Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Kendimize geldiğimiz anlar



Duygularımızın hayatımız üzerindeki etkileri her an değişebilmektedir. Öyle ki, her an ayrı duygular yaşamaktayız. Düşüncelerimizle bazen huzuru bulmakta, bazen de sıkıntıların cenderesinde sıkışıp kalmaktayız. Güzellikleri düşündüğümüz zaman hayatımız renklenmekte, böyle zamanlarda yaşantımızdan lezzet almakta, cennet hayatının küçük bir misâlini yaşayabilmekteyiz.

Dünya hayatımızda önemli problemlerle karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekir. Gerekli olanı az hatırlama, gereksiz olanların kuru gürültüsü içinde hayat sürme hastalığı maddî-manevî olarak dünyamıza problemler katmaktadır.

Dünyanın bizi uzak diyarlara götüren hatırlamalarından sıyrılıp zaman zaman kendimize gelmemiz gerekir. İç dünyamızı bize unutturan dış faktörleri aştığımız takdirde kendimize yönelebilmekteyiz. Aksi takdirde başıboş bir vaziyette ortalıkta dolaşmaktan öteye gidecek mecalimiz olmamaktadır. Bu sebeple vücut mâkinamızın Sanatkârı, uzaklarda beyhûde dolaşan nazarımızı kendimize çevirmemiz için bazı kural ve kaideler koymuştur.

Kural bir: Her şeyden önce bizi yaratan bir kudretin varlığına inanacağız ve bu Kudretin bizi başıboş bırakmadığını, bu dünyada hayatımıza tatbik etmemiz için bazı hükümler ortaya koyduğunu kabul edeceğiz.

Kural iki: Günde beş vakit Yaratıcımızı bize hatırlatacak ibadetlerimizi ihmal etmeyeceğiz. Namaz ibadetiyle dünyanın geçici meseleleriyle sersemleşen ruhumuzu dinlendireceğiz. Böylece hayatın bu dünyadan ibaret olmadığını ve duygularımızın sadece bu dünyada harcanmak için bize verilmediğini hatırlamış olacağız.

Başka çok kurallar zikredilebilmekle birlikte bu iki kuralı yeterli görüyor, aslında bu iki kuralı yerine getirdiğimiz zaman ister istemez diğer kurallara da uymak zorunda kalacağımızı düşünüyorum.

Bizler dünya problemleri içinde boğulmadan dünyaya çalışmalıyız. Dünyanın asıl maksat olmadığını, onun bir vasıtadan başka bir şey olmadığını kabul etmek zorundayız. Dünyanın asıl hayata kavuşabilmek için bir atlama taşı hükmünde olduğunu unutmamamız gerekir. Dünya bir misafirhanedir ve biz misafirler burada az bir müddet kalacağız.

Dünya ebedî saadetin kazanılacağı bir mekteptir. Burada derse çalışmak ve sınıfı geçip diplomayı başarıyla almak gerekir. Diploma bizim için berat yani kurtuluş vesikası olacaktır. Aksi takdirde ruhumuzun, manevî duygularımızın huzur bulacağı iklimlere kavuşabilmemiz mümkün olmayacaktır.

Şöyle biraz düşünürsek, dünya meseleleri içinde duygularımızın ne kadar sıkıştığını anlarız. Ve anlarız ki, dünyayı geri plana ittiğimiz zaman ancak kendimize gelebiliyoruz. Ne kadar Rabbimizi düşünürsek o kadar huzuru bulabilmekteyiz. Ancak bunu başarabilmenin de kolay olmadığını kabul etmek zorundayız.

Zor durumda olduğumuz için müşfik bir yol gösterici, bir rehber bize gönderildi. İşimizin zor olduğunu bilen bu müşfik Efendimiz (asm) hep “Ümmetî, ümmetî” diyerek bizim için endişelerini dile getirmiş, Rabb-i Rahimine, kurtuluşumuz için yalvarmıştır.

Ama gaflet dünyamızı karartmış ve asıl hatırlamamız gerekenleri az düşünüyoruz. Bizi düşünenleri, bizi bizden daha fazla sevenleri, kurtuluşumuz için çırpınanları az hatırlıyor, şeytanların aldanmalarına kanacak kadar insanlığımızı unutuyoruz.

Dünya karanlıklarından ancak iman aydınlığıyla çıkabiliriz. Dünya için din feda edilirse telâfisi mümkün olmayan olumsuz sonuçlar meydana gelecektir bizim için. Heva ve heveslerimizle yaşamaya devam edersek karanlık perdeleri aralamamız mümkün olmayacaktır. Karanlıklara mahkûm etmeyelim kendimizi. Geliniz iman aydınlıklarını dünyamızda hakim kılmayı engelleyen gaflet karanlıklarıyla mücadelemize devam edelim.

Kural bir ve ikiyi hiç ihmal etmeden hayatımıza geçirmeliyiz. Gereğini tam olarak yapmalıyız bu kuralların... Hiç unutmamalıyız, bizi hep murakebe altında tutan Rabbimizi... Zihnimizdeki müzahrefâtı kuvvetli iman esintileriyle temizleyelim ki acılarımız dinsin.

Dünyanın hiçbir değeri imanı elde etmek kadar değerli değildir. Bunu firavunlaşan nefsimize kabul ettirmediğimiz takdirde aldanmışlığın en acısını yaşamaktan kendimizi kurtaramayacağız şüphesiz...

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

27 Mayıs



27 Mayıs doğum gününüz de olabilirdi. Pazar günü dostlarınızın verdiği hediyeleri heyecanla açarken bulabilirdiniz kendinizi.

27 Mayıs ölüm gününüz de olabilirdi. Pazar günü dostlarınız gözyaşlarıyla yolcu ederdi sizi kabristana.

27 Mayıs o çok merak ettiğiniz filmi izlemeye gittiğiniz gün de olabilirdi. Hayalkırıklığı ya da “iyi ki gitmişim” duygusuyla çıkmış olabilirdiniz, Pazar günü sinema salonundan.

27 Mayıs sadece sıcak ve bunaltıcı bir Pazar günü de olabilirdi sizin için. Belki duş alarak, klimanın derecesini biraz daha düşürerek ya da pencereleri açarak azaltabilirdiniz bu sıcaklığı.

27 Mayıs, “Anne, 27’sinde geleceğim” diyen ve uzun süredir görmediğiniz çocuğunuza kavuşma gününüz de olabilirdi. Ona en sevdiği yemekleri hazırlayarak geçirebilirdiniz Pazar gününüzü.

27 Mayıs, “Pazartesi işte olmam lâzım, Pazardan yola çıkmalıyım” diyen yakınınızı yolcu ettiğiniz gün de olabilirdi. Kucaklaşıp vedalaşırken bulabilirdiniz Pazar günü kendinizi.

27 Mayıs, sigarayı bıraktığınız gün olarak günlüğünüze yazacağınız bir gün de olabilirdi. İleride “Ne kadar oldu sen sigarayı bırakalı?” diye soranlara, “Hımmm… Hiç unutmuyorum, 27 Mayıs’ta bırakmıştım” diyeceğinizi gözünüzde canlandırırken bulabilirdiniz kendinizi.

27 Mayıs, heyecanla okuduğunuz romanın sonunu öğrendiğiniz bir gün de olabilirdi. “Vay be, katil demek ki uşakmış ha” diye hayretler içinde son sayfayı okuyup, kitabı kitaplığınızdaki yerine koyduğunuz bu günün Mayısın 27’si olduğunu belki de hiç hatırlamayacaktınız.

27 Mayıs, bir sevdiğinizin kalbini kırdığınız ya da ona kendinizi affettirdiğiniz gün olarak da geçebilirdi kendi tarihinize. Belki ileride sorduklarında veremeyeceğiniz bir tarih olacaktı bu.

27 Mayıs, sıradan bir gün de olabilirdi sizin için. Sizin ve babanız için. Babanız ve dedeniz için.

27 Mayıs deyince size hiçbir şey ifade etmeyebilirdi. Size ifade etmediği gibi, yakın tarih kitaplarına göre de etmeyebilirdi. Onlara ifade etmediği gibi, Türk demokrasisi için de hiçbir anlamı olmayabilirdi.

Ama 27 Mayıs, aradan 47 yıl geçse de unutulmayacak, unutulmaması gereken bir tarih olarak, orada duruyor. Durup seyretmek için değil. selâm durmak için hiç değil. Vah vah diye vahlamak için de değil.

Bir daha yaşanmasın diye.

27 Mayıs, sadece doğum günleri, sigaranın bırakıldığı günler, sevdiklerimize kavuştuğumuz ya da vedalaştığımız günler olarak kalsın diye.

Yeni 27 Mayıslar, 27 Nisanlar olmasın diye…

Orada duruyor…

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Eğer bir film ödül alıyorsa..



Altın Palmiye Ödülünü “4 ay, 3 hafta, 2 gün” filmi kazandı.

Fatih Akın’ın yazıp yönettiği “Yaşamın Kıyısında” filmi ise “en iyi senaryo” dalında ödül aldı. Nurgül Yeşilçay’ın başrolünü oynadığı bu film hakkında yorum yapmak için henüz erken.

Çünkü filmi izleme imkânına sahip olamadık.

Ancak:

Uluslar arası film sektöründe ödül sahibi olmak isteyenler bilir ki, belli kıstaslar vardır.

Eğer bir film ödül alıyorsa;

- O film, bulunduğu ülkenin kültür ve geleneklerine terstir. Marjinal mesaj taşır.

Eğer bir film ödül alıyorsa;

- O film, din karşıtıdır. Dinî değerlerle alay edilir.

Eğer bir film ödül alıyorsa;

- O film mutlaka, o ülkede izlenmez, seyircisi yoktur. Gişesi yoktur. Ama festivalde her nasılsa bir numaradır.

Eğer bir film ödül alıyorsa;

- O filmde mutlaka sapık ilişkiler ön plandadır ve övülür.

Eğer bir film ödül alıyorsa;

- O film halk tarafından anlaşılmaz... Ama sanat değeri çok yüksek bir “başyapıt(!)”tır nedense.

Eğer bir film ödül alıyorsa;

- Hele bol ödül alıyorsa, muhakkak “Yahudi” propagandası taşır...

Bu bakımdan Fatih Akın’ın yönettiği filmi hiç ama hiç merak etmiyorum.

GÜNDEME DAİR

ABD'ye ait F-16 uçaklarının tam 33. kez hava sahamızı ihlâl ettiği haberi, gündeme yerleşmişken...

Bir önemli gündem de, 1 Mart tezkeresinde Türkiye adına “pazarlıkları yürüten isim” Deniz Bölükbaşı’nın sözleriydi. (Habertürk)

Bölükbaşı, Melih Meriç’in sunduğu “Basın Kulübü”nde birkaç gazetecinin sorularına cevap verdi.

1 Mart tezkeresinin ardından muhtemel senaryoları anlattı Bölükbaşı...

Bölükbaşı’nın açıklamasına göre, tezkere TBMM’den geçmiş olsa bile ABD’liler baştan beri Türk birliklerinin girmesini zaten istemedikleri yönünde.

Detaylara girmeyeceğim. Ancak Bölükbaşı’nın açıklamaları ve F-16 uçakların gökyüzümüzde dolaşması ve aynı güne denk gelmesi bir rastlantı mı?

İNCE TV’LER

Gün geçmiyor ki, televizyonla ilgili teknolojik gelişmeler gazete sayfalarında yer almasın.

Dudak uçuklatan yenilikler ve yakında piyasada yer alacak ürünler, piyasada arz-ı endam ediyor.

Bir firma, geliştirdiği kâğıt gibi ince ve görüntünün gösterildiği anda bile bükülebilen televizyon ekranı üretmiş.

Hatta renkli görüntüyü oynatırken bir kâğıt gibi eğilip bükülebilen, yere düşünce kırılmayan ekran, Japon firması tarafından bu hafta Kaliforniya’da yapılacak akademik bir sempozyumda sunulacak. Teknoloji, kuşkusuz birçok yeniliği beraberinde getiriyor... İletişimdeki teknoloji hızla gelişirken, “iletişimsizliğin” arttığına da dikkat çekelim.

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Derin kriz ve AKP



Yaklaşık iki yıl kadar önce, 2005 Ağustos’unda Erdoğan İstanbul’da ilginç bir ziyaret gerçekleştirmişti. Evine gittiği zât, 86 yaşındaki eski bir siyasetçiydi. 70’li yıllarda MSP’den milletvekili seçilen ve daha sonra istifa edip MHP’ye katılan asker kökenli İhsan Karaçam.

Erdoğan’ın ziyaretinin sebebi, Karaçam’ın emekli maaşından arttırdığı 5 milyar TL’yi Güney Asya felâketzedelerine bağışlayıp bunu bir mektupla Başbakana bildirmesi olarak açıklandı.

Ama konumuz o değil. Karaçam’ı gündeme getirmemizin sebebi, onun 1976’da MSP’den istifa ederken dayandığı gerekçelerden birini, “Bu parti 450 milletvekiliyle de Meclise girse iktidar olamaz” sözüyle dile getirmiş olması.

Çok iyi hatırlıyoruz; bu söz ertesi günkü Yeni Asya’da manşet olmuş ve ilgili haberde Karaçam’ın beyanlarına geniş şekilde yer verilmişti.

Aradan 31 yıl geçti. Ve bakıyoruz, aynı değerlendirme farklı üslûp ve söylemlerle de olsa AKP için yapılıyor. Örnek, Doç. Hasan Bülent Kahraman’ın Tempo dergisindeki röportajında başlık olarak da verilen şu sözü: “AKP 400 vekille gelirse askerî kriz devam eder.” (10.5.07)

CHP lideri Baykal başta olmak üzere bazı çevrelerin “Şu ortamda ve bu şartlarda yapılacak bir seçim de yaşanan kriz ve sıkıntının aşılması için çare olmaz” iddiasında bulunmaları, Kahraman’ın dile getirdiği görüşü tamamlar nitelikte

Neden? Çünkü AKP de—tıpkı RP ve FP gibi—“irtica”yı besleyen, “din devleti” peşinde koşan, ama takiyye yaparak bu emellerini gizlemeye çalışan bir parti olarak görülüyor.

Başından beri zaten kuşkuyla bakılan “Değiştik” söylemleri, bu iddiayı ispatlamak için verilen bunca taviz, atılan onca geri adım, karşı cenahı ikna edemedi.

Gül’ü cumhurbaşkanı seçtirerek başörtüsünü o yoldan Çankaya’ya çıkarma girişimi ise bütün sigortaları attıran bir atraksiyon olarak görüldü ve o noktadan sonra eski defterler tekrar açılarak AKP yeniden boy hedefi haline getirildi.

YÖK’ün, rektörlerin, Köşkün, yüksek yargının ve Genelkurmay’ın paslaşarak oluşturdukları iklim peş peşe yapılan mitinglerle desteklenerek, Türkiye bazılarınca “28 Şubat’tan da beter” olarak nitelenen bir ortama sürüklendi.

Bu ortamda AKP ağzıyla kuş tutsa, Arınç’ın “veciz” ifadesiyle “kuş katliamı yapmak”la suçlanacak. Karşıtlarını ikna etme şansı hiç yok.

Hal böyle olunca, AKP’nin yüksek perdeden demokrasi vurguları yapması, her fırsatta millî irade üstünlüğünün altını çizmesi, karşıtlarınca “tehlikeli bir tahrik ve tırmandırma” olarak görülüyor ve derin mahfillerde hazırlanıp gazete köşelerinde de açık açık yazılan “Batının itiraz etmeyeceği, seçim ve darbe dışı kaybettirme projeleri”nin altı daha bir tehevvürle ısıtılıyor.

Mitingler, Meclise indirilen—Arınç'ın “Hiç hesapta yoktu” dediği 367 darbesi, ardından her geçen gün daha da yükselen bir tonda fısıldanan “kapatma dâvâsı” tehditleri ve AKP’liler hakkında el altında tutulup kapağının açılacağı haberleri uçurulan dosyalar, bunun işaretleri.

Bu demektir ki, Türkiye’nin, AKP bahane edilerek sürüklendiği bu krizden, seçimde yine AKP’yi güçlendirerek çıkması mümkün değil.

2002 seçiminde de geçerli olan bu gerçek, bugün çok daha güçlü gerekçelerle önümüzde.

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

27 Mayıs’ın temyizi



DYP, dünkü son olağanüstü kongresinde, Demokrat Parti ismini alarak, yeni bir açılım yaptı. Kongrenin divan başkanı Turan Arınç, 27 Mayıs’a denk gelen tarihî isim değişikliğini “27 Mayıs’ın temyizi” olarak nitelendirmiş. Yerinde bir tesbit.

Milletimiz şükür ki, darbenin yapıldığı ve millî iradenin alabora, siyasetin tukaka edildiği o meşum dönemi her defasında temyiz ve telin etti. Yassıada mezalimini, gayr-ı insanî hak ihlâlini, siyasete kan bulaştıran o karanlık yüzleri ve arkasındaki gölgeleri hiçbir zaman unutmadı, unutmayacak da...

Eğer omurgalı siyaset, demokratik direnç ve ahlâklı liyakatle ilkelerini koruyup, vatandaşın temel taleplerinde biraz daha köklü durabilseydi, demokrasinin mağduriyeti bu kadar olmayacaktı.

Hani, ağacı kesen baltanın sapı da ağaçtan olunca, tabir yerindeyse kurt gövdenin içine girmekte, balık baştan kokmaktadır. Siyaseti dejenere edecek ve millî iradeyi devre dışı bırakacak “kotarılma ameliyesi”, yine siyasî bir güruh üzerinden yürütülmektedir.

Bu siyasî militanlık ve rejim hoyratlığı, ne yazık ki CHP gibi iflâh olmaz bir muhalefet ve tahripçiyle bu günlere gelmiştir.

Evvel günkü Yeni Asya’da sevgili Hasan Hüseyin Kemal kardeşimin röportajını okumuşsunuzdur. Rahmetli Tevfik İleri’nin kızı Cahide İleri Aksoy, babasının günlüğünden bir anekdot aktarıyor. Diyor ki rahmetli İleri, “Allah hiçbir iktidarın karşısına CHP muhalefeti gibi bir muhalefeti çıkarmasın.” Devamında “CHP’nin iktidarı muhalefetinden daha az zararlıdır” mealinde kanaatini aktarmış.

El hak doğrudur. Tarihle ve dinle problemi olan CHP oligarşisi ve temsil ettiği zihniyet, bu ülkenin varlığına ve dokusuna terstir.

Gel gör ki, bitmeye yüz tutan ve iki seçim önce baraja takılan CHP, yetersiz merkez siyasetten tevellüt şimdiki iktidarın gerdirme ve atışma ağırlıklı gelgitleri yüzünden aslan postuna büründü.

27 Mayıs’ın o acı günlerine baktığımızda, CHP’nin tezgâh siyasetçisi İnönü’nün siyaset dışı etkisini ve devleti kontrol edecek organlara olan yakınlığını bilmeyen yok.

Bu gün ne değişti?

Kısmî demokratikleşme ve AB sürecinin getirdiği yumuşak havayla birlikte serbest piyasa ekonomisinin sağladığı yeni bir yaklaşım cesareti ve halkın kontrol edilemeyen inisiyatif kullanma becerisi var.

Allah’tan CHP buralara hükmedemiyor. “Kamusal alan” komedisi piyasa ortamına fazla etki edemiyor. Ticarî dinamikler kendi kurallarını belirliyor. Anadolu aslanları, serbest girişimciler ve genç kuşak, dünün ürkütücü tablolarına takılmadıkları gibi böylesi demokrasi dışı heveslere de itibar etmiyorlar.

27 Mayıs’ın Millî Birlik Komitesi, 38 üyeyle Cemal Gürsel’i devlet başkanı ilân etmişti. Tıbben nekahete girdiğinde yine 38 kişilik sağlık kurulu kararıyla görevden alınmıştı. 27 Mayıs 1960’ta yapılan askerî darbenin, 47 yıl sonra 27 Mayıs 2007’de tekrar mevcudiyetinin misyonuyla ve ismiyle bütünleşmesi, siyaset dışı heves peşinde olanlara ve millî iradeyi katledenlere ibret dolu bir tablodur.

Bir ibretlik durum da İlhan Kesici’den. Dünkü Hürriyet’ten okuduğumuz kadarıyla, milletvekili olmak için CHP’ye giderken, Aydın Menderes’ten rahmetli Adnan Menderes’ten dolayı izin ve helâllik dilemiş. CHP’nin üzerindeki 27 Mayıs şaibesi, yeni CHP’li Kesici’yi vicdanî bir sorgulama yapmaya zorlamış olacak ki, Aydın Beye sorarak vaziyeti kurtarmaya çalışmış.

Acaba milletin helâllik vermediği, hâlâ milletin değerleri ile çatışan bir CHP’ye girmesi, Aydın Beyin rızası ile telâfi edilebilecek bir hata mı?

Siyaset, kazanma ve “kazan” işi olmamalı. İlke ve tutarlık lâzım. Siyaset, 12 Eylül’ün ölü toprağını ve bölünmüş etkisizliğini yenmeye çalışıyor.

Bu seçim, bir sonraki katılımcı ve daha demokratik toparlanmalara doğru bir başlangıç teşkil edeceğini gösteriyor. Merkez/orta siyasetin yapılanacağı yelpazenin dışında, CHP oligarşisi, milliyetçi siyaset ve din eksenli siyasî yapılanmalar, kendi kulvarlarında daha belirginleşecek ve herkes kendi köyüne dönecektir.

“Şartlar gelişirse, ihtilâller hak olur” diyen İsmet İnönü’nün mirasından hayır gelmez. Millî Birlik komitesinden Suphi Kahraman’ın “27 Mayıs ortamının oluşmasında İnönü’nün büyük katkısı vardır” itirafı da CHP’nin bugünkü genlerine iyi bir referans olmaktadır.

Demokratlar toparlanırken; 14 Mayıs’ın demokrasi meşalesinin kararlılığını, 27 Mayıs’ın süregelen menfîliklerini, onu devam ettiren mirasını ve 29 Mayıs’ın fetih ruhunu unutmamalıdırlar.

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Pazarlıkların anası



ABD’nin Irak’ı işgali İran’da büyük bir güvensizlik doğurdu ve bunun üzerine ileriye kaçış stratejisini benimsedi. Bunun sonucunda nükleer programına hız verdi. Zamanla yarıştı. İkincisi, ABD’nin Irak’la meşgul olması ve yer yer İran ile menfaatlerinin buluşması neticesi yeteri kadar İran üzerine yoğunlaşamadı. Gafil avlandı ve geçici bir süre kontrolü kaybetti. Bu vakit de İran’ın toparlanmasına yetti. Netice olarak şunu söyleyebiliriz: ABD’nin Irak işgali İran konusunda gafil avlanmasını ve bu ülke üzerindeki kontrolünü kaybetmesini sağladı ve bunun sonucunda İran bölgesel bir güç olarak aradan sıyrıldı ve sivrildi. ABD farkına vardığında iş işten geçmiş ve işin rengi değişmişti. Bundan dolayı 21 Mayıs 2007 tarihli yazısında (I. Herald Tribune) Thomas Friedman şunları yazacaktı:

“ABD’nin Savaş Çarı’ General Lute, Bush’a acilen şöyle bir not yazmalı: ‘İran’ı bizzat biz güçlendirdik. Tahran ve HAMAS’la diyaloğa yanaşmazsanız Irak, Lübnan, Gazze ve Afganistan’da çok uzun bir süre daha savaşacağız...”

‘İran’ı biz güçlendirdik’ ifadesi yerden göğe kadar doğru. Bununla birlikte tek başına İran’la diyalog İslâm dünyasını kontrol altına almaya veya yatıştırmaya yardımcı olur mu, bu başka bir konu. Ama Cheney’in takıntısı haline gelen Bağdat’ta bir hilâfet fikrine en iyi çözüm veya panzehir Şiilerle ABD’nin anlaşmasıdır. Kaide’yle değil, ama fikriyatının en iyi panzehiri Şiilerle anlaşmaktır. Elbette bu anlaşma her anlaşma gibi Amerikalıları tamamen tatmin etmekten uzak olacaktır, ama yine de en ehven seçenektir. Thomas Friedman gibilerin de öngördüğü üzere, ABD için en az zararlı seçenek Şiilerle anlaşmaktır. Peki anlaşabilir mi? Hayır. İran, ABD’ye, Irak’a girerken yardım ettiği gibi, çıkarken de yardım etmeyi teklif ediyor. Muttaki’nin iki beyanından birisi böyle. Bunun ötesine de geçebilirler, ama bunu yapamazlar. İki nedeni var: Birincisi Tahran tribünlere oynuyor ve bu yaklaşımı dolayısıyla dosta ve düşmana güven vermesi mümkün değil. İlişkilerin seyrinde samimî olmasının imkânı yok. İçeride söylediğini dışarıda reddediyor. İkincisi de, ABD ile ilgili. Orada da benzeri bir sıkıntı var. Bu sıkıntının kaynağı neoconlar. İran gibi tamamını istedikleri için tamamını kaybetmeye mahkûmlar. Onlar da yöntemleri gereği güvenilmez. Bu durumda İran-ABD görüşmelerinin sonucu çıkmaz sokaktır. Edip Başer ile Ralston’un görüşmelerinin çıkmaza girmesi gibi.

***

Aslında, ABD açısından tek çözüm, tek başına İran’la değil bölgeyi bütünüyle yanına alan bir yaklaşımdır. Bu da neoconları tatmin etmiyor. Bölgeyle birlikte hareket etmektir. Elbette bu durumda ABD’nin ve İsrail ve Kürtlerden ibaret işbirlikçi çekirdeğin çıkarları minimize olacaktır. Ama bunun karşılığında bölgesel çelişkiler ve risk faktörü de ortadan kalkacaktır. Baker-Hamilton raporunun özü ve özeti budur. İşte bu ABD’nin İran’dan istediği, ama kendisinin yapmadığı yapıcı davranıştır. İran’ın dışarıya yönelik politikaları ikircikli olduğundan dolayı güven vermesi mümkün değildir. Bundan dolayı da görüşmeler çıkmaz sokakta ilerleyecektir. Ve Ulusal Güvenlik Danışmanı Larijani bu sebepten dolayı kaç defa istifanın eşiğinden dönmüştür. Ve Ryan Crocker’le görüşmeleri yürütmesi beklenen İran’ın BM Temsilcisi Muhammed Cevad Zarif ve Larijani yeteri kadar millî ve güvenilir olmadıkları ve Amerikan yanlısı yaklaşımları nedeniyle Bağdat’taki müzakere heyetinin dışında tutulmuş ve veto yemişlerdir. Bu nedenle, ABD ve İran arasındaki müzakerelerin önünü tıkayacak en büyük engel güven eksikliğidir ve bu ileride görüşmelerin kopmasına neden olacaktır.

***

İran’ın nükleer programı çerçevesinde ilginç gelişmeler yaşanıyor. Baradey, İran’ın emri vakisini kabullenmiş gözüküyor. Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Başkanı Muhammed el Baradey İran’ın emri vakisine boyun eğmiş gözüküyor. İsrail’in yaklaşımı da şaşırtıcı. İsrail daha önce İran’ın dönüşü olmayan yola gireceğini bas bas söylüyor ve dünya kamuoyunu ve devletlerini harekete geçmeye ve seferber etmeye çalışıyordu. Ama sonra bu hedeften uzak olduğunu söylemeye başladı. Buna mukabil, Muhammed el Baradey, Atom Enerjisi Kurumu’nun talimatlarını ihlâl etmesine rağmen İran’ın geri dönülmez eşiği geçtiğini ilân etti. Ve Yapılacak bir durum olmadığını söyleyerek emri vakiyi kabullenmeye çağırdı. İran’ın nükleer çabalarını tümden durdurma hedefi yerine ortak bir nokta olarak bu haliyle kabullenilmesi gerektiğini savundu. Oxford Araştırma Grubu’ndan Dr. Frank Bamaby de İran’ın geri dönüşü olmayan bir noktaya geldiğini ve süreci durdurmaya yönelik yapılacak her müdahalenin İran’ı daha ısrarlı hale getireceği gibi dolayısıyla nükleer silâh imalatı süresini de kısaltacağını savundu. Bundan dolayı Friedman gibi onlar da pazarlık teklif ediyorlar. Bu İran’da şahinlerin politikasının kazandığı anlamına geliyor. Ahmedinejad, “İran’ın nükleer teknolojide ilerlemesi, freni ve geri vitesi olmayan, tek yönlü ray üzerinde hareket eden bir tren gibidir” demişti. Şimdi herkes fiilî olarak bu sözü tasdik eder gibi. İşgal yanlışlıkların anası olmuştur. Bunun üzerine terettüp eden bütün yanlışların hacmi de öyle olacaktır.

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Allah hoşnut olsun da



İhlâs Risâlesinin ikinci bölümünde ihlâsın dokuz önemli özelliğinden bahsedilirken, onun; 1. en önemli bir esas, 2. en büyük bir kuvvet, 3. en makbul bir şefaatçi, 4. en sağlam bir dayanak noktası, 5. en kısa bir hakikat yolu, 6. en makbul bir manevî duâ, 7. en kerâmetli maksada ulaştırıcı bir vesile, 8. en yüksek bir haslet ve 9. en safî bir kulluk olduğuna dikkat çekilir.

Bu özellikleri sebebiyledir ki ihlâs hayatımızda, özellikle âhirete ait hizmetlerde büyük bir önem taşır. Allah da kullarını değerlendirirken şekil, sûret, kalıp, renk, soy-sop, makam, şöhret, şeref ve itibarlarına göre değil, kalplerine, kalplerindeki niyet ve ihlâslarına bakar. Bu açıdan Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.), “Amelin az da olsa ihlâslı olsun” buyurması çok anlamlıdır.

Sahabenin birinci hedefi bu sırrı yakalamaktı. Onlar sadece ve sadece Allah rızasını düşünürlerdi. Çünkü Allah rızası ihlâsın özüydü. Yaptıklarını Allah için, Allah emrettiği için yapar, sadece ve sadece Onun rızasını gözetirlerdi. Amelleri az olsun, çok olsun önemli olan ihlâslı olmaktı.

Tebûk Seferi için Ashabını destek vermeye çağırmıştı Allah Resûlü (a.s.m.). Hz. Ömer malını ikiye bölmüş, yarısını evinde çoluk çocuğunun ihtiyacı için bırakmış, yarısını da oraya getirmişti. Hz. Ebû Bekir bütün malını getiriyor, evinde ise Allah ve Resûlünün sevgisini bırakıyordu. Hz. Osman’ın getirdikleri o kadar göz doldurucuydu ki, eteğini altın, gümüşle doldurup getirip yığına bıraktığında, Allah Resûlü (a.s.m.) o kadar memnun oluyordu ki, “Hz. Osman bundan sonra ne hata yapsa zarar vermez” buyuruyordu.

Ashabın zenginlerinden Abdurrahman bin Avf sekiz bin dirhemlik servetinin yarısını evine bırakıp yarısını getirmişti. Âsım bin Adiyy’in getirdiği hurma ise yaklaşık yirmi tonu buluyordu.

Bu gayretler Allah Resûlünü (a.s.m.) sevindirip duâsına vesile olurken, niyetleri samimî olmayan münafıkları ise tedirgin ediyor, “Bunların yaptıkları gösterişten başka birşey değildir” diye kınıyorlardı. Hele fakir bir Sahabî olan Ebû Akil’in bir avuç kadar azıcık bir hurmayla geldiğini gördüklerinde alaylı alaylı, “Allah’ın Ebû Akil’in bir avuç hurmasına ihtiyacı mı var? O da zenginlerle birlikte anılmak için getirdi” diyorlardı.

Oysa Ebû Akil, o bir avuç hurmayı getirdiğinde, getirebileceği hiçbir şeyi olmadığını, ancak böyle bir sefer için mutlaka birşeyler çıkarması gerektiğini, bunun için bir hurma bahçesinde ücretle su taşıyıp iki ölçek hurma aldığını bunun birisini evine bırakıp birisini oraya getirdiğini söylüyordu.

Bu ihlâslı hareket mü’minlere yetiyor, Allah’ı hoşnut ediyor, münafıkların dedikoduları üzerine nazil olan Tevbe Sûresinin 79. âyetinde ise mü’minlerden, gönül rızâsıyla sadaka verenleri ve ancak güçlerinin yettiğini bulup bağışlayabilenleri ayıplayan ve onlarla alay edenleri Allah’ın maskaraya çevireceği, onlar için acı bir de azap hazırladığı bildiriliyordu.

Önemli olan Allah’ın hoşnutluğu değil mi?

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kalbimizin gücü



Kalbimiz, olumlu ve olumsuz enerji boyutlarını potansiyel çekirdek olarak ihtivâ eden muhteşem bir “güç üretim” merkezidir. Zira, kalbimiz, gayb (metafizik) âlemleriyle irtibat kuracak, sayısız sırlara ulaşacak ve anlayacak şekilde dizayn edilmiştir.

Göz, maddî âleme açılan, kalp ise mânâ âlemlerine açılan1 ve her tarafı görebilecek kabiliyette yaratılmış bir penceredir.2

Akıl, eşyanın, fenlerin sırlarına ulaştığı gibi, kalbimiz de ne kadar temiz ise, iman nuruyla ne derece aydınlanırsa, ibadet ve zikirle işletilirse, alıcı ve verici gücü o nispette yükselir.

Samimi, saf, arı, duru insanın kalbi bir ayna gibidir. Kimi zaman doğru rüyalarla gayb âleminden haber alır ve ilhamlara mazhar olarak metafizik âlemlerden haberdar edilir. Kimi zaman daha derinlere dalıp, daha yükseklere kanatlanabilir. Rüyalarımızda seneler öncesinden meydana gelecek olayları görmemiz gibi, kalbî duyguları yoğun olanlar ve kalp aynasını parlak tutanlar, gayb âleminde bulunan gelecekle ilgili arşive girebilirler.

Rabbanî bir lâtife olan kalbimiz, maneviyatın bütününü canlandırır, iman nuruyla aydınlatır.3

Nurânî, yani, serapa lâtif enerji yumağından yaratılmış bir cevher olduğundan, biyolojik cephesiyle bedenin en ücra köşelerine kan pompalayıp hayat düğümü olurken, gönül cephesiyle de mânâ âlemleriyle irtibatı sağlayan bir santral olur.

Ürettiği elektro-biyo-manyetik enerji türleri de hem vücudun en ücra köşelerine, hem de irtibatlı bulduğu metafizik âlemlere yayılır. Bu dalgalar sevgi, şefkat, ümit, sevinç, ihlâs gibi olumlu veya öfke, düşmanlık, kıskançlık, kin, nefret gibi olumsuz duygulardır.

Kalbimiz, vücudumuzun en güçlü ve geniş elektromanyetik alanının üretildiği İlâhî bir sistemdir. Bu çerçevede, teknolojik cihazlarla yapılan ölçümlerde; kalpte elektrokardiyogram olarak (EKG) ölçülebilen elektrik alanı, beyinde kaydedilen elektroencephalogramdan (EEG) genlik (amplitud) bakımından ortalama 60 misli daha büyük; manyetik bileşeni de, beyinde üretilen manyetik bileşenden yaklaşık 5000 kere daha güçlü olduğu tesbit edilmiştir. Dolayısıyla dokular tarafından emilerek yok edilemez ve kalbin ritmik aktivitesi ile üretilen kan basıncı, ses basıncı ve elektromanyetik dalgalardaki değişiklikler, vücuttaki her organ ve hücre tarafından algılanmaktadır.4

İnsan kalbini ne nispette dizayn ediliş gerekçesine göre işletir, zihin/beyin ve zekâ dalgalarıyla birleştirir, odaklaştırabilirse, etkisi de o oranda olur. Bu bağlamda, olumlu duygular, bedenimizdeki enerji dengesini sağlarken, olumsuz duygular bu dengeyi alt-üst eder. Öfke, kin, nefret ve düşmanlıktan doğan aşırı korku, heyecan, endişe ve kısacası stres gibi.

Dipnotlar: 1- Muhakemat, s. 119.; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s. 79.; 3- Lem’alar, s. 22.; 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 78.

29.05.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İttihad-ı İslâm (Partisi) -1-



Bir hafta süren ve yakın siyasî tarihimizle ilgili gelişmeleri ihtiva eden yazı serisi esnasında, bazı dikkatli okuyucularımızdan şu mânâda suâller geldi: Muhtelif risâlelerde bahis konusu edilen İttihad–ı İslâmı nasıl anlamalıyız ve bilhassa lâhikalarda sözü edilen "bu vatandaki dört parti"den "İttihad–ı İslâm Partisi"ni günümüzde nasıl yorumlamalıyız?

Eski Said'in bazı eserlerinde, bilhassa Münâzarât, Divân–ı Harb ve Hutbe–i Şâmiye gibi risâlelerinde, bu mesele sıklıkla târif ve izah ediliyor.

Bu gibi mübarek isimlerin dünya işlerine ve siyaset cereyanlarına bulaştırılmaması, âlet ve tâbi edilmemesi gerektiğini savunan Bediüzzaman Said Nursî, meselenin cihanşümûl tarafını şu suâl ve cevap ile izah ediyor:

"Suâl: Dâima İttihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et.

"Cevap: İki Mekteb-i Musibet Şehadetnâmesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâbe-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacerül-Esved’i, Kâbe-i Mükerremedir; ve dürret-i beyzâsı (incisi), Ravza-i Mutahharadır; Mekke-i Mükerremesi, Ceziretü’l-Araptır; medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniyedir. Eğer İslâmiyet milliyetini ve İttihad-ı İslâmın taşını ve nakşını istersen, işte bak:..." (Münâzarât, s. 113)

Aynı hakikatin bir izahı aynı bahsin devamında yapıldığı gibi, Hutbe-i Şâmiye'nin 94. ve Divân-ı Harb-i Örfî isimli eserin de 67. sayfasında aynen şu sözlerle yapılıyor: "Tekraren söylüyorum ki, ittihad-ı İslâm hakikatında olan ittihad-ı Muhammedînin (asm) cihetü’l-vahdeti Tevhid-i İlâhîdir. Peyman ve yemini de îmandır. Müntesibîni (bağlıları), umum mü’minlerdir. Nizamnâmesi, sünen-i Ahmediyedir (asm). Kànunu, evâmir ve nevâhi-i şer’iyedir. Bu ittihad âdetten değil, ibâdettir. İhfa, havf; riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır."

Bu mânâdaki İttihad–ı İslâmın bütün mü'minlere şâmil olduğunu, bunun tahsis (ipotek) ve tahdit (sınırlama) kabul etmediğini dâvâ eden Üstad Bediüzzaman, Yavuz Sultan Selim'in de bu mânâdaki İttihad–ı İslâmı hedef alıp tesis etmeye çalıştığını ve kendisinin de buna ittiba ettiğini açıkça ifade eder.

Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, "ittihad-ı İslâm" ile ittihad-ı Muhammedî" müşterek bir mânâyı ifade ediyor.

Ne var ki, 1909'da İstanbul'da kurulan İttihad-ı Muhammedî Cemiyetinin bir siyasî cemiyet şekline dönüştürülmesi yönündeki arzu ve çabaları fark eden Üstad Bediüzzaman, bundan nihayet derecede korktuğunu söyleyerek, gerekli teşebbüslerde bulunmakta gecikmez.

İşte, o zamanki gazetelerde (Volkan) neşrolan ve bilâhare eserlerinde de yer alan bu meyandaki bazı ifadeleri:

Divân-ı Harb-i Örfî, s. 27: "İşittim, İttihad-ı Muhammedî (asm) nâmıyla bir cemiyet teşekkül etmiş. Nihayet derecede korktum ki, bu ism-i mübarekin altında bazılarının bir yanlış hareketi meydana gelsin. Sonra işittim: Bu ism-i mübareki bazı mübarek zevât, daha basit ve sırf ibadete ve Sünnet-i Seniyyeye tebaiyete nakletmişler. Ve o siyasî cemiyetten kat-ı alâka ettiler, siyasete karışmayacaklar. Lâkin, tekrar korktum, dedim: Bu isim umumun hakkıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez."

Hutbe-i Şâmiye, s. 109: "...Hem de anlaşıldı ki, ittihad-ı İslâm, umum askere ve umum ehl-i imana şâmildir. Hariç kimse yoktur."

Hutbe-i Şâmiye, s. 99: "İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (asm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad murattır. Yoksa, İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma, bir katre su da sudur. Bu ünvandan tahsis (tekel, ipotek) çıkmaz. ...Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlemdir (asm)."

Hutbe-i Şâmiye, s. 95: "İttihad-ı Muhammedî (asm) olan ittihad-ı İslâm’ın efkâr ve meslek ve hakikatını, efkâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa etsin; cevaba hazırız."

Risâle–i Nur'da geçen cihanşümûl mânâdaki ittihad–ı İslâmın tarifine dair söz ve izahların bir hülâsasını bu şekilde naklettikten sonra, sıra özellikle Türkiye'de potansiyel bir kuvvetin, bir umumî temayülün karşılığı mânâsında zikredilen "İttihad–ı İslâm Partisi"ni anlatmaya geldi.

Onu da inşaallah bir sonraki yazıda aktarmaya çalışalım.

Yuhalama kabalığı

Geçen hafta, tahsilli, kültürlü, medenî geçinen bazı insanların iki yerde sergilemiş oldukları "yuhalama kabalığı"na şahit olundu.

Nezaketten bütünüyle yoksun olan bu protestolu yuhalamanın biri İzmir'de bir şehit cenazesine katılan Başbakan Erdoğan'a karşı, bir diğeri de Bilkent Üniversitesinde misafir konuşmacı olan eski Cumhurbaşkanı Demirel'e karşı sergilendi.

Radikal'den Türker Alkan ve Hürriyet'ten Zeynep Göğüş'ün son derece çirkin bulduğu bu tür protestoları, biz de şiddetle reddederken, bu hadiselerden birine taraf bir diğerine ise karşı tavır sergileyen meslektaşlarımızın tutumunu da yadırgadığımızı belirtmek istiyoruz.

29.05.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dâbbetü'l-arz nedir?- 3



Eyüp Bey:

* “Dâbbetü’l-Arz nedir? Ne zaman, nasıl ve niçin çıkar? Bu konudaki rivayetler nelerdir?”

Önceki gün, dâbbetü’l-arz âyetinde bir takım bilinmeyenlerin bulunduğunu ifade etmiş ve bunları şöyle sıralamıştık:

1- Âyette, Allah’ın tahakkuk edeceğini vaad ettiği “Kavl=söz” nedir?

2- Arzdan çıkacağı haber verilen dâbbenin keyfiyeti ve niteliği nedir? Nasıl bir dâbbedir?

3- Dâbbenin konuşmasının keyfiyeti nedir? Dâbbe nasıl, kimlerle ve ne konuşacaktır?

Şimdi bu sorulara sırayla cevap arayalım:

1- Âyet, “O kavl (=söz) başlarına geldiği zaman”1 cümlesiyle başlar. Bu Allah sözünün, insanlığın tümüyle bozulup aleyhlerinde hükmün hak olduğu vakti veya “kıyamet saatini” kastettiğinde şüphe yoktur. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) dâbbetü’l-arzı bir kıyamet alâmeti olarak haber verir.2 Buyurur ki: “Çıkacak olan kıyamet alâmetlerinden ilki, güneşin batıdan doğması ile bir kuşluk vakti insanlara karşı dâbbenin zuhurudur. Bu iki alâmetten biri diğerinden önce vaki olur. Diğeri de onun izi üzerine, hemen akabinde meydana gelir.”3

2- Dâbbetü’l-arzın keyfiyetine gelince; işte bütün merakları üzerinde toplayan ve çokça tartışılan mesele budur. Bu nasıl bir hayvandır? Niteliği ve keyfiyeti nedir?

Dâbbetü’l-arz benzeri tecellilerin insanlık tarihinde daha önce de meydana geldiğine dikkat çeken Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, Firavun kavmine musallat olan çekirge âfâtının veya kuvvetli bir orduyla Kâbe’yi yıkmak için yollara düşen Ebrehe ordusuna musallat olan ve bir anda koca orduyu yerle bir eden ebabil kuşlarının buna misâl teşkil ettiğini kaydeder. Saîd Nursî bu canlı ve tarihî misâlleri hatırlatarak; insanların bozulmaları, her tarafta fitne ve fesadın kol gezmesi, anarşistliğin, dinsizliğin, küfür ve küfranın dünyaya tamamen hâkim olması, deccal fitnesiyle insanların bilerek, severek ve isteyerek isyana ve tuğyana girmeleri, baştan çıkmaları ve beşerin tüm bu olumsuz başkaldırılarına rağmen emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker denilen kötülüklerden sakındırma ve iyiliklere ve hayra yönlendirme çalışmalarının yapılmaması veya tamamen zaafa uğratılması üzerine, bu defa da dâbbetü’l-arzın, şer ve şirretlik içinde yüzen insanlığın ortak korkusu olarak başlarına musallat edileceğini ve şerli insanları perişan edeceğini bildirir.

Saîd Nursî’ye göre o dâbbe, tek bir şahıs değil, bir tür ve cinstir. Çünkü bir tek şahıs ne kadar büyük de olsa, her tarafta herkese yetişmez. Oysa bu dâbbe bütün fitne ve fesat ehlini perişan edecektir. Demek bu, dehşetli bir hayvan türü olacaktır. Buradan, Hazret-i Süleyman’ın (as) asasını kemiren kurtçuktan bahseden âyete intikal eden Bedîüzzaman Hazretleri, bu âyetin işaretiyle bir nev'î kurtçuklara benzeyen mikroplar, virüsler ve mikroorganizmalar cinsinden olacak o hayvanın, yani dâbbetü’l-arzın, insanların kemiklerini ağaçlar gibi kemireceğini ve vücutlarında dişlerinden tırnaklarına kadar yerleşeceğini haber verir.

3- Âyette söz konusu dâbbenin “konuşacağının” bildirilmesi, dikkatleri üzerine çeken bir diğer husustur. Bedîüzzaman’a göre bu konuşma, daha çok mesaj ağırlıklı bir konuşmadır, yani bu konuşmada söz dili değil, hâl dili kastedilmiştir. Yani bu hayvan çıkışıyla ve korkunç tahribatıyla zaten konuşmuş olacaktır. Hayvanın konuşma dili, mü’minlerin iman bereketiyle ve sefâhetlerden sakınmaları neticesinde bu dehşetli hayvandan kurtulmalarıdır. Yani fesatçıları perişan eden bu hayvan, mü’minlere zarar vermemekle hal diliyle konuşmuş olacak; Allah’ın âyetlerine inanmamalarının başlarına bu müessif olayın gelmesine yol açtığını hal diliyle bildirecektir. Doğrusunu Allah bilir.4

Cenâb-ı Hak ümmet-i Muhammed’i (asm) âhir zaman fitnesinden muhafaza buyursun. Âmin.

Duâ

Ey Şeddadları kahreyleyen! Ey Nemrutları perişan eyleyen! Ey Firavunları gark eyleyen! Ey Karunları helâk eyleyen! Ey cebbarları hükmüne ram Eyleyen! Ey Mütekebbir-i Müteâl! Dinimizi, dünyamızı, malımızı, canımızı, vatanımızı, milletimizi ve bütün İslâm beldelerini zalimlerin, cebbarların, deccalların, fitnecilerin, düşmanların şerrinden koru! İslâma ve Müslümanlara yardım et! Âmin!

Dipnotlar:

1- Neml Sûresi, 27/82

2- Müslim, Îmân, 249; Müslim, Fiten, 39

3- Müslim, Fiten, 118

4- Said Nursî, Şuâlar, s. 511

29.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004