Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 22 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Ölümün istediği



“Her nefis ölümü tadıcıdır.”1

Her cenaze vesilesiyle özellikle hatırladığımız bu âyet-i kerime meâli açıkça gösteriyor ki, ölüm yokluk değil, hiçlik değil. Ölüm tadıldığına göre onu tadan kişi hayatta, yaşamakta, ama farklı bir boyuta girdiği için biz fark edemiyoruz.

Peki, nedir ölümün bizden istediği?

Ölümle dünya hayatı sona erer, ahiret hayatı, yani sonsuz hayat başlar ve biz dünyada yaptıklarımızın karşılıklarıyla yüzyüze geliriz orada. Âyetin devamında yer alan, “Amellerinizin karşılığı ise kıyâmet gününde size eksiksiz verilecektir” cümlesi yaptığımız hiçbir hareketin karşılıksız kalmayacağını bildiriyor. Zerre miktar şer,—tabiî tevbe edilmemişse cezasını,—zerre kadar iyilik mükâfatını görecek. Sonuçta eğer işlediklerimiz bizi Cehennem ateşinden kurtarıyorsa akıllıca hareket etmişiz demektir. Çünkü kurtuluşa ermekteyiz. Âyetin devamında da bu gerçeğe, “Her kim Cehennem ateşinden uzaklaştırılıp Cennete konulmuşsa, işte o kurtuluşa ermiştir” buyurularak dikkat çekilir.

Peki, ya dünyada uğraşıp didinmelerimiz, peşinden koşup durduklarımız? Ne olacak bunlar? Neticesiz mi kalacak? Orada hiç işe yaramayacak mı?

Eğer bunlar bizi Cehennemden kurtulmamıza, Cennete girmemize vesile oluyorsa kazançlıyız demektir. Eğer Cehenneme götürecekse, boşa kürek salmışız. O zaman dünya hayatı bizi aldatmış olur. “Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir”1 buyurularak bu gerçeğe dikkat çekilmiyor mu?

Allah namına yapılan her hareket orada işe yarar. Başta iman, ibadet, güzel ahlâk olmak üzere her türlü iyilik gerçek sermayemiz.

Yazık etmemeli insan kendine. Ölümü bir “şeb-i arus,” yani düğün gecesi olarak gören Hz. Mevlânâ insanın ne zaman kendine yazık ettiğini şöyle anlatır:

“Öldüğüm gün tabutum yürüyünce bende bu dünya derdi var sanma. Bana ağlama. ‘Yazık yazık, vah, vah’ deme. Şeytanın tuzağına düşersen, ‘Vah vah’ın sırası o zamandır. ‘Yazık, yazık!’ o zaman denir.

“Cenazemi gördüğün zaman, ‘Ayrılıp gitti, mahvoldu!’ deme. Benim buluşmam, görüşmem o zamandır.

“Beni mezara koyunca, ‘Elveda’ demeye kalkışma. Mezar Cennet topluluğunun perdesidir.

“Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşle aya batmaktan ne zarar gelir ki?

“Sana batmak görünür, ama o doğmadır, parlamadır. Mezar hapis görünür, ama canın hapisten kurtuluşudur.

“Yere hangi tohum ekildi de bitmedi? Niçin insan tohumuna gelince bitmeyecek, yetişmeyecek zannına kapılıyorsun?”

Dipnotlar:

1- Âl-i İmran Sûresi: 185.

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Hayatın yirmi dokuz üstün niteliği



Abdullah Bey: “Onuncu Sözde Zeylin İkinci Parçasının Birinci Makamında ‘hayatın yirmi dokuz hassası’ tâbiri var. Bunu açar mısınız?”

Bedîüzzaman Hazretleri, “Allah’ın rahmet eserlerine bir bak: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl hayatlandırıyor! Şüphesiz O, ölülere de böylece hayat verecektir. O, her şeye Kadirdir”1 âyetinin bir tefsiri olarak Hayy ismini incelediği Otuzuncu Lem’a’nın Beşinci Nüktesinde hayatın ve mahiyetinin ne olduğunu yirmi dokuz maddede bildirir. Hayy ve Muhyî isimlerinin mühim bir tecellîsi olan hayatın yirmi dokuz üstün niteliğini özetle buraya alalım:

1- Hayat; bu kâinatın en ehemmiyetli gayesidir.

2- Hayat; bu kâinatın en büyük neticesidir.

3- Hayat; bu kâinatın en parlak nurudur.

4- Hayat; bu kâinatın en lâtif ve en hoş özüdür, mayasıdır, hamurudur.

5- Hayat; bu kâinatın gayet süzülmüş bir çekirdeğidir.

6- Hayat; bu kâinatın en mükemmel meyvesidir.

7- Hayat; bu kâinatı olgunlaştıran en harika mekanizmadır.

8- Hayat; bu kâinatı güzelleştiren en güzel yüzdür.

9- Hayat; bu kâinatın en güzel süsüdür.

10- Hayat; bu kâinatın unsurlarını birleştiren bir sırdır.

11- Hayat; bu kâinatın birim ve parçalarının birlik bağıdır.

12- Hayat; bu kâinatın mükemmel oluşunun kaynağıdır.

13- Hayat; san’at ve mahiyetçe bu kâinatın en harika bir ruh sahibi sırrıdır.

14- Hayat; bu kâinatın; en küçük bir mahlûku, bir kâinat hükmüne getiren mucizeli bir hakikatidir.

15- Hayat; bu kâinatın özünü ve özetini her küçük mahlûkta toplayan bir kudret mucizesidir.

16- Hayat; en küçük bir mikro-parçayı en büyük bir kütle kadar büyük kılan, en küçük bir canlıyı bir âlem hükmüne getiren ve sevk ve idare cihetinde kâinatı bölünmesi ve ortaklığı kabul etmez bir bütün haline getiren fevkalâde harika bir İlâhî san'attır.

17- Hayat; bu kâinatın mahiyetleri ve parçaları içinde Hayy ve Kayyum olan Allah’ın varlığını, birliğini ve Allah’ın birlik tecellîlerini gösteren işaretlerin en parlağı, en keskini, en kesini ve en mükemmelidir.

18- Hayat; Allah’ın san’at eserlerinin hem en gizlisi, hem en görüneni; hem en kıymetlisi, hem en ucuzu; hem en nezihi, hem en parlağı ve en mânâlısıdır.

19- Hayat; sair varlıkları kendine hizmet ettiren nazlı, nazik ve nezih bir Rahmet cilvesidir.

20- Hayat; Allah’ın isimlerinin ve sıfatlarının gayet geniş bir tecellî alanıdır.

21-Hayat; Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerim, Hakîm gibi çok isimlerin cilvelerini kendinde toplayan; rızık, hikmet, inayet, rahmet gibi çok hakikatleri kendine tâbi eden ve görmek, işitmek ve hissetmek gibi bütün duyguların kaynağı olan Allah’ın eşsiz bir hilkatidir.

22- Hayat; bu kâinatın tasfiye ve temizlik yapan, terakkî veren ve nurlandıran büyük tezgâh makinesidir. Öyle ki, milyarlarca zerreye ve hücreye yuva olan her canlı vücut, o zerrelerin vazife yapmaları, yaratılış talimat ve emirlerini yerine getirmeleri ve böylece nurlanmaları için bir okul, bir kışla ve bir misafirhane hükmündedir. Hayy ve Muhyî olan Cenâb-ı Allah hayat makinesi vasıtasıyla, bu karanlıklı, fani ve süflî olan dünya âlemini latifleştiriyor, ışıklandırıyor, bir nevî beka veriyor ve böylece bakî bir âleme gitmeye hazırlıyor.

23- Hayat; iki yüzü, yani mülk ve melekût yüzleri, yani dış ve iç yüzleri parlak, kirsiz, noksansız ve ulvî olan, perdesiz, vasıtasız, doğrudan doğruya Allah’ın kudret elinden çıkan bir müstesna mahlûktur.

24- Hayat; altı iman rüknüne birden bakan ve ispat eden bir yüksek hakikattir.

25- Hayat; Allah’ın varlığını ve benzersiz ve ezelî hayatını gösteren bir yüksek burhandır.

26- Hayat; âhiret yurdunu ve âhiret yurdundaki baki hayatı tam bildiren bir büyük delildir.

27- Hayat; meleklerin hayatlarından haber veren bir nuranî hakikattir.

28- Hayat; peygamberlerin hayatlarına, kitapların hayatı anlamlandırmalarına, Allah’ın kader ve kaza ile hayatı yönlendirmesine pek kuvveli bakan ve bildiren bir mânevî göstergedir.

29- Hayat; bu kâinatın en mühim bir İlâhî maksadı olan şükür, ibadet, hamd ve muhabbeti netice veren bir büyük sırdır.2

Üstad Hazretleri hayatın bu yirmi dokuz hassasını ifade ettikten sonra böyle yüksek meyveleri bulunan hayatın Allah’ın Hayy ve Muhyî isimleri için yüksek bir burhan teşkil ettiğini bildirmiş; hayatın gayesini, “rahatça yaşamak, gafletle lezzetlenmek ve heveskârâne nimetlenmek” olarak görenlerin hayat nimetine, şuur hediyesine ve akıl ihsanına karşı dehşetli bir nankörlük içinde bulunduklarını beyan etmiştir.3

Cenâb-ı Hak cümlemize hayatı anlamayı ve hayat için Allah’a şükretmeyi nasip ve müyesser kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Rûm Sûresi: 50 2- Lem’alar, s. 510-512 3- A.g.e., s. 512

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Seyyid Harun diyarında sevgi



Türkiye dünya devletleri içerisinde nadide bir ülkedir. Dünya kültüründe bir mozaiktir. Türkiye’nin her karış toprağı kayda değer derinlikte ve üzerinde maddî ve manevî sahalarda çalışılacak bir vatan parçasıdır. Peygamberler, Sahabeler, evliyalar, hünkârlar, şehid ve şühedalar diyarıdır. Seyrine doyum olmayan 814 bin km²’lik müstesnâ bir ülkedir. Bazı mekânlarını temâşâdan gözlerim yaşarır. Bu güzel Türkiye’nin takriben 924 ilçesi ve 3250 civarında belediye, belde ve merkezi vardır. Bunlardan biri Seydişehir ilçesidir. Seydişehir Konya’nın 31 ilçesinden bir tanesidir.

İl olmaya namzet ilçelerimizden, meşhur alüminyum tesisleriyle Türkiye’ye damgasını vuran bu güzel ve şirin ilçemizin kuruluşu milâdî 1310 yıllarına dayanır. Avrasya şimal bölgesinin Horasan şehrinden irşad için gelen ve cedd-i mübarekeden olduğu söylenen “Seyyid Harun Hazretleri”nin ikametleriyle “Seydişehir” ismini alır. Gayet münbit bir araziye sahip olan ve 1150 rakımlı ve 2207 km²’lik Seydişehir merkezi ilçe 55 bin nüfusa ve 39 köy ve kasabaya sahiptir.

Böyle bir beldenin cengâver fertleri ve er kişileri, Yeni Asya gazetesi temsilciliği ve bu beldenin faal Belediye Başkanı Sn. İbrahim Halıcı, şahsımdan bir konferans vermemi uzun zamandan beri talep etmekte idiler. Nasip geçen haftaya isabet etti. Mevlânânın 800. doğum yılı olması münasebetiyle, bu yıl bütün dünyada UNESCO tarafından “Hz. Mevlânâ Ve Sevgi Yılı” ilân edildiği için, biz de bu yıl bir çok il ve ilçede verdiğimiz “Mevlânâ’dan Bediüzzaman’a sevgi” konu ve başlıklı konferansımızı burada da verdik.

Belediye konferans ve düğün salonunda tertiplenen geceye başta Konya ili olmak üzere yakın ilçelerden katılımlar oldu. 500 kişilik salonun tamamen dolduğu, Sn. Belediye başkanı, bürokratlar, eğitim camiası, cemaatlerin önde gelenleri, basın mensuplarının iştirak ettiği program, Kur’ân-ı Kerim tilavetiyle başladı. Gecenin takdim ve açış konuşmasını Eğitimci Sn. İbrahim Kaygusuz yaptılar. Hem yaz mevsimi ve hem de gece olmasına rağmen programa iştirak ve ilgi çok memnuniyet verici idi.

Dinleyicilerin dikkatini dağıtmadan, konunun mânâsından dışarı çıkmadan, kendi üslubumuzla ve sevgi şemsiyesi altında bir saatlik konuşmamın özetinde dedik ki: Hz. Mevlana 7 asır önce Divan-ı Kebîr eserinin bir rubaisinde diyor ki: “Canında bir can var, o canı ara. / Beden dağında bir mücevher var, o mücevherin madenini ara. / Ey yürüyüp giden sufi, gücün yeterse ara / Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara” Çağımızın Mevlânâ’sı kabul edilen Hz. Bediüzzaman ise 1927’lerde 24. Söz’de “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur, hem şu kâinatın râbıtasıdır, hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan kâinatın en cami’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derc edilmiştir.”

Hz. Bediüzzaman ise “Aşk-ı mecâzî ve aşk-ı hakikî”den dem vurur. Aşk-ı hakîkî zararsız sevgidir. Hz. Mevlânâ “Aşksız insan kanatsız kuşa benzer” der. Karakolda biten aşk var. Kâbe’de devam eden aşk var. Hapishanede biten aşk var. Seccadede devam eden aşk var. Kara sevda! Neyin kara sevdalısı olacağız? Fahr-ı Kâinat’ın (asm) kara sevdalısı. Hz. Mevlânâ’nın ve Hz. Bediüzzaman’ın. O zaman cennet-âsâ olur. Sevgi kişiden başlar, cemiyete yayılır. Elektrik enerjisinin kontrolü var ve olmalı. Peki sevgi enerjisinin kontrolü yok mu?

Millî Eğitim Bakanı açıklıyor: Türkiye’de 2006 itibarıyla okullarda günde ortalama 21 olay yargıya ve disipline intikal etmiş. Em. Gnl. Md.lüğü 2006 yıl raporunda açıklıyor: Türkiye’de her 39 saniyede bir suç işlenmiş. Türkiye’de 30 bin sokak çocuğu bulunuyor. Devlet bakanlığı açıklıyor: Türkiye’de son 5 yıl içinde aile içi şiddetten, 1300 civarında kız ve kadın öldürülmüş. 2007 yılı itibarıyla 220 bin resmî boşanma dosyası mahkemelerde bulunuyor ve artış devam ediyor. Sevgiyi bunlardan kim alıp götürmüş? Evvelâ bunu inşâ edeceksiniz. Sevginin ve imanın olmadığı yerde, neyi arıyorsunuz.

Emeği geçenleri ve vesile olanları gönülden tebrik ediyorum. Sevgiyle kalınız...

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Demokratlara istinât noktası olmak



Ortalama dört yıl süren iki seçim devresi arasındaki her günümüzü siyaset konuşarak geçirmiyoruz.

Zira, aslî vazifemiz ve öncelikli meselemiz siyaset değil.

Dolayısıyla, siyaseten susmamız gereken zamanlarda konuşmuyoruz. Ama, konuşmamız gereken zamanda da susmuyoruz.

Aynen, şimdilerde olduğu gibi...

Çünkü, şimdi seçim dönemi ve siyaseti konuşma zamanı.

Eğer şimdi de susacak ve konuşmayacak isek, başka ne zaman konuşmalıyız.

Onun için, bizi bu noktada gereksiz yere ikaz eden dostlarımız lütfen mâzur görsünler.

Siyasetin, millet ve memleket mukadderatında önemli bir faktör olarak değer kazandığı zamanlarda suskun veya çekimser kalmayı, meslek ve meşrebimiz açısından doğru ve sağlıklı bir davranış olarak görmüyoruz.

Dolayısıyla, tıpkı 1950, 1965 ve 1977 seçimlerinde olduğu gibi, bu seçimde de Nur Talebelerinin "Demokratlara nokta–i istinat" olma yönünde âzami derecede bir gayret ve faaliyet içine girmelerini tavsiye ediyoruz.

Gönüllü olarak, teşkilâtlara uğrasınlar, adayların yanına gitsinler, onlara şevk versinler, moral versinler.

Acizâne, kendimiz de böyle yapmaktayız. Tıpkı, 1950'li yıllarda Hamza Emek Ağabeyin Emirdağ'da yaptığı gibi. Tıpkı, vaktiyle (1957) Demirci Salih'in Isparta'da yaptığı gibi. Tıpkı, 1950'den tâ hayatının sonuna (1971) kadar Zübeyir Gündüzalp'in İstanbul'da yaptığı gibi. Ve, tıpkı halen hayatta olan Selahaddin Akyıl Ağabeyimizin İzmir'de yaptığı gibi...

Evet, bizi bu fedakâr, cefakâr, ihlâslı, sadâkatli ağabeylerimizin yaptıkları ilgilendirir; başkasının yaptıkları değil.

Destek vermek, tarafgirlik değildir

Seçim sürecine girildikten sonraki "Demokratlara destek" mahiyetindeki yazılarımızı okuyarak tebrik ve duâlarını gönderen bazı okuyucularımızın, ayrıca şöyle bir suâli var: "Bu tür yazıların da 'tarafgirlik' mânâsı taşıdığını iddia edenler var. Bir de, Demokratlara destek vermeye neden bu derece ihtiyaç duymaktasınız? Bu hususları izah ederseniz memnun oluruz?"

Hemen ifade edelim ki, "Demokratlara nokta–i istinad olma" yönündeki tavsiye, bizzat Üstad Bediüzzaman'a aittir. (Emirdağ Lâhikası, s. 271)

Bizler ise, Hz. Bediüzzaman'a ait olan böyle bir tavsiyeyi emir, hatta vazife telâkki ediyoruz. Ona uymak, uyabilmek, bizim için büyük bir şereftir.

Bu noktada, başkası ne der, ne yapar, bizi yadırgar mı, yadırgamaz mı umurumuzda değil. Mühim olan, inandığımızı yapmaya çalışmaktır. Kaldı ki, bir partiye oy vermek, yahut destek vermek, gayet normal bir vatandaşlık görevidir.

Dolayısıyla, maddî ve dünyevî hiçbir menfaat beklemeksizin Demokratlara verilecek olan böyle bir desteğin "tarafgirlik marazı"yla hiç bir ilgisi yoktur ve olamaz.

Ayrıca, şunları da ifade edelim ki:

1) Biz partili değiliz ki, tarafgir olalım? Teşkilâtlarda ne bir kaydımız var, ne de bir üyelik sıfatımız.

2) Din adına siyaset yapılmasını savunmuyoruz ki, tarafgir olalım? Ayrıca, iyi adam–kötü adam tasnifini de kesinlikle parti bazında düşünmüyor ve böyle bir anlayışı kesinlikle doğru bulmuyoruz. (Kaliteli adamlar, başka partilerde de pekâlâ olabilir.)

3) Şahsî, maddî, dünyevî, siyasî hiçbir menfaatimiz yok ki, tarafgir olalım?

Evet, evet, evet... Şükürler olsun ki, tarafgirliği netice verecek ortada hiçbir sebep yok.

Onun için, içimiz rahat, vicdanımız rahat bir şekilde bildiklerimizi söylemeye, inandıklarımızı yazmaya devam ediyoruz.

* * *

Demokratları şiddetli müdafaamızın sebebi ise, gizli–açık hasımlarının şiddet–i muhalefetidir ve acımasız hücumlarıdır.

Evet, Demokratlara yönelik olarak Türkiye'de şu anda öylesine sinsî, haksız ve acımasızca bir saldırı ve aleyhte propaganda yapılıyor ki, tarihte eşine ender rastlanır cinsten.

Dahası, sâbık "dini siyasete âlet etme" damarı yeniden öylesine depreşti ki, sayısız insanın zihnini alabildiğine bulandırmış, hatta bir kısmını "istibdad–ı mânevî" altına almış durumda.

İşte, bizlerin, zihinleri istilâ eden bütün bu hücumlar karşısında nihayetsiz bir itidal ve metanetle durması ve hakikati seslendirmeye devam etmesi gerekir.

Bunlar giderse ne olur?

Bazı dostlarımızın tereddüt geçirdiği nokta şudur: İşbaşındaki iktidar partisi giderse, yerine Halkçılar gelmez mi?

Oysa durum, tam aksine... Yani, bunlar çekip gitmezse Halkçıların gelme, yahut güçlenme ihtimali daha kuvvetlidir.

Şimdiye kadar yaşanan bütün gelişmeler bu noktayı işaretliyor. İşte bakın, mevcut iktidarın hata ve zaafları sayesinde, Halkçılar son 30 senedir ilk defa bu derece güçlendi. Dahası, Halkçıların organize ettikleri mitingler sayesinde, yine meydanlar ilk defa bu derece bir kalabalığa şahit oldu.

Yani, mevcut iktidar, uykudaki bütün fitne odaklarını da kışkırtarak uyandırdı ve sonunda harekete geçmelerine sebebiyet verdi.

Azamüşşer derecesindeki bu odaklar henüz uykuda iken hiçbir varlık gösteremeyen, devlet katında hiçbir mevzi kazanamayan bu iktidar, artık bundan sonra da hiçbir varlık gösteremez.

İyisi mi, onun gitmesi, yahut düşüş trendine girmesi. Hiç şüphe edilmesin ki, Millet Partisi orijinli bu iktidar partisi düştükçe, Demokratlar kuvvet kazanacak ve iktidara namzet olacaktır. Geçmişte bunun misâlleri var.

Hâsılı, netice ne olursa olsun, bizlerin vazifesi Demokratlara istinat noktası olmaya çalışmaktır. Muvaffak edip etmemek, Cenâb–ı Hakk'ın vazifesidir. (Meşrûtiyet zamanındaki Ahrarlar, muvaffak olamadı, meselâ.) Vazife–i İlâhiyeye karışmak hakkımız değil, haddimiz değil.

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Takva



Takva, “vikaye” kökünden gelir. Sakınmak, bir şeyi korumak ve muhafaza etmek anlamındadır. Takva sahibine “muttakî” denir. Takva, Kur’ân-ı Kerîm’de 258 defa geçer. İslam ıstılahında takva, kişinin Allah’ın himayesine sığınarak ahirette azaba ve ikaba sebep olabilecek her nevî günahlardan kaçınmasıdır. Böylece ahiret azabından ve cehennem ikabından korunmasıdır.

Takvanın kısa anlamı “Allah korkusu”nun kalplere hâkim ve hükümran olmasıdır. Ancak bu korku insanın varlıklardan korkması gibi sadece salt korkuya dayalı bir durum değildir. Allah’ın her cihette büyüklüğü ve azametini idrakten kaynaklanan haşyettir. Allah’a karşı derin bir saygının da ifadesidir. Bu bir çocuğun annesinden korkarak yine annesinin şefkatli sinesine sığınması gibi bir durumdur. Böyle bir insan Allah sevgisini kaybetmemek için Allah’ın haram kıldığı şeylerden kaçar ve emrettiği ibadetleri yerine getirmek için büyük bir şevkle koşar.

Takva günahlardan sakınmaktır. Bediüzzaman’ın ifadesi ile “Takva, menhiyâttan ve günahlardan içtinab etmektir.”1 Bu zamanda günahlar sel gibi üzerimize hücum ettiği için “Şerri def etmek menfaati celp etmekten evlâ olduğu” gerçeğinden hareketle öncelikli olarak günahlardan kaçınmak esastır. Bediüzzaman aynı konuda “Takva olan def-i mefasit ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesb etmiştir” buyurur.

Bu zamanda haramlardan kaçmakla ancak Allah’ın rızası kazanılabilir ve din-i İslâma hizmet edilebilir. Bu bakımdan “Takva elbisesi” her şeyden ziyade bizi korur. Allah’ın rahmeti bu zamanda takva ile günahlardan kaçınmakla elde edilebilir. Bizi koruyacak olan üzerimizdeki elbiseden ziyade ruhumuza ve nefsimize giydireceğimiz takva elbisesidir. Yüce Allah bu hususa bizim dikkatlerimizi çekmektedir.

Bir diğer husus da takva olan günahlardan kaçınmanın da bir nevî Amel-i Salih olan ibadet olma hususudur. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Kastamonu Lâhikası namındaki eserinde talebelerine yazdığı 99 no’lu mektubunda bu hususları nazara vererek ikazlarda bulunur. “Takva içinde bir nevî amel-i salih var. Çünkü bir haramın terki vaciptir; bir vacibi işlemek çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva böyle zamanlarda, binler günahın tehacümümde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkiyle yüzer vacip işlenmiş olur. Bu ehemmiyetli nokta, niyetle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla, menfî ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i salihadır” der.2

Kur’ân-ı Kerim’in mü’mine yüklediği rol, ideal bir ahlâkî kişiliktir ki bu “Müttakî” kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu husus Bakara Sûresi 177. âyette açıkça görülür.

İslam’da üstünlük ölçüsü ırk, makam, zenginlik gibi dünyevî hususlar değil, sadece “takva”dır. “Sizin en hayırlınız en çok takva sahibi olandır”3 buyrulur. Bunun için “Üstünlük takva iledir” bir kural haline gelmiştir. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de “Takva sahiplerinin kurtulacağını” pek çok âyeti ile beyan buyurmuşlardır.

Peygamberimiz (asm) “Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız birdir. Hepiniz Âdemdensiniz ve Âdem de topraktandır. Allah’ın yanında en üstün olanınız takvası en fazla olanınızdır. Araplarla Arap olmayanların birbirine karşı üstünlüğü ancak takva iledir”4 buyurmuşlardır.

Takvanın en üstün derecesi “İhsan Metebesi”dir. İhsan ise, Peygamberimizin (asm) buyurduğu gibi “Allah’ı görüyor gibi davranmaktır. Siz onu görmeseniz de, O Allah sizi daima görmektedir.”5

İhsan mertebesi ise imanın kâmil mertebesi olup imanın kuvveti ile kazanılan bir ruh halidir. Bu ruh hali insanı her türlü günahtan korurken salih amellerin insana sağladığı ahlâkî olgunluğu da kazandırır. Nitekim Peygamberimiz (asm) “Birbirinize haset etmeyin. Kendiniz almak istemediğiniz halde diğerini zarara sokmak için bir malı medh edip fiyatını arttırma yarışına kalkışmayın. Birbirinize buğz etmeyin. Birbirinize yüz çevirip arka dönmeyin. Sizden bazınız diğer bazınızın alışverişi üzerine alışverişe girişmesin. Ey Allah’ın kulları! Birbirinizle kardeşler olunuz. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslüman’a zulmetmez. Yardıma muhtaç olduğu zaman da onu yalnız ve yardımcısız bırakmaz. Onu hor ve hakîr görmez. Takva işte budur.” Resûlullah (asm) “Takva işte budur” sözünü üç defâ tekrarlamış ve her seferinde de eli ile göğsüne işaret ederek takvanın göğüste ve kalpte olduğuna dikkat çekmişlerdir.6

Mü’minlerin birbirlerine yardımları da takva ölçüsüne göre olmalıdır. Nitekim yüce Allah “İyilik ve takvada yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta birbirinize yardım etmeyin”7 buyurmuşlardır.

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman, Kastamonu Lahikası, (2006-İstanbul) s. 205; 2- A.g.e., 206; 3- Hucurat, 49:13; 4- Ahmed Zeki Safve, Cemheretu Hutebi'l-Arab, Mısır 1962, I: 157; Müsned-i Ahmed b. Hambel, 2:392, 442 5- Buhâri, İman, 37; 6- Müslim, Birr, 32; Tirmiz, Birr, 18; Ahmed b. Hanbel, 2: 325 7- Maide, 5:2

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Meydan savaşından siyaset savaşına



Hamas’ın Gazze’yi ele geçirmesinden sonra taraflar arasında müthiş bir siyaset savaşı baş gösterdi. Siyaset savaşı zımninde büyük bir soğuk ve psikolojik savaş yürütülüyor. Abbas Hamas’ı tecrit edebilmek için dünyayı arkasına almaya çalışıyor. Bir taraftan bütün diyalog yollarını kapatarak Batı Şeria olarak da Gazze ve Hamas’ı tecrit etmeye çalışırken, diğer taraftan da uluslararası bir konferansla Hamas’ın tecridini daha pekiştirmenin ve genişletmenin yollarını arıyor. Meydan savaşından sonra taraflar arasında büyük bir psikolojik savaş hüküm sürüyor. Bu bağlamda, Abbas Hamas’ın kendisine karşı bir suikast girişimi planladığını, ama bunun başarısız olduğunu iddia ediyor.

Hamas da suçlamada ondan geri kalmıyor. Hamas, Fetih’in Gazze Şeridi’ni terk etmesinin ardından işkence merkezi olarak faaliyet gösteren el Münteda’yı basan İzzettin Kassam birliklerinin burada çok gizli belgeleri ele geçirdiklerini duyurdu. Bu belgelere göre Arafat’ı İsrail işbirliği içinde Mahmut Abbas’ın güvenlik şefi Muhammed Dahlan zehirlemiş. Bununla birlikte Arafat’ın zehirlenmesini doğrudan Mahmut Abbas’a yükleyenler de var. Sözgelimi, İçişleri Bakanlığının eski sözcülerinden Halid Ebu Hilal de miting alanında gazetecilerin sorularına karşı, ‘’Ebu Mazen’i (Mahmud Abbas) cumhurbaşkanı olarak kabul etmediğini” ilân etti. Ebu Mazen’in Filistin lideri Yaser Arafat’ı zehirlediğini öne süren Ebu Hilal, ‘’Ebu Mazen, Yaser Arafat’ı öldürüp cumhurbaşkanlığını aldı’’ diye konuştu. Bu anlamda galiba El Münteda’nın basılması biraz da 1980 yılında Tahran’da üniversite öğrencilerinin Amerikan elçiliğini basmalarını hatırlatıyor. Bununla birlikte suçlamalar dakik değil, çelişkiler var.

***

Mahmut Abbas’ın Hamas ile ilgili ‘Onlar Gazze’de karanlık imparatorluğu kurmak istiyorlar’ ifadesi aslında tam da Cheney’in kullanabileceği türden bir ifade. Bu bağlamda Hamas Abbas’ı hainlik ve işbirlikçilikle suçluyor. Onun ötesinde Olmert, 16 Haziran tarihinde Gazze’de Abbas yönetiminin çökmesini SLA olarak anılan Güney Lübnan Ordusu’nun çökmesine benzetmiş. Bu bağlamda Güney Lübnan Ordusu’nun Lideri Antuvan Lahd ile Abbas arasında simetri kurulmuş olunuyor. Bunun ötesinde bu noktada, Özal’ın bir sözünü hatırlamak tam yerinde olur. ‘Üç kişiyi tanımazdım, tanıştırıldım’ demiştir. Mesut Yılmaz, Bedrettin Dalan ve Vural Arıkan’ı kastettiği söylenir. Bununla Abbas arasında ne münasebet var, sorusunun cevabı da ilginç. Zira Arafat tecrit edildiği günlerde kendisinden, illa kendisinden başbakanlık makamını ihdas etmesi ve buraya da Mahmut Abbas’ı ataması istenmişti. Bu anlamda uluslararası çevrelerin adamı olarak Abbas başbakanlığa getirilmişti. Abbas da Hamas’la ilişkileri kestikten sonra başbakanlığa yine kendisi gibi birisini getirdi: Selam Feyyaz. Bununla birlikte olayların bu merhaleye gelmesinde Hamas’ın da payı ve kabahatı var. İkinci İntifada sırasında silâh kullanması ve ardından da Abdulaziz Rantisi gibilerin çekincelerine rağmen İsmail Haniye gibi isimlerin seçimlere katılma ve iktidar arzuları Filistin’i bu hale getirmiştir.

Haniye gibiler Hamas’ı yanlış istikamete sürüklemişlerdir. Bu seçenekler baştan sona yanlış olmuştur ve bunun sonucunda zaten İsrail tarafından fiziken iki parçaya bölünen Gazze ve Batı Şeria bir de kendi çocukları tarafından bölünmüştür.

***

Filistinliler arasında kavgada haklı veya haksız tarafın çok önemi yoktur. Bu ayrıntıdan ibarettir. İzafî bir durumdur. Fetih veya Hamas açısından gerçek düşmanın hatırlanması halinde taraflar arasında diyalog kapısının yeniden aralanmaması için hiçbir sebep yoktur. İsrail karşısında iç mücadeleye girmek ve yöntem meselesi yüzünden bölünmek veya parçalanmak anlamsızdır ve izafîdir. Burada Hamasçı olmanın Hamas’a veya davasına da hiçbir yararı yoktur. Hakkaniyetçi olmak belki Hamas’a da hizmettir. Burada onurlu ses olarak nitelendirebileceğimiz Carter: “Stop favoring Fatah over Hamas’ yani Hamas üzerine Fetih’i tercih etmeyin diyerek Batılı ülkelere sesleniyor. Evet Filistin’in ve bölgenin ve ondan öte insanlığın selâmetini istemek bunu ve yapıcı olmayı gerektirir. Aynı paralel de Hamasçılardan da ‘Hamas Fetih kavgası beyhudedir. Bu tarz tercihleri reddediyoruz’ demeleri beklenir. Aksi halde dâvâ adına kabile kavgasına taraf olurlar. Kilitlenmeye hizmet etmiş olurlar. İmam-ı Şafii’nin güzel bir sözü var: ‘Benim münazaram nasihat bâbındandır. Kimseyle üstünlük denklemine dayalı bir mübarezem veya münazaram yoktur” der. Burada klişeler üzerinden yürütülen mücadele sen ben kavgasından başka bir şey değildir. Ne Hamas, Hamas olduğu için yaptıkları mutlak doğrudur ne de Fetih, Fetih olduğu için mutlak hatalıdır. Yanlışı çözecek zıtlaşma değil hakkaniyet içinde bulunmak ve onun ötesinde de dâvâ için feragatten kaçınmamaktır. Düğümün çözümü budur. Dâvâ şahısların, isimlerin ve klişelerin üzerindedir.

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Gariplikler ülkesi



Önce ABD’ye “merkez partisiyiz” mesajı vermek için giden AKP’li milletvekilleri Egemen Bağış, Reha Denemeç ve Mevlüt Çavuşoğlu açıkladı. “Bu tür iddiaları dile getiren haindir…” Ardından Başbakan Tayyip Erdoğan, “deli saçması, hayal ürünü” dedi. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “TSK mensupları deli saçması şeylere gereken tepkiyi koyup, salonu terk etmeliydi” diye devam etti. TBMM Başkanı Bülent Arınç, “Böyle senaryolar üretmek ne kadar yanlışsa, toplantıya katılmak da, katıldıktan sonra itiraz etmemek de aynı şekilde yanlış ve yakışıksızdır” dedi. En son ABD Büyükelçisi Ross Wilson konuştu ve Erdoğan’ın sözleriyle olayı değerlendirdi: “Bunlar bence de deli saçması…”

Bu tepkiler Bush yanlısı neoconlara ait Amerikan düşünce kuruluşu Hudson Enstitüsü’nün “Türkiye ile ilgili felâket senaryosu”na gösterilen tepkilerdi.

Peki neydi senaryolar? Anayasa Mahkemesi eski Başkanı’na suikast yapılacak. Beyoğlu’na bomba atılacak onlarca kişi ölecek, Türkiye karışacak… Ve bütün bunlar ‘Türkiye Kuzey Irak’a girsin’ diye yapılacak.

Başta haberle ilgili en dikkat çeken detaylardan biri, olayın Milliyet ve CNN Türk Washington Temsilcisi Yasemin Çongar imzasıyla BBC Türkçe’de yayınlamasıydı. Bir diğer detay da toplantıda Genelkurmay Stratejik Araştırmalar ve Etüd Merkezi (SAREM) Başkanı Tuğgeneral Süha Tanyeri ile Washington’un Türkiye Savunma Ataşesi Tuğgeneral Bertan Noğaylaroğlu’nun bulunmasıydı. Bir diğer detay ise, toplantıda Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin Washington Temsilcisi ve Celal Talabani’nin oğlu Kubad Talabani’nin orada olmasıydı…

Bu haber toplantıdan iki gün sonra, yani 15 Haziran’da gazete manşetlerinde yayınlandı. Bu tarihten sonra hep Genelkurmay’dan bir açıklama beklendi. Çünkü “Türkiye’de felâket senaryoları”nın konuşulduğu toplantıda askerî yetkililer vardı ve bir açıklama beklenmesi de tabiîydi.

Alışageldiğimiz şekilde Genelkurmay’ın açıklamaları genellikle aynı günü veya gece saatlerinde yapılırdı. Ancak bu olayda böyle olmadı. 13 Haziran’da yapılan toplantının üzerinden 7 gün geçtikten sonra, ancak bir açıklama geldi. Ve sebebi de, “Bu tartışmaların boyutlarını ayrıntılı olarak saptamak ve yaratılan bu ortamın arkasındaki aktörlerin gerçek yüzlerini ve niyetlerini ortaya çıkarmak” olarak açıklandı. Ve “olayın yeteri kadar tartışıldığı sonucuna varılarak” bu açıklamanın yapıldığı vurgulandı. Korkunç senaryoların konuşulduğu sırada askerî yetkililerin orada bulunmadığı ileri sürülürken, haberi yapan Yasemin Çongar isim verilmeden “bu olayı saptırır tarzda haber yaptığı” belirtildi.

Genelkurmay’ın bu açıklamasında açıkça hedef aldığı Milliyet Washington Temsilcisi Yasemin Çongar, dün gazetesinden cevap verirken, “Haberde gazetecilik kuralları açısından sorun yok” derken, “Türk askerî yetkilileri, toplantıda hem söz alarak herkese hitaben, hem de diğer katılımcılarla bire bir sohbetler halinde görüş açıklamışlar” dedi. “Genelkurmay Başkanlığı’nın 20 Haziran tarihli açıklamasında, bu haberlerin ‘yalanı yalanla örtme ve hedef saptırarak kurumları karalama amacı taşımakta’ olduğu ifadesi var. Bu ifadeyi, çok haksız ve talihsiz buluyorum. Toplantının katılımcılarının er geç bu konuda, adlarıyla açıklama yapacağına ve gerçeğin bütünyle aydınlanacağına inanıyorum” diye kendini savundu.

Bu olay dallanıp budaklanarak devam edeceğe benziyor. Aydınlanmayı bekleyen pek çok konu var. Bekleyip göreceğiz..

Son 3 aydır Türkiye’deki yaşanan kafa karışıklığı, bu olaylardan sonra hepten arttı. Toplantının organizatörü Zeyno Baran gönderdiği dâvetiyeye rağmen yalanlamalarda bulunuyor. Açıklamalar, yalanlamalar kamuoyunu tatmin etmiş değil. Çünkü konunun tarafları tarafından yapılan açıklamalar çelişkilerle dolu.

Diğer yandan ABD’de gizli kapılar ardında Türkiye senaryoları konuşulurken, İstanbul’da bir gecekonduda bulunan el bombalarının ardındaki senaryolar da gittikçe derinleşiyor. Olaylarla ilgili derinlikler araştırılırken, altından emekli askerler çıkıyor.

Seçim senaryolarının da tartışıldığı Türkiye’de bir de dehşet ve derin senaryoları konuşuyoruz. Gariplikler ülkesi Türkiye… Aklımıza mukayyet ol Allah’ım…

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

CHP, ‘Türkiye gerçeği’ni mi gördü?



Siyasî partiler, 22 Temmuz’da yapılacak olan genel seçimler için vaadlerini sıralamaya devam ediyorlar. Seçim vaadlerini açıklayan partiler arasına CHP de katıldı.

CHP’nin seçim vaadlerini duyanlar sadece tebessüm ediyor. Bir gazete, CHP’nin vaadlerini özetleyen manşetinde şöyle demiş: “CHP’nin vaadlerinde bir tek cennet eksik.” Genel Başkan Deniz Baykal’ın “Vira Bismillah” diyerek açıkladığı ‘Pusula’ adı verilen ‘vaad paketi’nde neler yok ki? Vaad paketini kısaca şöyle özetlemek mümkün:

* Teröre son verilecek. Türkiye huzurun ülkesi olacak. Suçlarla etkin mücadele edilecek. Karakollar şeffaf olacak. Temel haklar özenle korunacak.

* Güçlü, dışa açık sanayiyle işsizlik azalacak. Vergi adaleti gelecek. Çiftçi mazotundan ÖTV kalkacak. Esnaf ve KOBİ bakanlığı kurulacak. Güneydoğu’da özel endüstri bölgeleri kurulacak. Çiftçilik ve hayvancılık ayağa kaldırılacak.

* 7 bin prim gününde emeklilik. Nüfus cüzdanı olana sağlık hizmeti. Dula, yetime asgarî aylık. Yılda 1 milyon öğrenciye burs, her üniversiteliye yurt. (Radikal, 21 Haziran 2007)

Herhangi bir partinin, yapmak istediği işleri vaad etmesi kadar tabiî bir şey olamaz. Ancak imkân harici vaadlerde bulunmak en başta o siyasî partiye ve dolayısı ile siyasetçiye zarar vermez mi? Geçmişe doğru baktığımızda verilen sözlerin tutulamadığı, bundan da en çok siyaset kurumunun zarar gördüğü anlaşılır.

CHP’nin vaadleri içinde yer alan ve ‘ekonomi’yi ilgilendiren bölümlerini uzmanların değerlendirmesine bırakabiliriz. Bir kısmı bunların mümkün olduğunu, bir kısmı da mümkün olmadığını ifade edebilir. Ancak hürriyet ve insan hakları gibi ‘para’sız yapılabilecek işlerde CHP’nin güvenilir bir geçmişi olmadığı ortada. Meselâ, “Temel haklar özenle korunacak” vaadinden ne anlayabiliriz? CHP’ye göre, ‘eğitim hakkı,’ temel haklar içerisinde yer alır mı? Alırsa, bu hak ile başörtüsü yasağı çatıştığına göre ne olacak? Almıyorsa, böyle bir anlayışa ‘sosyal demokrat anlayış’ denilebilir ve milletten ‘rey’ alınabilir mi?

Hepsinden daha önemlisi, ‘vaad paketi’ açıklanırken Baykal’ın sarfettiği bazı ‘doğru’ cümlelerdir. Baykal, “Allah bizi mahcup etmesin. Gemi yola çıktı, pusula önümüzde vira bismillah yolumuz açık olsun. (...) Niyetimiz halisane, hedefimiz milli, kadromuz niteliklidir” demiş. Burada özellikle “Vira Bismillah”a dikkat çekmek istiyoruz. Başka bir siyasî parti lideri, başka bir toplantıyı açarken böyle konuşmuş olsa CHP ne der? Muhtemelen, hem irtica hortlamış olur, hem de laikliğe aykırı hareket edilmiş olur!

Yanlış anlaşılmasın. Baykal’ın “Bismillah” diyerek vaad paketini açıklamış olmasını ‘garip’ karşılıyor ya da itiraz ediyor değiliz. İşin bir yönünde ‘istismar’ olduğu söylense de, aynı zamanda Baykal’ın da “Türkiye gerçeği”ni gördüğü anlamı çıkabilir. CHP gibi, millet menfaatine olan her şeye karşı çıkan bir parti liderine bile “Vira Bismillah” dedirten “Türkiye gerçeği”yle karşı karşıyayız.

Türkiye’de siyaset yapan her siyasetçi, milletin değerlerine saygı göstermek durumundadır. Önemli olan, bunu ‘istismar’ etmeden yapabilmektir.

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

OYAK problemi



Daha evvel bir Yunan bankasına satılması “ulusalcı” mülâhazalarla reddedilen Oyakbank, şimdi bir Hollanda bankasına satıldı.

OYAK Genel Müdürü, kriz ortamında Sümerbank’ı yok pahasına (36 bin dolara) satın aldıktan beş yıl sonra Oyakbank’ı 2.7 milyar dolara satmalarını büyük bir başarı olarak anlatıyor.

Erdemir’i OYAK’a aldırmak için her yola başvuran, ama sonrasında ecnebi rakiplerin bir şekilde Erdemir’e ortaklığını engelleyemeyip suskunluğa bürünen ulusalcı çevreler, şimdi de Oyakbank gibi bir bankanın yabancı sermayeye kaptırılmış olmasının derin şokunu yaşıyorlar.

Kimileri satış işleminin durdurulması ve iptali için kampanya başlatırken, bazı emekli subaylar bu yolla sonuç alınacağından ümit kestikleri için olsa gerek, bankadaki mevduatlarını çekme tehditleri savurarak farklı bir yol deniyorlar.

OYAK Genel Müdürü ise “Ordunun bankası olmaz” diyerek tepkileri savuşturmaya çalışıyor.

Aslında söylediği doğru. Ordunun bankası olmaz. Aynı şekilde ordu ticaret de yapmaz, yapmamalı. Ama ordu mensuplarının maaşlarından yapılan kesintilerle kurulan ve yine aynı kesintilerle “kesintisiz, garantili, ekstra” bir gelir kaynağına sahip olan OYAK’ın inşaattan çimento ve demir-çeliğe, otomotivden nakliyeye, gıdadan sigortaya birçok sektörde iş yapan ve enerjiye de el atmaya hazırlanan dev bir holding olma niteliği, Genel Müdürün söylediklerini tekzip ediyor.

OYAK Holding’in bankacılık sektöründen çekilmesi, sigortacılık ve perakendecilikten de çekilme sinyalleri vermesi ise bu durumu değiştirmiyor.

27 Mayıs ürünü bir kurum olarak, her ay subay, astsubay ve sivil TSK personeli maaşlarından yapılan yüzde 10, yedek subaylardansa yüzde 5 kesintilerle beslenen, alabildiğine cömert vergi muafiyetleri başta olmak üzere bir dizi özel düzenleme ile imtiyazlı kılınıp korunan OYAK, Koç ve Sabancı’dan sonraki üçüncü büyük holding konumuna gelmesini, kendisine haksız rekabet imkânı veren ayrıcalıklara borçlu.

OYAK’ın kendi iç düzen ve işleyişinde de büyük adaletsizlikler var. Meselâ astsubaylar yönetimde temsil edilmiyor. Yedek subaylardan yapılan kesintilerin ise sahibine bir faydası yok.

Oyakbank’ın satışı, prensip olarak, “Dünyada bankası olan tek ordu bizde” eleştirilerini sona erdirecek olması bakımından olumlu sayılabilir.

Gerçi bu satıştan elde edilecek gelirin, bir türlü rayına oturtulamadığı öne sürülen Erdemir için kullanılacağı yönünde bazı iddialar da var.

Genel Müdürce yalanlanan bu iddiaların doğru olup olmadığı herhalde zamanla belli olur.

Ancak banka gitse dahi, OYAK’ın orduyla çok yakından irtibatlı, hattâ iç içe yapısı ve işleyişi devam ettiği sürece sorun çözülmüş olmaz.

Benzer amaçlarla kurulan Meyak ve İyak gibi kuruluşların yaşatılamadığı bir ülkede, ordunun özel konumuna yaslanarak ve çok ayrıcalıklı imkânlar bahşedilerek bugünkü konumuna erişen OYAK bu niteliğiyle iş hayatındaki varlık ve etkinliğini devam ettirdikçe tartışma da bitmez.

Asker siyasetteki etkisini MGK başta olmak üzere bilinen ve bilinmeyen kurum ve yapılarla sürdürürken, OYAK’la da ekonomiyi etkiliyor.

AB raporlarında da altı çizilen bu duruma bir çare bulunmadıkça problem de devam eder.

22.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Özkan'ın demokratlığı



Tuncay Özkan ve Cüneyt Arcayürek’i “tartışırken” izlemek ilginçti. (Kanaltürk)

Evet, fikir ayrılığına düştüler.

Usta gazeteci Arcayürek, AKP’nin gitmesini istediğini ama CHP’nin de “bağımsızlar”a destek vermesini anlamadığını ifade etti sanıyorum.

Sebebi ise açık:

“Bağımsızlar CHP’ye zarar veriyor.”

Özkan ise “bu fikre” katılmadığını 23 Temmuz sonrası konuşacağını söyledi ve tartışmaya girmemeye özen gösterdi.

Buna rağmen Arcayürek, fikrinde ısrar edince, Özkan en demokratik(!) hakkını kullandı ve “Politika Durağı” bitiriverdi.

Arcayürek şaşkındı. Ama kaçınılmaz son gelip çattı.

7 yıl kâh Kanal D, kâh Show TV ve son olarak Kanaltürk’de yayınını sürdüren Politika Durağı, Özkan’ın “tahammülsüzlüğü” yüzünden sona erdi.

Kimbilir belki tek başına yahut Mine G. Kırıkkanat’la “politika yolu”na devam eder.

“EN ÇOK....”

Basının yakın markajındaki Başbakan R. Tayyip Erdoğan en çok konuşulan lider olarak listede yerini almış.

-Gazete, dergi, TV kanalı ve haber sitelerinde toplam 24 bin 66 habere konu olmuş.

-CHP lideri Deniz Baykal ise medyada en çok haber olan ikinci siyaset adamı... Toplamda 10 bin 976 haberde yer almış.

Tabiî bu rakamlar henüz Nisan ayının...

-Cumhurbaşkanlığı adaylığının açıklanmasıyla siyaset basınında geniş yer bulan Abdullah Gül’ün haber sayısı, adaylıktan çekilmesiyle azalma göstermiş.

Ayın en medyatik siyaset adamlarına baktığımızda:

-Ahmet Necdet Sezer dördüncülüğe,

-DP lideri Mehmet Ağar ise beşinciliğe oturmuş. (Medya Takip Merkezi)

Aynı şirket bir de 1700’ü aşkın gazete, dergi, TV kanalı ve haber sitesinde yaptığı medya takipi sonuçlarından şu sonucu çıkarmış:

Show TV’deki Şarkı Söylemek Lâzım, ipi göğüsleyen program olmuş.

Yarışmada tiyatrocu Zuhal Topal kazanmış, dev çeki millete göstere göstere vermişlerdi.

Ne oldu?

Topal, parayı alamadığını ve yapımcı şirketi dâvâ edeceğini söyledi.

MED yapımsa topu “kanal”a atıyor.

Bakalım parayı nasıl ödeyecekler?

Ancak bu tür yarışmalarda her zaman “nedense” sebepsiz yere problemler çıkar ve ödeme yapılmadığı gibi bu tür organizasyonların “inandırıcılığı”na gölge düşer.

22.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004