Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Sami CEBECİ

Küçük dairedeki büyük vazifeler



Yaratılışı itibariyle hem dünya, hem de bütün insanlıkla alâkadar olan insanın, her şeyle bir cihette münasebeti vardır. Sosyal bir varlık olduğundan, hususan teknolojinin gelişmesiyle küçük bir köy hükmüne gelen dünya ve içindeki hadiseler insanı etkiler.

Ancak, büyük ve geniş dairelerdeki olaylar, insanı küçük ve dar dairedeki ehemmiyetli vazifelerinden alıkoymamalı. Fıtraten yükümlü olduğu daimî ubûdiyet ve kudsî hizmetlerini unutturmamalıdır.

Evet, insan bu dünyaya Yaratıcısını tanımak ve ona iman ile ibadet etmek için gönderilmiştir. Dünyanın câzibedâr eğlenceleri ve fantaziyeleri onu bu gaye ve hedeften uzaklaştırırsa, dünyasını berbat ettiği gibi, âhiretini de mahvetmeye sebep olacaktır.

“Ümmetimden bir taife, kıyametin kopma vaktine yakın bir zamana kadar hakkı tutmaya bakacaktır” hadis-i şerifiyle Ehl-i Sünnet Vel Cemaate işâret eden Hazret-i Peygamber (asm), İslâma hizmet noktasına tahşidât yapıyor. Bahsi geçen büyük taife içinde makbul bir grup olan Risâle-i Nur Talebeleri, üstlendikleri misyonlarını asla terk etmemelidirler. Çünkü, Üstad esas gayemizi şöyle tarif eder: “Bizim ve Risâle-i Nurun asıl hedefimiz ve programımız, evvelâ kendimizi sonra vatandaşlarımızı, kabrin tek başına hapsinden ve cehennemin idam-ı ebedîsinden kurtarmak ve bu memleketi de maddî ve mânevî anarşiden muhafaza etmektir.” Bu misyonun gerçekleştirilmesi, ancak tahkikî iman dersiyle olabilir. Yalnız kendi imanlarını değil, başkalarının da imanlarını kurtarmak ve muhafaza etmekle mükellef olan Nur Talebeleri, dar dâirede Risâleleri devamlı okuyarak, günlük Kur’ân ve Cevşen okumalarını sürdürerek mâneviyatını zenginleştirmekle bu vazifeyi ifa edebilirler. Kendisine hayrı olmayanın başkasına ne faydası olabilir ki?

İnternet, televizyon ve sair cihazların, insanların en kıymetli sermayesi olan zamanlarını değirmen gibi öğüttüğü bir zamanda, Ankara’nın bir çok hizmet mahallerindeki arkadaşların Risâle okuma kampanyaları düzenlediğini gördüm. Bir mahalde herkese aylık okuma listesi dağıtılıyor, günlük okumalar listeye kaydediliyor. Böylece o mahallin aylık okuduğu toplam sayfa ortaya çıkıyordu. Altı bin sayfa okunmuşsa, öbür ay daha fazla okumak için çıta yükseltiliyordu. Aynı zamanda Kur’ân hatimleri de devam ediyordu. Diğer mahallerin değişik okuma usûlleri vardı. Hepsinin maksadı Risâleleri bir kampanya havasında okumak ve toplumla paylaşmaktı.

Nur Talebelerinin meşgul oldukları vazife, yeryüzündeki en büyük hadiselerden daha büyüktü. Çünkü, ehl-i dünyanın vazifeleri fâni hayata bakıyordu. Bizim vazifemiz ise, bâki olan ahirete yönelikti. Onların en büyük vazifeleri bu yüzden bizim en küçük vazifemize denk gelemezdi. Madem onlar divaneliklerinden bize ilgi duymuyordu. Neden biz onların işlerine vazifemiz zararına bakıyorduk? Bize ve merakımıza vazifemiz içindeki mânevî zevkler kâfi gelmeliydi. Vazifelerimiz arasında, geniş dairede ve ülkemizde gelişen olaylar bizi ana çizgimizden uzaklaştırmamalıydı. Bir şey vukua geldikten sonra, ruha dokunan kaba ve şer cihetine bakmak değil, müsbet ve hayır olan cihetinde yorum yapmak mesleğimizin hususiyetlerindendi. “Sizin kerih gördüğünüz, beğenmediğiniz şeyde sizin için hayır vardır; sevdiğiniz şeyde de şer vardır, lâkin siz bilmezsiniz” meâlindeki âyet rehberimizdi. Biz kendimize ait olan kudsî hizmetlerin hakkını vererek yapmalı ve rahmet-i İlâhiyenin celbine çalışmalıydık. Diplomatların ve siyaset adamlarının vazifelerine karışmamalıydık. Biz kendi vazifemizi yaparsak, Cenâb-ı hak geniş dairelerdeki hoşumuza gitmeyen gelişmeleri dahi lehimize döndürebilirdi. Hadiselerin gelişme seyri ne olursa olsun, nihayet Bediüzzaman’ın dediği noktaya gelecekti. Çünkü o, rast gele konuşmuyordu. Hayatın geniş dairelerinde de vazifesi vardı.

Hafta sonu, Geredeli ve Ankaralı gönül dostlarımızla yaptığımız geniş katılımlı sohbetlerimiz bu minval üzerineydi. Kendi bakış açımızla değil, Nur Risâlelerinin gözüyle olayları değerlendirmek, hem akıl ve kalp cihetiyle rahatlığa, hem de kudsî vazifeye hakkıyla sahip çıkmaya vesile oluyordu.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Karadeniz Ereğli



Geçen pazar, “Gençlik ve Gelecek” konulu bir konferans için Karadeniz Ereğli’deydik. Bahar mevsiminin denizi, sahili, şehri ve sanayii ile limanı bütünlediği bir Pazar günüydü. Dostlarımızla, ikinci katta yer alan bir kafeteryada sahili, vatandaşları ve ufkumuzu açan denizi seyrediyoruz.

Gözlemlediğimiz insan manzaraları, oldukça canlı, rahat ve sosyal bir şehir imajıydı. Karadeniz sanayisi en gelişmiş ve kültürel dokusu ile tarihî geçmişi en zengin olan bu sahil ilçemiz 80 kilometre uzanan kıyıları ile turizm açısından da cazip bir konumda.

Sahil caddesinde Avrupâî bir şehir motifi var. 1994’ten beri Belediye Başkanı olan Halil Posbıyık’ın, 22 Temmuz seçimlerinde Demokrat Parti’den milletvekili olmak üzere ayrıldığını öğreniyoruz. Onun yerine de Murat Sesli belediye meclisi tarafından seçilmiş.

Karadeniz Ereğli, ticarî ürün olarak yılda 500 ton fındık üretiyor. Batı Karadenizin gelişmişlik düzeyi, Zonguldak ilçeleri arasında da en belirgin olan bir ilçe.

Ticaret odasına kayıtlı 1800’e yakın işletme var. Erdemir, bölgenin sanayideki can damarı. Türkiye ekonomisinin lokomotifi demir çelik sektörünün buradaki varlığı, hem sanayî hem de ticarî anlamda belirleyici etken olmuş.

Meşhur Osmanlı çileği, taşkömürü ve Erdemir, Karadeniz Ereğli’nin marka konuları ve belirleyici alâmetleri olmuş.

Ereğli Demir Çelik Fabrikaları, ilçenin sosyo-ekonomik göstergelerini, büyüme hızını, eğitim düzeyini ve kalkınmışlık farkını çok güçlü bir şekilde etkilemiş. Altyapı, şehir döngüsü ve iletişim canlılığı açısından oldukça güvenli bir davranış sergiliyor. 2000 yılı sayımlarına göre nüfus 79 bin görünse de gerçekte 90 bini geçtiği söyleniyor.

Gelelim sebeb-i ziyaretimize. Konferans konumuza. Konu gençlik ve gelecek olunca, haklı olarak anne ve babaların en can alıcı katılımları ile karşılaştık. Gençlerin de yazılı fikrini almaya çalıştık. Bu fikirleri salondaki dinleyicilerin dikkatine sunduk.

Bize yansıyan genç ve aile taleplerinin bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum:

Bir anne bize ulaştırdığı notunda; “Benim oğlum Ankara’da bir üniversitede okuyor. Dini görevlerini de yerine getiriyor. Görüntüsü nedense insanları yanıltıyor, galiba görüntü ile insanları değerlendiriyorlar. İtici olmadan ve ayırıma girmeden daha yakın davranılamaz mı?” siteminde bulunuyor.

Bir genç ise, “Bize zamane çocuğu diyorlar. Teknoloji çağında yaşadığımız için devir değişti. Biz büyüklerimiz gibi olamayız. Bizim çocuklarımız da bizim gibi olmayacak. Çağ çatışması yaşıyoruz” diye görüşlerini belirtiyor.

Bir başka gencimizin notu da şöyle: “Aslında ne istediğimizi biz de bilmiyoruz. İstediğimiz şeylerin aslında istemediğimiz şeyler olduğunu görüyoruz. Kimseye güven duyamıyoruz. Her şey çok farklı ve zaman çok kötü...”

“Ben içine kapanık ve rahat konuşamayan biri olarak annem ve babamla istediğim gibi konuşamıyor ve rahat davranamıyorum...” diyen gencimiz, “Annem ve babam hemen hemen hiç diyebilirim ne istediğimi sormamışlar” eklemesinde bulunuyor.

Yine gençlere kulak verelim. “Model olarak Peygamberimizin yolunda tereddütsüz ilerlemek istiyorum... Ailemden isteğim, bu yolda bana verebilecekleri desteği esirgememeleri ve bana saygı duymaları.”

Hastahanede, bankada, arabalarda eşitlik ve saygı isteyen bir başka notta, “Küçüğünün söz dinleyip, sonra unuttuğu”nu yazıyor.

“Ailemden olan isteğim” diye başlayan bir başka yazılı notta ise, büyüklerin kendi geçmişleriyle kıyas yapmamalarını, kendilerini tanımalarını ve buna göre destek vermelerini istiyor.

“Ailemden bana saygı göstermelerini istiyorum” diye biten farklı bir kâğıt geliyor.

Diğerinde, “Bütün gençler anlayış ister. Bize anlayış gösterirlerse her şeyi konuşarak hallederlerse her şey çözülür” kanaati de uyarıcı nitelikte.

“Ben tam müttakî Nur talebesi olmak istiyorum. Kişisel gelişimimde zirvede olmak istiyorum” hedef ifadesi yine bir gencimizin dünyasından yansıyor.

“Kendimden kendimi bilmeyi istiyorum” cümlesi de merakına odaklanmış bir başka gencin arzusu.

Bize verilen notlarda, ailesinin onu güzel ortamlarla buluşturmasına teşekkür eden gençler de var. Ailesini, kendisini, kendisinin de ailesini anlamasını kendine ödev seçmiş gençler var.

Yaklaşım farkı isteyenler, ailesini kopyalamak arzusunda olanlar, kendilerine fazlaca çocuk muamelesi yapıldığını söyleyenler, örnek tavırla bizi etkilemelerini isteyenler...

Gençlerimizin dünyasından hepimize çıkan mesajlar böyle. Ödevlerimiz çoğalıyor. Beni en çok mutlu eden çıkışta gözlemlediğim gençlerin gülümseyen yüzü ve bizimle bunları paylaşmaları oldu.

Konular, istekler ve önerilerimizle zihnî bir sorgulama ve tesbitten çözüme gitme noktasına doğru ortak bir sohbetle konuşmamızı tamamladık.

Program öncesi ve sonrasıyla bizi yalnız bırakmayan Hasan, Ekrem, Burhan ve Hüseyin Beylere teşekkür ederiz.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Bugün 16 Mayıs ve Sezer Köşk'te...



Bugün 16 mayıs 2007...

Bundan tam 7 yıl önce bugün Çankaya Köşkü’nde bir devir teslim töreni vardı.

Ahmet Necdet Sezer, görevi düzenlenen bir törenle 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den devralmıştı.

Türkiye’de demokrasi normal işlese bugün Çankaya Köşkü’nde bir devir-teslim töreni daha yapılacak Sezer görevi Meclis’in seçtiği yeni Cumhurbaşkanına devredecekti.

Kimin geldiği kimin gittiği değildi önemli olan.

Önemli olan Türkiye’de Çankaya, kansız ve kavgasız el değiştirecekti.

“Kapı çalındığında gelenin sütçü olduğundan emin olduğun rejimin adıdır” diye tarif etmişlerdi demokrasiyi.

Bırakın çalınan kapıdan gelenin sütçü olduğundan emin olmayı, oyların sayımı değiştirildi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı türlü tertip ve hilelerle elinden alındı.

7 yıllık cumhurbaşkanlığı süresince, halkıyla kucaklaşamayan bir Ahmet Necdet Sezer oturdu Çankaya Köşkü’nde. Ve hâlâ oturmaya devam ediyor.

Laikliği dindarların tepesine vurmak için bir gürz, Çankaya’yı halka kapatmak için bir kamusal yasak alanı olarak kabul etti.

Çankaya’ya çıktığında ilk iş olarak halefleri Turgut Özal ve Süleyman Demirel’in başlattığı iftar uygulamasına son verdi, başörtüsünü kamusal alan ilân ettiği Çankaya’ya sokmadı.

Başbakanın ve cumhurbaşkanına vekalet eden TBMM Başkanının eşinin başı kapalı olduğu için giremediği bir alan olup çıktı Çankaya Köşkü...

Tek bir uluslar arası zeminde başarısı olmayan ve ülkede gerilim üretmekten, dini dışlayıcı tutum takınmaktan başka bir özelliği olmayan Sezer, süresini doldurmasına rağmen Çankaya Köşkü’nde oturmaya devam ediyorsa, bu işte bir vebâl var demektir.

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinin tek bir galibi var; o da CHP.

Elbette ki; Cumhurbaşkanı seçtirmek öncelikle iktidarın göreviydi. Şurası açık ki, AKP bu süreci başarılı bir şekilde yönetemedi. 353 milletvekili varken, Cumhurbaşkanı seçtiremeyen bir parti olarak tarihe geçti.

“Zor oyunu bozar” derler. Öyle oldu. Demokrasiyle, hukuk devletiyle bağdaşmayan işler yaşandı.

Gelinen noktada baş döndürücü bir gelişme yaşıyoruz. Bu ne derece sağlıklıdır kuşkularım var. Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle birlikte Türkiye hızla bir türbülansın içine girdi.

Erken seçim kararı, anayasa değişiklikleri, mitingler, partilerin birleşme kararları, seçim işbirlikleri derken kimi zaman son 5 yılın işi bir güne, kimi zaman son 50 yılın işi birkaç tura yığıldı.

Demokrasimiz bu süreci içselleştiremeden güçlü bir irade tarafından bir yöne doğru sevk ediliyor. Öyle ki 4.5 yıldır iktidarda olan bir parti yaptıkları ve yapamadıklarıyla değil, mağduriyeti ve muhtıra karşısında elde ettiği pozisyonu ile tartılıyor.

“12 Mart olduğunda muhtıra bana karşı verilmişti deyip, CHP Genel Sekreterliği’nden istifa ettiğimde aydınlar, ‘Toprak reformu yapacaklar, bizim istediğimiz reformları gerçekleştirecekler, neden karşı çıkıyorsun?’ diye bana çıkışmışlardı. Ankara artık boğucu bir hâl almıştı. Köylüye gittim, halktan başladım” diye anlatmıştı 12 mart 1970 sürecini Bülent Ecevit...

CHP tarihinde en yüksek oyu 1973 seçimlerinde yüzde 33.3, 1977 seçimlerinde ise yüzde 41.4’le Karaoğlan döneminde almıştı.

Muhtıraya karşı çıkmak Ecevit’i CHP tarihinde görülmedik oy oranlarına taşıdı.

27 Mayıs’tan sonra DP’nin devamı olan partiler AP+YTP yüzde 48.5, 1965 seçimlerinde AP tek başına yüzde 52.9, 1966 senato seçimlerinde AP yüzde 56.9 oy aldıysa bütün bunlar ihtilâle boyun eğmedikleri içindi.

Mağdur ve mağrurdular...

CHP lideri Deniz Baykal’ın, 27 Nisan muhtırasından sonra AK Parti’nin oyları azalır demesi beni buraya götürdü. Azalır ya da artar. O ayrı. Ama burada çok ince bir çizgi var. 12 Mart Muhtırasından sonra Demirel, meclisi açık tutabilme adına 12 Mart hükümetlerine bakan vermişti. Aynı şekilde 28 şubat sürecinde Erbakan, milletin kendine teslim ettiği emaneti taşıyamadığı ve dik durmayı başaramadığı ilk seçimde beklediğini bulamadı. “Bunlar ürkek, MHP erkek” diye seçmenin Devlet Bahçeli’nin partisine yönelmesinin altında yatan hikmet buydu.

7 yıl önce Ahmet Necdet Sezer’in seçilme süresi Fazilet Partisi’ni çatlatmış, AK Parti’nin kuruluş tohumlarının atılmasına sebep olmuştu. 7 yıl sonra Cumhurbaşkanlığı süreci bir yandan AKP’nin karizmasını çizerken, diğer taraftan da siyasetin hayat öpücüğünü kondurdu.

Ama bu öyle bir sarsıntı ki, CHP ile DSP’yi bir birine tokuşturdu, DYP ile Anavatan’ı Demokrat Parti çatısı altında buluşturdu. Sanmayın ki bu iş burada kalır. Yaşadığımız müthiş bir sosyal fay kırılması hadisesi. Bunun sonuçları da hafif olmaz.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Küçük şey var mı?



Kâinatta küçük diye birşey yoktur. Görünüşte küçüktürler, ama çok yönleriyle büyük, hatta nice büyüklerden de büyüktürler.

Bir sivrisinek san'atça deveden aşağı kalmaz, hatta ondan daha harikadır.

Köpeklerin, yunus balıklarının koku alma; solomon balıkları, göçmen kuşları ve arının yön bulmada sergiledikleri performans insanı hayretlere sevk etmez mi?

Bazan küçük gördüğümüz bir amel de insanın kurtuluşuna sebep olabilir.

Günahkâr bir kadının çölde susuz kalan bir köpeğe indiği kuyudan ayakkabısıyla su doldurup içirmesi sebebiyle affedilmesi ve yine namazında, niyazında bir kadının bir kediyi, bir odaya hapsedip açlıktan ölümüne sebep olması sebebiyle Cehennemi boylamasında olduğu gibi.

Onun içindir ki hiçbir iş küçümsenmez, küçüğüne büyüğüne bakılmaksızın yapılması gerekenler yapılır, kaçınılması gerekenlerden de kaçınılır.

İmana, Kur’ân’a, İslâma hizmet noktasında da hiçbir hizmet hafife alınmamalı. Asr-ı Saadette yaşlı bir kadının mescidin süpürülmesi gibi bir hizmette bulunduğu, vefatı esnasında Efendimizin (asm) haberi olmadığı için cenazesine katılamadığı, öğrendiğinde de, “Niçin bana haber vermediniz?” deyip kabrini ziyaret edip duâlar yaptığı bilgilerimiz dahilinde.

Bu çerçevede, Üstadın hizmet yapmak isteyen bir talebesine, “Dershaneyi silip süpürsün” dediğini biliyoruz. Merhum Zübeyir Gündüzalp de, “Hizmet var mı ağabey?” diyenlere “Kardeşim, ben tuvaletleri temizliyorum” diye cevap verirmiş.

İçleri gibi tepeden tırnağa her tarafı pırıl pırıl bir dershanenin insanlar üzerindeki etkilerini, anlatılanların yaptığı akislerin neler olabileceğini anlamak zor olmasa gerek.

Ümraniyeli bayan kardeşlerimiz bir kermes düzenlemişler. Geçtiğimiz Pazartesi günü bizi de imzaya çağırdılar. Hizmete canla başla koştuklarını görünce bu duygular uyandı bende. “Kermesten de ne çıkar?” dememişler. Ortaya çıkardıkları el emeği, göz nuru nakış ve evlerinde hazırlayıp getirdikleri yiyeceklere varıncaya kadar değişik ürünleri sergilemiş, getirileriyle hizmete omuz vermeyi hedeflemişler.

Tâ Beykoz’dan kopup gelen kardeşlerimize varıncaya kadar; heyecan, ihlâs, aşk ve şevkle meseleye sahip çıkan, ziyaretçilerle titizlikle ilgilenen, Risâle-i Nur ve diğer eserleri takdim eden kardeşlerimiz bu hizmette Üstadın himayesini hissetmenin hazzını yaşıyor, adeta sevinçten uçuyorlardı. “Maksadım dine hizmettir. Onun kuvvetlenip kemâle ermesi için dünyayı isterim” diyen Mevlânâ Halid misali, hizmetin daha da güçlenmesi adına bu tip destekleyici faaliyetler için gecelerini gündüzlerine katan gayyur kardeşlerimizi tebrik ediyor, Cenâb-ı Haktan sa’ylerini meşkûr eylemesini diliyorum.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Mutlu ferd ve toplum



Teslimiyet, rıza, olumlu niyet iman gücünden beslenirse; stresi ortadan kaldırır, hastalıklarımızı bile tedâvi edebiliriz. Nasıl ki, kötü söz, tehdit, küfür, bizi endişeye, korkuya, heyecana vs. sevk ederse ve bedenimizde tahribatlar yaparsa; iman enerjisi yüklü güzel söz, müjde, sevgi, ümit verir, moralimizi yükseltir, enerji kaynağı olur.

Son derece aciz ve fakir olan insan; iman ile sonsuz rahmet hazinesi ve tükenmez bir kuvvet kaynağına ulaşır.

İflas, işini veya çok yakınını kaybetme, kimi zayıf karakterli insanları intihara sevk eder. Korku, gelecek kaygısı vs., insanı kötü alışkanlıklar bataklığına iter. İman gücü, intiharlara giden yolları kapatır. Alkol ve uyuşturucu gibi kötü alışkanlıkların pençesinden kurtarır. Gayr-i meşrû hayat sürmekten alıkoyar. Zira, iman gücü; karamsar bakış açılarını yok ederek olumsuz olaylara karşı bile müsbet bakış, ümit, aşk, şevk aşılar. Ki, modern tıp, iman gücünü, “yüksek moral veya stresten uzaklaşmak” şeklinde ifade ederek kabul eder. İman, hariçten alınan mikrop ve darbeler müstesnâ, tüm hastalıkların kaynağı olan stresi engeller. Kanserden kurdeşene, nezleden gribal enfenksiyonlara kadar pek çok hastalığın sebebi, stres ve gayr-i meşrû hayattır. İman gücü; olumsuz olaylar karşısında direncimizi artırır, hastalıklar karşısında moralimizi yükseltir.

Düzenli bir hayat sürdürmek, ahlâklı davranmak da iman gücüne bağlıdır. Zira, iman; başta Yaratanımızla ve bütün varlıklarla sağlıklı bir iletişim kurmayı gerektir. Dünya hayatının huzur ve mutluluğu da buna bağlı. Çünkü, insan her zaman elem verici olaylar, musibetlerle karşı karşıyadır. Sık sık, yakınlarımız, akrabalarımız, dostlarımız ve sevdiklerimiz bizden ayrılıp gidiyor. Ölüm denen istihale makinesinin karşısında metanetimizi ancak imanımızla ayakta tutabiliriz.

Dünyanın emniyet ve düzeni için de yine, güçlü imana ihtiyaç vardır. Çünkü, dindar ve her zaman Cehennem hapsini hatırlayan bin adamın yönetim ve emniyeti, namazsız, inançsız, yalnız dünya hapsini düşünen, haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan on adamdan daha kolaydır! Bu, şu demektir: Gayr-i meşrû hayat ve bağımlılıklardan uzak ferd üretken; toplum müreffeh, mutlu; ülke kalkınmış.

16.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Meşrûtiyetin cemâli



Osmanlı'daki II. Meşrûtiyetin ilânı, bundan tam yüz sene önce tahakkuk etti.

Önümüzdeki Temmuz ayının 23'ünde bu muazzam hareketin 100'üncü yıldönümü tamamlanıyor.

Hürriyet ve hemen ardından Meşrûtiyetin ilânından bir hafta kadar sonra Selanik'e giden Bediüzzaman Said Nursî, oradaki Hürriyet Meydanında bir nutuk irad ediyor.

Aynı esnada, hareketin liderlerinden olan Resneli Niyazi Beyle de görüşmek istiyor. Görüşmek kısmet olmayınca da, kendisine bir mektup bırakarak oradan ayrılıyor ve İstanbul'a geri dönüyor.

Üstad Bediüzzaman, mektubunda "Ey zamanın Rüstem–i Zâl'i!" diyerek hitap ettiği Niyazi Beye, yakında Şark Vilâyetlerine gitmek ve meşrûtiyetin güzelliğini halka anlatmak istediğini şu sözlerle ifade ediyor: "Sizin te'sis ettiğiniz bünyân–ı saadeti (saadet binası olan hürriyet ve meşrûtiyeti) tahkim etmek için, teşekkür–ü fiilî olarak Kürdistan'a gitmek niyetindeyim." (*)

O tarihten yaklaşık bir sene sonra Şark Vilâyetlerine doğru seyahata çıkan Üstad Bediüzzaman, kendi tâbiriyle "Dağ ve sahrâyı medrese ederek meşrûtiyeti ders verdim" diyor. (**)

Aynı eserinde, yine aynı çerçevede yapmış olduğu münâzarâ esnasında şöyle bir suâle muhatap oluyor: "Tarif ettiğin meşrûtiyetin ne miktarı bize gelmiş ve niçin bütün gelmiyor?"

Bu mühim suâle verdiği cevabın içinde aynen şu ifadeleri kullanıyor, Bediüzzaman: "Ancak on kısımdan bir kısmı size gelebilmiş. ...Eğer siz tenbel kalıp da onun yolunu yapmazsanız, tenbellik etseniz, yüz sene sonra tamamen cemâlini göreceksiniz." (***)

Kanaatimize göre burada verilmek istenen mesaj şudur: Meşrûtiyet gayet derece nâzik ve nâzenindir. Sizlerin ciddiyetle çalışmanız ve yolunu yapmanız gerekir. Ciddî bir gayret gösterirseniz, meşrûtiyet çabuk gelir. Ama, tenbellik etseniz, meşrûtiyet yine de gelecek ve en uzak ihtimale göre bu süre yüz seneyi bulabilecektir. Yüz sene sonra, ister istemez gelecektir.

İşte, içinde bulunduğumuz zaman itibariyle, yukarıda bahsedilen 100 senelik süre, hemen hemen tamamlanmış durumda.

Dolayısıyla, halen yaşanılmakta olan siyasî ve sosyal sancıları, bir de bu açıdan bakarak değerlendirmek gerekir diye düşünüyoruz.

Üstelik, konjonktürel anlamda yaşanan ve adım adım olgunlaşan iç ve dış şartlar da, aynı istikametteki gelişmelere bir nevî sür'at kazandırıyor.

Dahası, yüz sene evvel görüleceği müjdelenen "meşrûtiyetin cemâli" hakkında, Hutbe–i Şâmiye isimli eserde de, te'yid ve te'kid bâbında dikkat çekici sözler ve izahlar var.

Kısmet olursa, bir başka yazıda da o müjdelere temas etmeye çalışırız.

.............................................

(*) Nutuk (Osmanlıca), s. 21.

(**) Münâzarât, s. 19.

(***) Age, s. 29.

GÜNÜN TARİHİ 16 Mayıs 1919-48

Anadolu harekâtını başlatan Vahdeddin'in vefatı

Sürgünde bulunan son Osmanlı padişahı Sultan Vahdeddin, İtalya'nın sâhil şehri San Remo'da vefat etti.

Ne gariptir ki, Sultan Vahdeddin'in ölümü, Millî Mücadele hareketini başlatsınlar diye M. Kemal Paşa başkanlığındaki 19 kişilik subay heyetini Anadolu'da göndermiş olduğu aynı güne (16 Mayıs 1919) rast geldi.

Aynı subay heyeti, Ankara'da yeni bir hükümetin kurulması yolunda tesirli bir rol oynadıktan sonra, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmış ve Sultan Vahdeddin'in ülkeyi terk etmesine sebebiyet vermişti. O gün, hayatta iken ölümden beter haller yaşayan Sultan Vahdeddin, 3–4 sene sonra da şu fâni hayata vedâ eyledi.

Hacizli cenaze

Hainlikle suçlanan Sultan Vahdeddin, yokluk ve yoksulluk içinde vefat etti. Kendisi ve ailesi, sürgün olarak bulunduğu ülkenin insanlarına bir hayli borçlanmışlardı.

Bu sebeple, cenazesi bir süre ortada kaldı. Zira, üzerinde haciz vardı.

Tarihiyle ve ecdadıyla "sözde iftihar" eden Türkiye'nin o günkü yöneticileri, ne yazık ki eski padişahın cenazesine dahi sahip çıkmamışlardı.

65 yaşında vefat eden Sultan Vahdeddin'in mezar yeri için bir vasiyeti vardı. "Ölürsem, cenazem vatan topraklarında gömülsün isterim. Şayet bu mümkün değilse, beni hiç olmazsa halkı Müslüman olan bir beldede defnedin" diyordu.

Bu meyanda en çok istediği yer ise, Şâm–ı Şerif ve buradaki Selâhaddin–i Eyyübî Türbesi idi.

Ne var ki, onun bu vasiyeti ve arzusu aynen değil de, kısmen tahakkuk etti. Devreye giren Suriye Devlet Başkanı Ahmet Nami, cenaze üzerindeki haczi kaldırdı ve eski padişahın tabutunu Şam'a getirtti. Cenâze, dolu olan Eyyübî Türbesi yerine Sultan Selim Camii haziresine defnedildi.

Halen aynı yerde bulunan Sultan Vahdeddin'in mezarı, ziyarete açık vaziyette tutuluyor.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]





Süleyman KÖSMENE

Bir lokmada batma!



Emine Hanım:

*“On Yedinci Lem’a’nın 14. Notasının 3. Remzinin son paragrafında bahsedilen, ‘Madem böyledir; hazer et. Dikkatle bas. Batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma’ cümlesinde ne anlatılmak istenmektedir?”

On Yedinci Lem’a’nın On Dördüncü Notasının Üçüncü Remzi, insanın çok ince, çok derin, ulaşılamayan, tanımlanamayan, elle tutulamayan bir yanına ulaşıyor, elle tutuyor, nazara veriyor ve insanın, dikkat etmediğinde, o tanıyamadığı garip halinde ve keşfedemediği acip duygusunda boğularak batabileceğine dikkat çekiyor; insanı uyarıyor.

İnsan kendisini tanısın, tanımasın; her yönüyle derinliği olan bir varlıktır. Yaşadığı hiçbir hatırayı gerçekte unutmaz. Tattığı hiçbir acının, kederin ve elemin izini hafıza arşivinden silemez. Tattığı hiçbir lezzetin hatırasını dimağından çıkaramaz. İnsan ne geçmişini ve mazisini unutabilir; ne geleceğe dayalı ümit ve emellerinden vazgeçebilir. Bazen laf olsun diye söylenmiş bir tek kelime, ona, geçmişinde iz bırakan bir hatıra sayfasını açar ve öyle bir manyetik alan meydana getirir ki, insan âdeta aynı olayı tekrar yaşar. Bir elemse yaşadığı; bakarsınız adam, o elemi tâ yüreğinde duyar, burnunda bir kez daha acı hisseder, derin etkisinde bir kez daha sarsılır. Ve hemen arkasından, o elemin geride kalmış olmasından–eğer şükredebiliyorsa—şükreder. Bir lezzetse geride kalan; bir tek kelime, bir tek işaret, bir tek pırıltı, bir tek tanecik, bir tek hareket, onun zihin ekranına öyle net bir görüntü düşürür ki, onu, tekrar mazinin efsunlu ve büyülü keyiflerine alır götürür. Eğer şükürsüz bir nimetse dimağına tadı vuran, derinden bir “ah!” çekmekten kendini kurtaramaz, “of!” demekten kendini alamaz. Çünkü şükürsüz olduğundan; lezzetten ayrılmış olmanın verdiği derin acı ve dayanılmaz elem, içini yakar, midesini ekşitir, yüreğini parçalar.

Kimi zaman küçük şeyler, büyük haramlara kapı açarlar. Ondandır ki din, mide bulandıran küçük şeylere “mekruh” demiştir. İnsan, bir damladan, bir noktadan ne olacak, der, takvayı esas tutmaz, kendini sakınmaz; ama ne acıdır, az sonra öyle bir dalga gelir ki, onu denize çeker, boğar, tüm hayatını mahveder.

Bazen de farklı bir yapıya ve karaktere sahip olduğunu ileri bir yaşta, hiç beklemediği bir “an içinde” keşfeder insan. Bu an, zamanın çok küçük, zerre gibi bir parçasıdır ve insanın tüm dünyasını değiştirecek güçtedir. Allah nelere kadir değildir ki?

Bir cam parçası, nasıl, gökyüzünü güneşiyle ve yıldızlarıyla birlikte içine alabiliyorsa; incir çekirdeği kadar bir hafıza kuvveti, nasıl, bütün ömürdeki yaşanmış hayat hallerini ve hatıraları kuşatabiliyorsa; gökyüzündeki her bir kara delik, nasıl dev küreleri ve dev ölü yıldız enkazlarını yutabiliyorsa; çok büyük ve çok önemli hatıralar da bazen umulmadık bir kelimenin, beklenmeyen bir işaretin, ansızın beliren bir pırıltının büyülü kucağında gizliden oturuyor olabilir ve bir tek işaret ilgili kişiyi çok farklı bir duygu yoğunluğuna götürebilir, ruhunda bir fırtına estirebilir. Meselâ birden bire facia getirebilir, birden bire huzura gark edebilir, birden bire kriz verebilir, birden bire kalp sektesine neden olabilir, birden bire ölüm getirebilir, birden bire hayat kurtarabilir.

Böyle, insanın hayatını alabora eden şey, eğer bir helâl lezzet, bir meşru heyecan ve bir masum hatıra ise hiç mesele yok. Fakat yine de, insanın başına neler açacağı bilinmez. Meselâ, askerde; arkadaşının ağzından alelusul dökülüveren söz gelişi, “ateş” sözcüğü, avcı hattında, bütün dikkatiyle hedefe kilitlenmiş bir er için, çok hasret duyduğu annesinin ocak başındaki muhterem ve müşfik tavırlarına şimşek gibi bir pencere açabilir, hayalî bir intikal sağlayabilir. Bu öyle bir penceredir ve öyle bir intikaldir ki, erin bütün dikkatini dağıtır, bütün hedefini alt üst eder, bütün performansını bozar, bütün verimliliğini kaybettirir ve belki de düşmana kendisini hedef eder. Ya da, çok stratejik bir alanda, tam kritik bir esnada düşmanı gözden kaybetmesine neden olur.

Peki; âhiretin ebedî, sonsuz, dev boyutlu, cazibeli ve capcanlı hayatı karşısında, oldukça geçici, oldukça fani, oldukça günübirlik, oldukça sığ, oldukça basit, oldukça itici ve oldukça hızlı bir seyirle tükeniveren ve bir “zerrecikten” ibaret olan dünya hayatının insan kalbinde oturduğu “konuma” ne demeli? Peygamberlerin ve vahyin doğru haberleri bütün kulaklarda yankılanırken; bu “hayalî zerreciğin”, o “dev hakikî hayatı” yutmasını nasıl izah edersiniz? Bunun ona tercih edilmesi hangi akla sığar?

Oysa aslında insan dünyaya sığışamıyor, dünyaya yerleşemiyor; zindanda boğazı sıkılmış bir adam gibi “of!” “of!” deyip duruyor. Çünkü dünya insana kâfi gelmiyor. İnsan hakikî bir hayat arıyor. İnsan ebediyet arıyor. Fakat aradığını dünyada zannediyor ve yanlış kapı çalıyor! Aradığının âhirette olduğunu söylediğinizde, ölümden korkuyor, karanlıktan ürküyor ve kendisini bir hatıraya, bir ışığa, bir kelimeye, bir taneciğe, bir işarete, bir öpmeye; sözün kısası, bir “dünyacığa” hapsediyor. Ama o “dünyacıkta” yerleşemiyor. Çünkü kalbi âhireti istiyor. Bundandır ki her ibadet, insan kalbine sonsuz bir huzur ve doyumsuz bir lezzet veriyor.

On Yedinci Lem’a’nın On Dördüncü Notasının Üçüncü Remzinden; insanın hayatı boyunca imtihan içinde olduğuna, hayatı boyunca bütün dikkati ve yoğunluğu ile aklının “başında” olması gerektiğine, zerrecik bir dünya için ebedî bir âhiret hayatını boğmaması gerektiğine, bütün ümitleri konusunda yalnız Allah’a güvenmesinin ve bütün korkularını bir yana bırakıp yalnız Allah’tan korkmasının önemine; aksi takdirde çok küçük şeylerin, insanın dünya-âhiret dev hayatını boğup mahvedebileceğine işaret edildiğini görüyoruz.

Anlaşılıyor ki, insan, bir sırat köprüsünde duruyor.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Detante ile savaş arasında



Son günlerde Irak’ta ve Irak üzerine başlaması beklenen İran-ABD müzakereleriyle alâkalı iki yazı okudum. İkisi de birbirinden daha kötümser. Birisi, eski İran Kültür Bakanı Ataullah Muhacerani’ye ait. Diğeri de The Guardian yazarı Alain Gresh’in. “USA and Iran: Waiting for Godot” başlığı altında Muhacerani görüşmelerin start noktasına gelmesine rağmen seyriyle veya bir sonuca ulaşıp ulaşmayacağı yönüyle alâkalı gayet kötümser. Bunu İran’ın hastalıklı yöntemine bağlıyor. Yaptığını yapmamış veya yapmadığını yapmış gibi göstermesine. Yani yöntem sorunu dönüp dolaşıp İran’ın ayağına bağ, pranga ve kayıt oluyor. Bundan dolayı detante girişimleri hep çıkmaza sürükleniyor ve patinaj yapıyor.

Bir taraftan, Irak’ın geleceği ve sükûnetin temini için ABD ile masaya oturduklarını ilân ediyorlar. Ama Irak’ı karıştıran önce işgâl sonra da İran’ın müdahalesi olmadı mı? BAE’den sonra Umman Sultanlığını ziyaret eden Nejad bölgenin istikrarı için ellerinden geleni yapacaklarını söylüyor. Yani sanki bölge için kendilerini feda ediyorlar. Hâlbuki geçmişte savaşan taraflardan birisi olarak Saddam’ın partneri oldukları gibi şimdi de gerilimin taraflarından birisini teşkil ediyorlar. Bütün bunun temelinde samimiyetsiz yaklaşımları veya yöntemleri var. Muhacerani 1990’lı yıllarda ABD ile doğrudan görüşmelere çağırdığında muhafazakâr cenahın hop oturup hop kalktığını ve neredeyse kendisini aforoz ettiklerini hatırlatıyor. Musaraha veya açıklığı tabu olarak görüyorlar. Ama alttan alta da görüşmeye heves ediyorlar. Tam da bu noktada Javier Solana’nın açıklamalarını hatırlamakta yarar var. Zaten Muhacerani buna atıfta bulunuyor. Solana nükleer konular da dahil İran’ın her konuda ABD ile pazarlığa hazır olduğunu açıklamıştı. Gazetecilerin ısrarla ‘Rehber Ali Hamaney de buna dahil mi?’ şeklindeki sorularına ‘evet’ diye güvenle net cevap vermişti. Solana bu açıklamasını Larijani ile konuşmasına dayandırmıştı ama Larijani kapalı kapılar ardında söylediğini kameralar önünde yalanlama cihetine gitti. Larijani, Solana’dan 10 saat sonra Rehber’in nükleer alanda ABD ile pazarlığa yeşil ışık yakmadığını duyurdu. Ama müzakerelerin Irak ayağı bu yalanlamaya rağmen start noktasına geldi.

***

Amerikalıların da farklı olduğunu söylemek mümkün değil. Taraflar arasında doldurulamaz büyük bir uçurum vardır. Nitekim Muhacerani’nin İran yüzünü kaleme almasına mukabil Alain Gresh de madalyonun öteki yüzünü yazdı. “Acaba bu, Washington’la İran arasında bir Detant Dönemi’nin başlangıcı olabilir mi?” diye soran The Guardian yazarı, Orta Doğu uzmanı Alain Gresh’in bu soruya cevabı “Hayır”. Gresh’in yazısının başlığı, “Bush detant istemiyor. Bush İran’a saldırmak istiyor”.

Alain Gresh’e göre Irak’taki felakete karşın, Bush’un İran’a saldırma fikrinden vazgeçtiğine dair en ufak bir işaret yok. Gresh, İngiltere Maliye Bakanı Gordon Brown’un, İran’a saldırı olmayacağında ısrar etmesini, objektif bir değerlendirmeden çok, sebepsiz bir iyimserlik olarak görüyor. Alain Gresh, İran’a saldırının, ABD Başkanı George Bush’un “İslâmî faşizme karşı 3. Dünya Savaşı” vizyonunun bir parçası olduğu görüşünde. Gresh, bu vizyonun yalnızca mutlak zaferle sonuçlanabilecek ideolojik bir savaşı içerdiğini söylüyor. Bush’a göre Kaide ile İran aynı. Aralarında hiçbir fark yok. Taktik olarak aralarında fark görünse bile Bush’un tasnifinde veya sözlüğünde nihaî tahlilde fark yok; hepsi aynı. Yaransa ABD’ye, AKP yaranabilirdi!

***

İran ve ABD; iki taraf da müzakerelerde ciddiyet ve samimiyet arıyor ama galiba ikisi de bu ikisinden mahrum ve yoksun. Bundan dolayı tam da Muhacerani’nin yazdığı gibi İranlı muhafazakârlar Bağdat’ta yapılacak olan görüşme kararına itiraz etmeye başladılar. Yaylım ateşi açtılar. İran’ın tek gidebileceği yer aslında İslâm dünyası; onu da kâh kibriyle kâh da mezhep politikalarıyla küstürdü. Talabani Sünni dünyanın artık İran’a birinci düşman nazarıyla baktığını duyurdu. Dolayısıyla İran bütün cephelerde kaybetme riskiyle karşı karşıya. Bunun için yüzyıllardır sürdürdüğü kaçamak güreş metodunu terketmek zorunda. Yoksa en güçlü göründüğü anda darmadağın olacak.

İran yöntem yanlışlığından dolayı hep yerinde sayıyor ve kendi kendine inşâ ettiği Tih çölünü aşamıyor. Çıkış noktası münhasıran samimiyettir ve bu İran’ın temel tarihî sorunu ve açmazıdır. Kaçamak güreşme yöntemi sebebiyle ‘detante’yi yakalayamıyor. Bir savaş eşiğini aşıyor diğerine yakalanıyor. Mehdi Haşimi ile Haşimi Rafsancani ikilemi veya fasid dairesi arasında gidip geliyor.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Baş köşedeki düşman



Televizyonla ilgili olarak yapılan eleştirilerin dozu, her geçen gün biraz daha artıyor. Son günlerde yapılan bir değerlendirmede, televizyon “uyuşturucu”ya benzetildi. Ancak bir farkla: Bu “uyuşturucu” kanunlara uygun, “legal” bir düşman. Hem de evlerin “baş köşesi”nde en fazla itibar gören bir “eğitici” gibi duruyor.

Kamuoyunda “uyuşturucu” diye isimlendirilen maddelerin, gerçekte “öldürücü” olduğunu da unutmadan, televizyonların sebep olduğu “zarar”ları kısaca hatırlamakta fayda var.

Bir değerlendirmede şöyle denilmiş: “Bugün apolitikliğinden şikâyetçi olunan o gençlerin hepsi, biriciğimiz, kıymetlimiz, üzerine örtüler örtüp pamuklara sarıp sarmaladığımız, akrabamıza, eşimize, dostumuza yeğ tuttuğumuz ve hâlen ısrarla başımıza taç ettiğimiz televizyonumuzun çocuklarıdır.” (bianet.org, 12 Mayıs 2007)

İngiltere’de yapılan bir araştırmada da, 5 yaşın altındaki çocukların yarısının cümle kurmayı öğrenemediği ortaya çıkmış. Araştırmaya göre, televizyon karşısında saatlerce duran çocuklar aileleriyle yeterli iletişim kurmuyor ve kişisel gelişimi engelleniyor. (Sabah, 12 Mayıs 2007)

Bir başka uzmanın tesbiti de şöyle: “Çocuğun sosyal gelişiminin gerçekleşebilmesi için diğer çocuklarla oynaması, konuşması, onlara dokunması yani başka çocuklarla iletişim içinde olması gerekir. Sürekli televizyon izleyen çocuklarda bu etkileşim olamıyor.” (Yeni Aktüel dergisi, 18-24 Ocak 2007)

Bir ‘bilgi’ de RTÜK araştırmasından: RTÜK’ün, 2004 yılında 5 bin 360 kişi üzerinde yaptığı araştırmaya göre, Türkiye’de günlük televizyon izleme süresi ortalama dört saat. Aynı yıl, özel kanallarda yayımlanan filmlerin şiddet düzeyini ortaya koymak üzere yapılan araştırmada da şöyle bir tablo ortaya çıkmış: Beş televizyon kanalında gösterilen 80 film izlenmiş. Bu filmlerin toplam sürelerinin yüzde 33’ü şiddet içeriyormuş. (agd.)

Bunca şiddet görüntüsüne maruz kalan çocukların ve gençlerin ‘sakin’ olmasına imkân var mı? “Rüzgâr eken fırtına biçer” misâli, televizyonlara emanet edilen çocuklarımız da izledikleri şiddet ve dehşet sahnelerinden paylarına düşeni alıyor. Neticede, sokak ve okulda da desteklenen bu durum, arzu edilmeyen neticeleri doğuruyor.

Peki bu ‘düşman’a karşı nasıl mücadele edeceğiz? Gönül arzu ediyor ki, büyük ölçüde zararlı programlarla dolu olan bu âlet, evlerimize girmesin. Az sayıda da olsa TV girmeyen evlerimiz de var. Ama televizyonlar büyük ölçüde evlerin baş köşesinde, en saygı duyulan kişi konumunda ‘öğüt’ vermeye devam ediyor. (TV’ye lâf atarken, internet dünyasındaki tehlikeleri evimize taşıyan ‘bilgisayar’ları da unutmuyoruz.) O zaman, çocuğunun televizyon izlemesine sınır getirmek isteyen anne babalar için tek bir yol/seçenek kalıyor: Anne babalar, kendileri TV bağımlısı olmayacak!

Öyle ya, kendimiz TV’ye teslim olduktan sonra çocuklarımıza “TV’nin zararlı olduğunu” anlatabilir miyiz? Anlatsak, onları ikna edebilir miyiz?

Televizyonları ‘baş köşe’den ‘dip köşe’ye atabildiğimiz ölçüde zararı en aza indirebiliriz. Aksi halde tehlike devam ediyor demektir...

16.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ekrandaki atışma



Laiklik tartışması ekranlara taşındı. Reha Muhtar, sık sık katıldığı programda hem “Atatürkçü” olduğunu söylüyor, hem de “laiklik” vurgusu yapıyordu.

Son yaptıkları programda görülen o ki, anlaşmazlık çıktı. (Çapraz Ateş, Fox TV)

Muhtar, Mehmet Ali Ilıcak’ın program sunumuna karşı çıktı ve genç sunucunun “yetersizliğini” yüzüne vurdu.

Hem de şu sözlerle:

“Mehmet Ali, sen siyaseti bilmiyorsun, laikliği bilmiyorsun” diyerek...

İleriki dakikalarda dönüp:

“Sen moderatör olamazsın. Tarafsız değilsin. Annenle (Nazlı Ilıcak) birlikte hareket ediyorsun” dedi.

Daha sonraki saatte de:

“Sizi, yönetim biçiminizi, tarafsız olmayan tavırlarınızı protesto ediyorum. Bu şartlar altında çok fazla devam edemem. Kader birliği yapılmış bir programla ilgili perde arkası şeyleri söyleyemem. Ne yaşınız, ne müktesebatınız, ne de bilgi birikiminiz açısından böyle bir programı yapamazsınız. Bu açılardan ben bundan böyle bu programı yapamayacağım.”

Bu sert sözler üzerine Nazlı Ilıcak, Muhtar’a:

“Yıllarca benimle program yapmak istedin. Kimse seni ciddiye almıyor.”

Muhtar:

“Çok ayıp, çok saygısızlık. Ne demek istiyorsunuz Nazlı hanım? Ben size saygısızlık etmedim. Şu anda başka bir şeyden bahsediyorum. Ben moderatörden bahsediyorum. Size bir şey demedim. Söylediğim gayet açık. Buna karşı gösterdiğiniz saygısızlık çok ayıp.”

Nazlı Ilıcak, “Kapatın Mehmet Ali, bitsin artık” deyince, oğlu Mehmet Ali Ilıcak programı şu sözlerle noktaladı:

“Konuklarımızdan ve tüm seyircilerden özür dilerim. Benim Nazlı Ilıcak’a ihtiyacım yok. Hepimizin müktesebatı herkesin önündedir. İyi geceler.”

Bu Fox TV’de bir şeyler var. Ama ne, bir türlü bulamadım.

Hangi program var ki, tartışmasız bitsin.

Hem yarışma programlarında, hem haber programlarında muhakkak zıt karakterler birbirine karşı çok manasız ve itici sözler söylüyor.

Seyirciye çok büyük terbiyesizlik yapılıyor. “Ekran nezaketi” diye birşey kalmadı. Kuliste yapılan kavgalar, mahrem olduğu için dışarı yansımazdı. Şimdi alenen ekranlarda masalarda sözlü hakaretler yapılıyor.

Ya sinirli insanlar olduk, yahut Fox TV’de bir “numara” var!

*

Mehmet Ali Ilıcak, bu günkü “Bugün” gazetesinde köşesinden olan bitene cevap yazmış.

Diyor ki:

“Reha Muhtar ve Nazlı Ilıcak ile birlikte. Reha her program beni suçluyor ‘taraf’ olduğum iddiasıyla.

“Haksız da sayılmaz. Ben tarafım! Demokrasiden tarafım. Özgürlükten tarafım. Laik cumhuriyetten tarafım… Meclisimizin egemenliğine uzanan ellere karşı tarafım. Halkın oyuna saygı göstermeyenlere karşı tarafım.

“Bazılarına göre suçluyum ama ne yapayım. Ben tarafım! Başı açık, kapalı genç kızlarımızın bir arada okumalarından tarafım. İnsanların dinimizi diledikleri gibi öğrenmelerinden tarafım. Din ve vicdan özgürlüğünden tarafım.

“...Muhtıralara, darbelere karşı tarafım. Millet egemenliğini ezen bütün girişimlere karşı tarafım. Ülkemizi bölmeye çalışanlara karşı tarafım. Tarafsam, işte bütün bu saydıklarıma tarafım. Kafası işleyen, fikri olan kim tarafsız olabilir ki?

“Ülkeyi tek partili dönemde olduğu gibi yönetme anlayışından vazgeçin artık. O günler geçmişte kaldı. Bir daha geri gelmez. İtişip, kakışmayı bırakın da, kardeşçe birlik, beraberlik huzur içinde el ele yaşayalım. Siz de biraz olsun milletten taraf olun!” (a.g.g.)

Bakalım bu cevap Reha Muhtar’ı tatmin eder mi?

Şu var ki, özellikle yılların gazetecileri bu tür tartışmalara girmemeli ve kesinlikle “pavyon şarkıcıları” gibi seviyesini düşürmemeli.

16.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004