Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Mayıs 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Hiç olmaktan güç almak



Vefa bir haslettir, vefakârlık meziyet, vefasızlıksa zaaf.

Her ne kadar bu sıfatların bazıları bazı hayvanlara izafe edilse de bunların hepsi insana has hâllerdir. Üstelik bu sıfatları bazı kişiler değil, bütün insanlar taşırlar.

Yani insan ya bîvefadır, ya vefadâr. Bazı insanlar, kimine vefalı davranıp kimine vefasızlık etse de netice değişmez. Her insan taşıdığı sıfatla iştihar eder ve muhataplarından ona göre muamele görür.

Bu sıfatlar, onları taşıyan insanlara hem kazandırır, hem kaybettirir. Vefa-bîgâne olanlar dost kaybeder, düşman kazanır; vefa-şiâr olanlar düşman kaybeder, dost kazanır.

“Her kim ki arar bûy-i vefâ tab’ı beşerde

Benzer ana kim devlet umar zıll-i Humâdan”

Buna rağmen, adı tarihe karıştığından ‘Lâ edri’ tabiriyle anılan bir şairin, ‘İnsan karakterinde vefâ kokusu arayan kişi, huma kuşunun gölgesinden devlet uman insana benzer’ mânâsına gelen bu beyitte de ifade ettiği gibi insan karakteri vefasızlığa meyyaldir.

Onun için vefâya; sözünde durma, sevgide, dostlukta sebat etme, yetişme dense; huma kelimesi, gölgesi kimin başına düşerse onun padişah olacağına inanılan devlet kuşu, saadet, mutluluk, bahtiyarlık mânâlarına gelse ve fıtrat bunları istese de insan bîvefâ addedilir.

Halbuki Peygamberimizin (asm) “Ahde vefâ dindendir” hadis-i şerifi ile de ifade ettiği gibi vefakârlık bir dinî vecibedir. O sıfatı taşıyan insan hem dinî vecibesini yerine getirir, hem de huzurlu, mutlu, bahtiyar olur.

Bu itibarla vefakârlık, bahtiyarlığın membaıdır.

Elbette insan da her hâl ü kârda bahtiyar olmak ister.

***

“Bahtiyar; kevser-i Kur’ânîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev’indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuzun içine atıp eritendir.”

Bahtiyar insanı böyle tarif etmişti Bediüzzaman Said Nursî. Bütün insanların bahtiyar olmalarını istediği için de herkesin şahsiyetini, enaniyetini içinde eritebileceği içtimâî bir ihlâs havuzu hazırlamıştı.

Vefa vasfını yaşamakta olduğu gibi bahtiyar sıfatını taşımakta da bir kazanma ve kaybetme hâli vardı. Zâhiri kaybedip bâtını kazanma, ‘ben’i bırakıp ‘biz’ olma, hiçleşerek hep hâline gelme keyfiyeti.

Zîra, havuza atılan buz parçası eriyince hacmini, şeklini, rengini, durumunu kaybeder ama havuzdaki bütün suyun rengi, letâfeti, mahiyeti ve muhtevası ile bütünleşirdi.

Aynen onun gibi cemaatinin şahs-ı mânevîsi içinde benliğini, enaniyetini eriten insan da zahiren bazı özelliklerini kaybeder ama hakikatte cemaatin mahiyetini, keyfiyetini kazanırdı.

Böylece bir iken bin olur, cüz’î iken küllî kuvveti kazanırdı. Nefis itibariyle hiçleşse de dâvâ cihetiyle cemaatleşir ve ‘himmeti nisbetinde tek başına bir cemaat hâline gelirdi.’

Bu güzel haslet, büyük ölçüde fedakârlık duygusuna dayandığından bütün mürşidler müridlerini, şeyhler müntesiplerini, hocalar talebelerini fedakârlık yapmaya teşvik etmişlerdi.

Asıl fedakârlık da maldan, mülkten, makamdan, mevkiden, şandan, şöhretten ziyade benlikten, enaniyetten, hodfüruşluktan, kibirden, riyadan vazgeçmek olduğundan, her insanda bulunan nefsânî hassasiyeti kırmaya ve her vesile ile ruhun sonsuz hazlarını hissettirmeye çalışmışlardı.

“Bir hiçsin, yoksun sen

Fakat yokluğun, hiçliğin,

Varlıktan çok daha iyi.

Büsbütün ziyana batmışsın,

Fakat ziyanının tamamı kâr.

Elimde topraktan başka bir şey yok dersin.

A benim canım, elindeki toprağa,

Bütün gökler gıpta etmekte.”

Mevlânâ’nın bu mısraları da işte o çabanın, gayretin tezahürüydü. Kelimelerin zahirî mânâları hisleri rencide edecek kadar sert ama söyleyen bir mürşid olunca hitap hakaretten ziyade iltifat mânâsı kazanmıştı.

Çünkü mürşidlerin nazarları gibi hitaplarında da katılıkları eriten, sertlikleri yumuşatan, perdeleri kaldıran ve kabuğu, kabı, kılıfı şeffaflaştırıp içindeki hayat usaresini harekete geçiren müessir bir sır vardı.

Onun için kendine maddî gözüyle değil de mürşidinin nazarıyla bakan, onun sözlerini can kulağıyla dinleyen bir insan, kendisinde olduğundan çok daha farklı hâller müşahede eder ve görüp duyduğu gibi olmaya çalışırdı.

O zaman, ele alındığında horlanan, hakir görülen kara toprak, billur renkli bir avuç su olur yüzünü semaya çevirir ve gökleri, bütün sekeneleri ile birlikte sinesinde misafir ederek melekleri bile imrendirecek kemalât mertebelerine yükselirdi.

Muhataplarına bu hakikatleri anlatırken ‘sen’ diye hitap eden Mevlânâ da, onlara zahiren hiç, bedenen yok olduklarını söyleyerek asıl varlığın mânâ ve ruh olduğunu, insan hayatına onları nazar-ı itibara alarak yön verdiği zaman ruhunun rahat edeceğini anlatmak istemişti.

Fakat bir nasihatin tesirinin, söyleyenin nefsine hitap ettiği nisbette arttığını bildiği için, ‘sen’ diye seslendiği muhataplarına onları anlattıktan sonra sözü kendisine getirmişti.

“Sarığım, cübbem, başım.

Her üçü birden,

Bir dirhem etmez.

Âlemde benim ünüm işte bu.

Sen bu ünü duymadın mı hiç?

Ben hiç kimse değilim.

Bir hiçim, hiç...”

Bu mısralarda da görüldüğü gibi muhatabı nefsi olunca hitabının hududunu genişleten Mevlânâ, sadece bedenini ve maddesini değil, bedenini temsil eden başını, taşıdığı sıfatların şiarı olarak giydiği sarığını, cübbesini de hiçliğine dahil etmişti.

Kendisi istemediği hâlde dillerden düşürülmeyen ününü duyan bazı insanların, iç dünyasında kendine bazı mânevî makamlar, uhrevî mevkiler vererek onlara sığınıp iradelerini zayıflatmalarına mani olmak için ününün bu yönünü nazara verme ihtiyacı hissetmişti.

Ona göre bir insanın, hiçliğini hissederek güç almasının ve zahirî varlıkların hakikatte yok olduklarını görerek ebedî Rahmet hazinelerine kavuşup ziyanının tamamını kâra çevirmesinin yegâne yolu, iradesini kullanarak mâneviyât âlemlerine doğru kanat açmasıydı.

Bir mürşidin vazifesi de müridini himmet kanatlarının altına alıp korumaya çalışmak değil, ona aslında kendisinin de bir hiç olduğunu hatırlatmak ve iradesini kullanıp hiç olmaktan güç alarak her sahada terakkî etmenin yollarını öğretmekti.

Nitekim Bediüzzaman da “İnsan şu kâinat içinde pek nazik ve nazenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki, şu mevcudat ona musahhar olmuş” diyerek bu büyük kuvvet kaynağına dikkat çekti.

Mürşid bunu yapmadığı takdirde, fıtraten tembelliğe meyyal olan insan, zorluklara katlanıp güçlükleri aşarak çalışıp kazanmaktan ziyade çocukça bir hevese kapılarak hazıra konar veya birinin himayesine girer ve büyük bir güç kaynağı olan hiçlik hissini miskinlik vesilesi yapabilirdi.

Buna fırsat bulan bir insan sadece dünyevî işlerde ve maddî meselelerde değil, mânevî vazifelerini yerine getirmekte de aynı tembelliğe tevessül edeceği için maddî mânevî atalet içine girebilirdi.

Bir sefer nefsinin telkinlerine göre hareket eden ve iradesini bastırıp vicdanını susturarak bu yola giren insan, yaptığını makul gösterecek sebepler bulur, kendini mazur gösterir ve başkalarının muâveneti ile yaşamaya mahkûm olurdu.

Böyle bir alışkanlık sadece fertlere münhasır kalmaz, sârî bir illet haline gelip bütün cemiyeti sarar ve milleti, maddî ve mânevî yönden telâfisi mümkün olmayan bir tedennî girdabına sürüklerdi.

Onun için Bediüzzaman “Hem deme ki, ‘Ben hiçim, ne ehemmiyetim var ki bu kâinat, bir Hakîm-i Mutlak tarafından kasdî olarak bana teshîr edilsin, benden bir şükr-ü küllî istenilsin!’ Çünkü sen çendan nefsin ve suretin itibariyle hiç hükmündesin fakat vazife ve mertebe noktasında sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudâtın belâgatlı bir lisân-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütâlâacısı ve şu tesbih eden mahlûkatın hareketli bir nazırı ve şu ibâdet eden masnuâtın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin” diyerek insana hakikî mahiyetini hatırlatma ihtiyacı hissetti.

İnsanlığın yalnız yüzünü gökyüzüne çevirmekle kalmadığı, âsumanın derinliklerini merak ettiği, uzaya birbiri ardınca keşif uyduları gönderdiği ve kendine en yakın gezegene adım atmaya hazırlandığı bir zamanda bunları söylemek mânidardı.

Bu ikaza kulak verip ne zaman hangi cihetiyle kendisini hiç hükmünde hissetmesi gerektiğini bilen ve mertebesinin farkına varıp vazifesinin şuuruna eren insan, yalnız kendisine ve etrafındaki mevcudâta değil, bütün kâinata da bambaşka bir gözle bakardı.

Bilhassa ‘arzdan baktığı zaman Arş-ı âlâda İsrafil’in (as) azametli duruşunu temâşâ eden’ evliyaların varlığını bilir ve onların o mertebelere çıkış yollarını takip ederse âlemin ekser sırlarına vakıf olabilirdi.

Tefekkür hassasını harekete geçiren bu nazar sayesinde kâinatı dikkatle seyreder, kâinat kitabını itina ile inceler, mevcudâtın lisân-ı hâli ile yaptığı tesbihâta kulak verir, mahlûkatın ibadetlerine nezaret eder ve hepsinden mânen hissesini alarak ‘küçük bir âlem’ hâline gelirdi.

İnsan ancak o zaman “Benim Rabb-i Rahîmim dünyayı bana bir hâne yaptı, ay ve güneşi o hâneme bir lamba ve baharı bir deste gül ve yazı bir sofra-i nîmet ve hayvanı bana hizmetkâr yaptı ve nebatâtı o hânemin zîynetli levâzımâtı yaptı” diyebilirdi.

***

Bediüzzaman Said Nursî verdi insanlara bu müjdeyi.

Sadece müjde vermekle kalmadı, kâh Risâle-i Nur’un muhtelif yerlerinde işlediği Tevhid mevzuunda âlemi insanın gözünün önüne serdi, kâh Mi’rac bahsini takip edenleri Arş-ı Âlâya çıkardı, kâh Âyetü’l-Kübrâ ile insana kâinatın her tarafını gezdirerek ruhen tekâmül etmenin yollarını açtı.

Ardından da insanın, bütün bunları ancak faniliğini, acizliğini, zayıflığını hissedip nefis ve sûret cihetiyle hiç olduğunu bilmekten güç alıp ‘ruhunu Rahman’a teslim ederek’ vefâlı ve bahtiyar bir kul olduğu takdirde yapabileceğini anlattı.

İradesini kullanıp imanını güçlendirerek tefekkür hassasını harekete geçiren insanların bunu başarıp ‘bütün mevcudâtı birden isteyebileceklerini’ göstermek için de hissiyatını bizzat kendisi seslendirdi:

“Fâniyim, fâni olanı istemem,

Âcizim, âciz olanı istemem.

Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem.

İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim,

Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim.

Hiç ender hiçim, fakat bu mevcudâtı birden isterim.”

27.05.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (20.05.2007) - ’Dostlaar... Doostlaaarr!..’

  (13.05.2007) - Moğol zulmü, deccal fitnesi

  (06.05.2007) - 'Taze yaz meyveleri'

  (29.04.2007) - Sevgi yılında Mevlânâ’yı anarken

  (22.04.2007) - Velâdet-i Nebevî vesilesiyle

  (15.04.2007) - Habib’in (asm) diyarında

  (18.02.2007) - Bir kış seyahati

  (11.02.2007) - Hüsn-ü zan mümkün oldukça...

  (04.02.2007) - ‘Mühim bir Âlim’i anarken

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004