andıçın “korsan” olma ihtimali ortaya atılarak, işin rengi değiştirilmek istendi.

Hadiseyi, cumhurbaşkanı seçiminin iyice yaklaştığı kritik bir süreçte, askerle “liberal” basını karşı karşıya getirme amaçlı bir tertip olarak yorumlayanlar var. Peki, hemen ardından Başbakanlık andıçının öne sürülmesi, bu iddiaya güç veren bir gelişme olarak görülebilir mi?

Olabilir. Ve eğer öyle ise, siyasî iktidarla askerin nasıl bir mücadele içinde olduğunu gösteren “bize has” yeni bir tuhaflık örneği olarak tarihteki yerini alır.

Ama tarih, bu mücadelenin, tarafları üzerinde bırakacağı yıpratıcı sonuçları da kaydeder.

Özellikle askerin bu tartışmadan kazançlı çıkacağını söyleyebilmek, Türkiye’nin geldiği nokta itibarıyla, hayli zor görünüyor. Ve bizatihî andıçın kendisi, bunun yeni bir belgesi niteliğinde.

Akredite kriterlerine uygun görülen basında dahi, darbeler başta olmak üzere askerin bazı uygulamalarını eleştiren seslerin ciddî ağırlık teşkil eder hale geldiği tesbiti bunu gösteriyor.

Bu durum, askerin, bilhassa darbeler ve son olarak 28 Şubat sürecindeki tavrı sebebiyle üzerine çektiği tenkitlere duyarsız kalarak daha fazla yola devam edemeyeceğini, samimî ve kapsamlı bir özeleştiriyi âcilen yapması gerektiğini bir defa daha açıkça gözler önüne seriyor.

Başından beri devleti ve cumhuriyeti koruma ve kollama işini tekeline alan; bunun için basını da zapturapt altında tutmaya çalışan; kendi çizdiği çerçevenin içine girmeyenleri düşman sayıp dışlayan bir anlayış, “milletin her kesimini temsil” iddiasındaki bir kuruma yakışır mı?

Tek parti döneminde devlet adına basına biçilen en önemli misyon, “irtica ile mücadele ve devrimlerin müdafaası” idi. Bu yüzden, farklı, hele muhalif seslere kesinlikle izin verilmedi.

Ama şimdi demokrasi dönemindeyiz. Yıllarca dayatma yoluyla tek görüşü hakim kılmaya çalışan zihniyet hazmetmekte hâlâ zorlansa da artık çok seslilik var. Andıç bile onu gösteriyor.

Baskılarla ve ambargolarla bu durumu değiştirmek veya tersine çevirmek mümkün değil.

Çünkü tarihin tekerleği geriye dönmez.

Ve sular tersine akmaz...

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Milliyetçilik üzerine



Milliyet’in A&G araştırma şirketine yaptırdığı “Milliyetçilik Özel Araştırma Sonuçları”, dün yayınlandı. Araştırma yedi bölgede, 2 bin 396 denekle yüz yüze yapılmış ve milliyetçiliğin “yükselip yükselmediğini” ölçmeye çalışmış.

Haber gazeteciliği açısından dikkat çekici görünen araştırma, ilgi uyandıran veriler gibi anlaşılsa da, milliyetçilik kavramına yüklenilen anlama göre cevaplar farklılaşıyor. Verilen sonuçlara bakıldığında, siyasî parti eğilimleri ile milliyetçilik algıları arasındaki tenakuzu görebiliyoruz.

“Milliyetçilik artıyor mu?” sorusuna, partilerine göre verilen “evet/hayır” cevapları kafa karıştırıcı nitelikte. Daha doğrusu, soruya aynı tanım ve kafayla cevap verilmediği görülüyor. Cevabın farklı olması ayrı bir şey, herkesin soruyu anlama biçiminin farklı olmasından kaynaklanan, farklı cevaplar vermesi ayrı bir konudur. Bu ikisi arasındaki inceliği nazarlarınıza sunmak istiyorum.

AKP’ye oy verenlerin yüzde 51.3’ü milliyetçiliğin yükseldiğini düşünürken, MHP’de bu oran yüzde 73.8’e çıkmaktadır. Anavatan’da yüzde 69.5, DTP’de yüzde 55.4, DYP’de yüzde 53.5 ve CHP’de yüzde 53.3 düzeyindedir. Saadet Partisine baktığımızda, oran yüzde 52.2 olmaktadır.

MHP’nin milliyetçilik algısı en yüksek çıkarken, onu hariç tuttuğumuzda, sadece Anavatan’ın oranı yüzde 70 mertebesinde çıkmaktadır. Diğer partiler, yani AKP, DYP, DTP, DSP, Saadet, CHP ve Genç parti üyelerinin “Milliyetçilik yükseliyor mu” sorusuna verdikleri “evet” cevabı yüzde 51-55 arasındadır.

Burada DTP’nin milliyetçilik algısını, her ne kadar diğer ortalama değerler civarında çıksa da ayrı tutmak gerekir. Çünkü Kürt merkezli bir etnik milliyetçiliği baz alıyor. Daha bölgesel düşünüyor.

Buna mukabil MHP’nin Türk milliyetçiliği eksenli yaklaşımının da genel ortalamanın dışında kaldığı söylenebilir. Bu da milliyetçi makul ortalamanın ve ortak kabul aralığının etnisiteye kayan partiler dışında, birbirine yakın olduğu gözlemlenmektedir.

“Milliyetçilik güçlendi” diyenlerin bölgesel değerlerine bakıldığında; Marmara bölgesi yüzde 23.5, Ege yüzde 29.4, Akdeniz yüzde 24.7, Karadeniz yüzde 25.7, İç Anadolu yüzde 23.6, Doğu Anadolu yüzde 23.3 ve Güneydoğu yüzde 8.8 çıkmaktadır.

Bölgesel dağılıma baktığımızda, bölgeler arası farkın “uçurum değerler” oluşturmadığı, makul ortalamanın Türkiye’de genel bir insicamı yansıttığı söylenebilir. Ege bölgesinin üç puan farkı dışında, diğer beş bölgemizin oranları 23-26 aralığında kalmaktadır.

Demek ki, sosyolojik arka plan tahlillerini sonraya bırakırsak, milliyetçiliğin yükselen değeri yüzde 25 oranında, Güneydoğu istisnası ile Türkiye temsil değerini vermektedir. Buradan anlaşılıyor ki, batıdan doğuya, güneyden kuzeye millet olmanın birlik ve sağduyu altyapısı ve şuuru genel ortalamamızda hakim.

Araştırmanın yaşa göre sonuçları da kıyaslanması gereken önemli bir faktördür. Genç yaşın aidiyet ve heyecan dalgası, ulusalcı rüzgâra katkı yapsa da makul ağırlığı fazla değiştirmeyeceği düşünülebilir.

Milliyetçilik kavramına, “gerçek kalkınma ve ülkenin ortak paydalarına sahip çıkma” anlamında bir teamülün ve yerleşik kültürün kendini hissettirdiği yorumunu çıkarabiliriz. Benim genel müşahedem de bu istikamettedir.

Güneydoğu bölgesinde “Milliyetçilik yükseliyor mu?” sorusuna en düşük cevapla yüzde 8.8 denmesine gelince; burada “milliyetçilik” denilince, akla “Türk milliyetçiliği”nin anlaşılmasından kaynaklanan tepkinin yanı sıra, Türk milliyetçisi olmadığını belirtme isteği ile “Kürt milliyetçiliği”nin eğilimini ortaya çıkaran birden fazla faktör söz konusu.

Sonuç olarak, milliyetçiliği; ırk temelli olmayan ortak paydanın birden fazla parametre ile, Bediüzzaman”ın yaklaşımıyla “din, dil ve vatan” birliklerinin ortak kümesinde bir çoğunlukla düşünmek gerekir.

Sözün sonu; herkesin ülkesini sevdiği bir mesajın herkesçe, sevgi kanallarını açacak bir ümitle söylenme zamanını daha fazla geciktirmemeliyiz.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Youtube, senin bizden çekeceğin var



Sen de az değilsin ha, hiç araştırılmaz mı, yayın yapacağın yüzlerce ülkenin yüz binlerce kanunu. İşte böyle yasaklarlar adamı. Böyle erişilmez oluverirsin. Erişilmez oldum diye havalara girme. Bu ülkede, bu bir tür cezadır. Gerçi erişilmez olanlar, kendilerini devletin sahibi sanır ya, o da ayrı bir konu.

Eğer çok meraklıysan ülkemizde yayınlarına devam etmeyi, öncelikle bizim koruduklarımıza dokunma. Haklısın, o zaman ne göstereceğim diyorsun. Ama biz yazarlar “Ne yazacağız” diye yıllardır söylüyoruz, sen de alışsan iyi olur.

Bizde halka istediğini söyleyebilirsin. Tamam birileri sana çok kızar, ama mahkemeler bunu pek umursamaz.

Fakat sakın ha devlete bulaşma. Onunla iyi geçinmeye çalış. Suyuna git. Ne derse “he” de, en azından sus. Fazla laubali olma.

Seçimle işbaşına gelenler senin özgürlük alanın. Ama iş atamayla gelenlere gelince, biraz düşüneceksin. Atama dediysem, ne bileyim tapu kadastro, nüfus müdürlükleri filan değil… Askere, yargıya ve üniversitelere sakın ha “dokunma” (Devrimlere ve Evrime karşıysa dokunabilirsin). Yoksa bir de bakmışsın ki, senin karşında da, “Olumsuz videolara rastlanmıştır. Sınıf tekrarı uygundur” diye bir karne çıkarırlar. Sonra brifinglere filan katılamazsın, haberin olsun…

Bizde meselâ “suçu ve suçluyu övme” diye bir suç var. Ama övülen suça göre değişiyor. Bazı cinayetleri övme suçu övme sayılmıyor, bazıları sayılıyor filan. Meselâ “Hepimiz Ogün’üz” denilince bu suçu ve suçluyu övme sayılmıyor. “O. S”nin açılımını yazınca bu suç sayılıyor. Hangisinin sayılıp hangisinin sayılmayacağını, bizim burada konjonktür diye bir çokbilmiş var, ondan öğreniyoruz. Yani biraz karışık. Bence hiç bulaşma.

Sevgili Youtube (Buradaki “sevgili” “suçu ve suçluyu övme” sayılırsa şaşmamak lâzım), bence sen bizim buralara hiç uğrama. Hangi videoları onaylayıp, hangilerini reddedeceğini şaşırırsın. Bir gece yarısı gelip seni nezarete götürürler. Derdini anlatana kadar aylar geçer. Mahkeme kapılarımız çok kerinçsizdir, maazallah.

Gel vazgeç bu sevdadan. Ne bizi, ne de kendini yor.

Yoksa elimizden çekeceğin var.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

TV Net



TV Net’i zaman zaman takip ediyoruz. Genç bir kadro var...

Ana Haber ve Günün Manşeti’nde Banu Yüm’ü görüyoruz. Gün Ortası Haberler’de üstelik eski Bizim Radyo spikerlerinden Burak Koçyiğit hazırladığı bültenlerle yurttan ve dünyadan gelişmeleri aktarıyor.

Günaydın Türkiye’de Yasin Erçağlayan hafta içi her gün “günaydın” diyor. Günün Sonu’nda da başarılı sunumuyla Veyis Ateş yarının gündemini aktarıyor. Ekonomi programları Eko Gündem, Mercek Altı ve Ekonomi Haberleri canlı ekrana geliyor. Futbol yorumları da cabası. Erhan Köknar’ın sunduğu programda Osman Tamburacı, Haldun Domaç ve Sanlı Sarıalioğlu da ekranda. Sınır Ötesi, Siyah/Beyaz, Açılım, Kırmızı Çizgi de canlı gündem belirliyor. Kültür Sanat programlarına baktığımızda Kayıp Tarih, Şiirden Kültüre dikkat çekiyor. Belgeseller de hafta içi ekrana geliyor.

Televizyon ekranında “engelli” programı pek yoktur. Mustafa Öztürk’ün sunduğu “Canda Özür Olmaz” programını takdir etmemek mümkün değil. Özellikle altını çizmek istiyorum. TV ve radyo programcıları bu konuda büyük bir eksiklik içinde.

Lila ve Mor ekrana farklılık getiriyor. Kadın ağırlıklı da olsa, ben diyorum ki, her başarılı kadının arkasında bir erkek vardır. Program yapımcı ve sunucusu Betül Bozdoğan’ı Bizim Radyo’dan tanıyorsunuz. Aynı başarıyı ekranda da gösteriyor.

Velhasıl, TV Net’i kutluyoruz. Yeni yayın hayatında başarılar diliyoruz.

BUZDA MÜSLÜMANLIK!

Buzda Dans (Show TV) son bölümüyle ekrana veda etti.

Ama ne veda?

Asena’nın buz gösterisindeki partrneri Jan Luggenholcher bu ülkeyi sevdiğini ve “Müslüman olmaya” karar verdiğini söylemesin mi?

Merak ettim, acaba Jan Luggenholcher neden Müslümanlığı tercih ediyor olabilir?

İhtimalleri sıraladım:

a) Gerçekten etkilenmiş olabilir

b) Sansasyon için

c) Rating malzemesi için

d) Organizatör ve yarışmacılar arasında bir fark göremediği için.

e) Hiçbiri

f) Başka fikri olan varsa bana yazsın.

PİŞMANLIK

Bir mankene soruyorlar:

“Keşke, bu mesleğe hiç girmeseydim, diyor musunuz?”

Çok sıkıntılı bir ses tonuyla diyor ki:

“Keşke! Allah’ın günü bunu diyorum. Çok Pişmanım. Ben 16 yaşında bu pozları vererek şeytanla anlaşma yapmışım.” (Sabah)

Pişmanlık duyanlar, hayatının geri kalanında “ısrar” etmese?

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Sevginin egemenliği



Çekim gücü olmayan bir kâinat düşünebiliyor musunuz? Sadece dünyamız çekim gücünü kaybetse neler olurdu bir düşünün.

Çekim gücünden çok daha kuvvetli bir iksir, maya, bağ var kâinatta.

İşte bu sevgidir.

Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle kâinatın var oluş sebebi, rabıtası, nuru ve hayatıdır sevgi.1

Allah sevmiş de kâinatı yaratmış, insanı yaratmış; nur vermiş, ışık vermiş, hayat vermiş ve onları, kâinatı birbirine bağlayan bir rabıta yapmış.

Geçtiğimiz 11 Mart Pazar günü gazetemizin Pendik Yeni Asya Temsilcisi Farukhan Özhan Ağabeyimizin daveti üzerine konuşmacı olarak katıldığımız Pendik’te gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular Ağabey sevginin kâinattaki yerini bu özet cümlelerle anlatıyordu. Bediüzzaman’ı vefatının 47. yılında anma vesilesiyle düzenlenen toplantılarda bu yılki konu Toplumsal Barış İçin Sevgi başlığını taşıyordu.

Gerçekten sevginin kalplerden sökülmeye başladığı, nicelerimizin sevgiye hasret kaldığı günümüzde bu diriltici iksire ne kadar muhtaç olduğumuzu bir kere daha anlıyoruz.

Sevgisiz kişi, aile ve toplumu düşünmek bile istemiyor insan.

Madem hayat onunla canlanıyor, güzel meyvelerini onunla vermeye başlıyor, bu duyguyu yeniden canlandırmaya, güçlendirmeye her zamankinden daha çok muhtacız.

İşte Mehmet Kutlular Ağabey sevginin yokluğunun toplumda nelere mal olduğunu, onu yeniden canlandırmanın önemini anlattı. Sevgisiz, saygısız bir toplum olamazdık. Bu bizim ne insanlığımız, ne inancımız ve ne de tarihimizle bağdaşırdı. Sevgide de örnek olmalıydık. Kur’ân ahlâkının yaşayan şekli olan Allah Resûlü (a.s.m.) bize bu konuda en güzel örnek olmamış mıydı? İnsanlara sevgiyle yaklaşmış, gönüllerinde taht kurmuştu.

O ruha toplum olduğu gibi toplumun en küçük birimi olan aile de muhtaçtı. Aslında meseleye aileden başlamak lâzımdı. İnsanın küçük bir dünyası ve Cenneti olan aile hayatına sevgi hükmettiğinde elbette daha dünyadayken Cennet hayatı yaşanırdı. Zaten İslâm, dünyayı da Cennete çevirmek için gelmemiş miydi? İlk örneği ailede yaşanmalıydı. Ailede sevginin yer ve önemini anlatmak da bize düştü.

Rabbimiz Rum Sûresinin 21. âyetinde insanları eşler olarak yarattığını ve birbirlerine ısınmaları için de kalplerine sevgi ve merhamet koyduğunu bildiriyor.

Birbirlerini seven eşlerin o küçük dünyaları hiç Cennete dönmez mi?

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 221-222.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bütün ilimler Esma'ya bağlı



Dünyevî makam ve rütbe sahipleri veya şirketler bir memur veya personelini bir yere göndereceği zaman o memur sorar: “Niçin? Benim orada işim ne olacaktır?” Garip bir memleket olan bu dünyaya, pek garip ve muhteşem yollardan geçtikten sonra gelen insan da sormalı: “Benim bu dünyada işim nedir?”

İnsan bu dünyaya, ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmeye, mükemmelleşmeye, olgunlaşmaya geldi. Mahiyet itibariyle de her şey ilme bağlıdır. Evet, yaratılışımızın ana gayesi “iman-ı billah, marifetullah ve muhabbetullah” mefhumlarıyla formule edilen, Allah’a iman, O’nu tanımak, bilmek ve sevmektir.

Gerçek ilim de, Esmâ-i Hüsnâ tecellilerini okumakla olur. Çünkü, her fen veya sosyal ilim, bir Esmâ’ya dayanır. Rabbimizi Esmâ penceresinden tanırsak, bu gerçek bir marifet olur. Ve gerçek iman da böyle elde edilir. Evet, varlık ve olaylara baktığımızda da her şeyin Esmâ’ya bağlı olduğunu görürüz. Her ilim disiplini, her branş, her ilim dalı, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini/yansımalarını yakalamanın bir sonucudur.

Cenâb-ı Hak, gizli hazinelerinin ve bazı sırlı hakikatların bilinmesi için bir ölçü olsun diye beşere cüz’î (bir parça) ilim vermiş... Yani, nasıl ki, Kendisinin Basar sıfatının anlaşılması için göz, Semi’ sıfatını bilinebilmesi için kulak vermişse; Alim sıfatını anlamamız için de ilim bahşetmiştir.

Marifetullah, yani Allah’ı bilmek, Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîlerini gözlemlemek, anlamakla mümkün. Ve herbir fen ve sosyal ilim bir Esmâ’ya dayanır.1

-Allah Alim-i Mutlak’tır: Bu, bilimde ilerlemeyi gerektirir.

-Allah Rabbü’l-Âlemîn’dir… Atomlardan yıldızlara kadar kâinatı terbiye ediyor: Biz de, kendimizi, çoluk-çocuğumuzu bu çerçevede terbiye edip, toplumu buna göre yönetmemiz gerekir.

-Allah Mukaddir’dir: Matematik, geometride terakkîyi netice verir.

-Allah Şafi-i Mutlak’tır: Tıptaki bütün gelişmeleri ihtiva eder.

-Allah Hakim-i Mutlak’tır: İlim, estetik, iktisat vs. yükselmeyi kapsar.

-Allah Sani-i Mutlak’tır: San'atta, mimaride şaheserler ortaya koymayı icap ettirir.

-Allah Adil-i Mutlak’tır: Hak ve hürriyetleri kemaliyle işletmeyi icap ettirir.

-Allah Ganiyy-i Mutlak’tır: Ekonomi ve iktisatta mesafeler almayı meyve verir.

Evet, Esma-i Hüsnâ’yı öğrenirsek,bütün fen ve sosyol ilim dallarında ilerleriz.

Dipnot: 1. Sözler, s. 273.

13.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Muhtelif sorular



İstanbul’dan okuyucumuz: “Yirmi Dokuzuncu Söz’de bahsedilen zulmet bahri, hava ve elektrikten yaratılan zîşuur mahlûklar kimlerdir?”

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri meleklerin muhtelifü’l-cins olduğunu, yani cinslerinin muhtelif olduğunu beyan ediyor.1 Yirmi Dokuzuncu Söz’ün, bahsettiğiniz Mukaddime bölümünden sonra gelen Birinci Maksad’ında ve Birinci Maksad’ın “Esaslar”ında konuyla ilgili ayrıntılı açıklamalar bulmak mümkündür.

Meselâ Birinci Esas’ta, nurdan, zulmetten, esir maddesinden, mânâlardan, havadan, kelimelerden hayat ve şuur sahibi mahlûklar bulunduğunu beyan eden Bedîüzzaman Hazretleri, hayvanların pek çok muhtelif cinsleri bulunduğu gibi ruhânî mahlûkların da o lâtif ve seyyal maddelerden çok çeşitli cinslerde yaratılmış olduğunu, onların bir kısmının melekler, bir kısmının ruhanîler ve cin cinsleri bulunduğunu kaydeder.2

Yine aynı Esas’ın son bölümünde ise Üstad Hazretleri, daha açık biçimde nardan, nurdan, ışıktan, ateşten, zulmetten, havadan, seslerden, hoş kokulardan, kelimelerden, esir maddesinden, elektrikten ve sair lâtif maddelerden yaratılmış olan ruh ve şuur sahibi mahlûklar bulunduğunu; meleklerin cinslerinin maddelerin cinsleri gibi muhtelif bulunduğunu, bunlara Şeriatın “melâike, cinler ve ruhâniyât” dediğini beyan eder. Bediüzzaman Hazretleri bir katre yağmurda görevli meleğin, güneşte görevli melek cinsinden olmadığını, cinlerin ve ruhanîlerin de aynı şekilde muhtelif cinsleri bulunduğunu belirtir.3

***

Sertaç Bey: “İnsanlar arasında sıkça ‘Affettim’ kelimesi çok kullanılıyor. Affetmek Allah’a (c.c) mahsus değil mi? Bizler bunun yerine ‘Hakkımı helâl ederim’ dememiz gerekmez mi? Affetme yetkisine sahip miyiz?”

Affetmek Allah’ın hem sıfatı, hem de bizlere emri. Zaten İslâmiyet, Allah’ın isim ve sıfatlarından doğan güzel ahlâkı yaşamamızı ön görüyor. Dînimizin her emri ve her yasağı, Allah’ın bir veya birden fazla ismine dayanıyor.

Allah Afüv’dür. Affeder, affetmeyi sever ve kullarına affetmeyi emreder. Yani “af” gibi bir güzel ahlâkı kullarında da görmek ister. Nitekim Kur’ân, bir âyetinde, “Affetsin. Aldırış etmesin. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz?”4; bir diğer âyetinde de, “Onlar (Allah’tan hakkıyla korkanlar), bollukta ve darlıkta Allah için harcarlar, öfkelerini yutarlar, insanları affederler. Allah iyilik edenleri sever”5 buyurarak affı önemli bir ahlâkî kural olarak emrediyor.

İster “Affettim” diyelim, ister “Hakkımı helâl ettim” diyelim; bu aftır. Yani bu ifade, bizim, o kişi ve o mesele ile ilgili olarak mahşere dönük hakkımızdan vazgeçtiğimizi, artık o meseleden dolayı o kişinin yakasına yapışmayacağımızı bildirir. Bizim affımızdan sonra dilerse Cenâb-ı Allah da o kişiyi affeder. Fakat bizimle ilgili bir haktan dolayı, biz onu affetmeden Cenâb-ı Hak affetmiyor. Nihayet, bizim hakkımızı mahşerde ondan alıp bize teslim ediyor. Onu affettiğimiz takdirde de bize sevap lütfediyor.

***

Nevşehir’den okuyucumuz: “Okuduğumuz Kur’ân-ı Kerîm ve yaptığımız ibâdetlerimizden, başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere asfiya, evliya ve diğer mü’minler ile yakınlarımızın hissedâr olabilmesi için her zaman onlara ismen bağışlamak mı gerekir? Yoksa nasıl bir niyet taşımamız ve onlar için neler istememiz gerekir?”

Geçmişlerimize ismen veya genel bir çerçeve içinde Fatiha okuyabileceğimiz gibi; ibadetlerimizden sonra ismen veya genel bir çerçeve içinde duâ da yapabiliriz. Her ikisi de inşallah makbuldür. Fakat şüphesiz mümkünse ismen yapılan bağışlar daha makbule geçer.

Duâmızda isim isim veya genel olarak bütün mü’minlerin bağışlanmalarını, Cehennem azabından kurtulmalarını, Cennet ile müjdelenmelerini, dünya sıkıntılarının giderilmesini, varsa kabir azabının hafifletilmesini veya kaldırılmasını, âhiret ıztırabı verilmemesini... ve buna benzer onlar lehine ihtiyaç duyduğumuz çeşitli isteklerde bulunabiliriz. Unutmayalım: İstekte bulunduğumuz makam Kâdı’ü’l-Hâcât’tır, ihtiyaçları Verendir, duâları Kabul Edendir, bize Yakın Olandır, kullarına Merhamet Eden ve Şefkat Edendir. Bize, “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”6 diyendir. Duâ kapısı ise ömür boyu açıktır.

Dipnotlar: 1- Sözler, s. 465 2- Sözler, s. 468 3- Sözler, s. 469 4- Nur Sûresi: 22 5- Âl-i İmran Sûresi: 134 6- Furkan Sûresi: 77

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Selanik'in fethi ve sonrası



Bizans'tan Venediklilerin eline geçmiş bulunan Selanik, Osmanlı kuvvetleri tarafından fethedildi.

Sultan II. Murad (S. Fatih'in babası) zamanında, 1430 senesinde kesin olarak Osmanlıların hakimiyeti altına giren Selanik, daha önceki tarihlerde de birkaç kez el değiştirdi.

1430'dan 1912'ye kadar kesintisiz tam tamına 482 sene Osmanlı'nın idaresi altında kalan Selanik şehri, Birinci Balkan Savaşının ardından elden çıkmış oldu.

Bazı yönleriyle İstanbul'a benzeyen, tarihî ve stratejik bakımdan büyük öneme sahip olan Selanik, demografik dokusu itibariyle de daima dikkat çekici bir şehir olmuştur.

Burası 1912'den bu yana Yunanlıların elinde bulunuyor.

Fetih süreci

Bir ara Osmanlı hükmü altına giren Selanik, Yıldırım Bayezid ile Timur arasında yaşanan Ankara Savaşı (1402) esnasında, tekrar elden çıkarak Bizans'ın kontrolü altına girdi.

Ancak, on yıl kadar sonra yeniden toparlanan Osmanlı devleti, Selanik'i geri almaya koyuldu.

Bu esnada, burayı koruyamayacağını anlayan Bizans İmparatoru, şehri imar ve inşa etmek şartıyla Venediklilere sattı.

Sultan II. Murat, Anadolu Beylerbeyi Hamza Bey emrindeki Anadolu kuvvetlerini öncü olarak Selanik'e gönderdi.

Şehrin önlerine gelen Hamza Bey, bir yandan kuşatma hazırlıkları yapmaya başlarken bir yandan da Venedik Valisine şehrin teslim edilmesi için haber gönderdi.

Vali ise, buna red cevabı verdi. Bunun üzerine Osmanlı topçuları şehri topla dövmeye başladı.

Çarpışma başladıktan sonra Venediklilerden donanma ve sair hususlarda yardım talebinde bulunan valinin talepleri bir türlü yerine getirilemedi.

Sultan Murad ise, fırsattan istifade ile karargâhına gelerek kuşatmayı olabildiğince daralttı. Hemen ardından da şiddetli bir tahkimatla harekete geçilerek, şatonun bulunduğu kısımdan surlara yüklenildi.

Şehrin savunması giderek zayıfladı ve nihayet içeri giren Osmanlı askerleri kalenin kapısını da içten açmaya muvaffak oldu.

Böylelikle, Selanik şehri kesin surette fethedilerek Osmanlı hakimiyeti altına girdi.

Selanik, fethinden sonra yeniden iskâna açıldı. Gayr–ı müslim olup cizye ödemeyi kabul edenlerin evlerinde oturmalarına müsaade edildi.

Bu arada, Vardar Yenicesi’nde oturan Müslüman ahaliden bazı aileler de getirtilerek buraya yerleştirildi.

Ayrıca–âdet olduğu üzere–birkaç kilise ve manastır camiye çevrildi. Bununla beraber, Selanik'te bulunan Latinlerle Rumlara rahatça ibadet edebilecekleri yeterli sayıda kilise bırakıldı.

İleriki yıllarda Müslüman Türk göçleriyle nüfusu artan Selanik, zamanla tam bir Osmanlı şehri hüviyetini kazanmış oldu.

Yahudilerin gelişi

Balkanların en gözde şehirlerinden biri olan Selanik'teki demografik (etnik nüfus) yapı, 1500'lü yıllardan itibaren hızla değişmeye başladı.

Hıristiyan İspanyol hükümeti, kendi ülkesinde yaşayan Yahudilere karşı uyguladığı sert politikalar yüzünden, Yahudiler buradan göç etmeye mecbur kaldı.

İspanyollar, Yahudileri vatandaşlıktan çıkartmadan, ülkeden çıkarmaya çalışıyordu.

Ne var ki, hiçbir ülke Yahudileri kabul etmiyordu.

Sonunda Osmanlı Padişahı Sultan II. Bayezid, onlara acıdı ve göçe zorlanan Yahudi nüfusuna ülkesinin kapılarını açtı.

1492 yılına gelindiğinde, İspanya'dan Osmanlı ülkesine doğru büyük göç dalgaları başladı.

Onları iskan etmek, yerleştirmek için ise, Selanik şehri adres olarak gösterilmişti.

İşte, bu tarihten sonra Selanik'i mesken tutan Yahudiler, zamanla bu şehrin en kalabalık etnik unsuru haline gelmiş oldular.

Öyle ki, 1900'lü yıllara gelindiğinde, Yahudilerin buradaki nüfusu 100 bine kadar gelip dayandı. (Bu nüfusun yüzde yirmi kadarı Sabetay Savicilik (dönme) diye yeni bir dinî akımın etkisine kapılmıştı.)

Yahudilerin bölünmesi

Selanik'e yerleştikten yaklaşık yüz sene kadar sonra, bir kısım Yahudi aileler başka şehirlere, özellikle İzmir'e göç ederek oraya yerleştiler.

İşte, sonradan Sabetaycılık akımının lideri olacak olan Sabetay Sevi isimli şahıs da, Yahudilerin İzmir koluna mensup bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir.

S. Sevi (1626–1676), son derece hareketli ve enerjik bir kimsedir. Sinagoglarda ders ve nasihatler verir. Zamanla kendisinde bir İlâhî güç vehmetmeye başlar. Hatta, 31 Mayıs 1665'te etrafındakiler onu Mesih, yani kurtarıcı dinî lider olarak ilan eder. O da bunu kabullenir ve son derece marjinal bir yola girer. Şöhreti çok geniş bir coğrafyaya yayılır.

Derken, etrafında ona inanan kalabalık bir toplulukla birlikte günün birinde Osmanlı'nın başkenti İstanbul'a doğru yürüyüşe geçer.

Bu durumda, devlet haliyle tedbir alır ve Sevi'yi tutuklatır. Suçu ağırdır ve idam edilmesi kaçınılmazdır.

Sultan IV. Mehmet, mahkeme safahatını perde gerisinden takip eder.

Sonunda Sevi'nin önüne iki tercih konulur: Ya idam edileceksin, ya da Müslümanlığı kabul ile kurtulabileceksin.

Sevi de: "Bu can bu bedende olduğu müddetçe ben Müslüman'ım" der ve Aziz Mehmet Efendi ismini alır.

Onun bu dönüşünü (dönmeliğini) kabul edenlerle etmeyenler arasında şiddetli bir mücadele başlar. Hatta, olup bitenleri hazmedemeyen bazı Yahudiler intihar bile eder.

Neticede, devletin koruma şemsiyesi altına giren dönmeler, gerek İzmir'de, gerekse Selanik'te ve gerekse bilâhare gelip yerleştikleri İstanbul'da rahatça yaşarlar.

Ne var ki, onlardan çoklarının Müslümanlığı şüphe ile karşılanmış ve samimi şekilde Müslüman olduklarına bir türlü tam kanaat getirilmemiştir.

Doğrusu, kimi icraat ve faaliyetlerine bakıldığında da, bu noktadaki samimiyetlerini şüphe ve tereddütle karşılamamak elde değil.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Yanlış hesaplar



Şu dünya misafirhanesine gelip bir süre kalan ve ardından ebediyetler âlemine giden insanları iki grupta mütalâa etmek alışıla gelmiş bir yaklaşım şeklidir, bir düşünce tarzıdır. Zira gerçek de budur. İnsanlar ya Kâinatın Yaratıcısının göndermiş olduğu elçilere kulak vermiş, ya da meslekleri sadece bozgunculuk ve isyan olan şeytanların peşinden gitmişlerdir.

İnsanlar ya Nübüvvetin aydınlık yolunun yolcusu olmuş veya şirkin karanlık yollarında düşe kalka ölüm denilen istasyona bin bir güçlükle ulaşabilmişlerdir. İnsan yaratılışında var olan, her zaman faydalısını tercih etmek ve zararlı olandan uzak durmak anlayışı ne yazık ki her zaman hükmünü insan hayatında icra etmemektedir.

Hazır lezzeti yakın gelecekte olan büyük mükâfatlara tercih eden acûl insanlar, insanlık tarihi boyunca hep cehalet içinde yaşamış, kendilerine verilen nimetlerin sahibini merak etmeden, nankörlük sıfatına haiz bir şekilde dünya hayatını yaşamışlardır.

Her zaman olduğu gibi tarih günümüzde de tekerrür etmektedir. Yirmi birinci asrın modern Firavunları yine insanları hem kendilerine hem de kör nefislere köle etmektedir. İnsanlar düşünce bazında her zamankinden fazla ilerleme kaydetmesine rağmen, kendilerini tam olarak keşfedememekte ve cahilliğin dik âlâsını yaşamaya devam etmektedir.

İstikbal endişesi bütün insanlarda bulunduğu halde, insanların bir kısmı geleceği sadece dünya hayatından ibaret görmektedir. Değil ölüm ötesini, ölümü bile akıllarına getirmek istemeyenler, üç-beş günlük dünya hayatı için altın ve elmas değerindeki zamanlarını boşa harcamaktadırlar.

Sadece dünya hayatına yönelik ticarete yönelenler, bütün mesailerini, insanları nasıl zarara uğratacaklarının ve böylece ne kadar maddî kazanç elde edeceklerinin hesabı üzerinde sarf etmektedirler. Yanlış hesaplar kabirden döndüğü zaman artık yapılabilecek bir şey kalmamaktadır.

Rabb-i Rahim’den getirdikleri İlâhî mesajları insanlara kabul ettirmek için çabalayan insanlığın medar-ı iftiharları, bu hizmetlerine mukabil insanlardan hiçbir şahsî menfaat beklemedikleri halde; çoğu zaman aklını kullanmayan insanlar, ellerine geçirdikleri kaba kuvvetleriyle zayıf insanların sırtından geçinip, onları sömüren insan sûretindeki şeytanların peşlerinden gitmişlerdir.

Kendilerinden hiçbir dünyevî menfaat beklemeden hem dünyalarını hem de ahiretlerini kurtarmak isteyen Allah’ın elçilerini dinlemeyip, Firavun ve Nemrut gibilerin meşrebinde olanların peşinden gidenler, insanların ne derece zalim ve cahil olabileceğinin birer örneği olmuşlardır.

Yaptıkları hizmetler karşılığında bizlerden maddî bir menfaat beklemeyen insanları dinlememek; dünyevî makam ve mevkiler elde etmek, maddî menfaatlere kavuşmak için işlemeyecekleri cinayet bulunmayan insan bozuntularının peşinden gitmek ne kadar korkunç bir yanlışlıktır? Varlıkların en mükemmeli olarak yaratılan insanoğlu, nasıl bu yanlış hesapların hiçbir kazanca götürmeyeceğini düşünemez, doğrusu akıl erdirmek oldukça zordur...

Şeytanların elinde oyuncak haline gelmek ne kadar kötüdür? Nefsin heva ve heveslerinin zebunu olmak ne kadar büyük kayıptır? Hazır geçici lezzetleri, yakın gelecekteki ebedî saadetlere tercih etmek ne kadar cahilce bir akılsızlıktır?

Hiç şüphesiz dünya hayatı üzerine bahse girenler kaybedeceklerdir. Hayatı dünyadan ibaret bilmenin büyük kayıp oluşunun delilleri her gün gözümüzün önünden geçmektedir. Büyük ümitlerle dünya hayatına bağlanan insanların, sonbaharda ağaçlardan dökülen yapraklar gibi dünya hayatından düşüp kabir çukuruna girmekten kendilerini kurtaramadıklarının ne kadar çok örnekleri vardır yaşadığımız hayatta?

Bütün bu gerçeklere rağmen gaflet uykusundan uyanmamak ise, ifade edilmesi zor bir vahim durum...

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Zeynep GÜVENÇ

Temizlik imandandır



Türk insanının kendine has özelliklerinden biri de hiç şüphesiz temizlik konusundaki hassasiyetidir. İşte buralarda mumla arar olduğum bu eşi bulunmaz haslet insana insan olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Hayata dair gereksiz detay gibi görünebilir, fakat yaşarken çok ciddî önem arz ediyor.

Amerika’da yaşayanlar; evlerden iş yerlerine, kılık-kıyafetlerden, yemek alışkanlıklarına kadar temizlik hususunda çok rahatlar. Ayrıca, sözümona modern ve çağdaş insanlar, kendi hallerinden oldukça da memnun görünüyorlar.

Oturduğunuz apartman dairesinde olur da bir tamir işi çıkarsa eve ayakkabılarıyla girecek olan görevliye—misal: Geçen gün kapıyı güm güm alacaklı gibi çalan santral görevlisinin kapıyı açar açmaz ayakkabılarıyla dalması—ne söylesek de, ayakkabılarını çıkarttırsak diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bazıları iş kuralı gereği çıkaramayacaklarını kibarca belirtse de bazıları sizi çok rahat tersleyebiliyor. Sanki evde ayakkabıyla yaşamak çok normal de, ayakkabıları kapı girişinde çıkarmak son derece anormalmiş gibi.

Yolda giderken karnınız acıktı ise çok fazla helâl yeme seçeneğiniz olmadığı gibi, Türkiye’de olsa kesinlikle girip oturmayı tercih etmeyeceğiniz özensiz ve düzensiz masalarda, mümkünse etrafa bakmadan yemeğinizi yeyip kalkıyorsunuz. Olur da etrafa bakmaya kalkarsanız, masalardaki bir karış tozu görecek ve moralinizi bozacaksınız. Kimin umurunda?

New York’u Yaşamak adlı kitabın yazarı Zülal Kalkandelen Hanımın “İtiraf ediyorum: çamaşır yıkama sorunum var!” adlı yazısına rastlayınca, evet, dedim, işte bu. Nasıl sorun olmasın ki. Buradaki çoğu evde çamaşır makinası yok! Ne var? “Laundry service.” Çamaşırhane diyelim biz ona. Müstakil ev ya da lüks apartman dairesinde oturmuyorsanız çamaşırhaneyi kullanmanız gerekiyor.

Evlerdeki bütün beyaz eşyaları gerekli gören bu zihniyetin çamaşır makinesini neden fuzulî saydığına bir türlü aklım ermiyor. Ayda bir lütfen çamaşır yıkadıklarından olsa gerek, çamaşırhaneler onlar için yeterli oluyor. Biz Türkler için son derece ilginç olan bu zorunluluk hali, uzun bir alışma dönemi gerektiriyor.

Çünkü herkesin evinde ve aileye özel olması gereken çamaşır makinesi, koca bir site tarafından ortak kullanılıyor. (Onlarca çamaşır ve kurutma makinasının bulunduğu çamaşırhane.) Hani bilsek, diğerleri de bizim kadar temiz ve titiz neyse, ama o kadar umursamazlar ki eşyalarınızın yıkama süresi bittiğinde onları makinadan çıkarıp üstüne koyabiliyorlar. Ya da eşyaları eve alıp katlamaya başladığınızda bir de fark ediyorsunuz ki en sevdiğiniz giysileriniz çalınmış. Gidip de şimdi kime hesap soracaksınız?

Her şeyi geçtim de bir başkasına ait giysiyi, hem de çamaşır makinesinden çalan kişiye “Pes doğrusu” diyorum.

Çamaşır çilesi bu kadarla da bitmiyor. Her daim insanın yanında bozuk para bulunabilir mi? Makineler belli sayıda çeyreklik (Quarter) atılarak çalışıyor ve eğer yanınızda bu bozukluklarınızdan yeteri kadar yoksa bankadan ya da market kasalarından alıyorsunuz. Hadi oldu da geç çıktınız işten, bankalar kapandı, market kasalarında bozukluk tükendi, çamaşırlarınız size bakıyor siz onlara, “Bir dahaki bahara” şeklinde mahzun mahzun yüz düşürüyorsunuz.

Her şekilde görüyorsunuz ki;

Temiz olmak, ak ve pak olmak,—ruhen ve bedenen ve yaşadığın mekân olarak—yalnızca kalbe yazılmasıyla mümkün oluyor.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

90 günlük bir şey



Devasa tartışmaları günlük tüketiyoruz.

Cips arasında federasyonu, çekirdek çitlerken cumhurbaşkanlığı seçimini konuşuyoruz.

Berber salonlarında, kahvehane köşelerinde âleme nizamat verme alışkanlığımız olduğu için hiçbir köklü sorunumu çözemiyoruz.

Cumhuriyet her 10 yıl yaşlandıkça bazı değerlerin artık tartışma konusu olmaktan çıkması gerekirken, üstüne yenilerinin eklendiğine şahit oluyoruz.

Ya yok sayıyor, ya öteliyor ya da kafayı ütülüyoruz.

Bütün eksiklerine rağmen demokrasi ve kısıtlı özgürlükler de olmasa bu açıdan hiçbir ilerleme sağlayamayacağız.

Her konuda ört ki ölem...

7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in eyalet sistemine ilişkin sözlerini de bu babda tüketim malzemelerimizin arasına kattık.

Birkaç gün konuşup, konuyu buruşturup bir kenara arttık.

Üç darbe, bir post modern müdahale, çok sayıda ise darbe teşebbüsüne maruz kalmış bir ülkenin evlâtları olarak hiç düşündünüz mü, bu ülkede darbe yapmaktan dolayı yargılanan kimse var mı?

Bırak darbe yapanı cancağızım o kadarı aşar bizi, darbe teşebbüsünden bulunmaktan dolayı yargılanan var mı?

Yoklayın hafızanızı.

Bir Talat Aydemir, iki Fethi Gürcan.

O da 22 Şubat darbesini yapıp başarısız olmalarına karşın 21 Mayıs’ta tekrar ihtilâl yapma girişiminde bulununca, “Bu iş alışkanlık haline geldi” diye asmışlar iki ihtilâlciyi.

Başka var mı?

Şimdi durup dururken yeni tartışmalar açmak, ismi bile rahatsızlık veren bu darbe olayını yeniden gündeme taşıma hevesimiz nereden geliyor.

Kenan Evren, eyalet sistemiyle ilgili açıklamaları sebebiyle hakkında inceleme açılınca, “Aramıza hoş geldin paşam” demiştik. Ancak bir ihtilâlcinin düşünce suçlusu payesini almasına içimiz rahat etmemiş, Evren’in düşüncesinden değil fiilinden dolayı yargılanması gerektiğini savunmuştuk.

Anayasanın 146. maddesi orada duruyordu. Zorla anayasal düzeni değiştirmeyi, yani ihtilâl yapmayı suç olarak sayıyordu. Anayasa orada Evren ise burada duruyordu. Dedik ki, “Eğer Evren’i yargılayacaksanız alın size 146. madde.”

Bu Evren ihtilâlci, hem anayasaya, hem de demokratik rejime göre yargılanması gerekir diye iddianame hazırlayıp görevini yaptığı için meslekten ihraç edilen Adana eski cumhuriyet savcısı Sacit Kayasu ise daha kısa, ama etkili bir yol gösterdi.

Kayasu, yetkin bir hukukçu olarak anayasanın geçici 15. maddesinin “Evren başta olmak üzere ihtilâlcilere bir koruma kalkanı oluşturduğu”nun farkında.

Yasaklı yıllarda 15. maddeyi kaldırıp 12 Eylül’ün hesabını soracağını vaad edenler olmuştu. Ancak devletin tepesinde niza olmaz diye bir şal icad edildi, her şeyin üstü örtüldü.

Sacit Kayasu ise, “Gündem”e gönderdiği mailde 90 günlük bir şeye dikkat çekiyor.

Kenan Evren’in darbeden önce de sıkıyönetimle yönetilen ülkemizde Genelkurmay Başkanı sıfatıyla anarşinin durdurulması noktasında görevli olduğunu belirtip, Evren’in anarşinin durdurulmamasından dolayı doğrudan sorumlu olduğunu hatırlatıyor.

Türkiye’nin önemli hukukçularından Doç. Dr. Adem Sözüer ile Prof. Dr. Semih Gemalmaz tarafından da desteklenen önerisinde Kayasu, Millî Güvenlik Konseyinin 12 Aralık 1980 günü çıkarılan 2356 sayılı yasayla kurulduğunu belirtiyor. Böylece 12 Aralık tarihinden önce hukuken böyle bir kurum olmadığına göre 12 Eylül ile bu tarih arasında geçen tam 90 günlük bir dokunulmazlık boşluğu olduğunu savunuyor. Kayasu, bu yöntem işletilerek yargı yolunun açılabileceği görüşünde.

Yapılacak olan ise basit.

Kayasu’nun Adana Adliyesinde 2000/11575 hazırlık numarası ile yürürlüğe giren iddianamesini işleme koymak.

Bir de böyle bir imkânın zaman aşımına uğramaması için geleceğini tehlikeye atarak, iddianame hazırlayan Sacit Kayasu’nun itibarını iade etmek.

Şemdinli’de “Derin devlet var” dediği için Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’yı meslekten ihraç ettik.

Yetmedi bir de avukatlık yapma hakkını elinden aldık.

Aynen Sacit Kayasu’da olduğu gibi.

Peki Şemdinli sanıkları hangi maddeden yargılanıyorlar? Çeteden…

Peki, mahkeme 39 yıl hapis cezasını hangi maddeden verdi. Silâhlı çete oluşturmaktan.

Peki, itirazlar üzerine Yargıtay hangi kararı aldı? Şemdinli olayında devletin gücünü kullanan silâhlı çete vardır.

Peki, itirazlara rağmen Şemdinli sanıklarının dosyası hangi daireye gönderildi. Çete suçlarına bakan 9. Cezaya…

Biz ne yaptık? Açtığı iddianame doğrultusunda sanıkları yargılayıp, cezalandırdık, Yargıtay’da da bunu onayladık. Ama savcıya “Tesbitin doğru” deyip, ihraç ettik.

Bu yüzden Evren hakkında 90 günlük boşluğun dikkate alınacağını, bu ülkede ihtilâlcilerin yargılanacağını düşünmüyorum.

Yani o kadar saf değilim.

Efendim İspanya Franko’yu, Yunanistan albaylar cuntasını yargılamış, Meclisi tehdit eden generali aynı gün emekliye sevk etmiş. Böylece 70’lerden beri bu ülkeler ihtilâl yüzü görmeyip, AB’nin itibarlı devletleri olmuşlar.

Biz de ise darbecilerin heykelini dikerler.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

AKP modeli



Aslında AKP fikirlerin bir ürünü değil, şartların bir ürünüdür. Bu itibarla araz veya heyula gibidir. Durduğu yerin rengini alır. Bu itibarla, Suriye ile İsrail arasında İbrahim Süleyman ile birlikte gizli veya dolaylı görüşmeleri yürüten İsrail’in Türkiye’deki eski büyükelçilik müsteşarı Alon Liel AKP’nin duruşunu ‘Erdoğanizm’ olarak tanımlamıştır. ‘Kemalizmin yeni versiyonu’ demek istemişti. Erdoğanizm şartların ürünüdür. Şartlar değiştiğinde o da değişir veya onu var eden şartların ortadan kalkmasıyla o da ortadan kalkar. Kısaca, Türkiye’de denildiği gibi, AKP bir kitle partisidir. Eskiden ‘tatlı su solcusu’ diye bir deyim vardı. AKP de kendisi açısından öyledir. Bununla birlikte, AKP İslâm dünyasına model olmuştur. Bu model oluşunun bizzat kendisiyle bir alâkası yok.

Türkiye Osmanlı döneminde ve ardından Tanzimat’la birlikte Batılılaşma sürecinde İslâm dünyasının en ileri modeli olagelmiştir. II. Mahmud döneminde Türkler fes giydiğinde Fas’dan Endonezya’ya kadar neredeyse herkes fes giymiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra gerçekleşen inkılâplar muvacehesinde Türkler şapka giymeye başlayınca İslâm dünyası da aynı şeyi taklit eder.

Türkiye, İslâm dünyasının küresel ve evrensel gücüdür. Cazibe odağıdır ve taklit merciidir. Taklit mercii bazen doğru, bazen de yanlış yapabilir. Hatta ilginçtir, Cumhuriyetin ilk yıllarında bir cumhuriyet balosunda Mısır sefiri fesiyle baloya katıldığı için küçük düşürülmüş ve bu durum iki ülke arasında küçük çaplı bir krize yol açmıştır.

Doğru veya yanlış AKP de bugün itibarıyla İslâm âlemindeki en gelişmiş tecrübedir. Sudan’dan Asya’ya kadar etki alanına sahiptir ve taklit edilmektedir. Mustafa Kemal döneminde farklı sosyal yapılara sahip olan Afganistan Kralı Emanullah’dan İran Şahı Rıza Pehlevi’ye kadar bir çok lider Türkiye’deki kıyafet inkılâplarını taklit etmeye kalkışmışlardır. Ama hiçbirisi Türkiye modelini tutturamamıştır. Hep eksik kalmıştır. Hatta Irak’ta Faysal’la birlikte Satı el Husri Türkiye’deki inkılâpları taklit etmeye kalkışmışsa da projeleri akim kalmıştır. David Frum’un yazdığı kitaplara bakacak olursanız aslında Saddam Hüseyin ve Nasır da aynı modele ve kalıba uydurma girişimleridir. Gerçekten de Nasır’dan Saddam’a kadar Arap dünyasının militarist yapılı liderlerinin tamamı İttihatçı kalıntısıdır. Türkiye’de 1950 sonrasında İttihatçı gelenek kırılırken vaya sadece darbe süreçlerinde hortlarken Arap dünyası bu süreci 1950’li yıllardan sonra yani sömürgecilik sonrası yaşamaya başlamıştır. Nasır, Esad ve Saddam Hüseyin bunun bir ürünüdür. İttihatçılığa sadece sosyalizm sosu katılmıştır. Daha doğrusu İttihatçıların temsil ettiği Fransız Devrimi ile Sovyet Devriminin bir bileşkesini temsil etmişlerdir.

***

Bugün de Fas’dan İran’a kadar birçok hareket AKP’yi model almaktadır. Zira İslâmî hareketler bir model veya yöntem çıkmazı içindedir. Daha doğrusu kıblesini kaybetmiştir. Bu bağlamda, Türk tecrübesi en ileri tecrübe olarak kendisini dayatmaktadır. Ve az çok uluslararası kabule de mazhardır.

Lübnan’da yayınlanan Safir gazetesinin bir haberine göre, Suriye Müslüman Kardeşler Lideri Ali Sadreddin Beyanuni “Türk tecrübesi bize en yakın tecrübedir” ifadesini kullanmış. Suriye’ye yönelik bir dış askerî müdahaleyi onaylamayacaklarını dile getiren Beyanuni hareketlerini şöyle tanımlıyor: “Bizim devlet tasavvurumuz kesinlikle sivildir. Demokrasi ve Batı medeniyetinin insanî karakterli değerleriyle de ittifak içinde olan İslâmî referansı esas alır. İhvan’ın arzu ettiği devlet şekli teokratik bir devlet modeli değildir. Din adamlarının devlet üzerinde bir egemenliği ve otoritesi yoktur. Otorite halk tarafından seçilmiş olan parlamentonundur. Türkiye’nin özel şartlarını dikkate almakla birlikte Türk modeli bizim arzu ettiğimiz sivil devlet modeline en yakın olanıdır...”

***

El Ahram yazarlarından Hasan Ebu Talib’in 3 Mart 2007 tarihli yazısına da bu konu damgasını vurmuş: Mısır’ın Türkiye’den öğrenecekleri var. Yazıda şöyle deniliyor: “Derin kutuplaşmaların yaşandığı Mısır, modernite-din çatışmasını çözmek için Türkiye’deki diyalog modelini örnek alabilir. Türkiye son yıllarda çeşitli kuruluşların da katkısıyla dini dışlayan sistemini olumlu yönde değiştiriyor...”

Aslında diyalog modeli Mısır’ın tanımadığı bir sistem değil. Zaman zaman İslâmî hareketlerle diyaloğa gidiyor, ama Türkiye’deki gibi paylaşmaya gidemiyor. Son seçimlerde İhvan’ı hazmedememesi bunun bir göstergesidir. Bu anlamda Mısır tecrübesi Türkiye tecrübesinden daha geridir. Ancak Türkiye’deki iktidar paylaşımı da zorakidir. Sürtüşmeye ve kutuplaşmaya ve dışlamaya hatta darbelere açıktır. Bununla birlikte Mısır Turizm Bakanlığının yüksek memurlarından olan Ahmed el Hadim turizm alanında da model olarak Türkiye’yi benimsediklerini söylemektedir.

Her halükârda Türkiye’nin yıldızı her zaman parlıyor. Türkiye yanlışıyla da doğrusuyla da pusula. Bu pusulanın artık sorumluluğu gereği sadece doğruyu göstermesini arzu ediyoruz.

13.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004