Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İslam YAŞAR

Mevlânâ ve Bediüzzaman



“Hazırlanın gideceğiz...”

Bediüzzaman bunu söylediğinde, vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Sabaha da daha bir hayli zaman vardı.

Başında bekleyen talebeleri sesi duyunca ilk anda bir mânâ veremediler ve şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Üstad ağır hasta olduğu için vücudunu saran hararetin tesiriyle gayri ihtiyarî öyle şeyler söylediğini düşünerek herhangi bir hazırlığa girişmediler.

Fakat Bediüzzaman biraz sonra takatsiz bir sesle aynı sözü tekrarlayınca, hâlinden ve tavrından onun uzun bir seyahate çıkmak istediğini anlayarak telâşlandılar.

Çünkü Üstad zaten uzun yolculukları kaldıramayacak kadar ihtiyar ve hastaydı. Ramazan boyunca, sahurda ve iftarda sadece birkaç yudum su içerek oruç tuttuğundan vücudu iyice takatsiz kalmıştı.

Bunun yanı sıra, son zamanlarda ülkede yaşanan siyasî istikrarsızlıklar ve içtimaî karışıklıklar yüzünden Bediüzzaman’ın, Isparta vilayetinin hudutları dışına çıkması yasaklanmış, evinin bulunduğu sokakta polisler devamlı nöbet tutmaya başlamışlardı.

Bu şartlarda onun uzun bir seyahate çıkmasının pek doğru olmayacağını düşünen talebeleri, arabanın bakıma ihtiyacının olduğunu söyleyerek daha sonra gitmeyi ima ettilerse de, gerekirse cüppesini satıp yeni bir araba kiralamalarını isteyince, gitmekte kararlı olduğunu anladılar ve hemen harekete geçtiler.

Bazı talebeleri arabanın bakımını yapıp eksik parçaları temin ederken, bazıları da Üstadın ihtiyaç hissettiğinde yatabilmesi için arka koltuğun önündeki boşluğu doldurarak yatak hâline getirdiler.

Çok acele etmelerine rağmen, bu hazırlıkları kuşluğa kadar ancak bitirebildiler. Daha sonra Üstadın koluna girerek aşağıya indirdiler ve itina ile arabanın arka koltuğuna yerleştirdiler.

Seherde başlayan yağmur iyice hızlanarak fırtına hâlini aldığı için, gece boyu nöbet tutan polisler böyle bir havada kimsenin yola çıkamayacağını düşünerek kuytu yerlere sığındıklarından, herhangi bir müdahaleye maruz kalmadan yola çıktılar.

Her sabah namazı kılıp tesbihatı yaptıktan sonra duha vaktine kadar zikir çekip evrad okumayı ihtiyat edinen Bediüzzaman, arabaya binince yorganına iyice büründü ve bir yandan cevşenini okurken diğer yandan son defa görüyormuş gibi hazin bir nazarla çevreyi temâşâ etti.

Şoförü, yolun düz yerlerinden giderek arabanın sarsılmamasına mani olmaya çalışırken diğer talebeleri bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda bir kazaya, belâya uğramadan mahall-i maksuda ulaşmak için sessiz, sessiz bildikleri duâları okudular.

Şehirden çıkan araba Konya yoluna dönünce endişelendiler. Zîra, yağmur hafifleyince arabanın evin önünde olmadığını gören polislerin, telsizle her tarafa Said Nursî’nin Isparta’dan ayrıldığını bildireceklerini ve emniyet kuvvetlerinin teyakkuza geçeceğini düşünüyorlardı.

Konya yolu, Eğirdir polis karakolunun önünden geçtiği için bu ihtimali nazara alarak bir yerde durup arabanın plakasını kapattılar, camların buğulanmasını sağladılar ama şiddetlenerek devam eden fırtına yüzünden polisler karakolun içine çekildiklerinden orayı da kolayca geçtiler.

Şarkikaraağaç yakınlarına geldiklerinde havanın dinmesini fırsat bilerek yol kenarında durdular. Düz bir taşın üzerinde öğle namazlarını kılarak biraz dinlendiler ve tekrar yola koyuldular.

Yol diğer yerlerden daha düzgün olduğu, hava şartları da normalleştiği için biraz rahatladılar. Tesbihatını bitirip evradını tamamlayan Üstad talebelerine nereye geldiklerini sordu.

Onlar Konya’ya yaklaştıklarını söyleyince sevindi. Bu sefer “Müridleri olan Mevlevîlerin her yerde Risâle-i Nur’la alâkadar olmaları cihetiyle” behemehal Mevlânâ Celâleddin’i ve Kardeşi Abdülmecid’i ziyaret edeceğini hatırlatarak ona göre hareket etmelerini istedi.

Bu, Bediüzzaman’ın, ‘Anadolu’nun medrese-i ilmiyesi’ dediği Konya’ya ikinci gelişi idi. İlk defa bir yıl kadar önce gelmiş ve birkaç gün kalıp Mevlânâ Türbesini ziyaret etmek hem de kırk yıldır görmediği kardeşiyle ve çocuklarıyla görüşmek istemişti.

Fakat Konya Valisi buna izin vermemiş ve şehirden çıkarılmasını emretmişti. Polisler arabasını durdurup emri tebliğ ettiklerinde talebeleri bu muamelenin sebebini sormuşlardı.

Makul bir sebep gösteremeyen polisler, geri dönmedikleri takdirde arabaya ağır bir para cezası keseceklerini söylemişler, onlar da cezayı ödemek pahasına geri dönmemişler ve şehre girmişlerdi.

Said Nursî’nin Konya’ya geldiğini ve Mevlânâ’yı ziyaret edeceğini duyan ahali onu görmek için meydanı doldurmuş, atlı polisler de kalabalığı dağıtmak için atlarını halkın üzerine doğru sürerek insanlara eziyet etmeye başlamışlardı.

Polislerin haşin hareketlerini görünce kendisi yüzünden insanların öyle ağır eziyetlere maruz kalmalarına gönlü razı olmamış ve ziyaretlerini tehir ederek namazını kılıp Emirdağ’a dönmüştü.

Buna rağmen bütün gazeteler hadiseyi, Bediüzzaman binlerce insanla görüşmüş gibi haber yapmışlar, ana muhalefet partisi bu seyahati bahane ederek hükümete taarruz etmiş, Konya Valisi de Nurcuların kökünü kazıyacağına dair açıklamalar yaparak tehditler savurmuştu.

O sırada yanında bulunan talebeleri, o zaman da hadiseleri bütün safahatıyla yaşadıkları için Üstad, Mevlânâ’yı ve kardeşi Abdülmecid’i ziyaret edeceğini söyleyince telâşlandılar.

Çünkü Valinin, Bediüzzaman’ın Isparta’dan ayrıldığını duyup tedbir aldırmış olabileceğini düşünüyorlar ve emniyet kuvvetleri arabayı durdurup geri gitmeye zorladığı takdirde hiddete gelecek olan Üstadın hastalığının ağırlaşmasından endişe ediyorlardı.

Fakat bütün bunların henüz birer ihtimalden ibaret olduğunu bildiklerinden öyle bir hadisenin vuku bulmaması için Kur’ân’dan âyetler, Cevşen’den duâlar okuyarak Allah’a yalvardılar.

Araba Meram Bağları mevkiine geldiğinde yağmur tekrar başladı. Şehre yaklaştıkça yağmurla birlikte rüzgâr da hızlandı, bulutlar alçaldı, hava karardı ve âdeta göz gözü görmez oldu.

Havanın birden bire bozulması üzerine herkes gibi polisler de can derdine düşerek bir yerlere sığındıkları için yollarda kimse kalmadığından onlar da hiçbir engelle karşılaşmadan şehre girdiler.

Konyalı Nur Talebeleri Said Nursî’nin geldiğini duyunca çok sevindiler ve hemen birbirlerine haber vererek karşılayıp ağırlamak istedilerse de onun şehirde kalmayacağını, ziyaretlerini yapıp hemen gideceğini öğrenince sevinçle üzüntüyü birlikte yaşadılar.

Bediüzzaman hiç vakit kaybetmeden doğruca Mevlânâ Meydanı’na gitti. Müze kapalı olduğundan içeriye giremeyince namazını eda etmek için Sultan Selim Camii’ne girdi.

Bu arada bazı Nur Talebeleri müze müdürünün evine giderek meseleyi anlattılar ve türbeyi açtırarak Bediüzzaman’ın Mevlânâ’yı ziyaret etmesini sağlamasını rica ettiler.

Müze müdürü, istenen hareketin kendisi için çok riskli olduğunu bildiği hâlde, Said Nursî’ye duyduğu saygı ve hürmetten dolayı her şeyi göze alarak gelip kapıları açtı.

Mütereddit hareketlerinden, böyle bir hadise beklemedikleri anlaşılan ve meseleye, ancak insanlar Mevlânâ Meydanı’na akın etmeye başlayınca muttali olan polisler önceleri pek müdahale etmek istemediler.

Yağmur gittikçe şiddetlendiği, hava da kararmaya başladığı için onlar, insanların kendiliklerinden dağılmalarını beklerken, kalabalığın gittikçe arttığını görünce tedbir alma ihtiyacı hissettiler.

Maksatları çoğu zaman yaptıkları gibi yine atlarla aralarına dalarak kalabalığı dağıtmaktı ama o sırada Bediüzzaman’ın camiden çıktığını gören insanlar oraya doğru yönelince caminin önüne dizildiler ve o tarafa geçmelerine fırsat vermediler.

Bu sayede açılan yoldan müzeye doğru giden Bediüzzaman yolu ortalayınca durdu, kalabalığa doğru döndü, mahzun bakışlarla bir süre onları süzdü, sağ elini hafifçe kaldırıp hâlleşme işareti yaparak gülümsedi.

Türbenin bahçe kapısına kadar yine talebelerinin yardımıyla gitti. Kapıdan girdikten sonra durdu, kollarını talebelerinin ellerinden kurtarıp olduğu yerde doğruldu, türbeye şöyle bir baktı ve yürüdü.

O anda değişik bir hâlet-i ruhiye içine giriverdi. Vücudu dinç, adımları sakindi. Her adımda bir başka yıldıza basarak yükseliyormuş gibi giderek iki kanadı da ardına kadar açık olan kapıyı geçip eşiğin önünde durdu.

İçeride ışıklar yandığından türbenin, her biri birer san’at harikası olan eşyaları görünüyor, ince tezyinatı parlıyor, mükemmel tefrişatı insanın nezih hasselerini celbediyordu.

Fakat o bu zahiri cazibeye pek itibar etmedi. İçeriye şöyle bir göz gezdirdikten sonra başını hafifçe eğdi, ellerini yüzünün hizasına kadar kaldırdı ve duâ etmeye başladı.

Bediüzzaman’ın bu seyahate Mevlânâ’yı ziyaret etmek için çıktığını zanneden talebelerinden biri; onun, türbenin içine girip sandukanın başına kadar giderek uzun uzun duâ etmesini, tezyinata, tefrişata bakmasını, âyet, hadis ve beyitlerden müteşekkil hatları okumasını beklerken kapının eşiğinde durmasına bir mânâ veremedi.

Gün boyu yaptıkları yolculuk sırasında çektikleri korkuyu, yaşadıkları eziyeti, hissettikleri sıkıntıyı hatırlayınca, onca zahmetin neticesinin bu kadar kısa bir ziyaret olmaması gerektiğini düşündü.

Aslında, zihnini böyle şeylerle meşgul etmemesi gerektiğinin farkındaydı ama merak etmişti bir kere. Bu muammayı çözmediği takdirde zihninin hep onunla meşgul olacağını ve dikkatinin dağılacağını bildiği için o anda yaşanan sessiz bekleyişten istifade etmek istedi.

“Üstad neden türbenin içine girmiyor ağabey?” diye fısıldadı.

Muhatabı soruyu duyduğu hâlde tavrını değiştirmedi. Muhteşem bir hoşamedi faslı seyrediyormuş gibi kendinden geçmişçesine bir süre daha hayranlıkla Üstadına baktıktan sonra nazarını oradan ayırmadan hafifçe ona doğru eğildi.

“Öyle olması gerekiyor” dedi.

“Neden?”

“Orası, bir bakıma Mevlânâ hanedânının hânesidir. Mevlânâ Celâleddin, kendisini ziyarete gelen Bediüzzaman Said Nursî gibi büyük bir zatı, kırmızı postunun üzerinde bağdaş kurmuş vaziyette karşılayacak değil ya. Elbette, başta babası Bahaiddin olmak üzere bütün hâne halkı ile birlikte kapıda karşılamış, Üstad da onlara ayniyle mukabele etmiş olmalı. Ama biz onu zahiren orada duruyor gibi görüyoruz.”

“Peki şimdi orada neler oluyor?”

“Şu anda orada zaman durmuşa benziyor ve Mevlânâ ile Bediüzzaman arasında mânevî hâllerin yaşandığı anlaşılıyor.”

Talebesi bunları tahminen söylemişti ama gerçekten de o an, zamanın durduğu andı. Bediüzzaman da türbenin değil Berzahın eşiğinde duruyordu ve biri dünyada, diğeri berzahta birbirine müteveccih iki nuranî sima arasında zamanı aşan hârikulâde hâller yaşanıyordu.

Bu ziyaret, bir süre sonra berzah âleminde yapılacak mânevî bir hoşamedi merasiminin mukaddimesine benziyordu. Zira Bediüzzaman, rüyasında kendisini Urfa’ya çağıran İbrahim Aleyhisselâmın dâvetine icabet etmeye gidiyordu.

Nitekim üç gün sonra Urfa’da ahirete irtihal ederek Makam-ı İbrahim’e (as) defnedilecek ve aralarında Mevlânâ’nın da bulunduğu ‘Selef-i Salihinden, âsarın mebuslarından’ müteşekkil bir heyet tarafından karşılanacaktı.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Tarihe not düşülen bir son dakika vasiyeti!



Yıl: 1960

Ay: Mart.

Yer: “Taşıyla toprağıyla mübarek Isparta”

Mekân: Ahşap bir ev!

Hatip: Asrın manevî tabibi Hz. Bediüzzaman Said Nursî.

Muhataplar: Nurun fedakâr hadimi olan bir avuç insan: Zübeyir, Tahirî, Sungur, Bayram, Ali İhsan, Ceylan, Nuri, Mustafa, Said, Şaban, Mustafalar… vs.

Söz: “Kardeşlerim! Siz hiç merak etmeyiniz! Müsterih olunuz! Risâle-i Nur, küfrün belini kırmıştır! O, bir daha belini doğrultamaz. Siz daima ve her zaman müspet hareket ediniz. Menfî hareket etmeyiniz! Vazife-yi İlâhiyeye karışmayın. Mümkünse her yerde medrese-i nuriyeler açın. Daha da önemlisi, her bir Nur Talebesi evini mutlaka dershane-i Nuriye’ye çevirsin!”

Veda ve vasiyet!

Evet hem veda! Hem vasiyet!

Koca Sultan, ahde vefa duygusunu yerine getiriyor.

On sekiz senesini geçirdiği, “Taşıyla, toprağıyla mübarektir. Ben, sizin yüzünüzden Isparta’yı ve havâlisini taşıyla, toprağıyla seviyorum. Hattâ diyorum ve resmen de diyeceğim: Isparta hükümeti bana ceza verse, başka bir vilâyet beni beraet ettirse, yine burayı tercih ederim. Evet, ben üç cihetle Ispartalı’yım. Gerçi tarihçe ispat edemiyorum; fakat kanaatım var ki, İsparit nahiyesinde dünyaya gelen Said’in aslı buradan gitmiş. Hem Isparta vilâyeti öyle hakikî kardeşleri bana vermiş ki; değil Abdülmecid ve Abdurrahman, belki Said’i onların herbirisine maalmemnuniye feda eylerim” dediği, Nurun bahtiyar ve kahraman hadimlerinin ocağı ve merkezi olan mübarek Isparta’ya ve kahramanlara veda ediyordu.

Emanet-i kübrâyı asıl alarak, kendisine sünuhat-ı kalbiye tarzında “vehbî” olarak verilen ilimle telif mazhariyetine ulaştığı Risale-i Nur eserlerinin büyük bir kısmını telif ettiği mübarek belde Isparta’dan ebediyet âlemine giden yolculuğun başladığını hissederek son nasihat ve tembihlerini yapıyordu.

“Vefanın” sonsuzluğa uzanan kıvrımları, “vedanın” dayanılmaz ıztırabına karışıyordu.

Bir asra yaklaşan çilenin tomurcuk olduğunu, meyveye döndüğünü görmüştü koca sultan!

Erek Dağlarında hayal edilen...

Gelincik, Çam Dağları, Barla Denizi kıyıları ve Cennet Bahçelerinde temelleri atılan...

Eskişehir ve Kastamonu’da sarsılmaz ve İlâhî patentli muhkem planları yapılan...

Denizli ve Afyon’da hukukun üstünlüğüyle neticelenen bir mukaddes dâvânın...

Emirdağ, Isparta, İstanbul, Şanlıurfa başta olmak üzere ülkenin her yerinde sağlam temellere oturtulan bu Kur’ân dâvâsının, bu ülkeye kazandırdığı bunca artı değere sırt dönüp, kulaklarını tıkayanlar artık bu kin ve inattan vazgeçmeli değiller mi?

Şimdi Anadolu’da ve dünyanın her köşesinde yankılanan bu ses ve âlemi kucaklayan Risâle-i Nur hakikatine bu devletin adamları, bu milletin fertleri hiçbir şey olmasa bile kendi menfaatleri için kulak vermek ve gereğini yapmak zorunda değiller mi acaba?

Bu devleti idare edenlere, millete faydalı olmaya çalışan her sorumluya düşen görev; asayişin, emniyetin, güvenliğin manevî teminatı olmak noktasında bunca yıldan beri ferdî, ailevî, cemaatî yaşayışları olarak topluma örnek olmuş, masumiyetini, fedakârlığını ve dürüstlüğünü ispat etmiş olan Nur hizmetkârlarına bir başka gözle bakıp, meziyetlerinden, vatana, millete, insanlığa faydalı olacak örnek hareket ve güzel fikirlerinden istifade etmektir. Bunun zamanının geldiğini idrak edecek basiretli ilim erbâbını, idrakli idarecileri, hakperest siyasileri beklemek bu milletin hakkı olsa gerek.

Nurun hadimleri ve hizmet erleri fedakâr Nur Talebelerine düşen görev ise, bundan böyle, çok daha dikkatli, gayretli, himmetli, hamiyetli, ihlâslı, aşk ve şevkli olarak hizmetlerine devam etmek ve müsbet hareket ederek toplumun dengelerini muhafaza yolunda gayret sarf etmek olmalıdır.

Okudukları hakikatleri; kendi vücut memleketlerinde, akıl saraylarında, ruh hazinelerinde, gönül tahtlarında yoğurup, hazmedip hayatlarına tatbik edip, bu güzelliklerin topluma da mâl edilmesi hususunda üstün bir feragat ve fedakârlık hali göstermek zorundadırlar.

Vasiyet, uyulmak için söylenir. Bir vebâl gerektirir. Hele de vasiyeti söyleyen ağırlıklı birisiyse o zaman önemi daha da artar. Vebalin mânâsını bilenlere yakışan, o vasiyete uymaktır. Uyanlara selâm olsun.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Bediüzzaman’dan neler öğrendim?



Allah’ı öğrendim, tüm isim ve sıfatlarıyla. “Allah’tan başka ilah” yoktur deyip geçmedim, O’nun birliğini her şeyde ve her yerde görmeyi öğrendim. “Allah her yerdedir”, “O şah damarımdan bile yakındır” deyip geçmedim; “nasıl”ını, “niçin”ini öğrendim.

Peygamberimi öğrendim. Onu sevmeyi, ama sırf sevmem gerektiği için değil, gerçekten de kâinat üzerinde en sevilesi varlık olduğunu bildiğim için sevmeyi öğrendim. Bir ilmihal ya da, fıkıh kitabı bilgisi olmaktan çıktı, ona karşı sevmem, bir insan neden sevilirse, tüm özellikleri üstünde fazlasıyla topladığı için, sevilmeye en çok o layık olduğu için sevmeyi öğrendim.

Kur’ân’ı öğrendim. Hayır, hatmetmedim, hıfzetmedim. Hayır, kelime kelime tefsini ezberlemedim. Ama onun neden bir mucize olduğunu, ona neden ihtiyacım olduğunu, hayatıma ne kattığını, ondan hangi dersleri alacağımı öğrendim.

Adaleti, hukuku öğrendim. Hukuk fakültesinde öğretilmediği kadar evrensel, insancıl ve hakperest bir şekilde öğrendim. Mensubiyetlerin, tarafgirliğin, menfaatlerin öncelendiği bir çağda, “Bir gemide dokuz cani, bir masum olsa, o masum hatrına geminin batırılamayacağını” öğrendim. “Kutsal devlet” sesleri arasında, “Toplumun menfaati için bir kişi bile feda edilemez” prensibini işitebilmeyi öğrendim.

Tevazunun, hal diliyle nasıl anlatıldığını, kimseye minnet etmemenin nasıl bir şey olduğunu, “ben”den vazgeçip “biz” olabilmeyi öğrendim. Doğru bildiklerini her hal ve şartta söyleyebilmenin, bu uğurda her türlü eza ve cefaya katlanabilmenin erdemini öğrendim.

Bilimi reddetmekle, kutsamak arasında başka bir tercihin daha olduğunu; her bilimin kendi diliyle bana Allah’ı anlattığını öğrendim.

“Barika-i hakikat”in “müsademe-i efkârdan” doğduğunu, -adalet ve hakkaniyetin yanı sıra bu nedenle de- düşünce özgürlüğünü herkes için savunmam gerektiğini öğrendim.

“Mezhepler ve meslekler ne kadar batıl olsalar da, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur” sözünden, farklı fikirlere karşı önyargılı olmamayı, empati kurabilmeyi; “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” diyebilmeyi, ama “Yalnız hak benim mesleğimdir” demeye hakkımın olmadığını öğrendim.

“Avrupa ikidir” sözünden, batıyı büsbütün kötülemenin de, yere göğe sığdıramamanın da gerçekçi olmadığını öğrendiğim gibi, insanları değerlendirirken genellemeler yapmanın da yanlış olduğunu öğrendim.

Hiçbir duygumdan kurtulmaya çalışmadan, onları doğru yönde kullanarak hayatıma devam edebilmeyi; sırf cehennem korkusuyla değil, her günahtaki cehennemi görerek dinimi yaşamayı; dinimi yaşarken dünyadan elimi eteğimi çekmem gerekmediğini, dünyayı kalben terk etmenin yeterli olduğunu öğrendim.

Daha buraya sığdıramayacağım pek çok şey daha öğrendim. Ama en önemlisi öğrenmekten zevk alabilmeyi ve daha öğreneceğim çok şey olduğunu öğrendim.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Komutanlarla yemek



Aynı akşam iki ayrı yerde, iki ayrı yemek vardı. Ancak iki yemekte de merak edilen nokta aynıydı.

Zaten şu günden itibaren Ankara’nın üzerinde kuş kanadını kıpırdatsa bu konu için yorumlanacak. Yani Çankaya meselesi için.

Bilkent’de Başbakan Erdoğan il başkanları ile birlikte yemekteydi.

Çankaya Köşkünde ise Cumhurbaşkanı Sezer ile komutanların yemeği vardı.

Zaten asıl heyecan uyandıran da bu yemekti.

Gündemde Cumhurbaşkanlığı seçimi var.

Sezer gibi 7 yıl içinde MGK toplantısı dışında komutanlarla yemekte bir araya geldiği vaki olmayan bir cumhurbaşkanı böylesine kritik bir ortamda akşam yemeği yerse, nasıl heyecan uyandırmasın?

Haberin önce CNN-TÜRK’de sonra Kanal-D’de son dakika haberi olarak duyurulmasından sonra gece boyunca herkes birbirini aradı.

Tabiî askere yakın olanlar daha çok arandı.

Haberin duyulmasından itibaren, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanlarının dışında Ankara Garnizonundan orgeneral rütbesinde yüksek subayların da bulunduğu 10 kişi iştirak etmişti.

Tabiî bu arada haberi koparmak için burnumuzdan solurken, ‘Orgeneral Baykal’ da davetli mi diye soranlarımız da yok değildi.

Son 10 gündür buluştuğu gazetecilere ısrarla Büyükanıt Paşa’nın Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olmaması için uyaracağı yönünde değerlendirmelerde bulunan CHP lideri böyle bir organizasyonda unutulmamıştır herhalde diye düşündük. Farklı bilgilere de ulaştık.

Meselâ yemek programının 10 hafta önceden komutanlara bildirildiği gibi.

Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları zaten Köşk’ün içinde oturuyorlar. Son zamanlarda Cumhurbaşkanı Sezer’le ailece veda ziyaretleri de gerçekleştiriliyormuş.

Sezer bavullarını toplamaya başladı anlaşılan.

Ha bir de ortalarda bir 8 Nisan lâfı dolaşıyor. Malûm 10 Nisan Salı günü MGK toplantısı yapılacak. MGK Nisan sonunda yapılacaktı, ancak cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin başlaması sebebiyle öne çekildi.

Kafayı Erdoğan’ın ikaz edileceği noktasına takmış olanlar şimdi 10 Nisan’ı “G günü” ilân ettiler.

Bildiğim 10 Nisan Polis Günü.

Cumhurbaşkanı ile komutanların bir araya gelmesini hemen ‘Cumhurbaşkanlığı seçimlerine ağırlık koyacaklar’ diye değerlendirmek doğru değil. Yemekten amaç neydi, neler konuşuldu bunlar bilinmediği sürece yapılacak yorumlar yanlış olur.

Ama birileri askerin Çankaya sürecine müdahale etmesi için ellerini ovuşturup bekliyorlar.

28 Şubat süreci 1997 yılında yaşandı, ancak 1995’ten itibaren bu tür söylentilerin ardı arkası kesilmiyordu.

Öyle ki Ecevit, “Ben Türkiye’de askerî müdahale ortamını görmüyorum. Ancak bu kadar çok darbe sözü ederseniz, hiç yoktan akla getirirsiniz” diye uyarma gereği duymuştu.

İzmir milletvekili Işılay Saygın koşa koşa Demirel’e gitmiş, Fethullah Hocanın kendisine darbe olacağını söylediğini aktarmıştı.

Demirel’e koşanlardan birisi de gazeteci İlnur Çevik’ti. Fethullah Hocanın bir grup gazeteciyi toplayıp, darbe olacağını söylediğini aktarmıştı.

O zaman “Karşı çıkarım, direnirim” demişti Demirel....

Şimdi o şartlar yok. Ne Türkiye’nin konjonktürü o zamanki konjonktür, ne de asker o zamanki asker. Çünkü görüldü ki, birileri askeri kullanıp iktidara geliyor.

28 Şubat sürecinde Çevik Bir ile Meral Akşener arasında ki o iğrenç mesaja aracılık eden İçişleri eski Müsteşarı Teoman Ünüsan’la konuştuk geçen gün.

28 Şubat’tan sonra askerlere “Hükümeti devirdiniz, ama işi hırsıza teslim ettiniz” dediğini söylemişti. Tabiî ne kadar doğru bilmiyorum.

İşte bizim demokrasimiz böylesine kırılgan. Biz bile, muhtevasını bilmediğimiz bir yemekten yola çıkıp nerelere geldik.

28 Şubat sürecinde bir psikolojik harp taktiği olarak korku salmışlardı. Askerlerden önce, şu gün darbe olacak bugün darbe olacak diye etrafa korku yayan ise maalesef ki Fethullah Hocaydı.

Demokrasinin direnci kırıldıktan sonra askerin her istediği kanun oldu. Birçok kesimler, darbe kaçınılmaz deyip rol kapmaya çalıştı.

Öyle ki Haziran’da darbe olacak diye yurt dışına tüyeni de, motor kiralayıp denize açılanını da görmedik değil.

Onun için bunları demokratik direnci kırmak için yazmadım.

AKP şimdi gerçek bir parti olduğunu ortaya koyup, zaaf görüntüsü vermemeli.

Eğer bunlardan korkup geri çekilirse, sonları vahim olur.

Gün ise Erdoğan ya da AKP değil, demokrasiye sahip çıkma günü.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Telif ve teskin edici



Bediüzzaman köprü şahsiyetlerden birisidir. Aynen Mehmet Âkif Ersoy gibi. Mehmet Âkif merhum Arnavutlarla Türkler arasındaki manevî köprülerden birisidir. Hâlâ Arnavutlarla Türkler arasında muvasala köprüsü olarak kabrinden de görevini ifa ve icra etmektedir. Bediüzzaman da öyledir. Bediüzzaman ile ilgili öne çıkan iki sıfat var. Bunlardan birisi telifçi, diğeri de teskinci olmasıdır.

Bediüzzaman Kürtlerin içinden çıkmasına rağmen İttihad-ı İslâmcı olması ve tek çare olarak onu görmesi itibarıyla Türklerle gayri Türkler arasında bir köprüdür. Türklerle, Kürtler arasında tabiî bir köprü olduğu gibi aynı zamanda Araplarla Türkler arasında da İttihad-ı İslâm bağı altında birliği ve buluşmayı savunur. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın projesi Kürtlere veya Türklere münhasır bir proje değildir. Risâleleri okuyanlar onun bizzarure daha kapsamlı bir projeden yana olduğunu görür. Bundan dolayı onu Kürtçülüğe hamletmek veya âlet etmek isteyenler hüsrana uğramaya mahkûmdurlar.

Ondan yeis ve umut kesenler ise ya onu inkâr ediyorlar ya da istismar ediyorlar. Bunlardan birisi de Mehdi Zana’dır. İslâm ittihat ve birliğini savunanların Bediüzzaman ve Selâhaddin Eyyûbî’yi istismar ettikleri görüşündedir. Zira ona göre Kürtçülüğü önleyen herşey istismar ve manipülasyondur. Dinin kendisi bile olsa... Bundan dolayı menfî milliyetçilikle İslâm ve iman bir arada barınamaz. Bu büyük bir bühtandır. Selahaddin Eyyûbî sadece bir sonuçtur. Zemini ehzar eden ve sonucu hazırlayan velinimeti Nureddin Zengi’dir. Selâhaddin Eyyûbi zannettikleri gibi Kürtçü olsaydı onu Musul Atabeyi ve Türkmen Başbuğu Nureddin Zengi hiç öne çıkarmazdı.

Nureddin Zengi ile Selâhaddin Eyyûbî arasındaki ilişki Hz. Musa ile Hz. Yuşa veya fetası arasındaki ilişki gibidir. Bunun dışında söz söyleyenlerin kalpleri hastadır. Bu itibarla, Bediüzzaman fizikî anlamda ve özelde Kürtlerle Türkler arasında olsa bile metafizikî anlamda evvelemirde bütün Müslümanlar ve ardından da bütün insanlık ailesi için bir köprüdür. Bu mânâda Bediüzzaman Şiî-Sünnî eksen arasında ve onun da ötesinde Kur’ân bayraktarlığında Müslümanlık ile İsevîlik arasında köprüdür ve köprü olmaya namzettir.

Ehl-i Sünnet dairesinde olmakla birlikte maneviyat anlamda o dairenin dışında kalan Ehl-i Beyt dairesinin serpintilerini barındıran Şiâ’nın duâlarına da açılmıştır ve iştirak etmiştir. Velhasıl çok yönlü bir köprüdür.

***

Bu köprü rolüyle mütenasip bir şekilde hem tamiratçı, hem de telifçidir. Türklerle Kürtlerin ve diğerlerinin kalplerini Kur’ân eczanesinden aldığı ilâçlarla tedaviye çalışır. Buna dair bir çarpıcı hatıratını bizzat kendisi nakleder: “O vilâyat-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nev’î merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim: ‘Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ‘Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, ‘Eyvah!’ dedim. ‘Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim. ‘İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hali ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhâl olarak, siz başka yerde dünyayı dîne tercih edip, siyasetçe dîne ehemmiyet vermeseniz de, herhalde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım (Tarihçe-i Hayat, s. 129).”

***

Bediüzzaman’ın içtimaî sıfatlarından birisi de teskin ediciliğidir (tranguiliter). Zira düstûru yıkıcılık değil, tamiratçılık ve yapıcılık, müsbet fikir ve harekettir. Bu itibarla, Bediüzzaman telif edici olduğu gibi aynı zamanda teskin edicidir. O takrir-i sükûnu kanla, barutla değil, manevî olarak teskin ediciliğiyle sağlar. Bu itibarla, kaynağını manevî ilimlerden alan veya başka bir ifadeyle manevî ilimlerle mücehhez Risâle-i Nur’un birinci vazifesi sulh-u sükûnu temin etmek, güvenlik ve esenliği yaymaktır. Risâle-i Nur sulh ve sükûnun ve sulhu umumînin teminatıdır. Bu anlamda Apo gibi ilmi dinsizliğe köprü ve âlet yapmak isteyen bir takım zevata karşı Bediüzzaman dinle ilmi barıştırmaya çaba göstermiş ve ilmi dinin lehine kullanmıştır.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Ümit kaynağı



Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerini, vefatının 47. yıldönümünde rahmetle anıyoruz. “Helâket ve felâket asrının adamı” olan Üstad Said Nursî, imansızlık tehdidi karşısında savunmasız kalan cemiyet için ‘kale’ vazifesini gören Risâle-i Nur Külliyatını telif etmiştir.

Risâle-i Nur’u telif eden Bediüzzaman, hayatını ‘cemiyetin imanını kurtarmak’ uğruna vakfetmiştir. Kur’ân’ın asrımıza bakan tefsiri olan Risâle-i Nur’u ne kadar övsek yeridir. Tabiî Risâle-i Nur’u övmenin, onu okumak ve ondan istifade etmekten ibaret olduğunu bilerek... Çünkü bu eserler, insanların inancını tehdit edip, aklını meşgul eden bütün soruların ikna edici cevaplarını vermekte ve ‘küfrün belini kırmakta’dır, kırmıştır.

Risâle-i Nur, çaresizlik denizinde sürüklenen insanlar için adeta ‘kurtarma gemisi’ vazifesini de görmüş ve bu vazifeyi inşaallah kıyamete kadar devam ettirecektir. Risâle-i Nur, bir ümit kaynağıdır. Çünkü, “İslâm parça parça olmuş” denilen bir devrede; “Tahsile gitmişler. (...) şu asilzade evlât, şehadetnâmelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıta başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afak-ı kemâlatta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-î beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını ilân edecektir” şeklinde ibretli ve müjdeli cevaplar vermiştir.

Yine Risâle-i Nur’un beyanıyla, eskiden cahillik cephesinden gelen İslâma hücumları savuşturmak çok daha kolaydı. Ancak asrımızda ‘ilim’ cephesinden gelen hücumları bertaraf etmek ancak Risâle-i Nur gibi bürhanlarla/delillerle mümkündür. Risâle-i Nur’un yaptığı da bundan başka bir şey değildir.

İnançlara savaş açan ve müstehcenliğin teşvikiyle bilhassa gençleri hedef alan ‘imansızlık cereyanı’na karşı Risâle-i Nur, ‘iman cereyanı’nı takviye etmiş ve en ümitsiz görünen devrelerde ümit meşalesini yakmıştır: “Tesadüf, şirk ve tabiattan teşekkül eden fesat şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına Risâle-i Nurca verilen karar infaz edilmiştir!”

Hele, “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde ün yüksek gür sada İslâmın sadası olacaktır” müjdesini tasdik eden günleri yaşıyor olmamıza ne demeli? Gelişen hadiselerin de tasdikiyle daha bir mânâ kazanan, “Avrupa İslâmiyetle hamiledir; günün birinde bir İslâm devleti doğuracak” tesbiti, ümit kaynağımız değil mi?

Risâle-i Nur, cemiyetin bütün kesimlerine hitap etmekle birlikte, gençlere ayrı bir önem atfetmiştir. “Gençlik Rehberi” bunun en müşahhas örneğidir. Günümüzün gençliğini teskin etmenin ve onları ‘kötü’ yollardan alıkoyup, ‘faydalı yollar’a götürmenin başka çaresi var mı? Bir Nur talebesi olan Zübeyir Gündüzalp’e “Teessür ve ıztırap karşısında kalbden bir parça kopsaydı, ‘Bir genç dinsiz olmuş’ haberi karşısında o kalbin atom zerrâtı adedince param parça olması lâzım gelir” tesbitini Risâle-i Nur’dan başka kim yaptırabilirdi?

“Bir tek gayem vardır” diyen Bediüzzaman da, “O da, mezara yaklaştığım bu zamanda, İslâm memleketi olan bu vatanda bolşevik baykuşlarının seslerini işitiyoruz. Bu ses, âlem-i İslâmın iman esaslarını zedeliyor. Halkı, bilhassa gençleri imansız yaparak kendisine bağlıyor. Ben bütün mevcudiyetimle bunlarla mücâdele ederek gençleri ve Müslümanları imana dâvet ediyorum...” demiyor muydu?

Şükür ki, bütün engellemelere rağmen, o gün de, bugün de gençler; Bediüzzaman’ın bu çağrısına cevap veriyor ve Risâle-i Nur’a koşuyor. Onu daha fazla okuyup, hayatlarına yön vermek için...

Zaten Bediüzzaman’ın çağrısı da Risâle-i Nur’a değil miydi: “Evet, lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim.”

Risâle-i Nur’a sahip olduğumuz için şükretmeliyiz. Gün gelecek, Risâle-i Nur’a sahip olmamızla ‘idareciler’imiz de övünecek. Bundan emin olabilirsiniz...

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Niçin Yeni Asya?



Özellikle iki haftadır katıldığımız toplantılarda hep soruyorlar: “Niçin Yeni Asya? Farkınız ne?”

Buna çok yönlü cevap vermek mümkün. Kısaca ve özetle cevap vermek gerekirse, “Yeni Asya, Bediüzzaman ve görüşlerinin; onun kaleme aldığı hakikî, kuvvetli ve delilli Kur’ân tefsirleri olan Risâle-i Nur Külliyatının basındaki lisanıdır.”

“Bediüzzaman’ı nasıl bilirsiniz?”

Sıradan bir âlim değil Bediüzzaman. Sadece imanî konularda orijinallikler getirmekle kalmamış, görüş ve düşünceleri gerçek sevdalılarınca kabul edilegelen; maddî kılıçların kınlarına sokulup fikrin hükmettiği günümüzde akıl ve mantığa dayalı açıklamalarıyla kabul göregelmiş, bir sosyolog edasıyla her devrin yöneticilerine ışık tutmuş, isabetli görüş ve düşünceleriyle dikkat çekmiş bir âlim.

“Cumhuriyet” demiş, “demokrasi” demiş; katılımcı yönetimi, herkesin özgürce görüşlerini anlatabileceği, baskıların bütün bütün ortadan kalktığı, bireyin değil kanunun/hukukun hükmettiği; dinin siyasete olduğu kadar siyasetin de dinsizliğe âlet edilmekten uzak tutulduğu bir demokrasi anlayışını savunmuş bir düşünür.

Yirmi sekiz senelik sürgün ve zindan hayatına rağmen doğru bildiklerinden aslâ taviz vermemiş, teklif edilen cazip makam ve mevkilere aslâ iltifat etmemiş; doğruları, hak ve hakikati savunmaktan aslâ geri kalmamış, gözünü budaktan esergemeyen bir ilim adamı.

İşte Üstadı bir bütün olarak ele alan, farklılığını yayın politikası olarak kabul eden ve yansıtmaya çalışan; doğruları, hak ve hakikati cesaretle savunagelen; her türlü istibdada, baskı ve haksızlığa karşı çıkan; yanlışı savunmayan, yanlışlara boyun bükmeyen ve taraftar olmayan bir yayın organı Yeni Asya.

Attığı başlıklarla, ele aldığı konularla gönüllere su serpen, sesini herkese duyuran Yeni Asya, vefatının 47. yıldönümünde Üstadla ilgili bir ilâveyle çıkıyor, görüş ve düşüncelerini daha geniş çevrelere duyurmayı hedefliyor.

Her şeyi şeffaf Yeni Asya’nın. Ne korkuyor, ne korkutuyor ve ne de korkulacak, endişe edilecek fikir ve düşünceleri var. Sadece herkesin düşüncelerini özgürce ifade edebileceği, inancını serbestçe yaşayabileceği bir atmosfer istiyor. Şu veya bu mülâhazalarla düşünce ve inanç hürriyetine set çekilmesin istiyor. Bütün mücadelesi bu. Bu mücadelede ortak olan herkesi benimsiyor, destek veren herkesi alkışlıyor.

Yeni Asya’nın kimseye düşmanlığı yok. Parolası: “Biz muhabbet fedâîleriyiz. Husûmete vaktimiz yoktur.”

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bediüzzaman'ın ilmî şahsiyeti



1878 yılında Bitlis’in Hizan Kazası’nın İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, 1882’de eğitimine başlar; 14 yaşında, ders ve fetva verecek çapta diplomasını alır. 1889’da Siirt, 1892’de Mardin meşhûr âlimleriyle münâzarâya tutuşur ve onları mağlup eder. Keskin zekâsı, derin ilmi, muhteşem fotokopik-fotoğrafik hâfızası; “zamanın güzeli, çağın eşsizi” anlamına gelen “Bediüzzaman” ünvanı verdirir.

Medrese tahsili 3 aydır. Deryalar gibi ilmini, kendi kendine kitapları mütalâa ederek elde eder. İslâm ilimlerinin 90 temel kitabını ezberler ve üç ayda bir hafızasından tekrar eder.

Osmanlının mevcut eğitim sisteminin, İslâm dîni hakkındaki şüphelerin reddine kâfi olmadığını tesbit eder ve 1894’te, Van Valisi Tahir Paşa’nın kitap dolu konağında fizik, kimya, matematik, biyoloji, jeoloji gibi bütün fen ilimlerini kendi kendine mütalâa ederek; sahanın uzmanlarıyla tartışacak ve kitap yazacak çapta öğrenir.

Din ilimleri ile fen ilimlerinin imtizacını temin edecek, var olan Türk-Kürt kardeşliğini pekiştirecek, âlem-i İslâmın birliğini sağlayacak olan Medresetüzzehra üniversite projesinin, Ortadoğu’nun merkezi Van’da tesisi için 1907’de İstanbul’a gider, II. Abdülhamid’e dilekçesini sunar. Hükümetin oyalayıcı tavrına sert çıkıp; Padişahın ihsân-ı şahanesini reddettiğinden deli diye Topbaşı Tımarhanesine atılır. Doktorlarla arasında, o günkü eğitim sistemini ve Osmanlı’nın içinde bulunduğu psiko-sosyal yapıyı tahlil eden bir konuşma geçer. Rapor, “Eğer Bediüzzaman deli ise dünyada akıllı insan yoktur!” şeklindedir.

O devrin kültür merkezi olan Fatih’te Şekerci Han’a yerleşir ve kapısına, “Burada her suâle cevap verilir, her müşkül halledilir, fakat sual sorulmaz!” diye levha asar. Bu, dünya çapında bir olaydır: Zira, İslâm ilimleri diye bir branş belirtmez ve yaşı henüz 29’dur. O zamanın fizikçileri, kimyacıları, şeyhleri, hocaları, âlimleri, profesörleri, talebeleri en çetrefilli soruları hazırlar ve gruplar halinde ziyaret ederek sorarlar; cevaplarını alırlar. Hepsinin ortak kanaati şudur: “Bediüzzaman bir nadire-i fıtrattır. Onun ilmi, bizimki gibi yalnız kesbî değil, aynı zamanda vehbîdir.”

Bediüzzaman, bir asra yakın ömrünü, ilim, imân yolunda harcamıştır. Telif ettiği, çağın eşsiz Kur'ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatıyla, İslâm ve insanlık âleminin ferdî, ailevî, içtimâî bütün problemlerini teşhis edip çözmüş dünya çapında bir mütefekkirdir.

23 Mart 1960’ta, Ramazan’ın 25’inde, saat 00:03 sularında Hakka yürüdüğünde dünyevî serveti; seccadesi, saati, yatağı ve çay takımını taşıdığı sepeti idi.

23.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Âl-i Beyt muhabbeti (1)



Âl-i Beyt'e muhabbetin, Risâle-i Nur’da ve Nur Talebelerinin mesleğinde bir esas olduğunu ifade eden Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinde bu vazgeçilmez esasın kudsî gerekçelerini zikreder. (Emirdağ Lâhikası, s. 177.)

Dördüncü Lem'ada (s. 27) nakledilen bir hadis–i şerif meâline göre, Hz. Peygamber (asm) buyurmuş ki: "Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz (bağlansanız), necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim." (Müsned, 3:14.)

Risâle-i Nur’da "Âli Beyt muhabbeti"ne dair zikredilen kudsî dayanaklardan bir diğeri şu âyet–i kerîmedir (meâlen): "Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." (Şûrâ Sûresi: 23.)

Evet, muhtelif eserlerinde Âl–i Beyt'e muhabbetin mesleğinin esaslarından biri olduğunu beyan eden ve bu kudsî hakikati talebelerine de ders veren Üstad Bediüzzaman'ın, esasen kendisi de mânen ve neseben Âl–i Beyt–i Nebevîdendir. Yani, "evlâd–ı Resûl"dendir. Üstelik, hem seyyid, hem de şeriftir.

Bu hususun izahını daha sonraya bırakarak, öncelikle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Âl–i Beyt'e, yani kendi neslinden olanlara neden muhabbet ve meveddet gösterilmesi tavsiyesinde bulunduğunun hikmetini anlamaya çalışalım.

Yine Risâle–i Nur'a bakarak anlıyoruz ki, Resûl-i Ekrem (asm) istikbâli keşfeden nazarıyla bakmış ve görmüş ki, onun Âl-i Beyti, İslâm âlemi içinde bir nuranî ağaç hükmüne geçecek. Ayrıca görmüş ki, bütün asırlarda bütün ümmete kemâlât dersi verecek, insanlığa rehberlik edecek ve mürşidlik vazifesini görecek olan nuranî zatlar da, mutlak ekseriyetle Âl-i Beytten çıkacak. İşte, Zeynelabidin, Cafer–i Sadık, Gavs-ı Geylânî, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid İdris, Seyyid Yahyâ... gibi zâtların tamamı bu mübarek nesildendir.

Elbette ki, böyle nuranî bir nesle hürmet ve muhabbet etmek gerekir.

Hz. Peygamberin (asm) Al-i Beytine muhabbet gösterilmesini istemesindeki asıl muradı ise, hiç şüphesiz onun "Sünneti Seniyyesi"dir.

Dolayısıyla, "Sünnet-i Seniyyeye uymayanlar, Al-i Beyt'ten olmadığı gibi, Al-i Beyt'e hakikî dost dahi olamazlar." (Lem'alar, s. 28.)

Üstad Bediüzzaman ve iki türlü Âl–i Beyt

Önce, "iki Âl"in ne anlama geldiğini izah etmeye çalışalım.

Bu hususta, bize ışık tutacak yine Üstad Bediüzzaman'ın şu beyanıdır: "...Kat'iyen bil ki, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın iki Âl'i var. Biri, nesebî Âl'dir; biri de şahs-ı mânevisi ve nuranîsinin Risâlet noktasındaki Âl'i var." (Yeni baskı Lem'âlar, Dokuzuncu Lem'â, s. 142; Y. A. Neşriyat.)

Benzer izahlar, daha başka eserlerde de var ki, Hz. Peygamber'e (asm) neslen ve neseben bağlananlar "birinci Âl"den, onun (asm) Sünnet-i Seniyyesine uyanlar ise "ikinci Âl"den sayılırlar. Bu ikinci kategoriye girenler, ayrıca "mânen seyyid" sayılırlar.

Üstad Bediüzzaman hem mânen, hem de neslen seyyid ve Âl–i Beyt–i Nebevi'den olduğunun delilleri ise, bir değil, birçoktur. Ancak, şu var ki, bu deliller Risâle–i Nur'da—bir hikmete binâen—yer yer perdelenmiştir.

Bu perdeler kısmen olsun aralanmaya çalışıldığında ise, onun hakikaten Âl–i Beyt'ten olduğu tereddütsüz şekilde görülmekte ve anlaşılmaktadır.

Yarınki yazımızda, bu hikmet yüklü perdeyi usûlca aralamaya ve Üstad Bediüzzaman'ın hem seyyid, hem de şerif olduğunu gösteren delilleri sıralamaya çalışalım.

GÜNÜN TARİHİ (23 Mart 1960)

Hüzünlü, huzurlu veda

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Urfa'da vefât etti. Hicrî takvime göre, o gün mübarek Ramazan ayının 25. günü idi.

Kısa biyografi

Said Nursî, 1878'de (Rumî 1293, Hicrî 1295) Nurs köyünde (Bitlis) doğdu. 23 Mart 1960'ta ise Urfa'da fâni hayata vedâ eyledi.

Küçük yaşta başladığı tahsil hayatı kesintiler ve sürekli şekilde yer değiştirmekle geçti. İfrat derecede bir zekâ ve hafızaya sahipti.

Genç yaşında seksen-doksan kitabı okuyup hıfzına aldı. Doğu'da karşılaştığı bütün âlimlerle yaptığı münâzarâda galip geldi.

Otuz yaşlarında İstanbul'a geldiğinde, burada da bütün ilim ve fikir camiasına meydan okudu. Gazetelerde makaleler neşredip kitaplar telif etti. Hürriyeti, meşrûtiyeti alkışlayıp sahip çıktı.

Ancak, müstebid siyasîlerle bir türlü anlaşamadı. Hapis yattı. İki şiddetli mahkemeden geçti.

Van'da talebe okuttuğu dönemde (1912–14) I. Dünya Savaşı patlak verdi. Kafkas Cephesinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak harb etti. 1916 Şubat'ında yaralı halde Ruslara esir düştü. İki buçuk yıllık esaret hayatı sonrasında Kosturma'dan firar ederek İstanbul' a geldi.

Ordu–yu Hümayûnun teklifiyle Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye Dairesinde vazife aldı. İngiliz işgaline karşı İstanbul'da çetin bir mücadele verdi.

Ankara hükümetinin mükerrer dâveti üzerine oraya gitti. Mecliste "Hoşâmedi" ile karşılandı. Ancak, buradaki siyasîlerle de anlaşamadı. Oradan Van'a giderek bir mağaraya çekildi. 1925'teki Şeyh Said hadisesinin patlak vermesi üzerine, 'tedbiren' alınıp Barla'ya sürgün edildi.

Bundan sonraki bütün hayatı sürgün, hapis, zindan, tarassut, işkence ve mazlûmiyetle geçti.

Bu ağır şartlar altında, hayatından çok, önem verdiği dâvâsını istikbâle taşıyan 130 parçalık Risâle-i Nur Külliyatı isimli Kur'ân tefsirini vücuda getirdi.

Bu sâyede, yüz binlerle talebe yetiştirdi ve milyonlarcasının da imanlarının kurtulmasına hizmet etmiş oldu.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Denizli'de muhabbet



1943 yıllarında deselerdi ki, “Gün gelecek 2007 Mart’ının 16’sında Denizli’de kapalı spor salonunda Bediüzzaman Hazretleri için anma programı yapılacak ve ‘Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a muhabbet’ başlıklı konuşmalar yapılacak, salon tıklım tıklım olacak, şehir otobüslerine ve yol güzergâhlarına bez ilân ve dâvet afişleri asılacak ve binlerce kişiye dâvetiyeler gönderilecek” kimse inanmaz, hatta kafa sallarlar ve derlerdi ki: “Bunlar kim? Bunlar neyi bahsediyorlar ve nerede yaşıyorlar?”

Çünkü o tarihlerde, çağımızın Kur’ân tefsiri Risâle-i Nur Külliyatı’nın müellif-i muhteremi Bediüzzaman Said Nursî ve onun kahraman talebeleri, Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nde laikliğe aykırı hareketten ve ipi sapı belli olmayan isnatlardan dolayı yargılanıyor, Denizli hapishanesinde tutuklu bulunuyorlardı. Bediüzzaman Hazretleri, dışarıdaki ıslâh ve irşad hareketine burada da devam ediyordu. Onun nazarında her vatandaş eşitti; katilleri dışlamıyor, onlara da “Meyve Risâlesini” veriyor, adam öldüren o katiller kendilerine gelip “Hoca efendi, tahta kuruları bizi şişiriyor, onları öldürsek günah olur mu?” diye soruyorlardı.

Hz. Bediüzzaman, her zaman ve her yerde olduğu gibi, sükûnetle, şefkatle, muhabbetle, istikbali murakabe ederek ve geleceği keşfederek diyordu ki: “Kardaşlarım, merak etmeyin, bu bahar çiçekleri açtığı gibi, Nurun da, İslâmın da baharı gelecek ve çiçekleri açacaktır. Sizler İnşirah Sûresindeki müjdeleri göreceksiniz. Menfi hareket yasak, vazifemiz müsbet harekettir, vs.” diyordu. Neticede Denizli adliyesinin medar-ı iftiharı, Ağır Ceza Reisi Ali Rıza Efendi ve aza hakime Hesna Şener Hanımefendinin şehadetleriyle beraat kararı alırlar.

Evet aradan geçen 64 yılda, Türkiye köprüsünün altından çok sular geçti, yasalar tasalar değişti. 1950’de başlayan Demokrat hareket, din ve vicdan hürriyeti, gittikçe arttı. O geçmişteki kara bulutlar çekilmeye başladı ve bahar müjdeleri, hayalden hakikata geçti. Bu nevî hunhar hareketlerin tasvip edilmediği bir ortama gelindi. Elbette geçmişi bilenler, gerçek tarihi okuyanlar, bunları kıyas yapabileceklerdir.

64 yıl sonra Denizli de, maddî ve manevî sahalarda çok değişti. Hz. Bediüzzaman’a gönül verenler, Hz. Mevlânâ’ya gönül verenler “Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a muhabbet” başlıklı bir anma programı tertip ettiler. Bu nev'î toplantıları artık küçük salonlar almıyor, orada da gelişmeler oldu, kapalı spor salonlarını tuttular. Bizleri, Sn. Mehmet Kutluları ve san'atçı Ali Oktay’ı da davet ettiler.

San'atçı Ali Oktay, musikinin tellerine vurduğu gibi, Sn. Kutlular ve bizler de gönül tellerine vurduk. 50 dakikalık konuşmamın içerisinde, Selçuklulardan bugünün Türkiye’sine, Almanya’dan Irak’a, UNESCO’dan Pakistan’a ve Mevlânâ’nın Divan-ı Kebir’inden Bediüzzaman’ın Mektubat’ına kadar “muhabbet ve sevgi” çerçevesinde bir sentez yaparak ve herkese dönerek, kalplerine hitap ederek, muhabbetin coşkusu içinde konuştum ve konuştuk.

Bir şey daha gördüm, artık bu nevî eski yapım ve akustik estetiği olmayan kapalı spor salonları, gelen haşmetli cemaate her şekliyle hitap etmiyor ve dar geliyor, otel lobilerinin hiç almadığı gibi buralar da almıyor. Denizli’de çok büyük kongre merkezi veya şehir stadyumu ancak bu nevî görkemli anma programlarını kaldırabilir kanaatindeyim.

Emeği geçenleri, bizi dâvet eden vefakâr kardeşlerimi ve Yeni Asya Gazetesi Denizli Temsilciliği’ni ayakta alkışlıyorum. Binler tebrikler... Üstadımızın ruhu şâd olsun...

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bediüzzaman'ı anarken



Yakîn derecesinde, şuhud derecesinde bir îmânın, bir îmân-ı tahkîkînin, kâinâta kâinât üstünden bakan bir îmânın haykırışıdır bu: “Gözümde ne Cennet sevdası var; ne Cehennem korkusu!” Bu haykırış, gözümüzde ve gönlümüzde sadece Allah sevdâsını ve sadece Allah korkusunu yerleştirmek ve sabitleştirmek isteyen bir yüksek sevdânın kulaklarımızda çınlayan sesidir!

Yüzyılımızın en yüksek, en fedâkâr, en merhametli, en insancıl, en kuşatıcı, en kucaklayıcı, en müşfik bir çığlığı olan bu ses, îmânın zirvesinden geliyor ve asrımızda bütün beşerin dimağında yankılanıyor!

Cenneti kazanmak ve Cehennemden kurtulmak, inananlar olarak da, dünyamızı tamamen meşgul eder çoğu kez. Bunda bir sakınca da görülmeyebilir. Âmennâ! Fakat bu uhrevî amacın da ötesinde, hayatımızı mânâlandıran, gâyeler gâyesi olan, aklımızı ve kalbimizi kendisinde kilitleyen bir gâye var, fiil ile gâyeyi birleştiren bir yüksek değer var; îmân! Sâdece imân! İmân edilecek herşeye, Kur’ân’ın bildirdiği herşeye imân!

Hayatımızın biricik gâyesi, gâyeler üstü gâyesi budur: Allah’ı tanımak, Allah’ı bilmek, Allah’ı bulmak, Allah’tan ümit etmek, Allah’tan korkmak! İnsan olarak kazanmamız farz olan, yaratılış gâyemiz olan, kazanmadığımızda dünyada-âhirette bedbaht olmaktan kendimizi kurtaramadığımız en büyük değer budur! Oysa yüz yılımız bu değerlere korkunç şekilde sırt çeviren bir gururla işe başlamıştı! İlerlemenin, dünya saadetinin ve herşeyin bu gururla olacağını sanmıştı!

Allah ne büyüktür ki, îmân değerlerinin “zirve değerler” olduğunu, bu değerler olmayınca beşerin ne dünyada, ne âhirette hiçbir saadetinden söz edilemeyeceğini haykırarak dünyayı çınlatan, yıkılmayan, kesilmeyen, kısılmayan bahadır bir sesi, Bedîüzzaman Saîd Nursî’yi gönderdi.

Bugün takvim yaprakları 23 Mart’ı gösteriyor. Bedîüzzaman Hazretlerinin âhirete göçüşünün 47. sene-i devriyesi bugün. İslam dini mensuplarının son asırda girdiği krize denk olarak; Cenâb-ı Hakk’ın, “Kur’ân’ı Biz indirdik ve O’nun koruyucusu da elbet biziz!”1 âyet-i celîlesinde beyan ettiği üzere; bu krizi mânevî boyutta göğüsleyen ve krizin büyüklüğü ölçüsünde de fedâkârlığı yüksek olan bir mübelliğ ve müceddid göndererek dîn-i mübînin yeniden ihyâsını temin etmesi, herşeyden önce O’nun Rahmetinin şe’ninden değil midir?

İnsanlık tarihi, îmân fedâkârlarının altın soluklarıyla hınca hınç doludur.

Üstad Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerinin (ra) görevlendirildiği son asra girdiğimizde Dîn-i Mübîn mensupları, yine o dehşet dolu krizlerinden birisini yaşıyordu. Dünyayı değil; her türlü mânevî makamları da, âhireti de, Cenneti de fedâ edecek ve ehl-i îman yerine Cehennem’e girmeyi göze alacak bir tebliğ ediciye ve yenileyiciye, yani bir müceddide ihtiyaç vardı. Allah, bu ihtiyacı karşılamak üzere, bu asra Bedîüzzaman’ı (ra) lütfetti.

Mânevî makamlara karşı gözü ve gönlü tok bulunan Bedîüzzaman (ra); ehl-i îmanın Cehennem’den kurtulması için “Cehenneme girmeyi kabul ederim”2 diyerek tüylerimizi diken diken eder. Gazeteci Eşref Edip’e verdiği beyanâtta; “Ben, cemiyetin îmân selâmeti yolunda âhiretimi de fedâ ettim! Gözümde ne Cennet sevdası var; ne Cehennem korkusu! Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmanı namına bir Said değil; bin Said fedâ olsun! Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem! Orası da bana zindan olur! Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistan olur!”3 diye haykırışı hâlâ kulaklarımızda çınlamaktadır.

Bu vesileyle; ilim, fikir ve gönül ehlince anlaşılmayı bekleyen bâkir bir alanda vazgeçilmez eserler bırakan Bedîüzzaman Hazretlerini bir kez daha rahmet ve duâlarla anıyoruz.

Dipnotlar:

1- Hicr Sûresi, 15/9

2- Emirdağ Lahikası, s. 377

3- Tarihçe-i Hayat, s. 544

23.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Sevgi seferberliği



Hakka vuslatının 47. sene-i devriyesinde bir kez daha rahmetle yad ettiğimiz Bediüzzaman Hazretlerini, bu sene ana teması muhabbet olarak belirlenen programlarla anıyoruz.

Bu programların mesajı, İstanbul paneli konuşmasında Prof. Dr. Salih Tuğ’un vurguladığı gibi, kısa bir süre sonra idrak edeceğimiz Kutlu Doğum Haftası ve UNESCO’nun seneler sonra ikinci kez ilân ettiği Mevlânâ yılı etkinliklerinde aynı paralelde verilecek mesajlarla örtüşerek, yaygın bir sevgi atmosferinin teşekkülüne çok önemli ve ciddî katkılarda bulunabilir.

Gerçek şu ki, yaşadığımız dünyada eksikliği en çok hissedilen değerlerden biri, muhabbet.

Sevgiyi, sadece aşk romanlarıyla filmlerinde işlenen romantik, ütopik ve hayattan kopuk uçuk bir kavram ve fantezi olarak değil, gerçek hayatta bilfiil hissedilen, yaşanan ve paylaşılan bir değer olarak özümseyip hayatımızın her safhasına nüfuz ettirmeye çok ihtiyacımız var.

Bediüzzaman’ın bir asır önce seslendirdiği “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yok” sözü, bu şiddetli ihtiyacı dile getirmekte.

Bu mânâyı ifade etmek için “fedai” kelimesini seçmesi de ayrıca anlamlı ve düşündürücü.

Çünkü fedailik, hedefe kilitlenmiş bir aksiyonun en ileri, vurgulu ve kuvvetli ifadesi. Ve fedai, hedefine ulaşma yolunda herşeyden vazgeçen ve herşeyi hedefine feda eden kişileri tanımlamak için kullanılan bir söz.

Bu kavram tarihte olduğu gibi günümüzde de daha ziyade ölmek ve öldürmek bağlamında kullanılıyor. Ortadoğu’daki intihar saldırıları bunun en tipik örnekleri.

Oysa Bediüzzaman fedailik kavramını çok daha farklı bir çerçevede gündeme getiriyor.

Asıl fedailiğin sevgi odaklı bir hedef ve ideal için ortaya konulması gerektiğini ifade ederken, muhabbeti kâinatın mayası olarak niteleyen tahkikî iman temelli bir düşünce sistemi geliştiriyor. Ve hizmetini de bu temele bina ediyor.

Muhabbet ve şefkat eksenli bu hizmetin aslî hedefi, insanların öncelikle ebedî hayatlarını kurtarmak ve bu dünyada da imanın kazandırdığı huzur ve saadet iklimiyle buluşturmak.

Hayatını bu hedefe vakfeden Bediüzzaman, Kur’ân’ın bu çağa dersi niteliğindeki binlerce sayfalık eserlerinde, insanlara ebedî kurtuluş yolunu gösteren iman hakikatlerini anlatıyor.

Bu eserleri anlayarak ve hazmederek okuyan bir insan, Yaratıcıyla sevgiye dayalı bir irtibat kurmanın tılsımını yakalıyor ve bu tılsımla, kâinattaki bütün varlıkları, muhabbet mayasıyla vücuda getirilmiş “kardeşler” olarak görüyor.

Ölmeye ve öldürmeye programlanmış fedailiklerle dünyanın cehenneme çevrilmek istendiği bir zaman ve ortamda, fâni hayatları bâkileştirme, insanları bu dünyada da, kabrin ötesinde de huzur ve sükûna kavuşturma hedefine adanmış ulvî bir hizmetin buluşturduğu muhabbet fedaileri, işte böyle pırıl pırıl bir inanç ve düşünce sisteminden yola çıkıyorlar.

Kin, nefret ve husumet üreten ideolojilerin ülkemizde, İslâm dünyasında ve insanlık âleminde yol açtığı çok yönlü ve çok boyutlu tahribat, ancak muhabbet fedailerinin başlatıp en ücra köşeye kadar yaygınlaştıracağı güçlü bir sevgi seferberliğiyle tamir ve izale edilebilir.

Bu seferberlikte yolumuz açık olsun.

23.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004