Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

MUHABBET FEDAİLERİ



Yââ Vedûûûd !..

Bir şevk, vecd ve yalvarış nidasıdır bu hitap.

Allah’a, kendi isminin terennümüyle yapılan sevgi ve muhabbet nidası.

Esma-i Hüsna içinde yer alan Vedûd ismi, mahlûkatını seven, mevcudatı isimlerinin cilveleriyle süsleyen, zîşuurları da sevgisine, muhabbetine mazhar eden Mahbub mânâsına gelir.

“Ey Habibim, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” mealindeki kudsî hadiste en güzel ifadesini bulan hitab-ı ezelînin tecellisi ile başlamıştır o İlâhî sevgi ve muhabbetin tezahürleri.

“Muhabbet; şu kâinatın bir sebeb-i vücudu, hem şu kâinatın rabıtası, hem şu kâinatın nuru, hem hayatı” olduğundan mevcudât, hilkatinin sebebi olan muhabbete ‘Yâ Vedûd’ izharı olan hâllerle mukabele eder.

Esmâ-i Hüsnanın tecelligâhı olan varlıkların taşıdıkları ses, şekil, renk ve âhenk gibi fıtrî hâller, zaten içinde bulundukları sevgi ve muhabbetin tezahürü olduğundan fiilî birer ‘Yâ Vedûd’ nidasıdır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin “İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derç edilmiştir” şeklinde de ifade ettiği gibi o muhabbetin yegâne küllî muhatabı olan insansa, şükür nidalarını hem hâliyle yaşar, hem diliyle söyler.

Bu itibarla, muhabbetin neticesi ve sevginin sesidir bu nida.

Yâ Vedûûûd!...

***

Sevgi...

Beş harften müteşekkil, iki hecelik küçük bir kelime.

Şekli küçük, yazılışı basit, telâffuzu kolay ama muhteva itibariyle kâinatı içine alacak kadar geniş, mânâ cihetiyle hilkatin bütün esrarını dercedecek derecede derin.

Tıpkı kelimesi gibi sevme hissi de basit bir temayülle başlar insanın dünyasında. Bir görüş, dokunuş, duyuş, düşünüş veya bir başka tecessüs, sevme hassasını hemen harekete geçirir.

“Muhabbetin, sevginin kendisi gibi sebebi de nur” olduğundan bu his başladığı hâliyle kalmaz. Nur gibi hızla intişar eder, yaşandıkça renklenir, gelişir, derinleşir ve ebedîleşir.

Kolayca yazılıp söylenebilen bu küçük kelime değil fert, beşeriyetin müşterek aklının bile ihata edemediği ve edemeyeceği kadar mükemmel mânâlar âleminin anahtarı olduğundan hayatın her safhasında yer alır.

Onun için kendilerini, hayatı güzel bir şekilde anlatmakla mükellef bilen âlimler, şairler, yazarlar, edipler, mütefekkirler ve sair kelâm ehli insanlar o kelimenin muhayyilelerinde husûle getirdiği tahassüsleri eserlerinde anlata anlata bitirememişlerdi.

Vedûd ismine mazhar olduğunu hisseden bazı âşıklar ve velîler de “Cennette Allah’ın cemalini bir an görmek, bütün Cennet lezzetlerinden üstündür” hadisinin sırrını hissettiklerinden, Allah’ın bir tek muhabbet pırıltısının kendilerine ebedîyen yeteceğini söyleyerek Cenneti bile istememişlerdi.

Mevcudât gibi beşeriyet de Esma-i Hüsnanın tecellileri nisbetinde gelişip kemale erdiği için Vedûd isminin cilvelerine mazhar olan o insanlar sayesinde sevgi ve muhabbet de inkişaf ederek âdeta nuranî bir deniz hâlini almıştı.

Tarih boyunca pek çok fert, aile, cemiyet ve millet; o muhabbet deryasında yıkanarak temizlenmiş, durulanmış, sakinleşmiş ve dünyada mâverâ âlemlerinin huzurunu, sükûnunu yaşamıştı.

“Nurdan mahlûklar oldukları için gıdaları da nur olan melekler, insanların zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetlerinin envarıyla tegaddi ve telezzüz etmek” için yeryüzüne akın eden melekler, bir bakıma beşeriyeti de melekleştirmişlerdi.

Gökyüzü zaten meleklerin ve ruhanî varlıkların meskeniydi. Yeryüzünün tamamında olmasa bile ekser yerlerinde de bu vesile ile melekler ve melekleşen insanlar yaşadığı için dünya mükemmel Cennet meyvelerinin yetiştiği âsûde bir menzil hâline gelmişti.

Bu mümbit zemin ve uhrevî kemalât iklimi asırlar boyu devam etmişti.

Ne var ki zaman geçtikçe telâkkiler değişti, anlayışlar başkalaştı, dillerde ve hâllerde ‘Yâ Vedûd’ zikri azaldı; zihinler zahire kaydı, nazarlar maddeye meyletmeye başladı.

İnsan fıtraten güzelliğe müştak ve sevmeye müheyya olduğundan ruh hakikî mahbubunu kaybedince nefis kendine mecazî hûblar buldu. İnsan da “Zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikî’yi unuttu.”

O zaman sevgi değerini yitirdi, muhabbet gayrimeşrû mecralara kaydı. Gönüllerdeki sevgi denizinin suyu çekildi, ruhlarda dalgalanan muhabbet deryası sığlaştı.

Her yeni hâl, kendine münasip insanı da beraberinde getirdiği için muhabbet deryasının derinlerine daldıkça derinleşip derinleştiren kâmil insanlar azalırken kıyılarında gezinen heveskârlar arttı.

“Gayrimeşrû muhabbetin neticesi merhametsiz bir musibet” olduğundan yalnız tercihini nefsinden yana kullanan fertler değil, onların meydana getirdiği cemiyet, millet, devlet ve beşeriyet de şiddetli musibetlere müstahak oldu.

Maddî, mânevî nice kayıplar verdikten sonra sevgi ve muhabbet gibi ebedî değerlerin fani maddelere inhisar edilemeyeceğini anlayan insanlar onun boşluğunu ‘insanlık sevgisi’ gibi muğlak ifadelerle doldurmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar.

Neticede çareyi yine bir şairin diliyle Allah’a iltica etmekte buldular:

“‘İnsanları sev’ demiş ne mürşitler var!

Kâr eylememiş ne dense. Ah insanlar,

Dünyayı getirmişiz, yaşanmaz hâle!

Tanrım, bizi bizden yine Sen gel kurtar!”

***

İnsanı, insandan kurtarmak...

Bunu bir fedaî yapabilirdi ancak.

Husûmete vakti olmayan bir muhabbet fedaîsi. Yani Bediüzzaman Said Nursî.

Muhabbeti hakikî mânâsıyla yaşayıp yaşatan mükemmel bir insandı o. ‘Felâket ve helâket asrının adamı’ olması hasebiyle beşeriyetin muhabbete ne kadar çok muhtaç olduğunun da farkındaydı.

Ne var ki insanların ekseriyeti sevme hasletini fani varlıklara hasrederek bir nev’î felâket hâline getirdiği, hatta adavete bile muhabbet ettiği için ferdî gayretlerin fazla müessir olamayacağını biliyor ve insanlara insanlığın mahiyetini anlatarak muhabbeti ihya edecek fedailer yetiştirmek istiyordu.

Aslında onun için fedai yetiştirmek pek zor değildi. Hayatının Eski Said safhasında talebelerine fedâkarlık ruhunu aşılamış, onların pek çoğu da canından aziz bildiği değerleri yaşatmak için hiç tereddüt etmeden canını vermişti.

Lâkin felâket ve helâket asrında muhabbet fedaisi olmak zordu. Çünkü muhabbeti ihya etmek için can vermekten ziyade hayat feda etmek ve herhangi bir fedainin feragât anında çektiği acıyı hayatı boyunca her an yaşamayı göze almak gerekiyordu.

Bunu yapmanın yolu da insanın, insanı sevmesinden, insanî değerlerin yaşaması gerektiğine inanmasından ve insanlığın hakikî mahiyetini bilip yaşayarak anlatmasından geçiyordu.

Onun için Bediüzzaman, “Ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla, sağir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin” diyerek bizzat insana hitap etti.

Bu gibi ifadelerle insana, insanın hakikî mahiyetini anlattı ve insan, iman, muhabbet, İslâmiyet kelimelerinin mânâlarını mezcederek zihinlerde muhabbet-i İlâhiyeye zemin izhar etti.

İradesini kullanan her insana İman-ı Billâh mertebelerini kazandırıp Marifetullah manzaralarını temâşâ ve tefekkür ettirerek Muhabbetullah makamına ulaştıracak mümbit bir zemindi bu.

Böylece muhabbet nuru sayesinde hayatı saran dünyevî mülâhazaların, hissî gailelerin, malayanî meşguliyetlerin sisi dağıldı ve insanı rü’yet-i Cemalullaha kadar ulaştıracak olan Saadet-i Dareyn yolu açıldı.

Fakat bu yol maddî, mânevî pek çok zorluklarla, acılarla, ıztıraplarla, kederlerle, sıkıntılarla doluydu. İnsanların bu zahirî engellere takılıp kalmamaları için muhabbet fedailerinin, onları aşmanın yollarını yaşayarak göstermeleri gerekiyordu.

Onu da bizzat Bediüzzaman yaptı. “Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı” şeklinde de ifade ettiği bütün ömrü bu uğurda acı çekmekle geçti.

Buna rağmen yaptıklarından bir an bile pişmanlık duymadı. Ona reva görülen dehşetli zulümlere, ezalara, cefalara katlanırken feryad u figan etmedi, aman dilemedi, yardım istemedi.

Taşıdığı muhabbet hasleti onun adavetini şefkate dönüştürdüğü için kendisine zulmedenleri bile sevgi halkasının dışında bırakmadı ve -imanlarını kurtarmak kaydıyla- hepsine hakkını helâl etti.

“Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur” sözleri ile de ifade ettiği gibi bütün bunları, Allah’ın Vedûd ismine mazhar olmanın hâlet-i ruhiyesi içinde ve yalnız Allah rızası için yaptı.

Talebeleri her hususta olduğu gibi bu meselede de onu örnek aldılar ve yapılan bütün tertiplere, tacizlere, takiplere, tahkirlere tevekkülle mukabele ettiler. Suçsuz yere hapishanelere atıldıklarında ‘Sizi hapisten mi kurtarayım yoksa dâvânızı mı müdafaa edeyim?” diyen avukatlarına; “Biz gerekirse on sene burada kalmaya razıyız, siz bizim dâvâmızı müdafaa edin” dediler.

Onlar için iman, Kur’ân dâvâsı candan aziz, hayattan değerliydi. Bu uğurda kendilerine reva görülen kötü muamelelere muhabbetle mukabele ederek muhabbet fedaisi olmanın icaplarını bihakkın yerine getirdiler.

Zîra “Muhabbete en lâyık şey, muhabbettir.”

***

Risâle-i Nur külliyatı...

Muhabbetin menbaı olan bu külliyat işte o muhabbetin neticesi, nurları neşreden muhabbet fedaileri de o kitapların meyvesi.

Anadolu’nun sevgi ve muhabbet bağlarında yetişen bu müstesna meyveler yalnız kalpleri aydınlatıp gönülleri nurlandırmakla kalmadılar, millete huzur verirken memleketi de bir nur menzili hâline getirdiler.

Şimdi yeryüzü bahçesinde hızla intişar ederken gittikleri yerlere çekirdekleri mesabesindeki kalplerinde taşıdıkları insan, İslâm, iman, sevgi ve muhabbet muhtevalı nuranî hayat usarelerini de götürüyorlar.

Din, dil, ırk ve renk tefrik etmeden bütün beşeriyete muhabbet besleyip sevgi dili ile seslenirken dünyevî veya uhrevî bir şey beklemiyorlar. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak istiyorlar.

Yani, lisân-ı hâlleriyle ‘Yâ Vedûd’ diye nida ediyorlar.

Tıpkı asırlar önce Yunus’un dediği ve yaptığı gibi.

“Gelün tanışuk idelüm, işin kolayın tutalum

Sevelüm, sevilelüm; dünya kimseye kalmaz”

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Çanakkale Zaferi’nden insan manzaraları



Malum… Bugün Çanakkale Zaferi’nin 92’inci yıldönümü…

Defalarca dinlemiş, okumuş olsak da bıkamayacağımız, hatta günümüzde başımız daraldığında feyzinden istifade edeceğimiz öyle olaylar var ki...

İşte böylesi olaylardan en ünlüsünün kahramanı Seyit Onbaşı… Hani, 200 kiloyu aşkın top mermisini tek başına kaldırıp namluya süren yiğit… Olağanüstü olayın yaşandığı günün daha akşam saatlerinde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit’e onbaşılık rütbesini verir. Ardından da merminin bir defa da kendi huzurunda kaldırılmasını ister. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa’ ya şu tarihî cevabı verir: “Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm, Allah’ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah’ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makama varmışsam bu duâ ve rıza ile olmuştur. Ancak şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım.”

Sadece Seyit Onbaşı değil elbette… Çanakkale’ye; birer “İsmail” olmak için gelmiş kınalı Hasan’ların, bıyığı terlememiş şehit Ali’lerin, Mustafa’ların da ibretlik şahâdet ya da gazilik destanları var…

“Çanakkale” denilince sıkça anlatılan destanlardan biri daha…

Conkbayırı’nda kara savaşları sırasında 57. tümen her gün çamaşır değiştirir, kirlilerini yıkar, çalılara asar ve ertesi gün için kuruturmuş. Şehit olurlarsa Allah’ın huzuruna temiz kıyafetlerle varmak için. Savaşa çıkmadan önce namazlarını kılar ve ibadet ettikten sonra savaşa başlarlarmış. Maneviyatı kuvvetli bu insanlar Conkbayırı’nda düşman tarafından kıstırıldıkları anda, gökten beyaz-gri bir bulut kümesi 57. Tümenin üzerine inmiş ve bulut yok olduğunda düşman askerleri ne olup bittiğini anlayamamışlar. Zira ortada tek bir Türk askeri bile yokmuş. (Bu olayı gemisinden seyreden İngiliz Amirali Hamilton da savaş anılarında anlatmış.)

Bir başka mucizevî “bulutlu” yardım da bir İngiliz Alayının bulutların içinde kayboluşu hakkındadır. Anlatılır ki; “O gün Kraliyet Alayı taze kuvvetlerle bu saldırıda görev aldı. Sağ cenahta yer alan bu alay, daha az bir mukavemetle karşılaştığı için hızla ilerlemeye başlamıştı. Alay, Azmak Deresi’nin kuru yatağını geçmiş, Kayacık Ağrılı mevkiinden Damakçı Bayırı’na doğru yürüyordu. Karşılarında küçük bir tepe vardı. Tepenin üzerinde garip, soluk renkte bir bulut durmaktaydı. Alay, sol taraftaki Ağıl Dere'ye inmeden tepeye doğru ilerledi ve bulutun içine girip kayboldular. Yâni alanda askerlerin Mestan Tepe’den şaşkın bakışları arasında 7-8 değişik bulutla daha birleşerek Trakya istikametine doğru uçup gittiler. Orada bulunan 267 İngiliz askerinden hiçbirinin izine bir daha rastlanamamıştır.”

Bu da Nusret Mayın Gemisi’nin olağanüstü hikâyesi… Nusret Mayın Gemisi Çanakkale Savaşı'na noktayı koyacak olan görevine çıktığı gece Karanlık Liman ile Sedd'ülbahir arasındaki mayınları toplayıp yerini değiştirirken, onu koruyan Anadolu Feneri de bir İngiliz Gemisi üzerine projektörleri dikmiş ve gemiyi takibe almıştı. Fakat birden Anadolu Feneri arıza yaptı. Nusret Mayın Gemisi telâşla ışıklarını söndürdü. İngiliz gemisi bu sefer kendi projektörleriyle denizi taramaya başladı. Geçen dakikalar içinde Nusret Mayın Gemisi tam yakalanacağı anda, birden Anadolu Feneri tekrar çalışmaya başladı. İngiliz gemisinin projektörleri üzerine kendi projektörlerini dikti ve iki ışık arasında kalan Nusret muhakkak bir hezimetten kurtuldu. Görevini yerine getirip geri döndüğünde, bu heyecana kalbi dayanamayan gemi kaptanı, Hakkı Bey’in naaşını da karaya çıkardı. Anadolu Feneri’nin hiçbir tamirat yapılmadan kendiliğinden çalıştığını öğrenen gemi komutanı Nazmi Bey, bu olayın bir mucize olduğunu daha sonraki günlerde yazdığı günlüğünde bildirmektedir.

Çanakkale Destanı

Birçok edebiyat-tarih-şiir tutkununun ortak kanaati odur ki; “Çanakkale Destanı”nı Mehmet Akif Ersoy yazmamıştır! Olsa olsa; kâğıda dökenle, toprağa kanını dökenler birleşerek yazmışlardır.”

Prof. Dr. Mehmet Kaplan hocamızın; “Mehmet Akif Ersoy’un Çanakkale Savaşını tasvir eden şiiri yazıldığı tarihten bu güne kadar bütün nesillere o savaşın heyecanını yaşatmış ve onun tarihî, derin ve büyük mânâsını hatırlatmıştır. Bunun sebebi de hiç şüphesiz, bu şiirin taşımış olduğu estetik değerdir” tesbitini de hatırlatarak, o muazzam şiirden bir bölümüyle baş başa bırakıyorum sizleri… Şiirin tamamını Safahat’tan okumanız ve ardından bütün şehidlerimize, gazilerimize birer Fatiha yollamanız dileğiyle, buyurun:

“ Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı/ Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin/ Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam/ atılan her lâğamın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer;/ O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,/ Boşanır sırtlara vâdilere, sağnak, sağnak.”

/………………………………………/

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler.../ Kahraman orduyu seyret ki bu tehdîde güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından:/ Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?/ Çünkü te’sîs-i İlâhî o metîn istihkâm.

/…………………………/ .... Sen ki İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;/ Sen ki rûhunla beraber gezer ecrâmı adın;

Sen ki a’sâra gömülsen taşacaksın... Heyhât, / Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,/ sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.”

NOT: 21 Mart Çarşamba günü saat 20.00’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda Âşık Veysel’i anma gecesi var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Müdürlüğü tarafından düzenlenen gecede Kâğıthane Âşık Veysel İlköğretim Okulu Folklor ekibinin gösterisi ardından Taşkın Savaş THM Topluluğu’ndan Âşık Veysel türküleri dinlenilecek. Ayşe Egesoy’un sunacağı gece Fatih Kısaparmak’ın konseriyle son bulacak. Dâvetlisiniz efendim.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ailede sevgi



Bir şair der ki: “Sevgi gözüyle bakan kişi hataları bile görmezden gelir. Hata gözüyle bakan kişi ise hata yoksa da hata bulur.”

Bu genel ve nefis kuralı aile hayatına uyguladığımızda o ailenin nasıl mutluluk deryasında kulaç attığını görmemek mümkün değil.

Madem Rum Sûresinin 21. âyetinde belirtildiği gibi insanları eşler hâlinde yaratan ve birbirlerine ısınmaları için kalplerine sevgi ve merhamet yerleştiren Allah sevgi ve merhametin fonksiyonlarına da dikkatlerimizi çekmiş oluyor. Birbirlerine ısınan eşlerin aile yuvası güllük gülistanlıktır.

Kalbe mukabil kalptir eşlerin kalbi. Her iki taraf da böylece sevgilerini, aşklarını, şevklerini değiştirir, lezzetlerde birbirlerine ortak, gam ve kederli anlarda da birbirlerine yardımcı olur, destek verirler.

Demek sevgi çok önemli bir ısınma ve dayanışma aracı. Sevginin halledemeyeceği mesele olmaz. Sevgiyle birbirlerine bağlanan eşler arasında dayanışma, paylaşma, yardımlaşma, kenetleşme olur. Onlar bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerini tamamlarlar, âdetâ iki ayrı bedende yaşayan tek ruhturlar. Birbirlerinin gören gözleri, işiten kulakları, düşünen akılları, konuşan dilleridirler.

Eşini Allah için seven kişi, onun şu geçici dünya hayatında, kısa süreli konaklama yerinde birbirlerinin kusurlarına bakmaz, görse büyütmez, gülün hatırı için dikenine katlanır, hoşgörüyle bakmasını, bağışlamasını bilir.

Sevgi bakışı, rahmeti de celbe vesiledir. Kâinatın Efendisi (asm) buyururlar ki: “Erkek hanımına, hanım da beyine sevgiyle baktıklarında Cenâb-ı Hak da onlara rahmet nazarıyla bakar. Şayet erkek hanımının ellerini ellerine alırsa, her ikisinin de günahları parmakları arasından dökülür.”1

Eşlerin bu davranışlarının temelinde birbirlerini sadece şu kısacık dünya misafirhanesinde değil, sonsuzluk yolculuğunda da hayat arkadaşı olarak görmek ve ona göre davranmak yatar.

“Aklı başında olan bir adam, refikasına muhabbetini ve sevgisini, beş-on senelik fanî ve zahirî hüsn-ü cemaline [dış güzelliğine] bina etmez. Belki, kadınların hüsn-ü cemalinin en güzeli ve daimîsi, onun şefkatine, kadınlığa mahsus hüsn-ü siretine [ahlâk güzelliğine] sevgisini bina etmeli—tâ ki, o biçare ihtiyarladıkça, kocasının muhabbeti ona devam etsin. Çünkü onun refikası, yalnız dünya hayatındaki muvakkat bir yardımcı refika değil, belki hayat-ı ebediyesinde ebedî ve sevimli bir refika-i hayat olduğundan ihtiyarladıkça daha ziyade hürmet ve merhametle birbirine muhabbet lâzım geliyor.”2

Dipnotlar:

1- Feyzü’l-Kadir, 2:333.

2- Lem’alar, s. 261.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Risale-i Nur'la tanışma serüvenim



Bu ülkede yaşayan çoğu insan gibi, çocukluğumdan beri dine ve dindarlara meyyal bir yapıya sahip olmama rağmen, ilkokuldan itibaren aldığım materyalist eğitimin sonucu olarak, dinî yaşantıdan uzak, müşevveş ve lâkayt bir yapıya sahip genç olarak okulumu bitirip, çok sevdiğim öğretmenlik mesleğine başlamıştım.

Eğitim sistemi, şimdi olduğu gibi, bizim çocukluğumuzda da, hatta cumhuriyetle birlikte, manevî değerlerden uzak, tek tip insan yetiştirmeye yönelik, maddeci ve kemalizm endeksli bir müfredâtla yapıldığı için, böyle bir çarktan, böyle bir tornadan çıkan bir insanın manevî yöndeki dejenerasyonunu her halde tahmin edersiniz.

Mezun olduğumuz okullardaki dezavantajlar ne kadar fazla olsa da, bütün insanlarda olduğu gibi doğuştan bize bahşedilen o fıtrî masumiyet, aile ve çevremizden bize miras kalan manevî alt yapı, o zamanda ahlâkî çöküntünün hemen hiç olmayışının üstümüzdeki müspet tesirlerinin sonucu olarak çok fazla bozulmadan, zayıf da olsa dine olan bağlılığım devam etti çok şükür.

İşini bilen, ehil, liyakatli bir öğretmen olarak belki yetişmiştik, fakat toplumdan uzak, insanlara, manevî değerlere yabancı, enaniyeti kuvvetli bir yapıya sahip olduğumuzu yıllar sonra Risâle-i Nur ve müntesipleriyle tanıştıktan sonra öğrenmiştim.

Allah ve ahiret inancından uzak, tamamen dünyaya yönelik, maddeci ve materyalist bir düşünce ve düzenin tezgâhında okumakla bende hâsıl olan manevî yaraların tedavisi kolay değildi. Bu manevî tedavi süreci, belki de yıllarımı aldı.

Müşevveş bir hâlet-i ruhiye içinde şaşkındım. Arayışlar içindeydim. İç dünyamda fırtınalar esiyor, kalp ve ruhumdaki boşlukları derinden hissediyor, o boşlukları doldurmak için çabalıyordum. Mutsuzdum, huzursuzdum... Hayal ettiğim huzur ve mutluluğu yakalamak için arayışlarıma devam ediyordum. Yol gösteren yok, her taraf karanlık...

Okumakla aydın, münevver bir insan olacağımı beklerken, adeta iç dünyam da, dış dünyamda karanlıklara boğulmuştu. Ama olsun, bu karanlıkları da dağıtacak, bana aydınlık ve nurlu yolu gösterecek bir ışığa ihtiyacım vardı. Onu mutlaka bulmalıyım. Yoksa karanlık bir dünyada, gözü, kalbi kapalı bir şekilde yaşamak çekilir gibi değil. Öyle ise arayışlara devam...

Bediüzzaman’ın ifadesiyle; “câzibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını kaybetmeyen bazı gençler...” tespitindeki gençlerden birisi olarak kendimi tahayyül ediyordum. Daha aklımı kaybetmediğime göre ve ciddi bir arayış içinde olduğuma göre bir gün inşallah aydınlık yolu bulacağıma ümidim vardı.

Önemli bir arayış içinde bulunan ve “Ahiretimizi ne şekilde kurtaracağız?” suâllerine cevap bulabilmek niyetiyle Kastamonu’da Bediüzzaman’a muhatap olan bahtiyar gençler kadar şanslı olmasam da, ben de Bediüzzaman’ın talebeleriyle tanışma ve onlarla muhatap olabilme şansını yakalamıştım artık.

Şanslıydım... Çünkü artık şimdiye kadar görüşüp tanıştığım öyle sıradan insanların ötesinde, çok müşfik, çok sevecen, çok samimi, celbedici insanlarla karşı karşıya idim. Yıllardır hasretini çektiğim, hayal ettiğim, pırıl pırıl ruh ve kalplerindeki güzellikler simalarına aksetmiş, feyiz dolu, fazilet dolu, etraflarına nur saçan dostları bulmuştum.

“Kitap Kurdu” diye izah edebileceğimiz tâbirle sürekli okuyan, devamlı duâ ve tefekkürle, takvanın zirvesinde lisan-ı halleriyle Kur’ân’ın hakikatlarını neşreden insanlarla tanışıp, kısa zamanda samimi dost ve arkadaş olmuştum.

Enteresandır ve gariptir ki, bütün hâl ve davranışlarıyla bana numûne-i imtisâl olan bu Kur’ân hadimlerinin her halini beğenip takdir ettiğim halde, uzun yıllar okuduğum ve dinlediğim menfî telkinlerin bir sonucu olmalı ki “Nurcu” kelimesinden ve “kırmızı kaplı kitaplar”dan korkup sanki beni yutacaklar zannıyla epey zaman uzak durma yanlışına girdim. Ama hemen itiraf etmeliyim ki o müşevveş ve mütehayyir halimde Ömer Pektaş’ın ve diğer ağabeylerin çok yakın ve ısrarcı sıcak ilgi ve alâkaları sayesinde Risâleleri okumaya yöneldim ve oradaki hak ve hakikatları öğrendikten sonra kendime yeni baştan bir çekidüzen vermeye karar verdim. Bu münasebetle o samimi ve gayretli ağabeyleri duâ ve hayırla yâd ediyorum.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kader kaleminin cızırtısı



Konya’dan okuyucumuz: “Buharî’deki bir rivayete göre Peygamber Efendimiz (asm) miraçta kader ve kader kaleminin cızırtısını işitiyor. Kader ve kaza daha önce yazılmamış mıydı? Bu rivayeti değerlendirir misiniz?”

Peygamber Efendimiz’in (asm) miraçta kader kaleminin cızırtılarını işittiği haberi sıhhatli kaynaklardan geliyor. Bu haberi Peygamber Efendimiz (asm) İsra ve Miraç olayını anlattığı bir hadisinde bildiriyor.

Ezelde kaderin yazılmış olması demek, olacaklar bilgisinin Allah’ın ilminden levh-i mahfuza yazılıyor olması demektir. Bu, ezelî bir olaydır. Burada ezelden maksat, yaratılmış zaman dilimlemelerinden münezzeh bulunan Allah’ın ilmidir. Yoksa Allah’ın ilmini zaman dilimlemeleri arasında var sayarak, bilinmeyen geçmişe kadar inip, kaderin orada yazıldığını düşünmek, başka bir ifadeyle, Allah’ın olacakları bilinmeyen bir geçmişte yazdığını var saymak doğru değildir. Böyle düşünmeyi Allah’ın Kadim ismi, Ezel ismi, Ebed ismi, Baki ismi, Hâlık ismi, Muhalefetün lil havadis sıfatı kabul etmez. Çünkü Allah’ın bu isimleri, Kendi Zat-ı Muallâsı açısından zaman mefhumunu reddeder.

Zaman bizim için, yani yaratılmışlar için söz konusudur. Öncelik ve sonralık bize göre vardır. Dün ve yarın bizim kayıtlarımızdır ve bizi kayıtlandırır. Geçmiş ve gelecek bizi çepeçevre saran zincirlerdir. Mazi ve müstakbel bizi bağlayan çelik halatlardır.

Bu zincir ve çelik halatların hükmü hiçbir şekilde Allah için geçerli değildir. Çünkü Allah maddenin de, mekânın da, zamanın da yaratıcısıdır. Maddeden de, mekândan da, zamandan da münezzehtir. Maddenin, mekânın ve zamanın kayıtlarıyla Allah kayıt altına alınmaz.

Dolayısıyla, ‘Allah, olacakların yazısını zaman bakımından geçmişte yazdı’ denilmez. Fakat ‘Allah, olacakları, oluşumuna hükmederken bilir ve takdir eder’ denilir. Çünkü olacaklar için; olduğu an da, olmadan önce de, olduktan sonra da yaratılmış hallerdendir. Her “an” Allah’ın ilmi ile kuşatılmıştır. Her oluşum, Allah’ın bizzat tasarrufudur. Allah’ın ilmi dün ile bugünü bir görür, bugün ile yarını bir kuşatır. Bu kuşatışta zaman söz konusu olmaz.

Şehadet âleminden giden Peygamber Efendimiz (asm), Miracı esnasında gayb âleminin birçok olayına şahit oluyor. Bu doğrudur. Elbette şahit olacaktır. Yoksa Miracın bir mânâsı olur muydu? Bu gaybî olaylardan birisi de, Allah’ın emriyle olacakları yazan meleklerin kalem cızırtılarıdır. Demek, hiçbir şeyde tesadüf yoktur. Demek, her şey bir İlahî Plânın yürürlüğe girmiş halidir, ayrıntısıdır, parçalarıdır! Allah, varlıklarla ilgili emir ve tasarruflarını, takdir ve plânlamasını yürürlüğe koymak üzereyken yazdırıyor. Nitekim Bediüzzaman Hazretlerine göre, atomların hareketleri de, kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret kelimelerini yazıp çizmekten gelen hareketler, titreşimler ve sarsıntılardan ibarettir, yani varlıkların gayb âleminden şehadet âlemine geçişlerinin titreşimi, ilim halinden kudret haline intikallerinin sarsıntısı hükmündedir.1

Bu itibarla, gayb olaylarını şehadet olayları hükmünde görüp değerlendirmek isabetli olmaz. Eğer sıhhatli kaynaklara dayanıyorsa bildirilenle yetinmek, bildirilene itimad etmek bizi daha doğru sonuca götürür. Gaybî olayların her ayrıntısını kavramakla değil, iman etmekle yükümlüyüz. Kaynak soruşturması yapalım; fakat temelde bu yükümlülüğümüzü unutmayalım.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 505

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bir acil servis hikâyesi…



Metropolün en büyük üniversite araştırma hastanesinin acil servisi…

Hastalığının artık son devrelerini yaşamakta olan yaşlı hastanın refakatçisine doktor, gecenin ilerleyen saatlerinde şunları söyler: “Yanlış anlamayın, ama ben sizin yerinizde olsam hastamı eve götürürüm. Yapılacak hiçbir şey yok artık…”

Refakatçi, bunu bildiğini, ama hastasının ısrarla gelmek istemesi sebebiyle orada bulunduklarını anlatmaya çalışır.

Doktor, otomatiğe bağlanmış gibi mekanik bir sesle şöyle der: “Yatağımız yok. Birazdan 18 yaşında bir genç hasta gelirse, geri çevirmek zorunda kalabiliriz. Hastanızın bir gencin hayatına mal olmasını siz de istemezsiniz değil mi? Tavsiyem hastanızı götürün…”

“Doktor Bey, siz de yanlış anlamayın, ama hayatı Kim verdiyse, O alır. Siz kendinizi burada kimin ölüp kimin sağ kalacağına karar veren bir ilâh mı sanıyorsunuz? Genç hasta ölebilir, ölmesini beklediğiniz hasta günlerce, aylarca yaşayabilir. Öyle değil mi? Sadece vazifenizi yapın…”

“Olayı bilimsel açıdan değil, tamamen dinî açıdan değerlendiriyorsunuz. Siz bilirsiniz” deyip arkasını dönen doktorun arkasından refakatçi dehşetle bakar…

“Sosyal Darwinizm’in vahşî yüzlerinden biri bu bakış açısı olsa gerek” diye düşünür…

Aylar sonra 14 Mart Tıp Bayramı nedeniyle gün boyu işi bırakma (!) kararı alan sağlık sektörü çalışanlarının ekranlarda ve gazetelerde* kendilerini haklı çıkarmaya çalışan açıklamalarını ibretle seyreder…

Ve her zaman teselli bulduğu eserlerdeki şu tespitleri hatırlar:

“Merhaba ey kendi hastalığını teşhis edebilen bahtiyar doktor, samimî ve aziz dostum…

“Hakikat nazarında herkesten ziyade hasta olan, maddî ve gâfil doktorlardır. Eğer eczahane-i kudsiye-i Kur’âniyeden tiryâk-misâl imanî ilâçları alabilseler, hem kendi hastalıklarını, hem beşeriyetin yaralarını tedavi ederler, inşallah… Hem bilirsin, meyus ve ümitsiz bir hastaya manevî bir tesellî, bazen bin ilâçtan daha ziyade nâfidir. Halbuki, tabiat bataklığında boğulmuş bir tabip, o biçare marîzin elîm ye’sine bir zulmet daha katar. İnşallah bu intibahın seni öyle biçarelere medar-ı tesellî eder, nurlu bir tabip yapar…” (Bediüzzaman Said Nursî, Barla Lahikası, Sayfa 57.)

*14 Mart tarihli AA haberi

Çocuk üniversitesi

Alman gazeteci Ulla Steuernagel, aynı zamanda anne ve Schwaebische Tagblatt gazetesi çocuk sayfası sorumlu redaktörü. Meslektaşı Ulrich Janssen’le Avrupa’nın 530 yıllık en eski ve ünlü üniversitelerinden biri olan Tübingen Üniversitesiyle işbirliği yaparak bir Çocuk Üniversitesi başlattılar. Yaşları 8-15 arasında değişen çocuklar soruyor. Her biri kendi dalında uzman ve ödüllü profesörler de cevaplıyor. Sonra her yarıyıl bir kitap olarak yayınlanıyor.

İşte çocukların sorularından bir demet:

* Neden fakirler ve zenginler var?

* İnsanlar neden ölmek zorundadır?

* Okul neden can sıkıcıdır?

* Ben neden benim?

* Yıldızlar neden gökyüzünden düşmez?...

Bu çalışma Avrupa Birliği Bilimsel İletişim Dalında Descartes ödülünü almış.

Geçen günlerde çalışmanın üçüncü kitabı da yayınlandı.

Kitaptan ilginç gelen bir soru ve cevabını aktarmak isterim…

Çocukların “Müslümanlar neden seccade üzerinde namaz kılarlar?” sorusuna Tübingen Üniversitesi'nde İslam Bilimci olan Prof. Richter-Bernburg, bu dinin özelliklerini ihatalı bir şekilde anlatarak cevap vermiş. Kadınların örtünmesiyle ilgili hükümleri de objektif bir tarzda nazara sunarak Almanya’daki Müslüman kadınlarla ilgili şunları anlatmış:

“Alman okullarında Müslüman öğrenciler başlarını örtebilir. Bazı öğrenciler aileleri istediği için, bazıları da gönüllü olarak başını örtüyor… Almanya’da dinî inançlarda özgürlük ilkesi geçerlidir ve herkes neye isterse ona inanabilir. İster yüce balkabağına, isterse de Franz Beckenbauer’e… Müslüman ülkelerdeyse başörtüsü tartışmalı bir konudur. Suudi Arabistan ve İran’da bir kadının başörtüsüz sokağa çıkması yasaktır, oysa Türkiye’de resmî yerlerde başörtüsü takmak kınanır. Seçilen hükümetlere göre devlet binalarında, üniversitelerde başörtüsü takmak zaman zaman yasaklanır. Bu yüzden Müslüman kızlar peruk takar ya da üniversite öğretiminden vazgeçer…”

Bu bilgiler ışığında küçük filozofların kafasında oluşan Türkiye imajını doğrusu merak ettim… Ya siz?

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Üç şikâyetli bir gerçek



Bakış açısı sonucu belirler. Mehdi Zana, Tempo dergisine yaptığı konuşmada “Kürtler İslâmiyeti kabul ettiklerinde kaybettiler …” demiş. Aslında kendi bakış açısına göre doğru bir hüküm. Ama bakış açısı yanlış. Bütün kâinatı ırkçılık veya milliyetçilik gözüyle okumaya kalkışıyor. Muhammed İkbal’in dediği gibi aslında, dini kökene dayalı vahdet anlayışını değiştirip yerine maddî âleme dayalı bir milliyetçilik konulmak istenmiştir. Bir an farz edelim ki ve diyelim ki Kürtler İslâmiyete hiç girmemiş olsalardı Mehdi Zana’ya göre kazanacaklar mıydı? Bilâkis!

Eğer bugün Kürtler kayıptaysa; bu takdirde, kayıpları daha ziyade olacaktı. Zira İslâmiyetten sonra Şarkta hiçbir din ve mensubu onun karşısında duramamış ve tutunamamıştır. Mehdi Zana’nın mantığına göre, Bizanslılar, Ermeniler, Keldaniler, Asuriler, Zerdüştler kazanmalı idi! Ne gezer!

Esasen tam tersine İslâma bağlanan ve gönül verenler yani hizmet erleri yükselmiştir. Bu yükseliş ırkî bir yükseliş değil manevî bir yükseliştir. Bundan dolayı da Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, Türkler Araplardan sonra hizmetlerinin bir karşılığı olarak, bir nev'î kavmi necip haline gelmişlerdir. “Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki Allah (c.c.) onları sever onlar da Allah’ı (c.c.) sever.” (Maide Sûresi: 54) sırrına mazhar ve masadak olmuşlardır. (Lem’alar 349-350, Yeni Asya Neşriyat)

Milletler, İslâma hizmetleri oranında, tefanileri nisbetinde manevî terakkiye mazhar olurlar. Kürtler için bir kayıp varsa bu İslâm dairesinde değil ideoloji dairesindedir. Fransız devriminden sonra Müslümanlar Babil Kulesi gibi darmadağın olunca bundan en büyük zararı Kürtler Arnavutlar ve Arapların bir parçası olan Filistinliler görmüşlerdir. Kürtlerin şekavetini arttıranlardan birisi Fransız devriminden sonraki Bolşevik rüzgârlardır ki, bazı Kürtlerde eteklerini bu Bolşevik rüzgârlarına kaptırmışlardır. Halbuki Kürtlerin saadetinin yegâne reçetesi yine birlik ve beraberliktir, İslâm haziresidir. Yani Zana’nın şikâyet ettiği İslâmdır.

Zana, Kürtlerle ilgili İslâmdan şikâyet ederken maalesef daha geniş dairede Müslümanların halleriyle alâkalı Muhammed İkbal de Allah’tan şikâyet etmektedir. Şekvasında şöyle hayıflanmakta ve serzenişte bulunmaktadır: ”Niçin kâfirlerin memleketi para ve güzelliklerle dolmuştur? Allah mü'minleri niçin unutmuştur? Ve o mü'minler ki 1300 yıldan beri tevhide yönelmişlerdir. Neden kâfirler bu dünyada saray ve huri sahibidirler de, buna mukabil, neden zavallı Müslümanlar ancak bunlara cennette kavuşabileceklerdir?”

Bunun çok boyutlu cevapları vardır. Bunlardan birisi Müslümanları kalp imareti ve melekût saltanatı karşılığında onlara bir nevi geçici zail Cennet hayatı bahşedilmiştir. Denildiği gibi “Dünya mü'minin zindanı, kâfirin Cennetidir.”

Ziya Paşa da İkbal’le birlikte aynı tesbit ve teşhisi paylaşır lâkin onun şikâyeti Müslümanlardandır:

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kaşaneler gördüm / Dolaştım mülk-i İslâm-ı bütün viraneler gördüm

(Küfür ülkesini gezdim, orada bayındır şehirler ve saraylar gördüm./ İslâm ülkesini dolaştım, baştan başa harap yerler gördüm.)

Mehdi Zana, Kürtlerin İslâmiyeti kabul etmesiyle kaybettiklerini söylerken ve bu bağlamda İslâmiyetten şikâyet ederken İkbal daha geniş dairede İslâmiyeti kabul eden Müslümanların dünyasının karardığını söylemekte ondan dert yanmaktadır. Birisinin şikâyeti İslâmdan diğerininki şatahat suretiyle Allah’tandır.

Ebul Hasan en Nedevi ise ‘Maza hasirel alemû bi inhitat el Müslimin’ kitabında ikisinin de aksini savunur. Müslümanların gerilemesiyle ve inhitatıyla asıl kaybeden dünyanın kendisi olmuştur. İslâm Dünyanın direği ve dengesini tutan manevî sütunlarıdır. Dünyanın ağız tadı ve esenliği ancak İslâmla kaimdir. İslâmın tutulması güneş tutulmasına benzer dünyanın manevî ziyası olan İslâmın tutulması dünyayı karanlıklarda bırakmıştır.

Bugün olduğu gibi münhasıran dünyevî ilerlemeyi ve terakkiyi esas alan ilerlemeci bakış açısı netice itibariyla materyalist bir bakış açısıdır. Bunun ötesinde İkbale karşı Bediüzzaman’ın dediği gibi deriz: “Neden dünya herkese terakki dünyası olsunda, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun?”

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Kuzucuklar (2)



O görüntü karşısında, insan olan herkesin içi yandığı gibi bizim de içimiz yanıyor. O anneleri, o babaları görünce yüreğimiz daralıyor.

Çankaya seçimi tartışmaları, andıç skandalı, Baykal’ın ortamı geren açıklamaları, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Oramiral Özden Örnek’in günlüğündeki bazı bölümlerin bir internet sitesinde yayınlanması gibi konular Ankara’nın gündemini meşgul ediyor.

Ancak bugün bu tartışmaları yazmak içimden gelmiyor…

Olayı gazetelerde okuduğum ilk gün çok etkilenmiştim. Bunca yoğunluk arasında acı, acı olduğu kadar da insanı büyük üzüntüye düşüren bu olayları yazamamıştım. Ancak ilk olaydan sonra neredeyse her gün bunun gibi olayların tekrarlanması üzüntümüzü iyice arttırdı.

Bu yazıyı yazmaya sevkeden ikinci olay da, 3.5 yaşındaki kızım Zeynep’in yolda yürürken, “Baba oradan geçme içine düşeriz” sözü oldu. Kızımı öyle etkilemiş ki, üstü kapalı da olsa rögarların önünden geçerken tedirginliği yüzüne yansımıştı.

* * *

Son günlerde anne-babaları korkutan okullardaki şiddet haberlerine-şükürler olsun-pek rastlanmıyor. Ancak bir-iki haftadır içimizi burkan, neredeyse her gün bir çocuğun ihmal sebebiyle vefat ettiği haberi ile karşılaşıyoruz.

Daha 5 yaşındaydı Dilara… Annesinin elini tutmuş sokakta neşe içinde yürüyordu. Elini sıkı sıkıya tutan annesi nereden bilebilirdi ki, düz yolda yürürken biricik kuzucuğunun birden üzeri sadece kartonla kapatılmış o pisliğin içine düşeceğini… Bilse oradan geçer miydi? Bilse yavrusunu o taraftan geçirir miydi? Bilse sokağa çıkar mıydı?

Babasının 3 kilometre lağım içinde sürüklendikten sonra bulunabilen, “belki kurtarırız” ümidiyle kucağına alıp hastahaneye koşuşturmasından bile ders alınmamış. O babanın lağımın içinden çıkmış yavrusunu öpüp, bağrına basmasından ders almayan idarecilere insaf diyoruz…

Dilara’nın ölümü ile gündeme gelen rögar faciaları neredeyse her gün bir yavrumuzu içine alıyor. Dilara’nın vefatından sonra Ağrı’dan, Adana’dan, Darıca’dan, İstanbul’dan bu ihmal neticesi ölen yavruların haberleri geliyor. Yaşanan bu ihmallerin böyle sorumsuz yetkililer olduğu müddetçe ‘son’ olmayacağı görülüyor.

İşin başka acı bir boyutu da, bazı acıma duygusu olmayan, duygusuz kişilerin bu rögarların kapaklarını -Dilara öldükten sonra bile- geceleri çalarak satması… İnsafsızlar, sizin veya yakınınızın çocuğu yok mu? Hiç vicdanınız sızlamıyor mu, çaldığınız rögar kapağı ile açık kalan foseptik çukuruna ertesi gün başka çocuğun düşme tehlikesi yok mu?

Acılı baba Muhterem Dumrul’un olaydan hemen sonra şunları söylemesinden kimse ders çıkarmadı mı? “Kimseye küs değiliz. Bizim kızımız o rögarın içinde can vermeseydi, başkaları can verebilirdi. Tek isteğimiz gerçek suçlunun bulunması. Kimse hırsını, suçu iki işçinin üzerine atarak almaya kalkmasın. Bize gösterilen ilgi verilecek cezayı örtmesin. Ne yapıp ne edip gerçek suçlu bulunsun… Suçluya öyle bir ceza verilsin ki Türkiye’de bu ceza başka facialar yaşanmaması için bir emsal olsun…”

* * *

Bu acı olaydan sonra, kuzucuğunu, bir tanesini yüreğine basıp, onu öpüp koklayan o babanın fotoğrafı bile tedbir alınmasını sağlayamamış. Vefat haberleri birbirini izliyor. Hiç kimsenin yavrularımıza, kuzucuklarımıza bu tedirginliği yaşatmaya hakkı yok. Elbette bunun hesabı sorulmalıdır hem de kim olursa olsun… Gereken ceza o acılı yürekleri rahatlatmaz belki ama kamu vicdanı biraz olsun rahatlar. Yoksa o üzeri kartonla örtülmüş rögarın utancını kimse örtemez. Yapılan bu insanlık ayıbı unutulmaz.

O anneler, babalar çocuklarını yolda kaybetmek üzere yetiştirmiyor. Tedbirler çocuklar öldükten, anneler babaların içi yandıktan sonra değil, zamanında alınmalıdır. Sonradan dizimizi dövmek hiçbir işe yaramıyor çünkü…

Artık, yaşları 2.5 ile 5 olan hayatının baharında Dilaralar, Tuğçeler, Cemiller, Tayfunlar, Ahmetler, Fatmalar, Ayşeler ihmaller yüzünden ölmesin… Tedbir olmayan yöneticilere “önemle” duyurulur.

“Cennet kuşu” olan yavrulara Cenâb-ı Hak’tan rahmet, yakınlarına da sabırlar diliyoruz.

* * *

Tükürük

Bu arada geçtiğimiz Perşembe günü Dilara’nın rögar deliğine düşüp hayatını kaybetmesiyle ilgili araştırma önergesinin TBMM Genel Kurulu’nda ele alınması sırasında milletvekilleri arasında yaşananlar sorunun çözümü konusunda fikir üretmenin ötesinde siyasî tartışmalara kurban gitmesi de işin üzücü başka bir boyutu… CHP’li ve AKP’li milletvekillerinin karşılıklı “terbiyesiz” sözleri ve “tükürüklü” tartışmaları pis sularda çocuklarını kaybeden aileleri ve bu konuda endişe duyan herkesi daha da üzdü.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Çanakkale ruhu



Bugün destanlaşan Çanakkale ruhunun 92. yılı. 1915 Mart’ı, martıların Çanakkale Boğazında denizin barut kokusundan kaçtıkları, denizin bile ağladığı mahzun günlerdi.

Bediüzzaman’ın tabiriyle, “Dehrin hâdisâtının verdiği yeis ile şiddetli muzdarip olunduğu” dönemdi.

“Yedi düvel” tepemizdeydi. Daha ileri gitmiş, ensemize yapışmıştı. Şiddetlenen işgal zulmü, Çanakkale’yi teslim almanın hıncıyla dolmuştu.

Tam bu kesafette, iman tekniğe meydan okumuştu. İmanlı göğüsler, hatt-ı müdafaada siper olmuştu. Düşman çizmesi kirletemedi o mukaddes ruhun vatan toprağını. Geldiği gibi gitti. Tekfurlar, Ali Çavuş’u, inancını, haşmetini ve birliğini aşamadı.

Hayat durmuş, siperler çökmüş, insanlar bedenlerinden bezmişken; iman cevheri, zafer meş’âlesi şehitlerin aziz ruhunda âbideleşti, muvaffak oldu ve Çanakkale geçilemedi. Mütecaviz kuvvetler püskürtüldü.

Merhum Akif’in “Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor / Bir hilâl uğruna Ya Rab, ne güneşler batıyor” dizeleri, bizi saran vecdin, şahlanışın ve manevî atmosferin vakur iz’ânını haykırıyor.

Evet, her şey bir hilâl uğruna. Hilâl, Müslüman olmadır. İslâm dünyasının sembol karakterini terennüm eder. “Batan güneşler” şehitlik şerbetini tadarken, gündoğumunun, doğuşun, yeniden dirilişin, müstakiliyetin, izzet ve şerefin doğduğu rahmet tecellileriydi. O fedakâr ruh, o asil ecdat, o sinmeyen güç ve vicdanın sesine koşan pak simalar, bize bugünleri bahşeden Rabbimize birer elçi oldular, vesile oldular.

Çanakkale ruhu; bir hamasete kurban gitmemeli. Ulusalcı nöronlara da âlet edilmemeli. Resmî tarihin gölgelediği bir siyasî portreye de dönüşmemeli.

Çanakkale; bir tarih şuurudur. Varlık olmanın asaleti ve yüksek idealin dirisidir. Bunlar; din, vatan, millet ve ortak idrak idealiydi. Çanakkale ruhu, bugün muhtaç olduğumuz yekvücut dirlik ve birliktir. Çanakkale; Türktür, Kürttür, Araptır, Lazdır, Çerkezdir, Gürcüdür, Acemdir… Çanakkale, Türkiye’dir. Anadolu’dur. Hayatın ölümle mükâfatlandığı mukaddestir. Çanakkale; ortak ruhumuzdur, Osmanlı mirasıdır, bütünlüğümüzün simgesi bir yakarıştır.

Sosyal, siyasî, fikrî ve dinî yönleriyle toplum katmanlarının harmanlandığı birlik havuzudur.

Çanakkale ruhunda, Anadolu’nun bütünlüğü ve birleştirici kimyası var. Tarihten gelen din ve milliyet karması bir yüceliğin, İslâm’a ve mukaddes değerlere sahip çıkma azmi, vatan topraklarını menfur emellerden koruma samimiyeti var.

Çanakkale’de imanın zaferi, İslâm’ın izzeti ve Müslüman milletin topyekûn muvaffakiyet duasının tecellisi var. Çanakkale Destanı, bugünkü sosyal kaoslara ve aşamadığımız problemlere ruh verecek bir çerçevedir. Beraberliği ırkî, mahallî ve idarî mekanizmaların üstünde, ortak paydanın vatan sathında tomurcuklaştığı ortak hedefe yönlendirme ile mümkün olabilir.

Bu vatanın her karış toprağında, her vatan evlâdının kanı var, teri var, geçmişi var, izi var ve bugünden yarına söyleyecek sözü var. Bu demokratik paydada ve hukukî eşitlik prensibinde hayata geçirdiğimiz takdirde, nice Çanakkale abidelerini teknolojinin ve medeniyetin geçilmez dediği kalelerine dikeriz. Bunu muhabbetle, şefkatle, ön yargısız ve birbirini anlamaya dayalı fikrî zenginliklerimizi birbirinin yüce hislerine emanet ederek ve katarak temin edebiliriz. Ali Çavuş, bir yürek ve azimdir. Bir vatan umududur. O umut ve sevda bugün de yarın da vardır.

Bize düşen, bu enerji kanallarımızı birbirine açmak, o ruhu bugün de kaim kılmak ve ders alıp ibret levhası olarak önümüze koymaktır. Bu vesileyle aziz hatıraları mukaddes mânâda gizli bütün şehitlerimizi rahmetle yad ediyoruz.

Allah rahmet etsin.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Çanakkale geçilmedi, geçilmeyecek



Çanakkale Zaferi’nin 92. yıldönümü kutlanıyor. Yapılan ‘resmî’ açıklamalar bir yana, bu zaferin ‘mânâ ve ehemmiyeti’ni gerçekten bilip, gençlere anlatabiliyor muyuz?

Çanakkale Zaferi esnasında kaç Mehmetçiğin şehit olduğu da çok önemli değil. Önemli olan, maddî anlamda ‘az ve zayıf’ olanın, ‘çok ve güçlü’ olana galip gelmiş olmasıdır. Dost, düşman bütün tarihçilerin ittifak ettiği nokta şudur: Az, aç ve zayıf olan Mehmetçik, çok, tok ve güçlü olan ‘düşman’a galip gelmiştir.

Bu vak’a inkâr edilemediğine göre, bunun sebebi merak ediliyor. Öyle ya, nasıl olmuş da ‘az,’ ‘çok’a galip gelmiş? Çanakkale Zaferi’nin öncesinde ve sonrasında yaşanan başka pek çok savaşta da bu hakikat tecelli ettiği için, milletimiz bu başarıları ‘inanç ve iman gücü’yle izah etmiş ve öyle inanmıştır. Nedense bu inanç, zaman zaman da olsa Türkiye’yi ‘idare eden’lerin hoşuna gitmemiş, “Allah’ın yardımıyla kazandık” şeklindeki kabul, birilerini rahatsız etmiş ve etmeye de devam ediyor.

Milletin bu kabulüne itiraz edenler, Çanakkale Savaşı esnasında yaşanan hadiseleri ‘iman ve inanç gözlüğüyle’ değerlendirenlere itiraz ederler. Öyle ki, savaşın yaşandığı bölgelerde yapılan gezilerde anlatılanları ‘hurafe’ kabul edip, ellerinden gelse yasaklama yoluna gidecekler. Milletin değerleriyle yapılan ‘kavga’ öyle bir noktaya gelmiş ki, “Çanakkale Açık Hava Müzesi”ni çok kişinin ziyaret etmesinden dahi rahatsız olunuyor.

Bu tartışma da yine ‘yakın tarih’in tam ve doğru öğretilmediğini hatırlatıyor. Çanakkale’de yaşananların ‘iman gücü ve gözü’yle açıklanmasına itiraz edenler, hadiseleri tam ve doğru olarak genç nesillere anlatıyor mu? Tabiî ki hayır! Hem anlatmazlar, hem de anlatılanlardan rahatsız olurlar!

Gözlerden saklanmak istenen hadiselerden biri de şudur: Çanakkale’de bir kişi, ya da bin kişi değil; bütün bir millet savaştı ve kazandı. Dolayısı ile, yaşanan hadiseleri ‘iman gözü’ ile anlatanlara, “Hurafeleri bırakın” diyenler, bütün bir milletin, bir ordunun topyekûn başarısını bir kişiye/bin kişiye atfetmekten de kurtulmalıdır.

Çanakkale Savaşı’nda ‘kim kimdir?’ şeklindeki bir tartışma belki gereksiz, ama gerçeklerin de bilinmesi lâzım. Bu konuda ‘resmî belge’ler orta yerdedir, ancak bunları gençlerimizin/ihtiyarlarımızın bildiğini söylemek kolay değil. Çünkü bildirilmiyor, öğretilmiyor. Bugün hangi okulumuzda (çok az istisnalar varsa, onları hariç tutalım) Çanakkale Savaşı’ndaki ‘komutanlar’ anlatılıyor? TV’lerdeki bilgi yarışmalarında “Çanakkale Savaşı’nda en üst rütbeli komutan kimdir?” diye sorulsa, ‘alternatif tarih kitapları’ okumamış, her hangi bir yarışmacı doğru cevap verebilir mi?

Tartışmalara katkı olması bakımından T.C. Kültür Bakanlığı’nın 1992 yılında yayınladığı (Baskı: Cenk Ofset, İstanbul 1992) “Cephelerden Kurtuluş Savaşına, İmparatorluktan Cumhuriyete” adlı büyük ‘albüm’ (toplam 654 sayfa) incelenmelidir. Üstelik bu eser, ‘alternatif tarih kitabı’ da değil, öz be öz ‘resmî belge’dir, Bakanlığın yayınladığı bir çalışmadır.

Çanakkale Deniz Savaşları Zaferi’ni kutlarken, bunları da düşünelim ve bütün şehitlerimizi rahmetle analım... Allah rahmet eylesin. Amin.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Fotoğraf yorumu



21 Şubat sayımızda çıkan Yeni Asya fotoğrafıyla ilgili olarak Nokta dergisinde Alper Görmüş’ün yaptığı eleştiri ve bunun üzerine geçen hafta bu köşede yayınladığımız yazı, Karakalem.net sitesinde Murat Türker imzalı bir yoruma konu oldu. Bir kısmını aktarıyoruz:

“Alper Görmüş’ün genel itibariyle özgürlükçü ve insan hakları ile medya etiğine önem veren bir duruşu var. Yeni Asya’nın sivil duruşu ile ilgili değerlendirmeleri de genel tavrı ile örtüşüyor.

“(...) Sayın Görmüş, demokratlık ve farklılıklara tahammül noktasında birçoklarını cebinden çıkartacak kadar da sağlam bir duruşa sahip kanaatimce. Mezkûr fotoğrafla ilgili yorumu, kaleminden okuduğum diğer değerlendirmelere bakıldığında bir istisna teşkil ediyor.

“Ben fotoğrafın yorumu ile bu yoruma mukabil kaleme alınan makaleden şu sonuçları çıkardım: Bu tür hâdiseler Türkiye şartlarında âdiyattandır. Başörtüsü meselesi, haremlik-selâmlık mevzuu, Müslümanların kıyafet tercihleri medyamız için oldukça mümbit bir saha oluşturuyor. Dâima yedekte hazır bekletilen ve çekilen her haber sıkıntısında el çabukluğu ile devreye sokulan bu ‘mesele’ler, temcid pilavı metaforundaki tekerrür boyutlarını çoktan aştığı için artık fazlasıyla can sıkıcı olmaya başladı. (...)

“Başörtüsü yasağı, kılık kıyafet tercihi ile ilgili bir dayatmanın ifadesidir. Tam da bu nedenle yazılı basından birçok demokrat ve liberal kalem, mahut yasağa karşı çıkmaktadır. Peki, dayatma yörüngeli bir tasarruf olduğu için başörtüsü yasağına karşı çıkanların, insanlara başka bazı noktalarda yaşam tarzı tercihi dayatmalarını neye yormalıyız?

“Başörtüsü ve benzeri yasaklara karşı çıkarken, haremlik-selâmlık diye nitelendirilebilecek bir ‘tercih’i yadırgamak, Alper Görmüş’e has bir ikilem olmasa gerek! (...)

“Kâzım Beyin meseleye yaklaşımı, daha önce karşılaştığımız bazı benzerlerinden ayrılıyor. Meselâ Kâzım Bey, fotoğrafı muhatabın isteyeceği tarzda açıklama gayretkeşliğine girmemiş. Duruşlarını eğip bükmemiş. Dünya görüşlerinin haremlik-selâmlığa uygun hareket etmeyi gerektirdiğini yüksünmeden söylemiş. Kabul görme merakıyla hareket etmemiş. ‘Bizi herkes sevsin’ dememiş. (...) Birkaç tane de bayanlı fotoğraf çektirmek suretiyle de, ‘imaj düzeltme’ operasyonlarına tevessül etmemiş.

“Ne diyelim, kutluyoruz.”

***

15 Mart’ta çıkan “Püf noktası” başlıklı yazımızın sonunda, Başbakanın Yeni Asya’ya yaklaşımına yaptığımız dokundurmadan farklı anlamlar çıkaranlar, hattâ oradaki ifadelerimizi Yeni Asya’nın dış gezilere davet edilmeyişine sitemde bulunduğumuz şeklinde anlayanlar olmuş.

Bizim öyle basit hesaplarla bir işimiz olamaz.

Sadece, 28 Şubat’ın en sıcak günlerinde dahi MGK’ya sunulan irtica raporlarında isminin yer almadığını bizzat dönemin Cumhurbaşkanı Demirel’den dinlediğimiz Yeni Asya’ya Genelkurmay’ın uyguladığı akreditasyonu eleştirirken, Başbakanın farklı gerekçelerle gazetemizi yok sayan tavrına da parantez açmış olduk.

Oysa dışlasalar da, görmezlikten gelseler de, Yeni Asya’nın yapıcı görüş ve eleştirilerine bu iki kurumun da, ülkenin de büyük ihtiyacı var.

18.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004