Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Nisan 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Rambo balonu



Slyvester Stallone’nin yazıp yönettiği “Rambo” karakteri bir kahraman değil, palavranın ta kendisiydi.

Yetişkinlere göre yazılmış bir masal tiplemesiydi.

Çünkü böyle biri gerçek hayatta yaşamadı. Ama beyaz perdede “gücün” simgesi oldu. Gişe rekorları kırdı.

Amerikalılar Vietnam’da kaybettikleri “onuru(!)”nu beyaz perdede geri aldı.

Hattâ, “asker” denince hemen akıllara “Rambo gibi” ifadesi takılıverdi. Dilimize bile yerleşti.

Amerikalılar “hikâye” sever. Bu yüzden gazete haberlerine “haber” demez “hikâye” derler.

“Palavra”ya bayılır. Bu yüzden “show-man”ler iyi iş yapar, bol para kazanır.

Şimdi bazı haberlerde geçiyor:

“Amerikan yöneticilerin Irak’taki askerlerle ilgili uydurma kahramanlık hikâyeleri anlattığı” yönünde...

Son olarak er Jessica Lynch hakkında “Dişi Rambo” efsanesi uydurulmuş.

Lynch, habere göre bundan son derece rahatsızlık duymuş.

Diyor ki:

“Böyle bir şey yok”

Sonra:

“Olay duyulunca koca bir medya ordusu ailemin evini kuşatma altına aldı ve küçük Rambo kızın hikâyesini öğrenmeye çalıştı...”

Malûm, Irak işgali başladığında bu “kaçırılma” hikâyesi uydurulmuştu.

Sonra güya, Lynch’ı bir operasyonla “kurtardı”lar. Daha doğrusu böyle bir hikâye uydurdular.

Tıpkı “Er Ryan Kurtarmak” filmindeki gibi.

Lynch, bunun hükümetin kahraman oluşturma ve işgal için kendisine destek bulma çabasının bir parçası olduğunu söylüyor.

Bunu açık açık söylüyor.

Lynch ekliyor:

“Savaş gerçeğini anlatmak kolay değil... Ancak abartılı hikâyelerden daha kahramanca...”

Bir olay daha:

Güya bir futbol yıldızı olan onbaşı Pat Tillman’ın ölümünden sonra yetkililer bir operasyon sonucu öldüğünü açıklayarak “kahramanlık” destanı yazdı.

Halbuki gerçek hiç de sanıldığı gibi olmadı.

Ancak beş ay sonra onbaşının ölümünün bir tuzak sonrası kendi birliğinden askerler tarafından açılan ateş sonucunda öldürülmüş olduğu ortaya çıktı.

Dedik ya, Amerikalılar “hikâye” sever.

Hikâyelerle Amerikan halkını uyutabilirsiniz.

Dedik ya, Amerikalılar “palavra”yı sever.

“Stand/up” ve “Talk-Show”larla millete palavra sıkabilirsiniz.

Ama unuttukları bir gerçek var ki, o da şu:

Bu yeryüzünde sadece “Amerikalılar” yaşamıyor.

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Pozitif muhalefet



Erdoğan’ın, üç gün önce Gül’ün adaylığını açıkladığı âna kadar süreci tamamen kendisine endeksli olarak getirme stratejisini, şimşekleri üzerine çeken bir paratonerlik taktiği şeklinde değerlendiren yorumlar da yapılıyor.

Olabilir. Ancak bu taktik, kaçınılmaz bir şekilde, muhaliflerle diyalog kanallarını da tıkadı.

Özellikle AKP-CHP ilişkilerinde, liderler düzeyindeki iletişimin tümüyle kopması bunun sonucu. Nitekim Erdoğan, daha önce kaale bile almadığı diğer muhalefet liderleriyle görüşürken Baykal’la bir araya gelmeyi ısrarla reddetti.

Sebep, CHP liderinin, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı yürüttüğü kampanyayı tezyif ve hakaret boyutlarına taşımasıydı.

Başbakanın bu tavra tepkisi özde haklıydı.

Ama cumhurbaşkanı seçimi gibi, toplumda yaşayan herkesi ilgilendiren bir konu söz konusu olduğunda, kişisel duyguları bir kenara bırakarak, zevahiri kurtarma kabilinden dahi olsa anamuhalefet lideriyle diyaloga geçilmeliydi.

Böyle bir açılım, “Herşeye rağmen büyüklük bende kalsın” yaklaşımının bir yansıması olarak algılanır ve jesti yapana puan kazandırırken hırçın muhalifini daha da köşeye sıkıştırırdı.

Erdoğan’ın kişisel olarak aşamadığı bu kilitlenmeyi, AKP Gül vasıtasıyla kırdı. Gül, tavrı belli olan CHP’yi, reddedileceğini bile bile ziyaret ederek birşey kaybetmedi, ama bu ziyaret havayı yumuşattı, CHP’yi de inatla sürdürdüğü 367 saplantısı içinde biraz daha izole etti.

Bu durumdan, diğer muhalefet partilerinin de çıkarması gereken önemli dersler mevcut.

Türkiye’nin geldiği noktada sert ve keskin tavır, söylem ve politikalar artık prim yapmıyor. Muhalefetin de yapıcı, pozitif bir anlayışla yapılması bekleniyor.

Bunun anlamı, elbette ki kendi fikir ve tezlerinden taviz vererek iktidara teslim olmak değil. Herkes kendi orijinal kimliğini korumalı. Ama uzlaşma gerektiren noktalarda da uzlaşabilmeli.

Nitekim bu uzlaşma sınavlarından biri bugün Mecliste verilecek. Bize göre, gelinen noktada Meclisin Gül’ü ilk turda 367’nin üzerinde bir oyla seçmesi, AKP’nin değil, TBMM’nin ve demokrasimizin yeni ve örnek bir başarısı olur.

Böylece hem “367’yi bulamasınlar da Anayasa Mahkemesine gidelim” hesabı yapan antidemokratik zihniyetin hevesi kursağında bırakılmış, hem de ülkenin gereksiz ve anlamsız tartışmalarla zaman kaybetmesi önlenmiş olur.

CHP’nin bu konudaki uzlaşmaz ve inatçı tavrıyla millet nezdinde yeni prestij kayıplarına uğradığı bir ortamda, bilhassa DYP ve ANAP’la bağımsız milletvekillerinden beklenen, yapıcı ve olgun bir tavırla, seçimin bugünkü ilk turda neticeye ulaşmasına katkıda bulunmak olmalı.

Aksi bir tavır, sahiplerini küçük hesaplarla CHP’nin kuyruğuna takılmış konuma düşürür.

Öte yandan, cumhurbaşkanı seçimine muhalefetin sağlayacağı yapıcı katkı, AKP’nin süreçte bugüne kadar izlediği dışlayıcı ve hatalı politikalara da anlamlı bir cevap oluşturabilir.

AKP’nin hataları, bu süreçle de sınırlı değil.

Bu partinin, şimdiye kadar muhalefet adına sadece CHP’yi muhatap saydığı, diğerlerini ise yok farz edip hiç kaale dahi almadığı mâlûm.

Şimdi sıkıştı, ayaklarına gitmek zorunda kaldı.

Halk bunun değerlendirmesini de yapacaktır.

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Merkeze oturma mı, ele geçirme mi?



Cumhurbaşkanlığı seçimleri çerçevesinde boş ve anlamsız bir tartışma yürütülüyor ve bu da Türkiye’yi geriyor. Aslında, ilkesi olmayan bir kör döğüşü demek daha doğru olur. Bu kör döğüşüne ideolojik bir kılıf giydiriliyor. Bu çekişmenin eksenini ‘merkeze yerleşme, ehlileşme ile merkezi ele geçirme’ seçenekleri tayin ediyor. Baştan beri AKP’nin gizli gündeminden şüphe eden veya şüphe etmediği halde böyle gösteren bazı odaklar veya çevreler, şimdi Çankaya adayı Abdullah Gül’ün RP’nin bir devamı olduğu propagandasını yapıyor. Onun için ‘Tayyip’in ruh ikizi’ diyorlar ve Erbakan’ın da öğrencisi olduğunu söylüyorlar. Sözgelimi, Cumhuriyet gazetesinin dünkü ( 26/4/2007) başsayfa başlıklarından birisi şuydu: “Milli görüş devleti...” Bu başlık aslında bütün söylemek istediklerini özetliyor. Evet, geçmişleri itibarıyla Milli Görüşçü kabul edilebilirler. Bu doğrudur, ama şu anki halleri mazilerinin bir reddi mirası durumundadır...” Ona bakılırsa Demokratlar CHP’nin bir devamı niteliğinde idiler ve DP, CHP’den kopma bir parti idi. Ve ona bakarsanız, Türkiye’deki iktidar partilerinin geçmişinde teselsül halinde CHP bulunuyor, ama zamanla değişik istikamet kazandılar. AKP’nin geçmişinde Millî Görüş gömleği bulunması da öyledir. Dolayısıyla aslında AKP’liler için merkezi ele geçirme maratonunda merkeze yenildikleri ve başkalaştıkları ve senteze ulaştıkları da rahatlıkla söylenebilir. Nitekim sosyologlar ve uzmanlar böyle söylüyor. Bu açıdan İngiliz basını ve sözgelimi The Independent gazetesinden Adrian Hamilton, İngiltere ve Türkiye’de başörtüsü bağlamındaki tartışmalara temas etmiş ve Türkiye’de AKP çizgisini temsil eden başörtü serbestisi taraftarlarının modernist olmaları karşısında başörtüsü karşıtı ulusalcı çizgi ve akımın tutucu ve muhafazakâr olduğunu yazmıştır. Bu hemen hemen Elizabeth Özdalga gibilerin vardıkları sonuçla aynıdır. AKP’liler gerçekten de Millî Görüş gömleğini çıkarmış ve bir senteze ulaşmışlardır. Dolayısıyla bu çizginin Çankaya’ya yansıması merkezi ele geçirme değil de, merkeze yerleşme olarak algılanmalıdır. Süreçte, AKP bağlamında yeni İslâmcılar modernist, ulusalcılar ise muhafazakâr ve tutucu hale gelmişlerdir.

***

Asıl problem, AKP’lilerin senteze giderek dönüşüm geçirmelerine mukabil karşıtlarının yerinde saymaları ve tahaccur etmeleridir. İslâmî kesimler dönüşüm geçiriyor, ama karşıtları bu dönüşümü ya görmüyor, ya da yok farz ediyor. Çankaya ile birlikte iktidar organlarını tekelde toplamaları, muhalif kesimlerin en büyük kaygısını oluşturuyor. Halbuki ve esasen, merkezi ele geçirme hedefinden ziyade merkeze oturma hedefiyle dönüşüm geçiren AKP çevreleri veya camiası, değiştirme yerine, değişimi seçmiştir. Ama karşıtları zihniyet değişimi yerine, onların kılık kıyafetlerine veya kostümlerine takılı kalmıştır. Değişim süreci ve katetmiş olduğu mesafe, Mehmet Ali Şahin gibi isimlerin değişimi veya gelişimi üzerinden de rahat bir şekilde takip edilebilir. Fakat yine de muhalifleri bu husustaki korkularını yenemiyorlar. Cengiz Aktar gibilerinin deyimiyle, aslında hükümetin, icraatlarında veya başarılarında pek bir sevk ve idaresi ve dahli yok. İşler otomosyon olarak kendiliğinden gidiyor. Aktar’a göre başarı aslında konjonktürel ve hasbe’l kader bir başarı. Ve Naci Bostancı’nın Neşe Düzel’e de ifade ettiği gibi, AKP’nin gizli veya açık bir projesi de yok. Konuta veya Köşk’e kendi renklerini yansıtsalar da bu ideolojik bir renk değil, sosyolojik bir renk. Naci Bostancı’nın şu görüşlerine katılmamak mümkün değil: Siyasî ve ekonomik elit oluşlarını demokrasiye borçlu olduklarını biliyorlar. Türkiye’de iktidar el değiştiriyor. Tandoğan’da toplananlar daha önce iktidardaydılar. Şimdi kendilerini güçsüz hissediyorlar. Türkiye’de İslâmcılık değişiyor. AKP’liler cemaatten cemiyete geçiyor. Başkalarıyla kurdukları ilişkiler sonucunda dışa kapalı hayat bitiyor. AKP’nin temsil ettiği kulvar modernleşiyor. AKP’nin kendisi ılımlı İslâm. O, kendi sosyolojisini siyasete taşıyor. Ne yaşıyorlarsa siyasette de öyle görünüyorlar. Ilımlı İslâm’ı bir proje değil, bir kendilik olarak siyasete taşıyorlar (Radikal :23/04/2007).

***

AKP’lilerin iktidarda değişmelerine rağmen, karşıtlarının katılıklarını muhafaza etmeleri yumuşama yerine Türkiye’yi geriyor. İşte bu noktada kısır bir döngü oluşuyor. Muhalifler kendilerini ve karşıtlarını geliştirecekleri yerde gelişmeyi donduruyorlar. Adeta siyasî rant olarak AKP’nin ekmeğine yağ sürüyorlar. Mağduriyet üzerinden tabanını güçlendiriyorlar. AKP, kendi icraatlarından ziyade, muhaliflerinin tutumuyla puan topluyor. Her defasında onları güçlendiren, kendi dinamiklerinden ziyade, muhalefetin amansız saldırıları ve kazan kaldırmasıdır. Erdoğan’ın Çankaya’ya çıkmasını engelleyerek, partiye omuz verdiler. Adnan Menderes geçmişte: “Allah kimseye onlar gibi muhalefet göstermesin” diye niyaz ve duada bulunmuştur. AKP’liler de şöyle dua edebilirler: Allah herkese CHP gibi muhalefet nasip etsin. Bu bağlamda, Ertuğrul Özkök AKP gibi CHP’yi de boşuna merkeze çağırıyor. İtidal için değişmeleri gerekir. Onlar ise, buna külliyen kapalılar. Allah AKP gibi partilere böyle muhalefet nasip etsin, ama Türkiye’yi (gerilimlerinin odağı olmaktan) korusun.

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Özde değil, sözde ihtilâle karşılar



“Zaman en iyi müfessir” olduğu için, geçmiş yılların ihtilâlcileri ve ihtilâllere alkış tutan ‘aydın’ları da ‘mecburî demokrat’ olmak üzereler. 12 Eylül 1980’deki ihtilâle karşı çıksalar bile 27 Mayıs 1960 ihtilâlini destekleyen ve ‘haklı’ bulanlar, son günlerde ayırım yapmadan ‘Bütün ihtilâllere karşıyız’ demeye başladılar.

‘Sağ’dan ‘sol’a bütün bir Türkiye’nin ihtilâllere ‘kökten’ karşı olması elbette çok önemli bir gelişmedir. Ancak, ‘İhtilâllere karşıyız’ diyenler gerçekten ve ‘öz’de ihtilâllere ‘karşı’ mıdırlar; yoksa bu beyanları görünüşte ve ‘söz’de bir ‘karşı’lık mı ifade ediyor?

Kanaatimizi göre, düne kadar ihtilâlleri alkışlayan ve bugün ‘Biz de ihtilâllere karşıyız’ diyenlerin büyük bir çoğunluğu ‘öz’de değil, ‘söz’de karşı bir tutum sergiliyorlar. ‘İhtilâllere karşıyız’ diyenlerle ‘ihtilâllere dâvetiye çıkaranlar’ın pek çok eylem ve söylemi birbiriyle örtüşüyor.

İhtilâl ve ihtilâlcilerin en bilinen özelliği, ‘millete rağmen’ iş yapmalarıdır. Onlara göre millet, ‘cahil oy çoğunluğu’dur, onlar kendilerini yönetecek olan kişileri seçme kabiliyetine sahip değildir. Böyle düşündükleri için, milletin helâl reyleriyle işbaşına gelen siyasetçileri her defasında silâhla/zorla devirip yönetime el koymuşlardır.

Son günlerde ‘Biz de ihtilâle karşıyız’ diyen eski ihtilâlseverlerin tavrı da ihtilâlcileri hatırlatıyor. Güya ihtilâllere karşılar, ama onlar da millete güvenmiyor. Dolayısı ile onların ihtilâllere karşı olmalarını ‘özde’ değil de ‘sözde’ karşı olmak şeklinde anlayabiliriz.

Meselâ, iktidar partisi, milletten aldığı ‘yetki’ye dayanarak bir cumhurbaşkanı adayı ilân etti. Kişi ve partilerin böyle bir adaya ‘karşı’ olma hakları tabiî ki vardır ve bu da demokratik bir davranıştır. Ama bu ‘karşı’ olma tavrını, ihtilâlciler gibi ortaya koymak ve demokratik teâmülleri çiğnemek kimsenin hakkı olmasa gerek.

İhtilâlciler, son yıllarda geçmişe nisbetle ‘akıllandıkları’ için artık ulaşmak istedikleri hedeflere ellerini yakmadan varmak istiyorlar. Bunun için de ‘darbe’ ile hedefledikleri şeyleri, ‘Darbesiz nasıl yaparız?’ın peşindeler. Dolayısı ile ‘Darbelere karşıyız’ beyanlarının pratikte bir değeri yoktur. Çünkü hedefleri, ‘darbe’siz de olsa ‘darbe’lerin yapmak istediklerini yapmaktır: Milleti devre dışı bırakmak, ‘rey’lerin tesirini kırmak...

Bazı medya organları da aynı çelişkiyi yaşıyor. Güya “Kadınlar Çankaya’da türbana karşı”ymış. (Hürriyet, 26 Nisan 2007) Oysa bu bakış açısı, Türkiye gerçeklerini yansıtmıyor. Tamam, bır kısım ‘kadınlar’ ve yine onların temsil edildiği sivil toplum kuruluşları ‘Çankaya’da bir başörtülü’ye karşı olabilir. Ama bu durum, sanki bütün kadınlar, bütün Türkiye buna karşıymış gibi sunulabilir mi?

Türkiye’de yapılan onlarca araştırma,—ki bu araştırmaların yayınlandığı gazetelerden biri de aynı gruba bağlı olan Milliyet’ti—başörtüsünü Türkiye için ‘tehlikeli’ görmüyor. Ayrıca kadınların büyük çoğunluğu zaten başörtülü. Başörtüsü takmayanlar da başörtüsü yasağına ‘kökten’ karşı. Bütün bu bilgiler ışığında, ‘bir kısım kadınlar’ın karşı oluşunu; bütün Türkiye karşıymış gibi sunmak çelişkinin dik âlâsı olsa gerek.

İhtilâllere ve ihtilâlci anlayışlara ‘sözde’ değil, ‘özde’ karşı olmak gerekir.

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Teziç suikastı



Tuhaf şeyler oluyor. “Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde suikastlar, cinayetler olacak, gerilim tırmanacak” deniliyordu.

Daha 2 yıl önceden.

Oldu.

Ve Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu yapmaya hazırlandığımız şu günde olmaya da devam ediyor.

Ve ne yazık ki, olmaya da devam edecek gibi gözüküyor.

YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’e yönelik suikast girişimi ucuz atlatıldı.

Saldırganın Teziç’e olduğu kata ulaşamaması ve adeta kaçması için teşvik primi verir gibi sergilenen ihmaller zincirine rağmen, yakalanması en büyük şansımız.

Teziç, laik jakobenlerden birisiydi.

Bir hukukçu ya da Yüksek Öğretim Kurulu Başkanı gibi değil, daha çok Atatürkçü Düşünce Derneği ya da Emekli Subaylar Derneği Başkanı gibi hareket ediyordu..

Göreve geldiği günden bu yana bilime ilişkin tek bir açıklamasını hatırlıyorum.

En son olarak 367 konusunda sert bir açıklama yapmıştı.

Ama tüm bunlar, ona karşı bir suikastı zımnen dahi olsa onaylamayı gerektirmez.

Bunları belirtirken, suikast tehditleri aldığı için devletin korumasında olan Teziç’e karşı yapılan suikast girişimini tartışmamız gerekiyor.

YÖK binası öyle alelâde bir yer değil. Herkes her kata giremiyor. Her katın, her bölmenin kendine has kartları var.

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün Oran’daki İstihbarat Dairesi ya da Yenimahalle’deki MİT kadar iyi korunan bir bina.

Saldırganın Teziç’in bulunduğu kata ulaşamaması bir felâketi önledi diyebiliriz.

Ancak saldırganın o binadan kaçması, özel kuvvetlerde ders olarak okutulacak çapta bir vahamet örneği.

Ciddî kuşkularım var. Eğer bir kasıt yoksa, böyle bir ihmal dedirtemez cinsten.

Saldırganın kaçmasından söz ediyorum elbette ki...

Saat 14.30’da kapalı garaj girişinden içeri giriyor saldırgan. Bir yıl önce ciddî bir tehdit alan YÖK Başkanı ve kurum için yüksek dereceli güvenlik tedbirleri alınıyor. Ancak akademisyenlerin de giriş yaptığı kapalı garaj girişinin önündeki kulübede silâh taşımayan personel görev yapıyor.

Bunu geçiniz.

İçeri girince karşısında güvenlikçileri gören ve adının daha sonra Nurullah İlgin olduğu öğrenilen şahıs, “Beni Teziç’in olduğu kata çıkarın” diyor. Onlar direnince kaçıyor. Kaçarken de iki ayrı yerde havaya ateş açıyor. İçerideki güvenlik görevlileri de silâhlı, ama bir mukabelede bulunmuyorlar. Bir kilometrelik yolu kaçarak uzaklaşan şahsı kimse takip etmiyor. Bunu nereden çıkarıyorum. YÖK’ün güvenlik kameralarının kayıtlarından.

Bir kilometrelik mesafeyi koşarak aldıktan sonra, silâhla bir özel aracı gasp ediyor. YÖK binasından Eskişehir yoluna kadar geçerli olan 5-6 kilometrelik yolu o araçla iniyor. Dikkat edin, orada tek bir yol var. O yolu kullanmak mecburiyetinde. YÖK’ten Eskişehir yoluna indiği anda karşısında MGK Genel Sekreterliği var. Ve Eskişehir yolu ile YÖK arasındaki tek yolu sol tarafı da ODTÜ. O üçgende ise, her zaman bir jandarma ekibi hazır bulunuyor, ODTÜ’nün girişinde ise zaten jandarma var. YÖK binasından koşarak çıkan şahıs gasbettiği araçla 5-6 kilometre yol alıp ana caddeye ulaşana kadar, hiçbir birim harekete geçirilmiyor. Saldırgan Eskişehir yolundan bir süre gittikten sonra inip bir taksiyi gasp ediyor. Onunla da 17-20 kilometrelik yolu katedip, Ankara’nın merkezine ulaşıyor. Yani Kızılay’a geliyor. Yine tek bir polis ekibi hareket geçirilmiyor. O yolu her gün sabah akşam kullanan biri olarak söylüyorum, YÖK kavşağından Konya yoluna kadar en az 3-4 polis ekibi yolda bekliyor. Biri harekete geçse, diğerleri birkaç dakika içinde orada olur.

Olay 14.30 civarında oluyor. 15.00 sularında da Kızılay’a ulaşıyor. Trafiğin çok yoğun olduğu bir saat değil. Ama Çalışma Bakanlığı kavşağından Kara Kuvvetleri Komutanlığı ve Genelkurmay’ın önünden Kızılay’a, uzunlu kısalı alt geçitlerden geçilerek ulaşılıyor. Meclis kavşağı ile Kızılay arası trafik yoğun. Bu kadar ayrıntılı yol haritası çıkarmamın sebebi bunlardan herhangi birinde bir araç plakası verilerek yapılacak kontrol şahsın kıskıvrak ele geçirilmesini sağlar. O da olmuyor. Kızılay’da inip, elini kolunu sallayarak izini kaybettiriyor suikastçı.

Belki bu denli kolay kurtulmanın verdiği rahatlıkla olsa gerek, İstanbul’a gitmek üzere AŞTİ’ye gelince orada yakalanıyor.

Suikastçinin kaçıp kurtulması için hiçbir engel yoktu.

Bunun adı ihmal değil, “düpedüz suikastını yap da kaç” demek.

Allah Türkiye’nin yüzüne bakıyor, katiller suikast mahallinde bir bir ele geçiriliyor.

Eğer zanlı yakalanmasaydı, biz bugün farklı kavgaları yapıyor olurduk.

Ama olsun bize fark etmez, yine birbirimizi suçlarız.

Ahmet Necdet Sezer seçildiğinde Kamer Genç, “Eşkiyalar var. Ne olur ne olmaz cumhurbaşkanını yemin ettirip, Köşk’e çıkaralım” demişti.

Şimdi Abdullah Bey için aynı şeyler geliyor aklıma...

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayal harmanı



Bir Müslüman, bir Hıristiyan ve bir de Yahudî yol arkadaşlığı yapmaktaydılar. Müslümanın elindeki bir altını bozdurup helva aldılar. Bir konaklama yerine gelip geceyi orada geçirmek istediler.

Akşam olmuştu. Hıristiyan ve Yahudî gün boyu yemiş içmiş, Müslüman oruçlu olduğu için akşamı beklemek zorunda kalmıştı.

Ancak iftar vakti Müslüman “Yemek yiyelim!” deyince her ikisi de, “Biz acıkmadık. Yarın sabah yiyelim” demişlerdi. Yahudî, “Hem bu helva hepimize yetmez. Ancak bir kişiye yeter. En iyisi gece en güzel rüyayı gören kişi yesin bu helvayı” diye de ilâve etmişti. Hıristiyanın da hoşuna gitti bu. Maksatları helvayı yalnızca yemekti.

Yattılar. Ancak aç olan Müslümanı bir türlü uyku tutmadı. Gece kalkıp helvayı bir güzel yedi. Sonra da abdest alıp namaz kıldı. Karnını da, kalbini de doyurdu. Sabah namazını kıldıktan sonra da yatıp uyudu.

Sabah olunca uyandılar ve en güzel rüyayı kimin gördüğünü öğrenmek için konak sahibini çağırıp hakem yapıp rüyalarını anlattılar. Önce Hıristiyan söz aldı: “Ben bu gece rüyamda İsa Aleyhisselâmı gördüm. Gökten indi, yanıma geldi. Yüzü nur gibi parlıyordu. Sevinçliydi. Bana selâm verdi, hal hatır sordu. Sonra da birlikte göklere çıktık. Meleklerle gezdik” dedi.

Yahudî de, “Ben de Hz. Musa’yı gördüm” diye söze başladı. “Önce Tur Kağına çıktık. Nurlara gark olmuştuk. Sonra Hz. Musa beni alıp Cennete götürdü. Cennetin güzellikleri karşısında gözlerim kamaştı” dedi. Daha nice şeyler uydurdu Yahudî.

Sonra sıra Müslümana geldi. O da gayet sakin ve ağırbaşlı bir şekilde sözlerine başladı: “Ben de Efendimiz Hz. Muhammed’i (asm) gördüm rüyamda. Bana dedi ki, ‘Ey biçare ümmetim! İsa, arkadaşlarından birini göklere götürdü. Diğerini de Musa Cennette gezdirdi. Sen de burada tek başına garip kaldın. Üstelik orucunu da açamadın. Bari kalk da helvayı ye’ dedi. Ben de kalktım helvayı yedim” der.

İki arkadaş şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar ve “Rüya dediğin böyle olur. Bizimkiler de rüya mı! Bir hayal!” demekten kendilerini alamadılar.

Bediüzzaman der ki: “Bir dane-i hakikat bir harman hayalâta müreccahtır,” yani bir tek hakikat bir hayal harmanından üstündür.

Hem der: “Bir dane-i hakikat, yıkar kasr-ı hayali,” yani bir tek hakikat hayal sarayını yıkar.

İslâmın ruh, kalp, akıl ve duyguları doyuran yüce hakikatleri nice batılları, yanlışları, hayalleri yerle bir eder. Objektif, peşin hükümlerden uzak olarak bakan her meraklı hakikat araştırıcısı insan bu güzellikleri görmekte gecikmez, serap peşinde koşmaktan vazgeçer.

Öte yandan hakikate ayna olanların da yanlış çağrışımlara sebep olan söz ve davranışlardan uzak kalmaları gerekiyor.

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İlmî ve amelî tevhid



Tevhid, Allah’ın varlık ve birliğini, yegâne yaratıcı, ilim, kudret, irade gibi sonsuz isim ve sıfatlar sahibi olduğunu; herbir isim ve sıfatlarının da sonsuz olduğunu kesin olarak bilmek ve buna inanmaktır.

Elbette bu iman, yalnızca, “İnanıyorum, kabul ediyorum!” sözüyle tahakkuk etmez. Hakikî imana, Tevhid delillerini, mühürlerini, damgalarını, belgelerini gözlemleyerek, inceleyerek, tefekkür ederek, okuyarak varılır.

Tevhidi, bu açılardan ele aldığımızda, sahanın uzmanı bazı ilim ehlinin başta “ilmî ve amelî” olmak üzere tevhidi ikiye ayırdığını görürüz.

Buna göre; Yaratıcının bir olduğunu ve kâinattaki bütün birliklerin Onun birliğine delil olduğunu bilmek, ilmî tevhiddir. Diğer bir anlamda, aklen, kalben ve vicdanen âlemlerin Yaratıcısının tek olduğunu fikren anlamak, bilmektir. Dolayısıyla gerçek tevhid, marifet ile, yani bilgi/ilim ile olur. Buna marifetullah diyebiliriz. Marifetullah, İlâhî isim ve sıfatların tecellîlerini okuyabilmek, tefekkür ederek, araştırarak, inceleyerek görebilmek, anlayabilmektir.

Amelî tevhid ise, tevhid inancının, insanın amel âleminde tam bir hâkimiyetle hükmetmesidir. Yani, bunu pratiğe döküp fiilen yaşamasıdır. Yalnız Allah’a ibadet etmek; Ondan yardım dilemek; sevdiklerini Onun adına sevmek, düşmanlığı da Onun hesabına yapmaktır. Yani, namaz kılmak, oruç tutmak, çoluk-çocuğunu ve dünyayı Allah hesabına sevmek ve Allah’ın düşmanlarına düşmanlık beslemek amelî tevhiddir. Ki, gerçek bir mü’min olmanın yolu da, hem ilmî hem de amelî tevhidde kemâle ermekten geçer.

İlmî tevhid, amelî tevhide dönüşürse, müthiş bir enerji ve güç elde edilir. Allah’a ibadet eden, batıl mabutlara tapma zilletinden kurtulur. Sadece Ondan yardım dileyen, sebeplerin ardına düşmekten, insanların kölesi olmaktan kurtulur. O zaman tam bir tevekkül ile Rabbine yönelir, Ona iltica eder. İşte bu, ulvî bir hazzın ve muhteşem bir enerjinin kaynağıdır.

TAZİYE:

Rahmet-i Rahman’a kavuşan Fatma Arslan’a rahmet ve mağfiret, oğulları Halil, Şaban, yakınları ve dostlarına sabr-ı cemil niyaz ederim.

27.04.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Reenkarnasyon değil, yeniden diriliş vardır



Şırnak/Cizre’den Abdulaziz Bilge: “İslâmiyette reenkarnasyon yani ölen bir insanın bir müddet sonra başka bir vücutla yine kendisi gibi geri gelmesi diye birşey var mıdır?”

Ölümün bir yok oluş olmadığı ve öldükten sonra hayatın devam ettiği inancı haktır ve gerçektir. Bu inanç, hak olsun, batıl olsun, bütün dinlerin gündeminden hiçbir zaman düşürmedikleri en temel inançtır. Fakat bu, en temel olduğu kadar, en muhtaç olduğumuz bir alanı da ilgilendiren önemli inançta peygamberlerin doğru bilgi ve haberlerine inat, ne esef vericidir ki, insanoğlu yanlış ve batıl inançlar da geliştirmiş ve maalesef peşinden de milyonları sürüklemiştir. Reenkarnasyon bunlardan birisidir.

Bütün peygamberler, öldükten sonra hayatın devam ettiği, ruhların ölmediği, kıyametten sonra yeniden dirilişin vâkî olacağı ve âhirette hayatın ebedî olduğu haberini insanlığın dimağına sürekli perçinleyerek işlemişlerdir. Bu hak haber, en son ahir zaman Peygamberine (asm) gelen âyetlerde ifadesini bulmuş ve çok net biçimde insanlığı ebedî hayata çağırmıştır. Fakat hep kısır döngüsünün kurbanı olan insanoğlu, öldükten sonra hayatın devam etmesini çok içten temenni etmekle beraber, kimi zaman bu temenniyi bâtıl bir çerçeveye oturtmuştur.

İnsanoğlu, “Öldükten sonra hayat olsun; ama benim kafamda şekillendiği şekilde olsun!” deme hakkına sahip olabilir mi? Öldükten sonra hayat elbette var; ama Yüce Yaratıcı’nın dilediği, haber verdiği ve vaad ettiği şekilde var. Yüce Yaratıcı bunu Kur’ân’ında haber vermiştir. Kur’ân’da reenkarnasyon yok, fakat öldükten sonra diriliş vardır; ruh göçü yok, fakat ruhların hayatlarının devamlılığı vardır; insanın başka bir bedende tekrar dünyaya dönmesi söz konusu değil, fakat latîf ruhların dünyada olsun, sair gezegenlerde olsun, dilediği ulvî mekânlarda olsun gezmeleri söz konusudur.

Reenkarnasyon, ölen kimsenin rûhunun, dünyada bir başka insanın veya hayvanın bedenine geçtiği şeklindeki bâtıl inanıştır. Ruh göçü veya tenasuh inancı da denmektedir. Eski Hind geleneğinde, Firavun dönemi inançlarında, putperest inanışlarda, Budizm’de ve sâir ilkel inançların hemen hepsinde görülen bu batıl inanış, gelenekten geleneğe değişiklikler de göstermiştir. Kimi inançlarda ruhun insandan insana, kimisinde insandan hayvana, bazısında hayvandan insana geçişi tarzında telakkîler geliştirilmiştir. Ki, hiçbirisi hak ve hakîkat değildir.

Zaman zaman bir takım kimselerin ortaya çıkıp, kendilerinin ikinci hayatı yaşadıklarını, önceki hayatlarının başka bir ülkede, başka bir cinsiyet veya meslek içinde geçtiğini iddiâ ettikleri, hattâ o ülke, o zaman veya o meslekle ilgili bir takım doğru bilgileri de delil olarak sıraladıkları görülmektedir.

Oysa böyle iddiâlara, ya hâricî plânda cinler neden olmakta, ya da dâhilî çerçevede ruhsal hastalıklar ve sinirsel bozukluklar kapı açmaktadır. İnsanın bazen cinlerle her hangi bir biçimde farkında olmadan kurduğu bir temas sinirlerini bozmakta, his, duygu, düşünce ve muhakeme dünyalarını alt üst etmektedir. Böyle kişiler ortaya çıkıp kendilerinin ya başka bir insan bedeninde olduğunu, ya geçmişte de yaşadığını, ya da kendisini bir hayvan karakterinde hissettiğini söyleyebilmektedirler. Tedâvî olmaları gerekirken, yön değiştirip, reenkarnasyon meraklılarına malzeme olmaktadırlar. Medya da bunu kullanmaktadır.

Unutulmamalıdır ki, çürük ve batıl inançların tek çâresi sağlam inançlardır. İslâmiyet’in ter ü tâze âhirete îmân akîdesi bütün batıl inançları ve bütün reenkarnasyon telâkkilerini kökünden yıkacak mahiyettedir.

Nitekim Kur’ân, “Biz ölüleri diriltiyoruz”1 diye haber vermektedir. Bu diriliş rûhun kendi kişiliğinde ve müstakil hüviyetiyle dirilişinden başka bir şey değildir. Ne Kur’ân’da, ne hadislerde, ne de Risâle-i Nûr’da reenkarnasyona haklılık verecek tek bir işâret yoktur.

Evet, öldükten sonra hayat vardır; fakat ilkel iddiacıların dediği gibi “başka bedenlere göçüş” şeklinde değil; Kur’ân’ın ilân ettiği gibi “müstakil diriliş” biçimindedir.

Dipnotlar:

1- Yâsîn Sûresi, 36/12

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Verdiğin ne, aldığın ne?



23 Nisan’a bir vatandaş ve bir araştırmacı gözü ile bakarken, ortadaki tabloları görünce kıyas etmeden geçemiyor ve hafızada, satırlarda, salonlarda haklı olarak ve bilerek sualler soruyoruz: “Verdiğin ne? Aldığın ne?” Türkiye nüfusunun yüzde yetmişi dinamik ve genç. Özellikle 12 ilâ 20 yaş arasındaki gençler, nüfusun yüzde kırkını teşkil etmektedirler. Sadece üniversite, lise ve ilköğretime kadar okuyan öğrenciler açık öğretimle birlikte 20 milyona dayanıyor. Bu rakamlar önümüzdeki yıllarda daha da artacaktır, yüzde 1,5 ve 2 civarlarında...

Şimdi önümüzdeki bu tabloya Türkiye bazında bakalım neler oldu? 2006 ve 2007 yılında biraz acı ve korkunç. Fakat bunları görmeden, sorduğumuz sualin mânâsı anlaşılmaz. Zaten suâllerimize muhatap olanların çoğu vermiyor. Nasıl verecek? Tablolar ortada, ancak vicdan ehli ve ebeveynler vermektedirler. Zira ateş düştüğü yeri yakar. Gençliğin ilk eğitim yuvası ebeveyn şefkatinin hâkim olduğu tecrübeli, vatanperver evdir ve aile ortamıdır. “Ağlarsa anam ağlar” boşa denilmemiş. Biz de, sel haline gelen gözyaşlarını silmek için ve gerçeği bulmak için, bu makaleyi bu günde yazıyoruz.

Bundan önceki hükümetlerin Sağlık Bakanlığının ve yine bir sağlık kuruluşunun Türkiye’mizdeki okullarda okuyan Lise 2. sınıf 18.500 kız ve erkek talebe üzerinden yaptığı ankette; 18.500, 18 yaş altı talebelerden yüzde 22’si sigara içmekte, yüzde 17’si alkol kullanmakta, yüzde 4 civarı uyuşturucu kullanmakta olduğu tesbit edilmiştir. Türkiye’de 70 bin ilköğretim-lise dengi okulda okuyan 15 milyonu aşkın talebe, bu yüzdelere vurulduğunda, gençlerimizin ateş çemberi içinde olduğu ortaya çıkmaktadır.

2007’de Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik açıklıyor: “Türkiye’de 2006 itibarıyla okullarda günde ortalama 21 olay yargıya ve disipline intikal etmiş.” TBMM komisyonu üyelerinin basına yaptıkları açıklamaya göre; 70 bin lise ve dengi okulda, üniversiteler hariç, 18 bin öğrenci ateşli silâhlardan disipline sevk edilmiş ve yargıya intikal ettirilmişler. İçişleri Bakanlığı ve Em. Gnl. Md.ğü, 2006 yılı raporunda açıklıyor: “Türkiye’de her 39 saniyede bir suç işlenmiş.” Futbol maçlarına iştirak edenlerin kısm-ı azamı gençler. Ankara’da bir futbol maçı sonrasındaki kavga ayırımında polislerin binek atlarına taş atan gençler, bazı atların gözünü kör etmişler, bununla da bitmiyor.

Türkiye’de 524 cezaevinin, çıkan aflarla iniş çıkış yapan 70 bin kişilik mahkûmlar ordusunun yüzde 85’i genç. Dağa çıkanların yüzde 95’i genç. Yine resmî açıklamalara göre Türkiye’de 40 bin sokak çocuğu, sokaklarda, kale diplerinde yatan binlerce çocuk. Ayrıca 96 çocuk yurdunda kalan 10 bini aşkın çocuğun üzerinde işlenen ahlâksız ve vicdansız olaylar, yazılı ve görsel basında avazları dünyaları tuttu. Sırf aile içi şiddetten son 5 yılda 1300 kız ve kadın evlerinde öldürüldü.... Ve saymakla bitmeyen vahşet tabloları... Bunlara karayollarındaki, dehşeti Aksaray yolundaki keşmekeşi ilave edersek kitaplar olur. Bu ne vurdumduymazlık...

Netice olarak görülüyor ki, gençliğimizin bünyesinde vitamin eksikliği vardır ve bu vitamin istenen düzeyde verilmemiştir. 10 milyon ton ekmeğin yenildiği, A-B-C vitaminlerinin verildiği 73 milyonluk Türkiye’de; iman, şefkat, sevgi, muhabbet ve emsâli manevî değerler vitamini verilmemiştir. Verilse de, gerçek düzeyde ve anlamda değildir ve azdır. Eğer olsaydı 2007 23 Nisan’ında önümüze çıkan tablo, bu olmamalıydı. Armağandan bahsediyorlar. Armağanlar farklı. Hangi armağan? Nasıl armağan? 600 bin öğretmen ve 70 bin üniversite öğretim üyesinden ve MEB şûrâlarından çareler üretilmeliydi. Onun için diyorum “Verdiğin ne, aldığın ne?”

Bütün bunlara rağmen bunları kınayan ve nefretle, hayretle izleyen vatanperver milyonlarca genç var. İşte Türkiye’nin bel kemikleri ve geleceğin sahipleri... İmanlı, inançlı, nurlu, şefkatli ve herkesi kucaklayan nesl-i cedid... Ümidimiz onlar. Anketler yapmak lâzım onlarla, sormak lâzım onlara: “Siz ve sizler gıdayı nereden alıyorsunuz ki, bu kadar münevversiniz?”

27.04.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Saltanat, Osmanlıdan Selaniklilere geçti



Tarihin dönüm noktalarından biri, bundan 98 yıl evvel bugün (27 Nisan 1909) yaşandı.

Otuz üç yıldır Osmanlı tahtında oturan kudretli padişah Sultan II. Abdulhamid, Meclis–i Mebusanın aldığı bir karar neticesi halledildi, yani tahttan indirildi.

Padişaha "hal tebliği"ni götüren dört kişilik heyetin içinde hiç Türk yoktu.

Heyetin başında bulunan sözcü ise, Yahudi asıllı Selanik mebusu Emanuel Karasso vardı.

Heyette bulunan diğer üç şahıs ise şunlardı: Aram Efendi (Ermeni), Esat Toptani Paşa (Arnavut), Arif Hikmet Paşa (Gürcü.)

Esas çarpıcı ve dikkat çekici olan gelişme ise şudur: Padişahın düşürülmesi fikriyle Mebusan Meclisini toplayan ve kararı çıkartan başroldeki kişi, sekiz yıl sonra Sadrâzamlık da yapacak olan Meclis Başkanvekili Talat (Bey) Paşadır.

Hem mason, hem de köken itibariyle Selanik dönmelerine dayanan Talat Bey, İttihat–Terakki komitasının en önde gelen siyasî lideriydi.

Bir Selanik Yahudisinin götürdüğü tebliğle tahttan indirilen Osmanlı Sultanı, yine Selaniklilerin marifetiyle derdest edilip Selanik'teki Alatini Köşküne götürülüp hapsedildi.

Bu tavrın zımnî mesajı şuydu: Ey Osmanlı Sultanı! Bundan böyle sen bizim yerimize, biz de senin makamına gelip oturuyoruz.

Tahtı elinden alınan bir Osmanlı padişahı, ilk defa İstanbul dışına gönderiliyordu.

Balkan Harbine kadar (1912) Selanik'te mahpus tutulan Sultan Abdulhamid, daha sonra İstanbul'a getirtilerek Beylerbeyi Sarayına hapsedildi.

Onu bu vaziyete düşüren mason Sadrazam Talat Bey ise, Dünya Savaşı ve Ermeni tehciri başta olmak üzere, Müslüman Osmanlı milletlerinin başına getirmediği helâket, felâket, musibet kalmadı.

Selanik merkezli muhalefet

1430 senesinde başlamak üzere, Fatih Sultan Mehmed zamanında kesin olarak fethedilen Selanik'te, ilk dönemde yaşayanların ekseriyeti Müslüman idi. Ancak, daha sonraki yüz yıllarda demografik yapı değişti ve nüfus ekseriyetini gayr–ı müslimler teşkil etmeye başladı.

Bunun sebebi, 1492'de yaşanan Yahudi göçüdür. İspanya'dan kaçmak mecburiyetinde kalan binlerce Yahudi ailesi, o zaman dalgalar halinde gelip Selanik'e yerleştiler.

482 sene Osmanlı idaresinde kalan Selânik, 1912'de patlak veren Balkan Savaşı esnasında elden çıktı. Bu tarihlerde nüfus sayısı 100 bini aşan Yahudilerin (20 bini dönme, yani Sabetaist) az bir kısmı muhtelif Avrupa şehirlerine göçüp giderken, çoğunluğu ise İstanbul ve İzmir başka olmak üzere Türkiye'ye gelip yerleştiler.

İşte, vaktiyle muhacir olup Osmanlıya sığınan Yahudiler, 1909'daki saltanat değişikliğinde en aktif rolü oynamaya muvaffak oldular.

Bu ibret verici vaziyeti, "Besle kargayı, oysun gözünü" atasözüyle şematize etmek mümkün.

Evet, provokatif 31 Mart Vak'asını (13 Nisan 1909) fırsat bilen Selanik Yahudileri, aynı gün içinde Selanik merkezinde kurdukları "Hareket Ordusu"nun kurmay heyetini dahi tesbit ettiler. Hemen ardından, hareketin çapını genişlettiler ve toplanan birlikleri İstanbul üzerine harekete geçirdiler.

23 Nisan günü İstanbul'a giren Hareket Ordusunun ilk işi, hükümete ve Millet Meclisine müdahale oldu. İttihatçıların lideri olan Selanik kökenli Talat Bey, Meclis'te en etkili konuma getirildi. O da ilk iş olarak Meclis'ten Sultan Abdulhamid'in tahttan indirilmesi kararını çıkarttı.

Gariptir ki, bu kararın padişaha tebliği, yine bir Selanikli Yahudinin öncülüğündeki bir heyet tarafından gerçekleştirilmiş oldu.

Bediüzzaman Hazretleri, 1909'da yaşanan bu tarihî hadiseyi "tebeddül–ü saltanat" tâbiriyle ifade ediyor. (Bkz: Tarihçe–i Hayat, Kastamonu hayatı, "Karadağ'ın bir meyvesi".)

Bu tabiri, saltanat değişikliği, yahut saltanat idaresinin el değiştirmesi şeklinde yorumlamak da mümkün.

Zira, Sultan Abdulhamid'den sonra tahta geçen iki zâtı, gerçek anlamda birer padişah gibi görmek kabil değil. Abdulhamid'den sonra, saltanatın kuvveti, kudreti kırıldı; padişahlık gölgelendi ve M. Reşad ile M. Vahdeddin, askerin, İttihatçıların ve bilhassa Selaniklilerin gölgesi altında yaşamaktan kurtulamadılar.

Nitekim, 1922'de Saltanatın tamamen kaldırılması ve hanedana mensup bütün fertlerin sınır dışı edilmesinde de, yine Selanik menşeli şahısların emir ve iradesi söz konusudur.

27.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004