Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Değişen şartlar



Altı yıl öncesinin şartları geçerli olsaydı, önce Genelkurmay Başkanının, ardından Cumhurbaşkanının konuşmaları, sonra da Ankara mitingi, cumhurbaşkanı seçimini her açıdan ciddî şekilde etkileyen sonuçlar doğurabilirdi.

Nitekim 2001 Şubat’ındaki MGK toplantısında Sezer’in Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmasıyla patlak veren kriz ekonomik göstergeleri de bir anda alt üst etmiş, borsayı dibe vurdurup döviz fiyatlarını neredeyse ikiye katlamıştı.

Ve bu krizin ardından ekonomi, cumhuriyet tarihinin en büyük küçülme rekorunu kırmıştı.

Son günlerin adeta özel planlanmış gibi peş peşe gelen bu üç olayından sonra ise ekonomik göstergelerde tersi gelişmeler yaşanıyor.

Borsa yükselişe geçti, döviz fiyatları geriledi.

Oysa önce Genelkurmay Başkanının, sonra Cumhurbaşkanının, sonra da 14 Nisan mitinginin mesajlarında, normalde ekonomiyi de tedirgin etmesi gereken çok riskli unsurlar vardı.

Genelkurmay Başkanının Kuzey Irak’a girilmesini savunması ve cumhurbaşkanı seçimiyle ilgili olarak kimi tuzak soruları ustaca geçiştirse ve “Karar Meclisin” dese dahi, seçilecek kişi hakkında değerlendirme yapma hakkını mahfuz tutan sözler söylemekten geri durmaması...

Cumhurbaşkanının veda mesajlarını vermek için tercih ettiği askerî mekândaki konuşmasında, “Rejim cumhuriyet tarihinde benzeri görülmemiş bir tehlike ile karşı karşıyadır” iddiasında bulunması.

Ve bu mesajları tamamlayan üçüncü halka olarak 14 Nisan mitingi.

Dediğimiz gibi, altı yıl öncesinin Türkiye’sinde olsaydık, bu üç olayı takip eden hafta başında piyasaların kırmızı alarm sinyalleriyle açılmaları beklenirdi.

Tam tersinin olması, gelişmeleri tayin eden temel dinamiklerde çok köklü değişikliklerin meydana geldiğini, statükoya yaslanan iç faktörlerin ciddî anlamda güç kaybettiğini, buna karşılık küresel aktörlerin Türkiye’deki gidişata önemli ölçüde ağırlık koyduklarını gösteriyor.

Nitekim borsa ve döviz piyasası çok büyük ölçüde yabancı aktörler tarafından şekillendiriliyor. Zaten borsadaki yabancı payı yüzde 70’i bulmuş durumda. Döviz fiyatlarını da, içeridekilerin mâlûm reflekslerle alım yönünde hareket etmelerine mukabil döviz satarak aşağı seviyelere çekenler yine aynı yabancı oyuncular.

Bu durumda, Kemal Derviş’in getirdiği IMF programının ve daha önemlisi AB sürecinde kat ettiğimiz mesafenin de çok büyük payı var.

Söz konusu faktörler, Türkiye’yi küresel toplumun ve global ekonominin bir parçası haline getirme noktasında son derece etkili oldular.

Tabiî, bu durumun birtakım risk ve dezavantajları da getirme ihtimali ciddî şekilde mevcut.

Ancak bu riskler var diye küreselleşme rüzgârlarına kapıyı kapatmak hele “bu saatten sonra” hiç mümkün değil. Yapılması gereken, küreselleşmenin getirdiği imkân ve fırsatları en iyi şekilde değerlendirmeye çalışırken, riskleri de akılcı ve dikkatli politikalarla bertaraf etmek veya olabildiğince asgarîye indirmek olmalı.

Bu imkân ve fırsatların en çarpıcı örneklerinden birini Çankaya sürecinde yaşıyoruz. Bu kadar kritik bir seçimin böylesine sakin bir ortamda cereyan etmesinin başka bir izahı var mı?

Türkiye bu avantajı iyi değerlendirmeli.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Cumhurbaşkanı kim olacak?



Kaybolan arıların, eriyen buzulların, Nisan’da yağan karın, eşlerini avlanmaya gönderirken yumurtalarını ayaklarının üstünde korumaya çalışan erkek penguenlerin, yuva yapan dişi kuşların, kış uykusundaki ayıların, yuvasına yiyecek götürmeye çalışan karıncaların, sulak bir alan arayan fillerin, yüksekten uçan kartalların, rüzgârda savrulan dalların, Balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı havaların, ana rahminde büyümekte olan ceninlerin, düşürdüğü emziği arayan bebeklerin, oyuncak arabasıyla hız rekorları kıran küçük çocukların, kısık ateşte yemek pişirmekte olan annelerin, gerçek nimet sahibini unutmayıp aradaki aracılara “nankörlük” eden kedilerin, bulduğu peynirle karnını doyuran farelerin, gökyüzünde şekilden şekile giren bulutların, ağlarını örmekte olan kaderin, dünyanın etrafında dönmekte olan ayın, denizin üstüne yansıyan ay ışığının, bir yerlerde doğup bir yerlerde batan güneşin, birilerinin ayaklarını vuran ayakkabıların, birilerinin camlarını kıran futbol toplarının, birilerinin önüne adam çıkıveren arabaların, çözümü zor matematik problemlerinin, öğelerine ayrılmış cümlelerin, ruhuna mevlid okutulan ölülerin, yoğun bakımdaki hastasının iyileşmesi için hastane köşelerinde perişan olan hasta yakınlarının, bir yakınının kendisi için hastane köşelerinde perişan olduğundan habersiz yatan yoğun bakım hastalarının, ambulans bekleyen kazazedelerin, cenaze namazını bekleyen mevtaların, “Niyet eden Allah rızası için bir vakit namazına uyup hazır olan imama” cemaatin, musluktan akan suyun, odayı aydınlatan ampulün, günün menüsünü veren saatli maarif takvimi yaprağının, Osmanlı’nın çöküş sebeplerini ezberlemeye çalışan öğrencinin, buğulanan gözlük camının, ahenkle dans eden saç tellerinin, iştahla yenen bir dilim ekmeğin, üstüne basanları düşüren muz kabuklarının, yalnız kalınınca gayri ihtiyari dudaktan dökülen şarkının, çaresizlik içinde tüm samimiyetle edilen duanın, göze kaçan tozun, o milyon dolarlık bütçeli filmin karşısında yorgunluğuna direnemeyip kapanan göz kapağının, sıcaklığına sarılınan yorganın, kısalmaya başlayan gecenin ve doğan yeni günün.. yaklaşmakta olan cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili herhangi bir yorumda bulunmamaktadırlar.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Silâh tüccarları



Silâha yatırılan para en büyük hovardalıktır. Zira bu maksatla harcanan para eğitim, sağlık hatta ekonomik kalkınma için harcansa dünyamız bugünkünden çok daha farklı olacaktı.

Hesapsız kitapsız para harcamaya en büyük örnek ABD’dir. Dünyanın en büyük silah üreticisi ve satıcısı olan bu devlet ayakta kalmak için devamlı savaş çıkarmak zorundadır. Savaşın beslediği en büyük sektör ise silâh sanayiidir. Silâh tüccarları eğer savaş olmaz ise işsiz kalırlar. Bu nedenle ne yapıp edip bahaneler uydurmak zorundadırlar.

Kabil’in Habil’i öldürmesinden bu yana güç ve menfaat uğruna milyonlarca insan öldürüldü. Görünüşe göre, bu katliam Kıyamete kadar devam edecek. Elbette bir miskal hayırlı işten bir miskal kötü işe kadar kimsenin yanına kalmayacağı hesap gününde savaşların sorumluları da cezalarını bulacak.

Kur’ân’da melekler insanoğlu yaratılmadan önce “Yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek insanı mı yaratacaksın?” diye sormuşlardı. Gerçekten de insanlar çok kan döktüler, fakat başta peygamberler olmak üzere öyle insanlar yaratıldı ki, bu zatlar insanlığın şerefini kurtararak diğer canlılarda bulunmayan güzel hasletleri ortaya çıkardılar.

İslâm kelimesinin anlamı barış, esenlik, sevgi ve mutluluk anlamındadır. Zira selâm kökünden gelmektedir. İslâmın insanlığa kazandırdığı en güzel şeylerden bir tanesi de “hayatın kutsallığı”dır. Öyle ki Allah’ın verdiği canı hiçbir kimse alamaz. Hatta insan kendi canına bile kıyamaz. Kur’ân’da “Kim ki fesat çıkarmamış ve birisini öldürmemiş bir insanı öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir” mealindeki âyet bunun en büyük delilidir.

Fakat gelin görün ki adına Müslüman denilen fakat Kur’ân’ın bu emrinden habersiz bir kısım insanlar, intihar eylemleri adı altında masumları öldürmek gibi büyük bir günahı fütursuzca işleyebiliyor.

Elbette böyle bir işi yapmak kolay değildir. Bu maksatla aynen silâha para yatırıldığı gibi çeşitli örgütlere para yatırılıyor. Ne ilginçtir ki İslâm adına savaştığını söyleyen bu zavallılar çoğunlukla Müslümanları öldürmektedir. Demek ki Müslümanlara düşman olan bir kitlenin amaçlarına hizmet ediyorlar. Eğer sonuçlara bakarsak kimin işine yaradığı ortaya çıkar.

Irak’ta yaşanan felâket bir kısım insanların gözünü açmasına yol açtı ise de yanı başımızdaki bazı insanları hala uyandırmamışa benziyor. Âyetlerin açıkça reddettiği bir konuda fazla söze gerek yoktur. Lâkin konuyu biraz daha açmak için yakın tarihimizden bir örnek vermek istiyorum.

Bahriyede görev yaparken Amerikalılar “Kaza oldu” diyerek bir savaş gemimizi vurmuşlar, daha sonra bu konunun üstü örtbas etmeye çalışmışlardı. Aslında Irak’ta başımıza geçirilen çuvaldan daha aşağılayıcı bir olay olan bu hadiseden nedense kimse bahsetmiyor.

Olayın bir kaza olmadığı konunun uzmanlarınca gayet iyi biliniyor. Zira atılan silâhın bir değil iki mermi olması ve hedefini vurana kadar kontrol edilmesi gereken bir silah olması iddiamızı kanıtlıyor. Sea Sparrow güdümlü mermilerini biz de kullanıyoruz.

Bu silâhların öyle kaza ile ateşlenemeyeceğini, benim gibi yıllarca güdümlü mermi konusunda eğitim almamış insanlar da biliyor. Ne var ki özellikle askerî çevrelerce bu konunun üstü atlanarak geçilmiştir.

İşin aslı ise Türkiye’ye haddini bildirmekten başka bir şey değildir. Zira o tarihlerde ABD’ye giden askerî heyetimiz verilmek istenen “Knox” sınıfı muhripleri almak istememişler, Almanlarla birlikte geliştirdiğimiz “Meko” sınıfı firkateynlere uygun “Perry” sınıfı gemileri tercih etmişlerdi.

Aklın yolu birdir. Knox sınıfı gemiler çok eski teknolojiye sahipti ve istim gücü ile harekete geçiriliyordu. Dünya üzerinde mevcudu kalmayan bu gemileri aldığımız takdirde ABD’nin yedek parça stoklarını eritmekten başka hiçbir amaca hizmet edilmeyecekti. Ayrıca bu işin büyük bir maliyeti vardı. Amerikalılar kiralama usulü diyerek silâh ve teçhizat için büyük paralar talep ediyordu. Zaten olayda bu noktada kopmuştu. Türk heyeti daha yurda dönmeden gemimiz vurulmuş başta komutan olmak üzere beş denizcimiz şehit olmuştu. Muavenet Muhribi çıkan yangın sonucu hurdaya ayrılmak zorunda kalmıştı.

Bu olayın en acı veren yönü ABD’yi doğru dürüst protesto bile edemeyişimizdir. Hükümet başkanı veya bir askerî yetkili böylesine ağır bir tahrike rağmen istifa etmek onurunu dahi gösterememiştir. Akan kanlar yerde kalmıştır.

İşin daha da vahim olan tarafı heyetimizin kabul etmediği gemiler bu olaydan sonra verilmiş ve halen de kullanılmaktadır.

ABD’nin gerçek yüzünü anlamak için daha çok yıl beklemek zorunda kalmıştık. Tâ ki Irak’a girinceye kadar. Bir de askerlerimizin başına çuval geçirilince gerçek dost ve düşmanımızın kim olduğunu daha iyi anlayabilecektik.

Yukarıda anlattığım bu olay silâh tüccarlarının para için neler yapabileceklerini ifade etmek içindir. Silâh satabilmek için bırakın savaş icat etmeyi, müttefik bir ülkenin savaş gemisini vuracak kadar gözü dönmüş bu insanların gerçek yüzünü anlatabildikse ne mutlu…

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sağda tabanı toparlamak



Merkez sağda toparlanma gayretleri sürüyor. Tabandan yükselen sesler bu doğrultuda üst düzey diyalogları hızlandırdı. Öncelikle DYP ve ANAP arasında mekik diplomasisi başladı. Daha önce, o günlerin ANAP Genel Başkanı Nesrin Nas ve parti yetkilileri DYP ile ciddi bir müzakereye geçmişlerdi… Ancak sonuçlanamadı.

Sonrasında Erkan Mumcu’nun ANAP Genel Başkanı olmasıyla, Meclis içinde AKP’den ayrılan milletvekilleriyle grup gayretleri başladı. Doğru Yol Partisi de o günlerde kongre telâşındaydı. 40 kişilik Genel İdare Kuruluna milletvekillerini almama prensibiyle birlikte, tereddütlü vekiller ANAP bünyesine geçtiler.

Geçen süre zarfında görüldü ki, sadece parti değiştirenlerle kurulacak bir grubun, tabanı harekete geçirmek ve istenen muhalefeti yapmak için yetmeyecekti. Ayrıca ANAP’ta yeni imaj denemeleri ve eskinin algı sistemi ile sertleşen üslup ve muhalefet gerginliği, fazla prim yapmadı. ANAP’ın kamuoyu yoklamalarında barajı aşma şansı görünmüyor.

12 Eylül’ün getirdiği sağı bölme ve merkez sağın Büyük Türkiye Partisine kapatma cezası verip seçime sokmama ile iktidara çıkan ANAP sonrasında DYP ile uzlaşmaz tutumlar; iki tarafın da keskin sirke gibi küpüne zarar veren restleşmeleri, merkez sağ seçmenini hem bunalttı, hem de yeni arayışlara sevk etti.

Bu siyasî seyir, yeni bir söylem ve farklılık iddiası ile ortaya çıkan bütün tepki oylarını AKP’ye kaydırdı. Demokrat taban, sertleşen iç muhalefeti, kişisel hırsla tabana ve misyona zarar veren bitmeyen kayıkçı kavgalarını sürdürenleri sevmiyor.

Yakın siyasî tarihin 12 Eylül miladı ile genetiği değiştirilen demokrasimizin, tekrar hormonal yapılardan kurtulması ve gerdirici gündemleri azaltacak ortak uzlaşma zeminleri bulunmalı. Şartlar; sivil, muhafazakâr ve demokrasi olgunluğunu geçmişinden alan umur görmüş kadroların anaç özelliğini diriltmelerini zorunlu kılıyor.

Merkez sağda düşünülen ve teşebbüs edilen bu birleşme zemini, mevcut iktidara husumet niteliği taşıyan veya belli kaygıları masa başında seçimle sonuçlandırma taleplerinden öteye, CHP karşısında makul ve mutedil çoğunluğun ortak adresini, kimyasını yeniden ve doğru bir yapıyla inşa arzusunun getirdiği bir arayış ve kavrayış olmalıdır.

Toplumun değerleriyle çatışan ve azınlık tahakkümünü rejim üzerinden yürüten CHP ve değerlerle çatışan aydınlar karşısında sivil siyasetin omurgalı ve “Yeter söz milletin” felsefesine aktif söylemle sahip çıkacağı bir tavır ve kalıcılık gerekmektedir.

Demokrat halk tabanının yüzde 80 olduğu bir ülkede milliyetçi ve din eksenli siyasi söylemlerin çekirdek olarak maksimum yüzde 15-20 arasında olduğu düşünülürse, ekseriyetin tercümanlığına duyulan özlem artmaktadır. Mevcut yapıyı/sistemi, demokrasi ve insan merkezli olacak şekilde devletin rehabilitasyonunu yapacak ehil, tecrübeli, hazımlı ve kucaklama potansiyeli uygun bir altyapı gerekmektedir. Bu noktada, zihnî inkişafları geleceğe açık bir içerik ihtiyacı siyasetin sosyal gerekliliği olarak önümüzde duruyor.

Sağın bölünmüşlüğünden solu sürekli iktidar ortağı yapan/yaptıran dönemler de bitmeli.

Celal Bayar köşkünde DYP ve ANAP liderlerinin yaptıkları görüşmede ortaya koydukları çerçeve ve diğer partilerin de toparlanma mesajları, milletin tercihlerinin güçlü merkez ve merkeze yanaşan sağ partilerle, rejim bariyerine ve statüko filelerine takılma riskini azaltacağı yönünde.

Ortak değerler için şahsî tasavvurlarını aşan ve toplumun beklentilerine hassas bir siyasi kalitenin Türkiye’ye mal olması, kısa vadedeki kayıpları uzun vadede telâfi edecektir.

Merkez kavramını, yeniden anlamlandıracak bir öngörü ile tabanı toparlayacak üst yapılar teşkil etmek, geleneğe daha kurumsal ve köklü ruh katar. Milletin merkezindekine üst yapı olmak, gerçek merkez olmaya yol açar.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İhtilâfın tabiatı



İyi niyet bazen kötü niyetin malzemesi olabilir ve ona alet edilebilir. Bundan dolayı asgari şart iyi niyetli yani hüsn-ü zan sahibi olmakla birlikte; getireceği tehlikeler konusunda da uyanık kalmaktır. Bazıları buna ‘hüsnü zan, ademi itimad’ dengesi diyorlar. Elbette ilişkiler bu kadar mekanik de olmamalı. Güvensizlik de doğru değil, ama güven iki tarafın da iyi niyetleriyle beslenmeli ve korunmalıdır. Ancak yöntem konusundaki mutabakatla bu güvensizlik aşılabilir ve iki tarafın da iyi niyeti garanti altına alınabilir. Son sıralarda kimi zevat sanki Sünnilerle Şiiler arasında hiçbir ihtilâf yokmuş gibi görüş beyan ediyorlar. Bu hem basit, hem de tehlikeli bir yaklaşımdır. Veya bu ihtilafları ençok Sünni mezheplerin kendi aralarındaki ihtilaflarına benzetiyorlar. Sünni dünyada bu noktada iki yaklaşım var. Birinci yaklaşım: Son sıralarda Ezher’in de benimsediği ve Irak’ta kurulan yeni Irak Alimleri Meclisi’nin de izlediği ve onayladığı gibi tedvininin sıhhati konusundaki çekinceler bir tarafa Caferiliği, Sünni fıkhı mezheplerine katma yaklaşımıdır. Mut’a gibi tartışmalı bazı temel meselelerden dolayı ikinci yaklaşımı benimseyenler Caferiliği diğer dört mezheple eşitlemeye yanaşmıyorlar. Bu bağlamda, Mısır’ın sabık Hanefi müftülerinden Muhammed Haseneyn Mahluf, mut’a meselesinden dolayı Caferiliği meşru fıkhî mezheplerden saymama eğilimindedir. Mahmut Şeltüt ise mezhep asabiyetini kırmak için bu meseleyi tecevvüzen (aşarak) Caferiliğin meşru fıkhî mezhep olduğunu kabul etmiştir.

Şiiler mut’anın kaldırılmasına Hazreti Ömer’in idarî tasarrufu olarak bakıyorlar ve Fadlallah gibilerinin de ifadesiyle bunun da en iyi ihtimalle fıkhî bir tasarruf değil, velayetî yani idarî bir tasarrufu olduğunu söylüyorlar. Bu tartışma el’an devam ediyor. Ama meselenin dinî zeminde tartışılmasının yanında Sünniler sosyolojik olarak müt’anın doğru olmadığını ve fıtrata aykırı olduğunu ve bundan dolayı da muvakkat bir dönem sonra te’bid ile kaldırıldığını savunuyorlar. Mut’a meselesinde kayd-ı itirazla birlikte Caferilik mezhebi de fıkhî olarak meşru bir mezhep olarak addedilebilir. Önemli olan Müslümanların şikakı değil, vifak ve ittifakıdır.

***

Ama bu fıkhî boyut Şiilik-Sünnilik ihtilâfının giderilmesi için kâfi değildir. Bu noktada herşeyin halledildiğini söylemek zor. Karadavi gibilerin de söylediği gibi bu meselede üç boyut var. Meşrep, fıkhî mezhep ve akaid boyutu. Bunlardan birisi ehl-i beyt muhabbeti ki Hariciler istisna edilirse Müslümanların tamamı Ehl-i beyti sever ve sayarlar. Bu noktada bütün Müslümanlar Alevi meşreptir ve Ehl-i beyt’i severler. Ama bunun ötesinde bir de tarih yorumunda yöntem ve akaid boyutu var. Burada siyaset, tarih ve akaid içiçedir. Asıl temel fark burada yatmaktadır. Bu noktada İran’ın Sünni ulemâsından Mevlevî Abdurrezzak Rehber, ‘Fikirde uzlaşı, eylemde birlik’ sempozyumundaki konuşmasında İsna Aşeriye (On İki) mezhebinin diğer Sünni dört mezhepten hiçbir farkı olmadığını söyledi. Bakış açısına göre, On İki İmam mezhebinin Sünni fıkhî ekollerle ihtilafı, Sünni ekollerin kendi aralarındaki ihtilafından farksızdır. Burada gas ile semin veya sapla saman birbirine karıştırılmamalıdır. Fıkhî olarak Caferilik ile Sünni fıkhî ekoller arasındaki farklar içtihadidir. Bu konuların akaidle ve dolayısıyla tefrika veya fırkalaşma ile alâkası yoktur. Bunun ötesinde fıkhî olarak Caferilik ekolü ile akaid manzumesi olan İsna Aşeriyye anlayışı iki farklı boyuttur. Asıl ihtilâf noktası On İki İmam meselesindedir. Bu meselenin de iki vechesi var. Şia tarafında Mehdi olarak da bilinen on ikinci imamın mahiyeti Sünni kaynaklara göre şüpheli olmakla birlikte diğer on bir imam noktasında uzlaşılır bir nokta vardır. Bu uzlaşma noktası siyaset veya akaid boyutunda değil sevgi ve muhabbet boyutundadır. Nakşibendi Molla Cami’nin yaptığı gibi Sünniler onları imamet veya siyaset noktasında değil Ehl-i Beyt’e yakın olmaları noktasında severler ve muhabbet gösterirler, sayarlar.

***

Fıkhî mezhep olan Caferilik ile (içtihadi ihtilâfın konusu) akaid boyutu taşıyan İsna Aşerilik birbirinden farklı iki boyuttur. Hayrettin Karaman da Yeni Şafak gazetesinde 28 Ocak 2007 tarihli makalesinde bir atıf üzerinden Rehber’in vardığı sonuca varıyor. Yaptığı atıf 1979 yılından beri merkezi Kahire’den Tahran’a taşınan ve halen orada bulunan Mezhepler Arasında Yakınlaşma Kurumunun başkanı Ayetullah Teshiri’nin sözleridir. Ondan menkul bir şekilde şöyle yazıyor: “Şia ve Sünniler arasında ortak olan alan yüzde doksan beş, farklı olan alan ise yüzde beştir. Biz farklı noktaları her mezhebin mensuplarına bırakarak ortak noktalarda işbirliği yapalım, kardeşçe ilişkiler kuralım...”

Temenniler doğru olmakla birlikte tespitte sorunlu noktalar var. Bu yüzde 95 ile yüzde 5 matematik keskinliğindeki sonuca nasıl ulaşmışlar? Bunun izahı mümkün değil. İlyas Üzüm ise meseleyi eğmeden ve bükmeden; büyütmeden ve küçültmeden asıl problemli alanın ve ihtilâflı noktanın akaid alanında olduğunu ifade etmiştir. Yöntemin doğrusu budur. Diğeri yerine göre samimiyet, yerine göre saflık ve yerine göre kandırmaca olur. Reddederek veya gizleyerek bir yere varmamız mümkün edğildir. İhtilâfın tabiatı fıkhî değil, akaidî ve siyasîdir. Akaid alanındaki ihitlâf da siyaset kaynaklıdır. İmamet gibi siyasî meselelerin akaid meselesi haline gelmesindendir. İhtilâfın tabiatı ve özü budur.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Üstadla ilgili anekdotlar



“Bir gece Üstad rüyama girdi” diyor Hafız Ali Osman. “‘Hani Üstadım Yalvaç’a gelecektiniz?’ diye sordum. Üstad bileğimden tuttu. ‘İşte geldim ya, geldim ya! Söyle ne söyleyeceksen’ dedi. Uyandım, bileğimde Üstadın elinin sıcaklığını hâlâ hissetmekteydim. Meğer Üstad o gece Urfa’da vefat etmiş.”

Hatıralarını anlatmaya devam ediyor Hafız Ali Osman: “Bir gün Üstadın ziyaretindeydim. Bir kardeşimiz geldi. Üstada, ‘Bir hizmet istiyor’ dediklerinde, on saniye duran Üstad, ‘Medrese varsa silsin, süpürsün’ diye cevap verdi. Medresenin temizliğini yapmak, tertip düzenini sağlamak da hizmetti. Aynı zamanda bu nefse sus payı vermek demekti.

Bu hatıraların sahibi şu anda hayatta olan Isparta Yalvaçlı Hafız Ali Osman Karahan Ağabey. 80 yaşına merdiven dayadığı halde bir delikanlı gibi zinde. 3 Nisan 2007’de Şadi Eren, Ramazan Tamer ve bir kısım arkadaşlarla ziyaret ettiğimizde anlatmıştı bu hatıralarını.

Üstadın, kendisine, diğer hizmet eden talebeleri gibi 30 kuruş da maaş bağladığını söyledi. 30 kuruşluk ekmekle bir ay boyunca idare edermiş Üstad. Birgün az olduğu, yetmediği söylendiğinde Üstad, “Ben insan değil miyim? Bana yetiyor ya!” diye cevap vermiş.

Hafız Ali Osman Ağabey, Üstadın mahkemede, “Talebelerinden hediye alıyor” ithamlarına karşı bir bardak çaylarını içmediğini, bir dilim ekmeklerini yemediğini, buna hiçbir şahit bulamayacaklarını söylediğini belirtiyor. Pakistan Milli Eğitim Bakan yardımcısı Ali Ekber Şah da Türkiye’ye geldiğinde Emirdağ’da ikamet etmekte olan Üstadı ziyaret etmiş, bir taraftan neler soracağını zihninde tasarlarken, diğer taraftan da Üstad hakkında bilgiler edinmiş “Üstadın ne kadar talebesi var?” diye sorduğunda, “600 bin” demiş rehberi. Kendi kendine, “Bu kadar talebenin herbiri ayda birer lira verse Üstadın kimbilir nasıl bir kâşâneleri, malikaneleri vardır” diye hayal ederken, sıradan bir ev ve girdiği odada bir somya, yere atılmış bir kilim ve yanda birkaç kap kacak görünce şaşırmış Ali Ekber Şah. “Demek Üstad hediye ve yardım kabul etse daha farklı olmalıydı” diye düşünmüş.

Doğrusu Üstad, “Doğru yolda olan, sizden bir ücret de istemeyen insanlara uyunuz”1 âyetinde dikkat çekildiği gibi Peygamber mesleğini esas edinmiş, hizmetine karşılık en küçük bir ücret dahi almamış. Mektûbât’ta niçin hediye almadığının sebeplerini bir bir anlatır. Orada, “Ehl-i dalâlet ehl-i ilmi ilmi vasıta-i cer [toplama vasıtası] etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet [geçim aracı] yapıyorlar diye insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Bunları fiilen tekzip lâzımdır”2 der ve bunu öncelikle şahsında uygular.

İşte Üstadın anlattıklarını etkili olmasının en önemli sebeplerinde birisi buydu: Söylediklerini herkesten önce kendisinin yaşamış olması.

Dipnotlar:

1- Yasin Sûresi: 21.

2- Mektûbât, s. 18.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Allah, insanı Rahman sûretinde yarattı” ne demektir?



Kur’ân’da Allah’ın ortağı, benzeri, misli, misâli, şebihi, zıddı olmadığı, hiçbir mahlûka benzemediği tekrar tekrar vurgulanır. Pek çok hadiste de bunun ruhuna uygun tanımlamalar yapılır. Bir hadiste ise, “Muhakkak ki Allah, insanı Rahmân ismini tamamıyla gösterir bir sûrette yaratmıştır”1 buyrulur. (Kaynaklarda “Kendisini tamamıyla gösterir bir sûrette” şeklinde geçmektedir.)

Bazıları bu hadisin zahirî anlamına bakarak tevhidle çelişkiye düşüyor. Bu hadisi okuyunca veya duyunca nefis ve şeytanın vesvesesiyle zihinlerini karıştırarak, “Allah, insanı kendi sûretine benzer bir şekilde yarattı” şeklinde yorumlayıp fasit bir anlayışa sürükleniyor.

Bu hadisin zahirine saplanmadan önce şu hususu dikkate almalı: Âyetlerin müteşâbihâtı/benzetmeleri olduğu gibi, hadislerin de müteşâbihâtı vardır.

Bu hadis-i şerifi okuduğumuzda öncelikle ve özellikle Allah’a iman esasını nazara almamız gerekir. Bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden; yıldızları zerreler gibi hikmetli, kolay çeviren, gezdiren ve molekülleri muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlâhînin şeriki/ortağı, nazîri/benzeri, zıddı, niddi olmadığı gibi, sûreti, misli, misâli, şebîhi/benzeri dahi olamaz.

Öyleyse bu hadisten kasıt nedir?

Rahman olan Allah’ın tüm isim ve sıfatları, kâinattaki tüm varlıklara derece derece tecellî etmiştir. Her varlığın simasında/yapısında Rahmânî sıfatın bir tür yansıması vardır. İnsan ise, kâinatın bir özeti, bir minyatürü şeklinde yaratılmıştır. Dolayısıyla Rahman ismi, en ileri derecede insanda tecellî etmiştir. Evet, insan, ism-i Rahmân’ı tamamıyla gösterir bir sûrettedir.4 Bu hadiste esasında nazara verilmek istenen noktalardan birisi budur.

Elbette ve hiç şüphesiz ki, maddeden münezzeh olan Allah, sûretten de münezzehtir. Dolayısıyla hadiste dikkate alacağımız mânâ “Allah insanı kendi sûretinde yarattı” değil, “Rahman sûretinde yarattı”dır. Cenâb-ı Hak, cisimden ve sûretten münezzeh. Ama gel gör ki, insan bu hadisi okurken nefis ve şeytan onun hayalini ifsat eder ve sanki hâdis-i şerif, “Allah, insanı kendi sûretine benzer bir şekilde yarattı” şeklindeymiş gibi yanlış bir anlayışa götürür.

Hadiste geçen Rahman ismine bilhassa dikkat etmek ve bu hak kelâmı, “Allah’ın rahmetinin bütün varlık âlemi içinde en fazla insanda tecellî ettiği” şeklinde anlamak gerekir. Zira, mantıken de biliyoruz ki, yazar yazdığı yazıya, usta yaptığı esere, mobilyacı sanatı olan mobilyaya benzemediği gibi, Yaratıcı da yaratılana benzemez. Ki, biri “Yaratıcı”, diğeri “yaratılan!” Arasında nasıl bir benzerlik kurulabilir ki?

Bu hadis-i şerifteki “sûret-i Rahman” mefhumundan anladığımızı özetlersek; Allah’ın Rahman ve Rahimiyetinin, “ahsen-i takvîm” denen en güzel, tam kıvamında, yani, en kapsamlı, en parlak, en geniş bir aynası ve en muhteşem tecellîsi insandadır.

Dipnotlar:

1- Buhârî, İstizân: 1. Bâb; Müslim, Birr: 115, Cennet: 28

19.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Dehşetli propaganda Nur kalesine tosladı



Fitneye karşı Ensar çağrısı-4

Bundan 82 yıl evvel Şarkî Anadolu'da yaşanan Şeyh Said hadisesinin arka planında yatan en büyük garazkârlıktan biri de, aynı topraklar üzerinde bin yıldır kardeşçe yaşamış olan Türklerle Kürtleri birbirine düşman etmekti.

Nice teessüfler olsun ki, bu münâfıkane maksada bir ölçüde vâsıl olundu.

Şeyh Said ve arkadaşları yakalanıp İstiklâl Mahkemesinde idam talebiyle yargılandığı günlerde, Van'da münzevî bir hayat sürmekte olan Bediüzzaman Said Nursî de oradan alınıp ihtiyaten Garbî Anadolu'ya sevk (sürgün) edildi.

Jandarmalar kendisini almaya geldiklerinde, bölge halkı ve ileri gelenleri buna mani olmak istemiş, hatta bir kısmı yollara dökülüp demişler ki: "Aman Efendi Hazretleri, bizi bırakıp gitme. Müsaade buyur, sizi göndermeyelim. Arzu ederseniz Arabistan’a götürelim."

Buna benzer sözlerle yalvaran zatlara, ahaliye ve silâhlı gruplara teskin edici nasihatlerde bulunan Üstad Bediüzzaman ise "Ben Anadolu’ya gideceğim, onları istiyorum" diyerek, yoluna devam etmiştir. (Tarihçe–i Hayat, s. 136)

Kaderin sevk–i İlâhîsine tâbi olan Bediüzzaman Hazretleri, bir müddet Burdur ve Isparta'da bekletildikten sonra ücrâ bir köşeye, Barla'ya nefyedilir.

Ne var ki, burada da rahat bırakılmaz. Müslüman Türk gençlerinin etrafında pervane olduğunu fark eden dessas münafıklar, derhal harekete geçer ve dehşetli propagandalarla taarruza başlarlar.

İşte, bizzat Üstad Bediüzzaman'a kadar ulaşan ve eserlerinde gereken cevaplarıyla birlikte zikredilen o dehşetli propaganda malzemesinden birkaçı.

Barla Lâhikası, sayfa 149: "Mülhid münafıkların en son ve alçakça ve vicdansızca aleyhimizde istimal ettikleri bir silâhı şudur ki, diyorlar: 'Said Kürttür; bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz.'"

Mektubat, sayfa 407: "Şeytanın telkiniyle ve ehl-i dalâletin ilkaâtıyla, bana karşı propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler, kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki: 'Siz Türksünüz. Maşaallah, Türklerde her nevi ulema ve ehl-i kemâl vardır. Said bir Kürttür. Milliyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesâi etmek, hamiyet-i milliyeye münâfidir (aykırıdır.)'"

Şuâlar, sayfa 327: "Kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve Müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve senâ-i Kur’âniyeye mazhar olduğu için o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisanla ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için 'O Kürttür, siz Türksünüz, o Şâfiîdir, siz Hanefîsiniz' deyip, herkesi ürkütüp ondan çekindirmeye çalışması..., hangi maslahat, hangi kànun buna müsaade eder?"

* * *

Evet, buna benzer şiddetli propaganlarla, Üstad'a ve Nur'a talebe olan ihlâslı Müslüman Türk gençleri, Bediüzzaman Hazretlerinden soğutmak sûretiyle koparılmak istenmiş.

Ancak, nihayetsiz şükürler olsun ki, bu gayelerinde muvaffak olamadılar.

O dehşetli propaganda bombardımanı, İslâm kardeşliğiyle teşkil edilmiş olan sağlam Nur kalesine tosladı ve gerilemek durumunda kaldı.

İşte, yukarıda ismi zikredilen eserlerin yine aynı sayfalarında, nifak tohumu eken, gençleri zehirlemeye çalışan o mülhid ve münafıkların dessasane çabalarını boşa çıkartan Üstad Bediüzzaman'ın onlara verdiği cevapların bir kısmı:

* "O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfuruş mülhidlere derim ki: Din-i İslâmiyet milliyetiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakikî alâkadarım. Ve bin seneye yakın, Kur’ân’ın bayrağını cihanın cihât-ı sittesinin etrafında galibâne gezdiren bu vatan evlâtlarına, İslâmiyet hesabına müftehirâne ve taraftarâne muhabbettarım. Sen ise, ey hamiyetfuruş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiye-i milliyesini unutturacak bir surette mecazî ve unsurî ve muvakkat ve garazkârâne bir uhuvvetin var."

* "Ben bu münafıkların vicdansızca desiselerine karşı değil, belki safdillerin temiz kalbleri bunların sözleriyle bulunmamak için diyorum ki: Evet, ben başka memlekette dünyaya gelmişim. Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin evlâdına hizmetkâr etmiş ki, dokuz sene (35 sene oldu) mütemadiyen bu memleketteki milletin ondan dokuz kısmının saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim, bu havalideki insanlara malûmdur."

Ey ihvanlar! Aleyhindeki bunca propagandaya rağmen, Üstad Bediüzzaman'dan ayrılmayan, etrafında pervane olan, gerektiğinde hayatını fedâ etmekten çekinmeyen bu hâlis, sâdık, sebatkâr Nur talebelerinden bizlerin de alacağı pekçok dersler yok mudur? O aziz insanlara lâyık birer kardeş olmamız gerekmez mi?.. Elbette gerekir diyorsak, birbirimizi de elbette ki himaye ve müdafaa etmek durumundayız.

O zamanlar, Üstad Bediüzzaman muhacir iken, Müslüman Türk kardeşleri de ensar olmuşlardır. Bizler, hepimiz, bugün de aynı durumda olmamız ve aynı tarz hizmette bulunmamız gerekmez mi? Buna şiddetle ihtiyacımız yok mu?

Bütün bunları tedbirleriyle birlikte düşünmeye devam inşaallah...

GÜNÜN TARİHİ 19 Nisan 1919

Kars'ın kara günleri ...

Bir hafta kadar evvel Kars'ı işgal eden İngiliz kuvvetleri, bu önemli serhat şehrini Ermenilere teslim etti. Kars'ın idaresini ele geçiren Ermeniler, yaklaşık bir buçuk sene müddetle burayı ellerinde tutarak Müslüman ahaliye kan kusturmaya devam etti.

* * *

1918 yılı başında Osmanlı ve müttefikleri karşısında Kafkas Cephesinden geri çekilmek zorunda kalan Rusya, Brest–Litovsk Antlaşması gereği Kars, Artvin ve Batum'u Osmanlı'ya terk etti.

Ancak, kısa bir süre sonra İngilizler ve müttefikleri galip gelince, bölgedeki durum tersine döndü. Ruslarla elele veren İngiliz kuvvetleri, özellikle Kars'a Ermenileri doldurup Türk ve Müslüman nüfusu katliâma başladı.

Ermeniler Kars'ı ele geçirirken, Gürcüler de eşzamanlı olarak Posof ve Ardahan'ı işgal etti. Kars'ın işgali, Kâzım Karabekir Paşanın 30 Ekim 1920 tarihinde gerçekleştirdiği püskürtme harekâtına kadar devam etti. Ayyıldızlı bayrak, Kars Kalesine Besmele–i Şerife ile o gün yeniden çekildi.

Yazımızı, Kâtibî isimli ozanıh bir Kars türküsüyle bitirelim:

Sana bir nasihatım var

Gel yanıma hele gardaş

Uzaktan arayıp gezme

Gitme elden ele gardaş

Harama sürme elini

Kötüden sakın kendini

Bazen hıfzeyle dilini

Dilden gelir belâ gardaş

Dinle okunan Ferman'ı

Bulasın derdine dermanı

Tersi savurma harmanı

Dane gider yele gardaş

Kâtibî'm geldim cihana

Şükür olsun ol Subhan'a

Halin arzeyle Sultan'a

Mihnet etme kula gardaş

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

“Okuma”mak



“Okuma!” diye bir terim var.

“Yazma”

“Söyleme”

“Konuşma”

“Yeme”

“İçme”

Bu kelimeler bir anlamda “yapma-etme” gibi mânâlara da gelebiliyor.

Bunun en acı ve acıklı yönü “okuma”maktır.

Günümüzde herşey ilme dayalıdır.

Kim düşüncesini iyi ifade edebiliyor ise o kazanıyor, başarılı oluyor.

Bizim dünyamızda kitap sadece sınıf geçmek veya öğrencinin vize alması gibi algılanıyor.

Yargıtay eski başsavcısı Doç. Dr. Sami Selçuk, resmî bir ziyaret amacı ile gittiği Rusya’daki bir anısını şöyle nakletmişti:

“Bir toplantıya bizi resmî bir araç götürdü. Gideceğimiz yere ulaştığımızda, aracın sürücüsü, görevinden sonra eline hemen bir kitap alarak okumaya başladı. Toplantı bitip tekrar aracın yanına geldiğimizde sürücü hâlâ kitap okuyordu.

Rusya gibi bir ülkede bile okuma düzeyi oldukça yüksek.

Ulusal ve uluslararası düzeyde ise bizim durumumuz hiç de iç açıcı değil.

Herşeyi biliriz, herşeyin hükmünü verebiliriz.

Kim ne sorsa cevabını hiç düşünmemden veririz.

Bunları anlatırken istisnaları ayrı bir yere koyarak söylüyorum.

Elbette bilimle dolu, ihtisasa önem veren, görüşlere saygılı insanlarımız oldukça fazla. Ama, yüzde yirmi ikilik bir kitlemiz var ki, bunu nazara almamak imkânsızdır.

Bilgi toplumlarında hayatın seyri başkadır.

Hukukta, bürokraside, ekonomide, eğitimde, sosyal hayatın her alanında bilen insanların, dünyanın gidişatını takip edenlerin ne kadar başarılı olduğunu görüyor, izliyoruz.

Dünyayı sadece kendi vücudundan ibaret zannedenler ise mum ışığına mahkûm kimselerdir.

“Okuma!”mak bir felâketttir de ondan.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İki önemli mesele



Eskişehir’den Volkan Bey:

*“Kadınlar için Cuma namazının farz olmamasının hikmeti nedir? Neden farz değil?”

İslâm Dini ibadetlerin vücup ve sıhhat şartlarını ortaya koyarken, zorluğu değil, kolaylığı; nefreti değil müjdelemeyi; tören resmiyetini değil, ruhu ahlâka ve kemâlâta yükseltmeyi esas almıştır. Kadınlardan gitme imkânı olmayanlar için Cuma namazının farz olmayışı bir kolaylıktan ibarettir. Yoksa imkânı olanların kılmalarına bir mani yoktur. Bu yeni bir hüküm de değildir.

Dört mezhep imamları, emir olmayan bir hususu hiçbir zaman “yükümlülük” gibi göstermemişler; fakat aksine bir delil olmadığı takdirde, edasını ve ifasını insanların tercihine bırakmışlardır. Emir olan hususları ise insanların tercihine bırakmamışlar, yükümlülük ve faziletteki öncelik derecelerini tafsilâtıyla bildirmişlerdir.

İşin özü şudur: Dört mezhebe göre kadınlara Cuma namazı farz değildir. Ancak kılarlarsa sahih olur ve o günkü öğle namazını kılmış olurlar. Yani Cuma namazı kılan bir kadının, tıpkı Cuma namazı kılan bir erkekte olduğu gibi, o günün öğle namazını kılma farziyeti üzerinden kalkmış olur.

Bu şu demektir: Kadınlar Cuma namazını kılarlarsa, öğle namazını farziyetten düşüren bir “farz ibadeti” eda etmiş olurlar. Namazları “farz” olarak sahihtir. Kılmazlarsa, kendilerine Cuma namazı zaten farz değildir; bu durumda hiçbir mesuliyetleri yoktur; sadece o günün öğle namazını kılmakla yükümlüdürler.

Böylece mezhepler, kadınlara yeni bir mes’ûliyet yüklememişlerdir. Çünkü sünnette de yükümlülük getirici bir delil yoktur. Mezheplerin yaptıkları, aynen Peygamber Efendimizin (asm) uygulamasında olduğu gibi, kadınların Cuma namazı kılabilmelerine kapıyı aralık bırakmaktan ibarettir. Ama yükümlülük getirmemişlerdir; çünkü aslını sünnetten almayan bir yükümlülük dinin özü ve üslubu ile bağdaşmaz.

Fıkıh mezhepleri konuyu genel ahlâk açısından da değerlendirmişler; kadınların Cuma namazı kılmalarını fitneye sebep olmayacak biçimde camiin ve cemaatin hazırlanması ve organize edilmesi şartına bağlamışlar ve eğer fitne söz konusu olacak ise, kadınların Cuma namazı kılmalarını “ittifakla” mekruh saymışlardır. Çünkü namazda kalp huzuru, ihlâs, huşu ve Allah korkusunu muhafaza ve takviye etmek esastır.

Dört mezhebin içtihadıyla Müslüman toplumların iffet ve ahlâk ağırlıklı hassasiyeti birleşince, bunca yıldır toplumun örfü kadınların camilerde Cuma ve bayram namazı kılmalarına fiilî bir engel teşkil etmiştir. Aslında örfün ibadete bu derece müdahalesini abartılı ve haksız bulmak mümkündür. Yani camilerde kadınlar için de düzenlemelere gidilebilseydi ve sünnette olduğu gibi kadınlara bir tercih fırsatı verilseydi şüphesiz daha doğru olurdu. Fakat bu fırsatı vermeyen kurum mezhepler değil, toplumun örfüdür.

Camileri ve cemaati fitneye meydan vermeyecek şekilde hazırlamak ve düzenlemek şartıyla, kadınlara Cuma ve bayram namazı kılma imkânı tanınmasında şüphesiz hiçbir sakınca yoktur. Hatta faydadan uzak da değildir. Çünkü kadınların da ibadette cami ve cemaat ruhuna ihtiyaçları olduğu bir gerçektir.

Fakat kadınlar için Cuma namazını farz ilân etmek, İslâm dininin tanıdığı kolaylığı yok saymak demektir. Ki, bu tehlikelidir. Bu, dini kolaylaştırmak değil, zorlaştırmak olur.

***

Şanlıurfa’dan okuyucumuz:

*“Kendi hatalarınızı görmeyip, aynı hatalar yüzünden başkasını eleştirmemiz ve kınamanız ona zulüm olmaz mı?”

Kur’ân terbiyesine göre, başkalarının hatalarını araştırmamız, başkalarını hataları yüzünden eleştirmemiz ve kınamamız zaten doğru bir davranış değildir. Eleştirmenin de bir adabı vardır. Bediüzzaman “Tenkidi eğer insaf işletirse, hakikati rendeçler. Eğer gurur istihdam etse, tahrip eder, parçalar”1 der. Bu anlamda tabiî ki öncelikle kendimizi eleştirmeli, kendi hatalarımızı görmeli ve düzeltme yoluna gitmelidir. Başkasının bir hatasını gördüğümüzde ise, uygun bir dille kendisine söylemek şartıyla, insafla, hakperestlikle, lütufla ıslahına çalışmalıdır.

Kur’ân, “Birbirinizin gizli hallerini ve kusurlarını araştırmayınız. Birbirinizi gıybet etmeyiniz!” buyuruyor.2 Yine Kur’ân’da başkalarını eleştirmek ve kınamak yerine; affetmek, bağışlamak ve başkalarının kusurlarını yok sayıp geçmek bir güzel ahlâk ve fazilet olarak tavsiye ediliyor.3

Kur’ân’ın bu tavsiyeleri güzel ahlâktır. Bunun aksi ise kötü ahlâktır, kötü huydur. Yani kendi hatasını görmeyip başkalarının hatalarıyla meşgul olmak; 1- Kötü ahlâktır veya ahlâksızlıktır. 2- Haksızlıktır. 3- Zulümdür.

Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şamiye, Sayfa 147 2- Hucûrat Sûresi: 12 3- Âl-i İmrân Sûresi: 134

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bu hamur çok su götürür



Gerek ‘tek parti devri’nde ve gerekse aynı partinin iktidar ortağı olduğu yıllarda ‘yok’luklara kuyruklara Türkiye’de yaşayan herkes şahit olmuştur. 1980 öncesi CHP iktidarı dönemi de yokluk ve kuyruk yılları olarak tarihe mal olmuş durumda.

Ülkemizde yaşayanlar olarak “Babalarımızdan daha zengin” olduğumuz için, son yıllarda ‘un, tuz, şeker’ yokluğu ve kuyrukları oluşmuyor. Ancak bu yokluk ve kuyruklardan daha can yakıcı başka yokluklarla kavruluyoruz. Bugünkü yoklukların en başında ‘demokrasi ve insan hakları eksikliği’ yer alıyor.

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz asla!” diyenler için bu durum, ‘un, tuz, şeker’ eksikliğinden çok daha önemlidir. Son yıllarda her şeyi maddî ölçülerle ölçenler için bu tesbit belki bir mânâ ifade etmeyebilir, ama hürriyet olmadan ‘ekmek’in de olmadığını yaşanan onlarca örnekle görüyoruz.

Güya ‘basında sansürün kaldırılışı’nın yıldönümleri kutlanıyor, ancak basın özgürlüğü de tehdit altında. Meselâ, haftalık haber dergisi Nokta, ‘özel izin’le basıldı ve bu baskın 3 gün sürdü. Konuyu değerlendiren Av. Fikret İlkiz, dergiye yapılan baskının, “kanunî” karşılıkları bulunduğunu, ama bütün bunların hukuka ve anayasaya, hattâ 83 yıl öncesine ait 1924 Anayasasına bile aykırı olduğunu söylüyor. (bianet.org)

Nokta dergisine yapılan baskın, pek çok kişide “Türkiye’de basın özgürlüğü yok” dedirtti. Peki, basın özgürlüğü yok da demokrasi var mı? Bu konuda Güngör Uras şöyle yazmış: “Gerçekçi olalım. Bugün tırmanışa geçen sorunların kökünde (bugünkü krizin kökünde) Türkiye’de demokrasinin olmaması vardır.

“Açık konuşalım. Türkiye’de demokrasi yoktur. Biz kendimizi ve de başkalarını kandırıyoruz. Türkiye’de yarı dikta rejimi vardır. Şu veya bu şekilde bir partinin başına geçenler, ülkeyle ve halkla oynamaktadır.” (Milliyet, 15 Nisan 2007)

Tabiî ki bu noktada ‘Demokrasiden ne anlıyoruz?’ sorusu da gündeme gelir. Bunun cevabı da asgarî olarak ‘dünya uygulamaları’ olmalıdır. Yoksa, milleti ‘cahil oy çoğunluğu gören anlayış’ın demokrasi anlaşıyı ile bir yere varmak mümkün değil.

“Türkiye’de demokrasi yoktur” tesbitini sorumluluğunu sadece ‘siyasî parti liderlerinin hatası’na bağlamak mümkün değil. Asıl suçlu, siyaset alanını daraltan ve bütün partileri ‘tek parti’ haline getirenlerdir.

Mevcut halden şikâyet ederken, ‘tek parti devri’nin övülmesi de her halde Türkiye’ye mahsus bir çelişki olsa gerek. Uras şöyle demiş: “Cumhuriyetin ilk yıllarında, Mustafa Kemal dönemindeki meclislerin, bakanlar kurullarının yapısına, tek parti döneminde Meclis ve Bakanlar kurulunda yapılan tartışmalara, Mustafa Kemal’in millî mutabakat konusundaki duyarlılığına ve özenine bakınız. Sonra bugün olan biteni görünüz.” (agg)

Adı üstünde. ‘Tek parti’ devri. Nasıl olur da; bütün eksikliğine rağmen, ‘tek parti devri’ bugünkü devirden daha ‘demokrat’ olabilir? Bu iddiayı tarihçilere havale edip soralım: ‘Tek parti devri’ bu kadar ‘mutabakatçı’ idiyse; neden çok partili hayatta hiç bir zaman tek başına iktidar yüzü görmedi?

Bu hamur çok su götürür...

19.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Sağda neler oluyor?



Başbakan Erdoğan DYP Genel Merkezinden ayrıldıktan sonra DYP yöneticileriyle, ANAP’tan çıktıktan sonra da ANAP’ın ileri gelenleriyle konuştuk.

Mehmet Ağar ve Erkan Mumcu’nun görüşmeyi net bir şekilde açıkladıklarını belirttiler.

DYP’den Nevzat Ercan, Başbakan’ın kendilerine bir “367 talebiyle gelmediğini” söyledi. “Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin süreç konuşuldu” dedi. Peki Erdoğan aday olup olmayacağı yönünde bir imada bulunmuş muydu? Ercan, “Yok. Öyle bir şey hissedilmedi” dedi.

ANAP’tan ise Mehmet Keçeciler’le konuştuk. “Seviyeli bir görüşme oldu” dedi. “367’yi tamamlamak gibi bir talebin söz konusu olmadığını” belirtti, ama ziyaretin amacından bunun çıkarılabileceğini ifade etti. Erkan Mumcu ise zımnî de olsa böyle bir talebin hissettirildiğini ifade etti.

Erkan Mumcu kürsüye çıktığından Genel Kurul salonunu terk ediyordu Erdoğan. Peki karşılaştıklarında ne olmuş?

Mumcu’nun, “Nasılsınız, iyi misiniz?” şeklindeki sorusuna, “İyiyim” yanıtını verdikten sonra “Sen nasılsın” diye sormuş Erdoğan.

Kurabiye ve çay ikram edilmiş her iki genel merkezde de AKP heyetine.

Erkan Mumcu ilk başlarda daha heyecanlıymış. Ne de olsa bir süre Erdoğan’la siyaset arkadaşlıkları oldu sonra yolları ayrılarak, “nankör kedi” muamelesi yaşadılar.

Demokrasinin en önemli sınavında ise Mumcu’nun partisi anahtar konumunda oldu.

Bu arada ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu’nun cumhurbaşkanlığı seçimi konusundaki önerisi, Çankaya krizlerini aşmanın en büyük ilâcı.

Cumhurbaşkanını halk seçmediği müddetçe Türkiye, her 7 senede bir Çankaya hummasına tutulmaktan kurtulamaz.

Hadi bu kez zamanın darlığı mazeret olarak ileri sürülüyor. Peki genel seçimlere gidilirken, anayasa değişikliği yapılarak cumhurbaşkanını halka seçtiremez miyiz? 7 yıl insanların ömründe önemli bir süre olabilir, ama devletler için bu geçerli değil. Göz açıp kapayıncaya kadar geçecek ve Türkiye tekrar Çankaya sancıları ile kıvranmaya başlayacak.

Çare milletse, cumhura kendi başkanını seçtirip Çankaya’ya güçlü bir cumhurbaşkanı çıkarmak gerekli.

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili takvim hızlanırken, merkez sağda ilginç bir gelişme su yüzüne çıktı.

Bu da DYP ile ANAP arasındaki yakınlaşma.

ANAP grubuna biraz da bu merakla gittim. Kürsüde Mahmut Koçak vardı. Yeşil kravatını takmış, Anavatan’a geçmişti. Güçlü bir hitabeti, şiirsel bir anlatımı vardı. Doğrusu Koçak’ın bu denli iyi bir hatip olduğunu bilmiyordum.

Ömer Abuşoğlu’nun vefatıyla birlikte gruptan düşen ANAP, Mahmut Koçak’ın katılımıyla birlikte tekrar grup kurdu.

Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tavrından, yeniden grup kurmasından ziyade merkez sağdaki yeni işbirliğiyle ilgiliydim.

Erkan Mumcu grup konuşmasında buna değinmedi, ama daha sonra katıldığı söyleşilerde, bunun 2 Kasım seçimlerinden bu yana güçlü bir şekilde kendini hissettiren bir talep olduğunu ifade etti.

Türkiye’nin normalleşmesi için merkez sağ ve merkez solun inşa edilmesi gerektiğine inanan birisiyim.

Ancak bunun ne şekilde olduğu çok önemli. Bu işbirliğinin arkasındaki irade ne? İrade taban olabilir ya da partilerin yetkili kurulları veya liderleri; yani tavan olabilir.

Almanya Başbakanı Helmut Kohl iki ülkeyi birleştirip, “Birleşik Almanya’yı” ortaya çıkardı.

Tüm bunlar meşru zeminler.

Bunlara hiçbir ihtiyaç kalmadan millet de bunu sağlar. Çok partili demokrasiye geçildiği günden bu yana, askerî müdahale dönemleri dışında millet siyasî istikrarı merkezde sağlamayı başardı. Ama bir süredir siyasî sisteme dışarıdan müdahaleler çok fazla olduğu için merkez de tahrip oldu.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken Anavatan ve DYP, siyasî meşruiyet aracı haline geldiler.

Demokrasi açısından yapıcı bir rol üstlendikleri takdirde, bir ışık yakabilir, sağduyu ve normalleşmenin adresi olabilirler.

İşte böylesine kritik bir aşamada DYP ile ANAP’ın birlikteliği ortaya çıktı.

Parti kadrolarından konuştuklarımız heyecanlıydı.

Merkez sağın inşası açısından heyecanlanmamak mümkün değil.

Milletin bunu sağlamasının daha sağlıklı olacağı kesin.

Ayrıca ilk kez böyle bir hevesle yola çıkılmıyor. ANAYOL bu gayeyle kurulmuştu.

Hatta DYP lideri Tansu Çiller sağın birleşmesi adına koltuğundan feragat etmişti.

Bazı illerde teşkilâtlar birleşme görüşmelerine başlamış, DYP ve ANAP’lı bakanlar illeri ziyaretlerinde iki teşkilâtı da ayrı ayrı ziyaret eder olmuştu.

Haziran’da yerel ara seçimler vardı ve o seçimlerde DYP’nin güçlü olduğu yerde DYP’nin adayı ANAP’ın güçlü olduğu yerde ANAP’ın adayı desteklenecekti.

Sonra ANAYOL öyle bir çöktü ki, merkez sağ diye bir şey kalmadı.

Buradaki tehlike şu. Bu birilerinin cumhurbaşkanlığı pazarlığı için ortaya attığı bir formül olur ve başarısızlıkla sonuçlanırsa, zararı genel seçimlerde görülür. Merkez tamamen tasfiye olur.

19.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004