Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Haziran 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Kabirde sorguya çekilmemek



Bazıları günahları sebebiyle kabirde şiddetli bir sorguya çekilip sonra da azaba maruz kalırlarken bazıları da değil azap görmek, sorguya bile çekilmez, doğrudan bir nev'î Cennet hayatı yaşamaya başlarlar.

Acaba sorgusuz suâlsiz, kabirleri Cennetten bir köşeye dönen bu bahtiyarlar kimlerdir? Neler yapmışlardır da sorgudan muaf tutulmuşlardır?

Bunların başında her çeşit çile, sıkıntı ve ıztıraba; bin bir türlü güçlüğe rağmen görevlerinde kusur göstermeyen, tebliğlerini hakkıyla yapan peygamberler gelir.

İkinci olarak Allah, din, iman, vatan, millet yolunda savaşırken göz kırpmadan canlarını fedâ eden şehitler.

Cephede düşmanla savaşırken ölen bu şehitlere gerçek şehit, savaşta canlarını vermedikleri halde şehit hükmünde olanlara da hükmî şehit denir. Bu ikinciler hayatın dayanılmaz çilelerini omuzlamış uhrevî şehitlerdir ve yedi sınıftırlar.

Veba gibi bulaşıcı bir hastalıktan, karın sancısından, suda boğularak, yıkık altında kalarak, zatülcenb hastalığından, yangında yanarak, hamile veya lohusa iken ölenler bu sınıftandırlar.1

Malını, canını, namusunu, dinini savunurken öldürülen,2 ilim öğrenirken, gurbetteyken, her sabah kalktığında veya akşamleyin, bizim “Lâ yestevî” veya “Lev enzelnâ” diye bildiğimiz Haşir Sûresinin son üç âyetini, “Eûzü billahi’s-Semî’i’l-Alîmi mineşşeytanirracîm” deyip okuyan mü’minler de manevî şehidlerdendir.3 Bunlar da kabirde sorguya suâle çekilmezler.

Halis bir niyet bile bazan şehitler arasına katmaya yeter insanı. Çünkü, “Kim Allah’tan ihlâsla ve samimî olarak şehit olmayı dilerse, yatağında ölse bile, Allah onu şehitler makamına yükseltir”4 buyurur sevgili Peygamberimiz (asm).

Âlimler hadis-i şeriflere dayanarak, peygamberler ve gerçek şehitler dışında şu kişileri de kabirde sorgu suâl görmeyecek kimselere katarlar:

1. Allah yolunda, sınırda nöbet tutan kimse.5

2. Gece Mülk Sûresini okumayı alışkanlık yapan ve ölüm hastalığında çokça İhlas Sûresini okuyan kimseler.6

3. Cuma günü ve gecesi ölen salih insanlar.

Bütün mesele bu şehitler arasına girebilmek.

Dipnotlar:

1- Neseî, Cenâiz: 14.

2- Fethu’r-Rabbanî, 14:34.

3- Tezkire, 1:224-225.

4- Müslim, İmare: 157; Tirmizî, Fezailü’l-Cihad: 19.

5- İbni Mace, Kitabü’l-Cihad, 2:924.

6- Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 5:167.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Siyaset ve hissiyât



Bediüzzaman Hazretleri “Gençlik damarı akıldan ziyade hissiyâtı dinler. His ve heves ise kördür, akıbeti görmez” buyurur. Evet, hissiyât kördür, sonucu göremez. İşlerin hayırlısı da sonucu hayırlı olandır. Sonu şerle biten işlerin başının hayır gibi görünmesi insanları yanıltan en önemli hususlardan birisidir. Maalesef yanılgılarımızın çoğu bu nev'îdendir.

***

“Hissiyâtım beni yanıltmaz” diye konuşmaya başlarız ve nedense çoğu zaman yanılırız; ama bozuntuya vermez, bu defa da yanlış sonucu doğru ve haklı gibi müdafaa etmeye başlarız. İşte bu durum işimizde akıl ve fikrin değil, nefis ve hevesin hâkim olduğunu gösterir. “Nefis ise daima kötülüğü emreder” gerçeği kendisini bir defa daha böylelikle ortaya çıkarır. Bu durumda da “Nefsini seven başkasını sevemez.” Nefsinin hata ve yanlışlarını da avukat gibi müdafaa etmeyi kendisine vazife bilir.

Bu durumdan sağlıklı bir sonuç çıkar mı?

***

Geçenlerde bir dost meclisinde siyasî meseleler müzakere edilmekteydi. Bir dostumuz “Benim damarıma dokunuyor. Bu durumda hissiyâtımın gereği olarak şöyle bir tercihte bulunacağım” dedi. Bir büyüğümüz de “Siyasî olarak akıl ve mantık ölçülerine göre hareket etmemiz gerekmez mi?” diye sordu. Arkadaşımız da “Evet, kabul ediyorum. Bu mesele hissiyâtın karışmaması gereken bir meseledir; ama ben bunu kabul ile beraber hissiyâtımın gereğini yapacağım” şeklinde cevap verdi.

Bu durumda yapılacak bir şey var mı?

***

Hayatımızda hep sağduyu ve akılcı yaklaşım hâkim olsun isteriz. Başkalarına da bunu tavsiye ederiz. Pratikte ise hissiyâtımıza mağlup olur ve işleri tamamen çıkmaza sokarız. Bundan dolayı da hayat boyu bocalar dururuz.

Hissiyâtımızı karıştırmayacağımız en önemli mesele, bir milletin ve ülkenin geleceği ile ilgili vereceğimiz kararlardır. Kendi geleceğimizi ilgilendiren konularda bile hissî davranışların ne derece bize zarar verdiği, yüzlerce tecrübelerle kanaatimizce sabittir. Binlerce ve milyonlarca insanın ve topyekûn bir ülkenin geleceğini ilgilendiren bir konuda bize fikir sorulduğu zaman nasıl ânî ve hissî karar verebiliriz? Bunu hangi vicdan ve sağduyuya kabul ettirebiliriz?

Siyasî tercihimizi ve her dört senede kullandığımız oyumuzu bu sorumluluk duygusu ile kullanmamız gerekmez mi?

***

Sorumluluk sahibi bir insan kendi şahsından fedakârlık yapsa ve hissî davransa da ülke ve millet adına bu fedakârlığı yapamaz. Başkası adına fedakârlık yapmak başkalarının hukukuna tecavüzdür. Bu ise büyük haksızlık ve zulümlere sebep olmak demektir. Bu bakımdan çok düşünüp, doğru karar vermek durumundayız.

Ülkemizin geleceği oy verenlerimizin akılcı ve sağduyulu yaklaşımına bağlıdır.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Lâhikaları, içtimâî-siyasî ölçüleri okumak



Bediüzzaman, “Nur talebelerinin birinci gayesi, hedefi, maksadı, çabası, hatta vazifesi, Kur’ân’ın, ispata dayalı en etkili tefsirlerinden birisi olan Risâle-i Nur’u yaymaktır” der. Hiç şüphesiz bu vasiyet, 1960’lardan beri dersler/sohbetler, kitle iletişim vasıtalarıyla yerine getirilmeye çalışılıyor. Dersler, “imânî bahis - ibadet ve ahlâk - lâhika (hizmet düsturları, içtimâî-siyasî ölçü ve prensipler)” okunarak yapıla geliyor.

Ne var ki, kimileri, özellikle siyaset zamanında Risâle-i Nur damgalı, Bediüzzaman Said Nursî imzalı eserlerin (Münâzarât, Kastamonu Lâhikası, Emirdağ Lâhikası, Barla Lâhikası, Tarihçe-i Hayat, Divan-ı Harb-i Örfî, Hutbe-i Şâmiye, Sünûhat vs.) derslerde okunmasını caiz görmüyor. Oysa, siyaset mevsiminde özellikle okumalı ki, Üstadın çizdiği siyaset ve hizmet stratejisi anlaşılsın.

Şöyle diyorlar: “Derslere gelen ve Üstadın siyaset stratejisini beğenmeyen bazıları darılır, küser ve gider!” Bu mantıkla hareket edilse; kimisi de ibadet, namaz, zekâtın farziyeti, faizin haramlığı gibi hakikatlerden hoşlanmıyor. Nitekim, siyasî çizgisi Risâle-i Nur’a ters düşmeyip; ibadet ve sair meseleler ağır gelenler derslerden kaçmıyor mu? Şahsen, nefsine ağır geldiği için, bir daha derslere gelmeyen, uğramayan çok insan tanırım. Öyle ise, o bahisleri de okumamak gerekir! Bu gide gide, “İnsanları kaçırmamak için dershaneyi kapatmalı!” anlayışına götürmez mi! Nitekim, yine hizmet iddiasında olan birileri, namaz/niyaz gibi ibadetleri gizlemiyor mu? İslâmdan, İslâm şeâirinden (başörtüsü ve sâir emir ve hükümlerden) hiç bahsetmiyor. İma dahi etmiyor! O zaman neyin hizmeti veriliyor ki? Üstad, “iman hizmetkârlığını gizlememek” (Hizmet Rehberi, s. 248) gerektiğini söyler.

Üstad’ın çizdiği içtimâî ve siyâsî strateji yanlış mı, eksik mi, hatalı mı ki, okumaktan, anlatmaktan, tebliğ etmekten vazgeçelim veya gizleyelim! Bu anlayışa—daha doğrusu anlayışsızlığa—Üstad nasıl bakar? Üstadın hedefi onları dünyaya yaymak iken; risâleleri dersler veya başka mekânlarda okumamaya, bir anlamda saklamaya, gizlemeye nasıl cesaret edilir? Ayrıca, şu gerekçeden dolayı değil risâleleri okumamak, bilakis her vesile ile, her uygun zaman ve mekânda okumak gerekir:

Günümüz meseleleri fevkalâde girift, çetrefilli. Hele, kültür, eğitim ve ilim konularında fevkalâde geri kalmış toplumlarda daha da karmaşık. Bütün zaman, mekân ve toplumlara şaşmaz ve şaşırtmaz bir mihenk olan Kur’ân ve Sünnet, “rahmetenlilâlemîn” olarak zamanımızın bütün ihtiyaçlarına da cevap verecek kudrettedir. Dolayısıyla onların hakikatlerini, ölçülerini bize aktaracak bir mütefekkire, müçtehide, müceddide ihtiyaç vardır. Müceddid, gerek âyetlerin işareti1, gerekse “Her yüz senede bir, bir müceddid gelerek dini yeniler”2 hadis-i şeriflerin açıklamasıyla, Kur’ân ve Sünnet’in çağa bakan yönlerini açıklar; hizmet stratejisi çizer. Bu arada dine sokulan yanlışları, hurafeleri, bid’atları, yakıştırma ve uydurmaları temizler. Abdülkadir Geylâni, İmam-ı Gazâli, İmam-ı Rabbani, Mevlânâ, Şeyh Nakşibendî, Halid-i Bağdadî bu müceddidlerden birkaçı.

Gerek çağdaşları, gerekse günümüz âlimleri, Bediüzzaman’ın çağımızın en büyük İslâm âlimi, mütefekkiri ve mücedidi olduğunda hemfikir. Fakat, Bediüzzaman, müceddidliği şahsına almaz; Risâle-i Nur’a verir. Orijinal ifadelerinden takip edelim: “Her asırda dine ve imana tam hizmet eden müceddidler geldikleri gibi, bu acip ve komitecilik ve şahs-ı mânevî-i dalâletin tecavüzü zamanında bir şahs-ı mânevî müceddid olmak lâzım gelir. Eski zamana benzemez. Şahıs ne kadar da harika olsa, şahs-ı mânevîye karşı mağlûp olmak kabildir. Risâle-i Nur’un o cihette bir nev'î müceddid olması kaviyyen muhtemel olduğundan, o sıfatlar—hâşâ—benim haddim değil; belki mükerrer yazdığım gibi, benim hayatım Risâle-i Nur’a bir nev'î çekirdek olabilir. Kur’ân’ın feyziyle, Cenâb-ı Hakkın ihsanıyla o çekirdekten Risâle-i Nur’un meyvedar, kıymettar bir ağaç hükmüne icad-ı İlâhî ile geçmesidir. Ben bir çekirdektim, çürüdüm gittim. Bütün kıymet, Kur’ân-ı Hakîm’in mânâsı ve hakikatli tefsiri olan Risâle-i Nur’a aittir.”3 “Ben bir hiçim; Risâle-i Nur Kur’ân’ın malıdır. Kur’ân’dan süzülmüştür. Şeref ve güzellik Kur’ân’ındır. Şahsımla Risâle-i Nur iltibas edilmiş (karıştırılmış); meziyet Risâle-i Nur’a aittir. Yalnız şu kadar var ki, şiddetli ihtiyacıma binâen, Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Hakîm’den bana ilâç ve tiryakları ihsan etti. Ben de kaleme aldım. Her nasılsa, bu zamanda birinci tercümanlık vazifesi bana düşmüş. Ben de, Risâle-i Nur’un talebesiyim. Bir risâleyi şimdiye kadar yüz defa okuduğum halde, yine okumaya muhtaç oluyorum. Ben sizlerin ders arkadaşınızım.”4 “Lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranmaz. İşte ben de öyle bir kuru çubuk hükmündeyim... Sözler güzeldirler, hakikattirler; fakat benim değildirler; Kur’ân-ı Kerîm’in hakikatinden süzülmüş ışıklardır”5 gibi kesin hatlarıyla ortaya koyar. Bu mevzuda söylenecek özet cümle şudur: “İnsanların mesajı, aramaları gereken yerin kişi değil, gerçekten Said Nursî’nin kitapları olduğunun doğrulanmasıdır.”6

Dipnotlar: 1- Nisâ Sûresi, 83.; 2- Ebû Dâvûd, Melâhim 1.; 3- Emirdağ Lâhikası, s. 377.; 4- Tarihçe-i Hayatı, s. 605.; 5- Mektûbât, s. 358.; 6- Prof. Dr. Şerif Mardin, Bediüzzaman Olayı, s. 303.

26.06.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Üç talak nedir?



Van’dan okuyucumuz:

*“Üç talak ne demektir? Nelerdir? Niçin üç talaktır?”

Evlilik birliği, Hz. Âdem’den (as) beri bütün hak dinlerce korunan, kurulması teşvik edilen ve bizzat düzenlenen bir birliktir. Esas olan bu birliği yaşatmak, günü birlik olumsuz sebeplerden dolayı yıkmaya yeltenmemektir. Zira aile, Müslüman’ın içinde huzur bulduğu, dinlendiği ve sükûnete erdiği bir nev'î Cenneti hükmündedir.1 Evlilik birliğinin yıkılmasından dolayı Allah’ın buğz etmesi bundandır. Peygamber Efendimiz (asm) buyuruyor ki: “Helâl davranışlar içinde Allah’ın en çok buğz ettiği şey, boşanmadır.”2

Boşanmaya ve evlilik birliğinin yıkılmasına Allah razı olmuyor. Üstelik haksız yere olan ve zulüm de içeren boşanmalar, Allah’ın buğz ettiği, mahşerde gündeme gelecek ve hesabı sorulacak olan olumsuz amellerdendir.

Kur’ân, boşanmalardan sonra barışmaya ve geri dönüşe imkân tanımak için boşanma hukukunu bizzat düzenlemiştir. Üç talakı bunun için gündeme getirmiştir.

Üç talak, üç boşama hakkı demektir. Bu, bozulan aile dengesini yeniden düzeltmeye ve kurmaya dönük taraf-ı İlâhîce verilmiş bir genişliktir, bir toleranstır, bir barış zemini oluşturma çabasıdır, bir evlilik birliğini koruma gayretidir.

Şüphesiz eşler arasında yer yer sürtüşmeler; zaman zaman tartışmalar çıkabilir. Bunu, bir bakıma hayatın bir cilvesi olarak da görmek mümkün. Aynı yastığa baş koyan bir çiftin, hayatın zorlukları karşısında, ciddî problemleri ciddî tavırlarla tartışmaları normal sayılmalıdır. Bu tartışmalar sırasında eşi öfkelenir ve ne söylediğini bilemeyecek bir şekilde öfkeli iken ağzından “Sen boşsun!” sözü çıkarsa, bu söze itibar edilmez. Eşler boşanacaklarsa, öfkesiz olarak boşanmaları esastır. Öfkesiz olarak boşanmaları durumunda da, kadın iddet beklerken yeniden birbirlerine dönmeleri ve evliliklerini sürdürmeleri helâl kılınmıştır. Cenâb-ı Hak; “Kocaları barışmak isterlerse, onları geri almaya daha fazla hak sahibidirler”3 buyuruyor.

Hazret-i Ömer’in (ra) oğlu, karısı ile boşandığında, Allah Resûlü Aleyhissalâtü Vesselâm Hazret-i Ömer’e:

“Oğluna emret; karısına geri dönsün!” buyurmuştur.

Beyler dikkat etmeliler; boşama lâfzını şaka niyetine de olsa, korkutma niyetine de olsa, asla kullanmamalılar! Kadınlarımız dikkat etmeliler, “boşama” lâfızlı tartışmalar olduğunda kesinlikle evlerini terk etmemeliler! Terk etmeleri caiz değildir.4 Caiz olmayışı, eşlerin akl-ı selimle düşünmelerini ve barışmalarını temin amacına yöneliktir. Eğer böyle bir istenmeyen lâfızdan sonra erkek veya kadın evi terk ederse, iddet süresi olan üç aya kadar muhakkak barışmanın yolları aranmalıdır. Bu süre zarfında eşlerin dost ve akrabaları da, dedikoduyu bir tarafa bırakarak bunları barıştırmaya davranmalıdır. Üç ay içerisinde barışma ve bir araya gelme gerçekleşmezse, işte o zaman eşler fiilî olarak üç boşanma haklarının birincisini kullanmış olurlar ve bu ilk boşanma haklarını kullandıklarında fiilen ayrılmış olurlar.

Ancak her şey bitmiş değildir. Tekrar birbirleriyle evlenmek istediklerinde, yeni bir nikâhla evlenmelerini, Bakara Sûresinin 232. âyet-i celîlesi mümkün kılıyor. Ayrılık süresinin kısa veya uzun oluşu, eşlerin bu ikinci nikâh haklarına zarar vermez.

Eşler ikinci nikâhla birleştikten sonra, günün birinde geçinemeyip yeniden boşanırlarsa; barıştıkları ve arzu ettikleri takdirde, Bakara Sûresinin 229. âyet-i celîlesi hükmü gereğince bir nikâh daha yapma hakları vardır.

Ama bu üçüncü nikâhtan sonra artık üçüncü defa boşanırlarsa, aynı sûrenin 230. âyet-i celilesi hükmü gereğince bir daha birbirleriyle nikâh yapamazlar. Aralarında “beynûnet-i kübrâ” denilen “büyük ayrılık” meydana gelmiş olur ve artık bir daha birleşmemek üzere ayrılırlar.

Bu süreçten sonra, yani birbirleriyle başlarından üç nikâh ve üç boşanma gerçekleştikten sonra artık kadın kendi yoluna; erkek kendi yoluna gider. Bundan sonra birbirleriyle yeniden evlenebilmeleri için, aynı âyet-i celîle5 kadının başından başka bir kocayla gerçek bir evlilik geçmesi gerektiğini beyan etmiştir. Bu demektir ki: Arş-ı A’lâ Sahibi eşler arasında üç nikâha izin vermiş, bundan sonrasına şartlı izin vermiştir.

Başlarından, birbirleriyle üç defa nikâh geçen bir çift artık dikkat etmeli değiller mi? Hâlâ boşanıp duracaklarsa, tekrar birleşmelerine Allah’ın izin vermeyişi üzerine, biraz da kendilerini sorgulamalı değiller mi? Çünkü evlilik ve boşanma sistemi böylesine yıpratılmamalı değil mi? Ve hakikaten aralarında derin problemler varsa, artık evlenmemeleri daha uygun olmaz mı?

Netice olarak, üç defa boşanmadan sonra kadın başka birisiyle “yuva kurmak üzere” evlenir. Bu evlilikten de ayrılırsa, ancak bundan sonra eski kocası ile tekrar birleşmeleri mümkün olur. Aksi takdirde mümkün olmaz.

Dipnotlar: 1- Bedîüzzaman, Lem’alar,S.203 2- İbni Mâce, Talak, 1 3- Bakara Sûresi, Âyet:228 4- Talâk Sûresi, Âyet:1 5- Bakara Sûresi, Âyet: 230

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Nefsin iktidarı



Geniş dairedeki küçük meselelere daldığımız için, küçük dairedeki büyük meselelerimizi ihmâl ettiğimiz açık olarak görülmektedir. Göz göre göre insanlığımıza, imanımıza irtifa kaybettirecek meşguliyetlerle, adeta kendimizden geçercesine iç içe yaşamaktayız.

Zihnimize doldurduğumuz dünyevî malumatlar, ahiretteki ebedî saadeti kazanmanın önemini bizlere hatırlatmamaktadırlar. Divanelik sıfatı tam olarak bizlerin üzerine oturmaya başlamıştır. Akıllı olduğumuzu iddia etme mecalimiz kalmamıştır.

Eğer divane olmasaydık, eğer aklımızı doğru bir şekilde çalıştırmış olsaydık, kısa zamanda elimizden çıkması muhakkak olan değerlere dört elle sarılmazdık. Eğer aklımızı kullanıp, kalbimizi günahların fırlattığı oklardan koruyabilseydik, dünyanın siyâsî olaylarından başımızı kaldırıp, nefsin aklımız, kalbimiz, vicdanımız ve bütün duygularımız üzerinde kurduğu hâkimiyeti fark edebilecek ve bundan kurtulmanın yollarını arayacaktık.

Şu partinin veya bu partinin iktidarını kendimize kurtuluşun gereği olarak görürken, güzel duygularımızın mağlubiyetini ve nefsin dünyamızda baskıcı bir iktidara sahip olduğunu aklımıza bile getiremiyoruz. Şeytanın propagandaları dünyamızda oldukça fazla etkili olmaktadır ki, iç dünyamızda seçimi kaybettiğimizi pek önemsemiyoruz.

Şöyle kendimize bir dönüp düşünme imkânı bulabilseydik, nefsimizi hesaba çekme mecalini kendimizde görebilseydik, birçok konuda boşuna kürek çektiğimizi anlardık. Kendimizi kurtarmak gibi bir derdimiz olmadığı için dünyayı kurtarmaya soyunuyor veya dünyayı kurtarmaya soyunanların yelkenlerini gevezeliklerimizle şişirmeye çalışıyoruz. İtiraf etmeliyiz ki duruşumuz ve durumumuz hiç de iç açıcı değildir. Gaflet bütün duygularımızı köreltmiş ki gerçeğin çok uzağındaki çöllerde at koşturmaktayız.

Gerçekten düşünmeye dalınca ve iyi-kötü, yanlış-doğru, aydınlık-karanlık karşılaştırmalarını yapmada muvaffak olduğumda kendimden utanmaya başlamaktayım. Çünkü çoğu zaman farkına varmadan kötüyü iyiye, yanlışı doğruya, karanlığı aydınlığa tercih etme gafletine düştüğümü anlıyorum. O zaman kendi kendimi sorgulamaya başlıyorum. Bütün varlıklar içinde en mükemmel olarak yaratılan, Yaratıcının halifesi payesine lâyık görülen ben neden bu kadar ebedî hayatım için tehlikeli olan düşme ameliyesinden kendimi kurtaramıyorum acaba? Sonunda anlıyorum ki, suçluyu uzakta arama zahmetine girmeye hiç gerek yoktur. Suçlu başkası değil benim.

Doğru olmadığını çok açık bir şekilde gördüğüm yollardan gidiyorsam veya doğru yolda olduğum halde bazen yanlış yollara sapmaktan kendimi kurtaramıyorsam herkesten önce ben bundan sorumluyum. Gerçek şu ki, suçluyu başka yerde arama kolaycılığına yöneldiğimiz için yanı başımızdaki yangını fark edemiyoruz. Oysa tehlikenin en büyüğüne kendimiz maruzuz.

Evet bu sıcak yaz mevsimi, bu gaflet zamanı uyuma zamanı değildir. Gafletimizden istifade eden şeytanlar bizleri asıl gündemimizden uzaklaştırmasın. Yüzde bir oranında değer vermemiz gereken siyasetin, dünyamızın yüzde doksanına hâkim olmasına izin vermeyelim. Her şeye kıymeti nisbetinde değer vermek insan olmanın gereğidir. Ölçüyü kaçırır da değersiz metaları hayatımızın her tarafına ve her ânına hâkim kılarsak, insanlığımıza derc edilmiş olan yüksek karakterleri ve yüce hasletleri kaybeder, hayvanların bile gerisinde kalma tehlikesine maruz kalırız.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Hakikatin hakikî yüzü



Yorgun yüreği umutla umutsuzluk arasında salınıp duruyor… İsteklerine isteksiz… Sıradanlığın seyrinde çırpınıyor çaresizlikle… Emeller elemlerle âlûde… Dert dergâhının devrik dervişi gibi dolaşıyor dolambaçlı yollarda…

Delik deşik olmuş duygularla hissizleşmiş ve yalnızlaşmış yaşıyor hayatın kıyılarında… Gurbet nedir, sıla neresidir bilmeden soruyor gittiği sinelere… Gurbet oku saplanmışken yüreğine, sevgi sayıklıyor tereddüt diyarlarda… Acılara ağlayamıyor, sevinçlere gülemiyor sabahsız akşamlarda… Buruk bakıyor ufkun kızıllığına… Ellerini uzatıyor tutamadığı yalnızlığa, yüreğinden akıyor acılar…

Boş gönlü hoşluk arıyor… Ağlasa denizler kurur, gülse dağlar savrulur mu ki? Kıpır kıpır kalbi, kanatlanmak uçmak istiyor bu diyarlardan bilmediği diyarlara… Neresiyse burası doyurmuyor onu, açlığın acısından taş bağlayası geliyor yüreğine…

Çile çemberi yırtılsa yâr olur mu sevinç çığlıklar? Gurbete mi yolculuğu, yoksa gurbet mi onun içinde yolcu… Bırakamıyor burukluğu, terk edemiyor hüznü… Şenlendirmiyor şarkılar, sözler, sazlar…

‘Ben buyum, bunlar benim’ diyemediği diyarda dirençsiz, isteksiz ve çaresiz… Her şey, herkes onu çağırırken o kendinden kaçıyor, nereye kaçtığını bilmeden… Boş elleriyle yüreğinin sızısını bastırıyor… Bakışlar baygın, yüz süzgün, dizler dirençsiz, ayaklar ağır… Güleceği gurbete yürüyor yarım ve yırtık yüreğiyle…

Sıla, sıradan sevgili… Sığ sularda saklanır mı sevgili… Hayat, erişilmez ve vazgeçilmez gizli sevgili…

Sahiplenmek mi, sahip olmamak mı saadet? Çile çekilmeye mi, safa sürülmeye mi gelindi buraya? Ağlamalar aşk-ı beka ağlamaları mı? Ayrılıklarda gülen var mı?

Gönül suyu gözlerinden damlıyor… Yakınları yakıyor yüreğini… “Ben benim değil” kime ne diyebilir? Sensizlik ve sessizlik solukluyor kimsesizlikte… Kendinde kayıp, “gül”ünü arıyor…

Her şey çok mu basit, çok mu karmaşık? Çok mu karamsar, çok mu iyimser? İçin içine sığmazken, içinde kayboluyor birden…

Kimsesizlik kuyusunda örümcek ağlara tutunmakla tutunmamak arasında salınıyor… Canı titriyor yalnızlık rüzgârlarından… Gurbet bulutların hüzün sağanağında sırıl sıklam…

Haykırası geliyor; hey “ben” neredesin? Hakikat havzında erimişliği kabul edebilecek misin? Buzul güveni ile gülebileceğine inanıyor musun?

Sen sen ol, sensizliğini savur varlığın yokluğunda… Yokluğun varlığında bulursun kendinle birlikte her şeyi… Küsmek ve ağlamak değil hakikat ağlarına takılmakla çıkarsın gülen gün yüzüne…

Sıla sevmekle, ayrılık aşkı çekmekle gidilir ve gelinir, gidilmez ve gelinmez diyarlarda…

“Ben”le buluşulur aşktan öte sevgiliyle… Ağlamanın ve sevinmenin suskunluğunda söylenir ve dinlenir vuslat… Misâlî sevgililerden hakikat sevgisini ve sevgilisini bulmakla geçer gücenmeler ve gücendirmeler… Çeşitten ve cerbezeden geçmekle görünür, gerçeğin göz bebeği… Çer çöple kaplanmışsa gözün ufku, gönlün derinliğinden korkarsın…

Korkuları kaybetmekten korkma, kendini kendinde kaybetmekle bul hakikatin hakikî yüzünü ve özünü.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Ders alabilmek



Vaktiyle RP’de ve Refahyol hükümetinde önemli görevler üstlenen ve halihazırda AKP yönetimiyle işbaşındaki iktidarın da en etkin ve belirleyici isimlerinden biri olan siyaset adamı, özel bir sohbette şunu söylemiş:

“Biz Bediüzzaman’ın haklılık ve isabetini 28 Şubat duvarına çarptıktan sonra anladık.”

Sonraki söylemlerinde, din adına parti kurmanın ve siyaset yapmanın yanlışlığını her vesileyle tekrarlayarak, “Meğer Bediüzzaman haklıymış” sözüyle neyi kastettiğini müteaddit defalar ortaya koydu bu siyaset adamı.

Ve söylediği doğruydu. Yüz sene önce siyaset anlamında “Din adına ortaya çıkmak lâzım” diyenlere Bediüzzaman’ın verdiği “Din umumun malıdır, tahsis ve tahdit kabul etmez” cevabının isabetini ancak acı tecrübeler, ağır bedel ödemeler ve ödetmeler sonrasında idrak edebilmiş olmanın itirafıydı.

Ayrıca “Hatadan dönmek fazilettir, zararın neresinden dönülse kârdır” prensipleri çerçevesinde, takdire şayan bir tavrın ifadesiydi.

Ancak, sonraki çizgisine bakıldığında, Bediüzzaman’dan aldığı “fazlasıyla gecikmeli” dersin tam olmadığı, eksik kaldığı görülüyor.

Çünkü din adına siyasetin yanlışlığını ısrarla vurgulayan Said Nursî’nin hassasiyetle üzerinde durduğu bir başka önemli nokta, münhasıran dine hizmet gerekçesiyle ve dindar kimliğini öne çıkararak siyasete atılmanın da isabetli bir tercih olmadığı. Ona göre, siyaset herşeyden önce dine hizmetin özünü ve ruhunu oluşturan ihlâsı kırar. Aynı şekilde, bilhassa günümüz siyasetinde kesinlikle yeri olmayan, ama dine hizmetin vazgeçilmez şartlarından birini oluşturan şefkat esası da din hizmetkârlarının aslî meşgale olarak siyasetle uğraşmasına müsaade etmez.

Ayrıca, iktidar aldatıcıdır. İnsanları çok kolaylıkla şaşırtıp yoldan çıkarabilir. Son derece halis niyetlerle siyasete atılanları dahi, iktidar ve rant uğruna her türlü manevrayı çevirebilecek insafsız muhterislere dönüştürebilir.

Onun içindir ki, Bediüzzaman Asr-ı Saadeti ve Selef-i Salihîni hariç tutarak “Siyasetçi tam dindar olmaz, dindar olan da siyasetçi olamaz” diyerek önemli bir noktayı vurgular.

Ağırlıklı olarak “dindar” kimliği öne çıkanlarca kurulan bir parti olan AKP bünyesinde derinden derine devam eden makam-mevki ve rant kavgaları bunun ibretli örnekleri.

Bir başka nokta, senelerce din adına siyaset yapmış kadroların “Meğer yanılmışız” diyerek yola devam ederken, haklarındaki “Acaba takiyye mi yapıyorlar?” kuşkusunu dağıtma hususunda yaşadıkları ciddî zorluklar.

Eğer alabildiğine iddialı bir eda ile iktidara talip olma tavrında bu kadar ısrarlı olmasalardı, herhalde inandırıcılık açısından bu derece müşkilât çekmezlerdi. Oysa şimdi istedikleri kadar “Biz değiştik” diye dil döksünler, kendilerine şüpheyle bakanları bir türlü ikna edemiyorlar. Müfrit ve radikal karşıtlarınca ise “28 Şubat’ta bertaraf edilen zihniyetin kılık değiştirmişi” olarak damgalanıyorlar.

Sonuçta, “Biz öyle değiliz” söylemlerine paralel olarak sergilenen cesaretsizlikler, vaktiyle sebebiyet verilen mağduriyetlerin kronikleşerek devamını netice veriyor. (14.8.05)

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Sosyal /siyasî projeksiyonlar - 9



Projeksiyonlarımızın önemli maddelerinden biri de bilim uzmanlığına dayalı ihtisas ve ehliyet sahibi olmaktır. Bu başlığımızı biraz açalım:

18- Risâle-i Nur’un önemsediği sosyal reçetelerden biri de maharettir. Kişinin mahir olmasıdır. Günümüz terminolojisi ile bir konuda yetkinlik sahibi olmaktır. Yani performansa dayalı yeterlilik kriterlerine haiz olma halidir. İhtisasa saygılı olmak, önemsemek ve ona göre işlerimizi tanzim etmek, peygamber emridir, “işi ehline vermek”tir.

Her bilimin bir teorisi ve uygulama disiplini vardır. İhtisas; bir işi, işin ehli / meleke sahibi / uzman insanlara teslim etmede aranılan en öncelikli kriterdir.

Sanata / beceriye / uzmanlığa dayalı konularda ve görevlendirmelerde, “maharet” esaslı bakmak, önce işi bilen, kavrayan, donanımlı ve tecrübeli insanlarla yönetim sorumluluğunu paylaşmak, dinî kriterlerden önce gelmektedir. Dindarlık, işiyle birlikte aranılabilir. Ancak uzmanlık noktasında, yeterliliği olan esas alınır.

İdeal olan hem sâlih/dindar, hem mâhir/uzman olmasıdır. Ancak ikisi birden söz konusu olamıyorsa, sanatın / maharetin / uzmanlığın / yeteneğin önemle dikkate alınması, ehliyet ve liyakat açısından çok önemlidir.

Sosyal hayatın keşmekeşliğini önleyecek, yönetimleri adil ve başarılı kılacak, ilme ve irfana değer katacak olan, ihtisas sahibi insanların siyasî ve sosyal tercih yapma iradesidir. Aksi halde tarafgirlikle birlikte yandaşlık ve yeteneksizlik öne çıkar, sosyal hayatın kaosları başlar. Beraberinde bu keşmekeşlikten medet uman, krizleri tırmandıran, başkasını itham eden, doğruların gölgesinde geçim ve seçim psikolojisine giren olumsuz modeller meydan alır.

Bunu önlemenin yolu; önceliklerin belirlenmesi, amaçların netleştirilmesi, görevlerin tanımlı olması ve uygun kişinin buna göre kendi yeterliliği ile gelebileceği demokratik yarış kanallarının açık olmasına bağlıdır. Bütün bunların da ahlâkî kurallar içinde bir kültürle beslenmesi gerekir.

19- Seçme ve seçilme iradesinin teşekkül tarzı ve bunun maksada uygunluğu, ayrıca değerlendirilmesi gereken bir projeksiyondur. Halkın genel iradesinin imtiyazdan ve ideolojik sınırlamalardan uzak bir tarafsızlıkla, devlet kurumsalı eliyle, siyasî erkin belirlenmesine yardımcı olacak bir açık niyetle düzenlenmesi ve yürütülmesi icap eder. Seçmenin tercihini etkileyecek olan husus, liyakat esaslı olmalıdır. Lâyık olanı bulmak, liyakat arayanların görevidir.

Devlet; bir “şahs-ı mânevîdir” / tüzel kişiliktir. Milletin mutabık kaldığı anayasal sistem içinde hukukî varlığını ve organizasyon gücünü kanunlardan aldığı yetki ile yürüten bir mekanizmadır. Düzenleyici olması ve halka rağmen belirleyici olmaması demokratik karakterini teşkil eder. Yönetim omurgası, hesap verilebilirlik ve şeffaflık üzerine tesis edilmelidir.

Mutabakatın sosyal boyutu; dinamik, intikali serî, hafızası güçlü, alanına odaklanmış ve pozitif düşünen, ihtisası ve heyecanı aksiyoner, gayretli ve müdrik insanların doğru işe yönelmeleriyle sağlanabilir. Yoksa “Ben” merkezli yönetim sultaları, oligarşik parti liderlikleri, bürokratik ve buyruk elitler güçlenir. Statükocu genlerin hâkim olduğu bir sistemde, seçme ve seçilmenin anlam bulamadığı bizim gibi geri kalmış ülkelerde, istibdadın/baskının yonttuğu ve ufalttığı düşünce kırıntılarından maalesef istenen sivil tepki oluşmuyor.

Sevindirici olan, bu hürriyetler asrında, böylesi denemelerin artık iflah olmadığı ve uzun ömürlü olamayacağıdır. Çünkü ilmin ve mikro ölçekte ihtisasın / uzmanlığın, bu denli hızlı değişen bilgi iyileştirmesinin bize farklı açılımlar ve “mucizevârî fütuhatlar” bahşettiği bir dönemi yaşıyoruz.

Yapılması elzem olan; fıtratların diline/yeteneğine saygılı olmak, görüşlerine itibar etmek, kendi düşünce tomurcuğumuzu bir alanda kuluçkaya bırakmak ve herkesin uzmanlığına göre yönetim orkestrası kurmak ve “işi ehline vermek”tir.

Siyasî kalite, idarî ahenk, seçme şuurunun insaf göstergeleri ve seçilmenin ehliyetli fedakârlığı ve dürüstlüğü, yukarıdaki niyet üzerine binâ edilebilir.

“İstidat dili” ile sünnetullahın en geçerli ve kabul edilebilir yolu açılmış olur.

Seçme, seçilme, liyakat ve icraat dörtgeninde, siyaset demokratikleştiği nispette, sistemin devlet aygıtı da demokratikleşir. Bunun için; Bediüzzaman’ın tespitiyle imtiyazsızlık/eşitlik, iştirak/katılım, murakabe/denetim, müşavere ve müspet rekabet tesis edilmelidir.

Ülkemizin tıkanmış ve açılması gereken hürriyet damarları bu şekilde tedavi edilebilir. Sağlıklı bir demokratik bünye buna bağlıdır.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Veda dizileri



Televizyon dünyası yaz tatiline girdi ve diziler tek tek ekrana veda etti.

Yabancı Damat 107 bölüm... Emret Komutanım 80 bölüm... Fırtına 48 bölüm... Gümüş dalya dedi ve 100.bölümüyle ekrandan el salladı...

Yaralı Yürek çok tartışıldı, set görevlileri ve yönetmen dayak yedi. Yeni sezonda yerini almayacak. Cennet Mahallesi 119’uncü bölümüyle sona erdi. Bu dizinin hâlâ nasıl izlendiğine anlam veremiyorum. Acı Hayat veda eden dizilerden... Beyaz Gelincik 74, Şöhret 71 ve TRT’de yayınlanan “Hayat Türküsü” 61’inci bölümüyle sona erdi.

Bu şu demek... Artık televizyon izlemeyin. Zaten ekrana gelecek dizi veya programların çoğu ya tekrar yahut baştan savma olacak.

Tavsiyemiz şu:

Nasıl ki, diziler ekrandan bir bir veda etti. Siz de ekran izleme alışkanlığına veda edin.

Hatta mümkünse, bunu geniş zamana yayın. Zararlı çıkmazsınız.

MÜSTEHCEN EKRAN

Zaten normal programlar izlenmiyor. Müstehcen konular birbiri ardına yayınlanıyor.

Eh, seçim sürecinde bari haber izleyelim diyoruz.

Bir bakıyorsunuz “müptezel” görüntüler sizi apansız yakalıyor.

Haber bültenlerinde olur olmaz plaj görüntüleri ekrana geliyor demiştik ya...

Sanki “nisbet” edercesine, bu tür haberler çoğaldı.

Ağırlıklı olarak, çok izlenen kanallar bunu yapıyor.

Bir kanalda zayıflama haberi ekrana geldi mi, hemen kadın bedeni teşhir edilir. O kanaldan başka kanala “zap”lıyorsunuz. Bir bakıyorsunuz, görünüşte bir uzman görüşüne yer vermiş... Aslı astarı yok... Gayr-ı ahlâkî görüntüler burada da sizi yakalıyor.

Dedik ya, iyisi mi bu yaz televizyonunuz kapalı kalsın.

YALANCI ÇOBAN

Pahalı kamera şakaları bıktırdı. İnsanları korkutarak, adam dövdürerek yapılan sulu sepken kamera şakaları artık hız kesmeli.

Resmen “yalancı çoban”ı hatırlatıyor.

Artık bu gidişle izleyiciler hiçbir habere inanmayacak.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Siyaset ve şiddette yöntem



Nedense yanlış daha çok revaç buluyor. Yanlışın müşterisi daha çok. Bunda, yanlışın temsilcilerinin bazen daha güçlü olmalarının payı vardır. Farklı düşünmemiz için bir sebep yok. Sözgelimi, Şevket Eygi’nin de ifade ettiği gibi, Türkiye’de Ebu’l Hasan en Nedevi’nin Kur’ân’da Dört Terim aleyhine yazdığı ve siyasette Mevdudi’nin yanlış yöntemini tashih eden İslâmın Siyasî Yorumu kitabı bir tek baskı yaparken, belki âdeme mahkûm edilirken, Mevdudi’nin yanlış tezi Kur’ân’da Dört Terim tam yirmi üç baskı yapmıştır. İslâmın Siyasî Yorumu adlı kitabı ilk defa basanlardan birisi Mustafa Çelik’ti ve ben de Milli Gazete’de idim ve ilk baskısı İngilizce nüshasından çevrilmişti ve bazı evrakları noksandı. Noksan olan sayfalarını bendeniz Arapça’sından çevirmiştim ve kitap o haliyle yayınlanmıştı. Yani İslâmın Siyasî Yorumu kitabının Türkçe’ye kazandırılmasında bizim de küçük de olsa bir katkımız olmuştur. Ne yazık ki, tashih edici kitaplar fazla rağbet bulmuyor. İnsanlar çoğu kez acili ecile, şişeleri elmas parçalarına tercih edebiliyorlar. Bu tersliği ve makus hali dile getirenler sadece Şevket Eygi değil. El Mecelle dergisi yazarlarından Nasr Taha Mustafa da ‘Şiddet akımları ve tarih okuması’ adlı makalesinde (sayı: 1427) aynı husustan şikâyet eder. Nasr Taha Mustafa, Şevket Eygi doğrultusunda şöyle yazar: “1960’lı yıllarda sol fikriyatının yayılması karşısında, genellikle İslâmî hareketler bastırılmıştı. Geneli de Müslüman Kardeşler bünyesi altında faaliyet gösteriyordu. Hasan Hüdeybi’nin, hareketin kurucusu, karizmatik lider olan Hasan el Benna’nın boşluğunu dolduramaması ve hareketi dizginleyememesi neticesinde aşırı ve şiddet yanlısı hareketler güç kazanmaya başladı. Bu hareketler İhvan’ın kisvesi altından çıkmaya başladılar. Bunun üzerine Hasan Hudeybi meşhur ‘Duâtün la kudat (yargıcılar değil dâvetçiler)’ adlı eserini kaleme aldı. Bu kitap Mealim fi’t tarik ve Mevdudi’nin Kur’ân’da Dört Terim gibi eserlere karşı yazılmış olmasına rağmen, onları gölgeleyemedi ve etkisini kıramadı. Yoldaki İşaretler kitabı Hudeybi’nin mezkûr kitabından daima daha etkili oldu. Birçoklarına göre Seyyid Kutup’un Yoldaki İşaretler kitabı İhvan’ın parçalanmasına ve içinden şiddet eğilimlilerin başka cemaatlara geçmesine veya yeni cemaatlar kurmalarına yol açtı. O ilk tohum mesabesindeydi...”

***

Hasan Hudeybi’nin bu kitabından sonra İhvan birçok badireler atlattı. Nasır, parlak hukukçu Abdulkadir Udeh’den sonra parlak bir nazariyatçı ve edebiyatçı olan Seyyid Kutup’u ve arkadaşlarını idam etti. 1970’li yıllarda hareketin başına Ömer Telmisani geçti. Kendisi Mısır’ın ilk zenginlerinden birisiydi ve gerçekten de hapishane olgunlaştırmıştı. İhvan’ın hikmet sahibi önderleri arasındaydı. Adeta Nurcular gibi düşünüyordu. Doğrudan siyaset veya doğrudan eylemci değildi. Hasan Hudeybi çizgisini izliyordu, ama şiddet yanlısı genç kesimi tatmin etmesi mümkün değildi. İhvan’ı yakından takip eden Türkiye’deki gençlik bile kendisini silik buluyor ve fikirlerine burun kıvırıyordu. Aksine Yoldaki İşaretleri okuyordu. Derken Sedat tehevvür ve büyüklüğünün kurbanı oldu, ama Mısır yeniden şiddet sarmalına tutuldu.

***

Velhasıl Ebu’l Hasan en Nedevi, Mevdudi’nin Kur’ân’da Dört Terim’i aleyhinde ve İhvan’ın doğrudan siyaset anlayışını yeren kitaplar yazdı ve konuşmalar yaptı. İmam Rabbani’nin ıslahatçı ve nasihatçı çizgisini esas alarak candan nasihatlarda bulunduysa da İhvan tam olarak yöntem meselesini billurlaştıramadı. İhvan’ın yöntemi her iki mânâya da çekilebilirdi. Bıçak sırtında bulunuyordu. En sonunda Kuveytli Nefisî ile Muhammed Selim Avva gibiler de İmam Rabbani, Ebu’l Hasan en Nedevi ve Bediüzzaman çizgisinden kendi hareketlerine seslenmeye ve siyaseti terk etmesini istemeye başladılar.

Şiddet de siyasî radikalizmin bir ürünüdür. Ve zamanla radikaller merkez kaç güçler haline geliyorlar. Haricilerin Muaviye ordusunda eski silâh arkadaşlarına karşı savaşmaları gibi, günümüzde de eski radikaller ya inşaat müteahhidi ya da siyasî müteahhit oldu. Ve bugün eski radikaller, AKP’nin dümenini veya fikrî dümenini ele geçirmiş durumdalar. Bu da ibretâmiz bir gelişmedir. Radikallerin evrilmesi ve her halükârda iktidara yönelmeleri ibret vericidir. Geçmişte bu siyasî çizgiyi daha ehvenken tekfir edenler, şimdi iyice yozlaşmış çizginin dümenine geçmiş bulunuyorlar. Bu da sağlıksız zemini gösteriyor. Cengiz Çandar’ların bir zamanlar tamamen ABD aleyhinde solcu hareketler içinde iken, zamanla Amerikan cephesine kaymaları gibi bir süreci akla getirmektedir. Bu da akla ziyan bir gelişmedir. Ve dolayısıyla bu yöntem bir çizgi çıkmazıdır. Çıkmaz sokaktır. Bu yöntemin hedefine ulaşması mümkün değildir. Hedefe ulaşsa bile o noktada hedef kayması ve kırılması kaçınılmazdır. Aslında şiddet yorumunda kayma da siyasî yorum da kaymanın tabiî bir sonucudur. Şiddeti, yanlış siyasî anlayış beslemektedir. Bundan dolayı İslâmî hareketler siyasette itidal ve iktisad mesleğini benimsemeli, yani siyaseti merkeze alan anlayış ile zinhar dahilde şiddet seçeneğini terk etmelidirler. Aksi takdirde bozgun veya kırılma kaçınılmazdır.

26.06.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Daha ne istiyorsunuz?



Siyasî partilerin en büyük sorumluluğu, millete verdikleri sözleri yerine getirmektir. Verilen sözler yerine getirilmeyince bedelini, yine siyasî partiler ve siyaset sistemi öder.

Pazar günü DP’nin mitingini izlemek üzere Şanlıurfa’daydık. Askerlik görevimizi Şanlıurfa’da yaptığımız için, kendimizi bir yönüyle de Şanlıurfalı sayıyoruz. Bu bakımdan, davet vâkî olunca severek ‘taşı toprağı mübarek’ olan bu ilimize gittik. Şanlıurfa’yı, 1990’lı yıllara göre hayli değişmiş ve gelişmiş gördük. Eskimeyen dostlarla buluştuk, görüştük ve sohbet etme imkânı bulduk. Balıklı Göl ve Hz. Eyyûb Makamını ziyaretin yanı sıra, Bediüzzaman Çeşmesi’nden de su içmek nasip oldu.

22 Temmuz seçimlerini etkileyen sebeplerden biri de ‘sıcak hava’lar olacak gibi görünüyor. Seçimler ekseriyetle ya ilkbaharda, ya da sonbaharda yapılırdı. Ancak yaşanan cumhurbaşkanlığı seçimi krizi sonrasında mecburen yaz sıcağında sandığa gitmek icap etti. Neticesi inşallah hayırlı olsun ve olacak.

Demokrat misyon, Şanlıurfa’yı GAP’ın ‘başkenti’ ilân eden ve bunun için de elini taşın altına koyan bir siyasî gelenek. Barajlar, su kanalları ve benzeri yatırımlar Şanlıurfa’ya yapılanların ilk akla gelenleri. DP Genel Başkanı Mehmet Ağar, ‘demokrat misyon’u her zaman sıcak karşılayan “GAP’ın başkenti”nde düzenlenen mitingde konuştu. Miting meydanı, Şanlıurfa şartlarına göre kalabalık değildi. Bunun değişik sebepleri olabilir ve işin bu yönünü elbette parti yöneticileri değerlendirir...

Ağar’ın Şanlıurfa meydanındaki konuşmasında verdiği mesajlar dikkate değer. Çiftçi, işçi, köylü, emekli, memur, işsizlerin dertleriyle ilgili ‘ekonomik’ konulardaki beyan ve vaadler bir yana bırakılsa bile, hak, hukuk, adalet ve başörtüsü yasağı konusundaki sözleri önemliydi.

“Tek başına, iş başına gelen hükümet”in başörtüsü yasağını sona erdirmek hususunda fazla gayret sarfetmediğini söyleyen Ağar haksız mı? “Yapmak istedi, ama engellendi” denilebilir. Ancak hükûmetin, hele hele tek başına iş başına gelen bir hükûmetin asıl işi; ‘engel’leri aşmak değil mi? Tabiî ki bunun kolay olmadığını biliyoruz, ama ‘zor’ olması; kanunsuz yasağın devam etmesine bahane olmamalı. Zaten ‘kolay’ı her kişi, ‘zor’u ise ‘er’ kişiler aşabilir.

AKP’nin “Bize daha fazla güç verin” sözlerinin de fazla bir değeri olmasa gerek. Çünkü seçim sisteminden de kaynaklanan şartlar sebebiyle milletvekili bakımından büyük bir destek almıştı. Başlangıçta, mevcut anayasayı tek başına değiştirebilecek bir sayıya ulaşan partinin, bu yönde adımlar atmadığı ortada. İktidarının ilk yıllarında önüne gelen önemli konuları erteleyen ve ‘Hele, şu mahallî seçimler de bir geçsin, oyumuzu arttıralım da siz o zaman bizi görün’ şeklinde bahane üretenler bu vaadlerini maalesef unuttu.

“Hayır unutmadı, erteledi. Siz asıl bu seçimden sonra AKP’yi görün” diyenler varsa kısaca şunu hatırlatalım: Bakınız, hazırlanan ve ilân edilen yeni seçim beyannâmesinde ne başörtüsü yasağı, ne de YÖK meselesi ile ilgili hiçbir vaad yok. Buna da ‘kılıf’ bulup, “Vaad yok, ama bunları zaten vaad etmeden gerçekleştirecek” diyenlere karşı “bu taraf”a dönüp vicdanlara sesleniyoruz:

Bunca desteğe rağmen yasakları sona erdiremeyenler, bu konuda vaadlerde bile bulunamayanlar; milletten daha ne gibi destekler bekliyor?

26.06.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004