Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Şaban DÖĞEN

Cevherin kıymeti



“Cevherin kıymetini sarraf olan anlar.”

Kıymetli taşların olduğu gibi sözlerin, insanların da cevheri vardır. Kemal sahibi, faziletli insanlar kadar daha değerli cevherler de düşünülemez.

Birgün Kâinatın Efendisi (asm), Hz. Ebû Bekir ve Ömer’le otururlarken yanlarına Hz. Abbas girmiş, hemen Hz. Ebû Bekir yer vermiş; Hz. Abbas, Efendimiz (asm) ile Hz. Ebû Bekir arasına oturmuştu. Hz. Ebû Bekir’in bu hareketinden dolayı memnun olan Resûl-i Ekrem (asm), “Büyüklerin kadrini ancak büyükler bilir” buyurmuşlardı.

Hz. Osman’ın da birgün Hz. Abbas’a hakaret eden adama elindeki sopayı fırlattığını biliyoruz. Niçin böyle davrandığı sorulduğunda, “Madem ki Allah Resûlü (asm) amcasına değer vermiştir. Nasıl biz, ona hakaret edene göz yumabiliriz?” demiş, o adamın yaptıklarına ses çıkarmayan ve onu haklı gören kimselerin de Resûlullaha (asm) muhalefet ettiklerini söylemişti.

Hz. Ömer (ra) kıtlık ve kuraklık günlerinde yağmur duâsına çıktığında Hz. Abbas’ı yanına alıp, “Ya Rab, bu senin Peygamberinin (asm) amcasıdır. Onun yüzü suyu hürmetine rahmet ihsan et” diye duâ ederdi.

Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer halifelikleri esnasında binekle giderken Hz. Abbas’a yürür vaziyette rastlarlarsa hemen bineklerinden iner, bineklerini yedeklerine alıp gideceği yere kadar yürüyerek gelir, sonra ayrılırlardı.

Resûl-i Ekrem’in (asm) de amcası Abbas’a karşı özel bir sevgisi vardı. Birgün Kureyşlilerin ona karşı yüzlerini astıklarını öğrendiğinde kızmış, kaşlarını çatıp Hz. Abbas’ı Allah ve Resûlünün rızası için sevmenin, imanın kemalinden olduğuna dikkat çekmişti.

Birgün de Kâinatın Efendisi (asm) gaybbîn nazarıyla Hz. Abbas’ın soyundan on iki hükümdar geleceğine işaret etmişti.

Resûl-i Ekrem’in (asm) Hz. Abbas’a olan bu sevgisi, Hz. Hasan’la Hüseyin’i soylarından gelecek büyükler adına sevmesi gibi, Hz. Abbas’ın neslinden gelen ve İslâma hizmet edecek olan hükümdarları da içerisine almaktadır. Sahabesi de her konuda onu taklit ettiği, sevdiğini sevdikleri için fazilet insanı Hz. Abbas’a büyük bir sevgi ve ilgi göstermekteydiler.

12.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Dışa bağımlı siyaset” ve strateji



Günümüz siyaseti, fevkalâde girift ve dışa bağımlı. “Zira, biz müteharrik-i bizzat değil, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim (uyutma) ile telkin eder, biz kendimizden hayal edip, asammane (sağırcasına) tahribimizde telkinlerini icra ederiz.”1 Yâni, teknoloji, teknik, kitle iletişim vasıtaları, eğitilmiş eleman, para, güç ecnebîlerin elindedir. Dolayısıyla, istedikleri gibi siyasî hareketler teşkil etmeleri, yönlendirmeleri tabiî ve hattâ kaçınılmazdır. Siyasetle hareket eden, onların minderinde, onların sahasında güreşiyor demektir. Bu da otomatikman kaybetmek demektir.

19 ve 20. asırda, idârî mekanizmalar dahil, eğitim sistemi ve kitle iletişim vasıtaları; hâkim felsefik akım, cereyan ve ideolojiler eline geçti. Kamuoyu ve siyasetin vanasının da başında olduklarından istedikleri gibi kanalize etmektedirler. Dolayısıyla, bu cepheden netice almak fevkalâde zor, nerede ise imkânsızdır. Sebebi açık: Bir sefer şartlar eşit, silâhlar mukabil değil! Elbette akıllı bir stratejist, zayıf olduğu noktalardan ileri atılmaz...

* Siyaset, idâre etme, devleti yönetme sanatı olduğuna göre, herkesin bütün bütün ilgilenmemesi düşünülemez. Dolayısıyla, Bediüzzaman’ın neden ve hangi siyasetten kaçmış olduğunu tahlil etmeden, bir iki meseleye veya cümleye bakarak, Bektaşi gibi, “gerisinde hâfız olunmazsa” siyaset stratejisi anlaşılmaz. O siyaseti değil, “din adına ortaya çıkmayı” ve “gayr-i meşrû”, idâre ve asâyişe zarar veren;2 aklı dağıtıp mânevî bir divane, kalbi dağıtıp mânevî bir dinsiz; fikri dağıtıp mânevî bir ecnebi yapan;3 “zulme sebebiyet veren tarafgir siyasetten” uzaklaşılmasını istemiştir. Hele böylesine karmaşık, böylesine hatarlı bir siyaset zemininin bulunduğu bir zamanda, “din adına” ortaya çıkmak ve siyaset yapmayı, dine ve dindarlara yapılacak büyük zulümlerden sayar. Yoksa Bediüzzaman, doğru ve Kur’ân’î yüksek İslâm siyasetinden kaçmayı tavsiye etmez. O takdirde de, “vazifemiz siyaseti dine âlet ve dost yapmaktır”4, “demokratlara mânen ve maddeten yardımcı olmak”5, “Demokratlarla müttefik”6 ve “bir dayanak noktası”7 olmaktan söz eder. Uzaklaşmasını istediği diğer bir siyaset de, Deccalizmin güdümündeki “kalbleri bozan”8, “dinde hissesi olmayan siyasileri büyük vartalara atan”9, “gaddar ve zalim propagandanın, aralarında hadsiz bir mesafe bulunan yalan ve doğruluğu birbirine karıştıran”10 siyasettir. Öbür yandan, hangi isim ve kimin adına yapılırsa yapılsın, “Menfaati esas tutan canavar”11, “fikri hezeyanlaştıran”12, “yalancı ve insanlığın maslahatına zıt”13 siyasetten de hem fiilen kaçar, hem de kaçınılmasını teşvik eder.

* Dehşetli solculuk (Türkiye’deki diktatörlüğü ve sekülarizmi barındıran) cereyanını, ancak imân hakikatleri durdurabildiğinden14, bütün kuvvet ve imkâlarla bu noktaya eğilmek icap eder. Komünizm sistem olarak resmen öldü; fakat taraftarları tüm güçleriyle manevî tahribatlarına devam ediyor!

* Din, mânevî değerler herkesin mukaddes malıdır; kimse tekeline alamaz. Hiçbir ferd veya zümre, değil dini, hattâ meslek ve meşrebi de temsil edemez. Ancak, herkes, istidat, kabiliyetine göre dini yaşayabilir, ona ayna olabilir, onun güzelliklerini aksettirebilir. Hak ve hakikat inhisar altına alınamaz. İman ve Kur’ân nasıl inhisar altına alınabilir? Siz dünyanızın usûlünü, kanununu inhisar altına alabilirsiniz. Fakat hakaik-i imaniye ve esâsât-ı Kur’âniye, resmî bir şekilde ve ücret mukabilinde, dünya muamelâtı sûretine sokulmaz.15

* Siyaset, hissî ve değişken olduğundan ve menfaatlere hizmet ettiğinden meseleleri menfiye kaydırabilir. Dinî meseleler damara dokunduracak şekilde münâkaşa adilmemeli. Siyasetin girdiği yerde his, hislerin de müdahele ettiği yerde münâkaşa vardır.16

* Siyasî tarafgirlikle başkaları asla dinsizlikle suçlanamaz. Muhaliflere “Dinsizsiniz” dese, onları tecavüze sevk etmektir. Din dahilde menfî sûrette istimal edilmez.17

* Siyasî bir cemiyet veya müesseseyi yürütebilmek ve netice alabilmek için çok paraya, yetişmiş elemana ve çeşitli organizasyonlar ile kadrolara ihtiyaç vardır. Oysa, gönüller üzerine müesses bir dâvâ ve hizmet için para ve maddî güçten ziyâde ihlâs, sabır, şevk, sebat, sadakat, bilgi, ilim ve samimiyet lâzım. Bunlar da o kadar çok maddî külfet gerektiren unsurlar değildir. İsteyen az bir gayretle onlara sahip olabilir.18 Şu halde, mü’minin en büyük güç ve kuvveti ihlâstır. Sırf Allah rızasını gözetmektir.19 İhlâsın içinde sabır, sebat ve azim de mevcuttur zaten.

Ulvî dâvâ ve hizmetler, “siyaset, cemiyet, parti” değil; gönüller üzerine binâ edilmeli. Haricî vücûdu olanlar kolaylıkla takip, kontrol edilir ve rahatlıkla yönlendirilebilir. Ama, gönüller üzerine müesses bir hareketi her zaman kontrol edip yönlendirmek kolay değildir.

Dipnotlar: 1. Sünûhat, s. 64.; 2. Şuâlar, s. 306.; 3. Kastamonu Lâhikası, s. 34.; 4. Beyanat ve Tenvirler, s. 198.; 5. a.g.e, s. 200.; 6. a.g.e, s. 201.; 7. a.g.e, s. 202.; 8. Emirdağ Lâhikası-2, s. 177.; 9. a.g.e, 51-52.; 10. Hutbe-i Şâmiye, s. 78.; 11. Emirdağ Lâhikâsı-1, s. 204.; 12. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, 6.; 13. Münâzarat, s. 53.; 14. Beyanat ve Tenvirler, s. 214.; 15. Şuâlar, s. 405.; 16. Emirdağ Lâhikası, s. 238.; 17. a.g.e s. 67.; 18. a.g. e.; 19. Lem’alar, s. 163.

12.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Köklü bir hareket olarak Demokratlar



Türkiye'nin çok partili sisteme geçtiği 1940'lı yılların ikinci yarısında kurulan ve siyaset sahnesinde boy göstermeye başlayan Demokrat Partiyi Meşrutiyet devrindeki Ahrar Fırkası ile irtibatlandırarak (ispatı aşağıda), her iki parti için de açık desteğini beyan eden Bediüzzaman Said Nursî'nin bu yaklaşım tarzından anlıyoruz ki:

Bir: Destek verdiği partide kök ve asâlet bağı aramıştır.

İki: Otuz beş senelik kesintiye (1915–1950) rağmen, bu iki parti arasındaki fikir ve kadro paralelliğini göstermek ve benzerliklerini nazara vermek istemiştir.

Üç: Kök ve asâlet sahibi olmayan nevzuhûr hareketlere iltifat etmediğini ve itibar göstermediğini, fikren ve fiilen ortaya koymuştur.

* * *

Bir mektubunda DP'nin kongresinden "Ankara'da dindar Ahrarların kongresi" diye söz eden (Emirdağ Lâhikası, s. 426) Üstad Bediüzzaman, bir başka mektubunda ise– en küçük bir tereddüde dahi yer bırakmayacak şekilde–bu iki siyasî hareket arasındaki çok yönlü münasebeti şu sözleriyle beyan ediyor: "Otuz beş senedir ki siyaseti bırakmıştım ve Nurculara da 'Bırakınız!' diyordum. Sebebi, siyaset ihlâsı kırar. Fakat şimdi hissettim ki, bazı münafıklar, dindarları perde yapıp dini siyasete âlet; sonra da siyaseti dinsizliğe âlet etmeye çalıştıklarından, sâfdil dindarların hatırı için bir–iki defa siyasete baktım. Gördüm ki: Bizi bu üç–dört mahkemede 'Dini siyasete alet ediyor' diye itham edenler, kendileri dessasâne dini tezyif etmek–siyaseti dinsizliğe âlet etmek–için, dinsizlik düstûrlarını kànuna bağlamak gibi dünyada hiçbir şeddat, hiçbir zalimin yapmadığı bir dehşet gördüm. Şiddetli bir me’yusiyetim içinde, hürriyet başında (1908) bizimle, yani ...İttihad-ı Muhammedi ile müttefik olan (1915'ten sonra tamamen sindirilen) Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi (1950), yine uyandı. Birden şeâir-i İslâmiyenin başında olan ezân-ı Muhammedî’yi farmasonların zincirlerini kırıp ilân etmesiyle; siyasetten kat–ı alâka eden, eskide 'İttihad-ı Muhammedî şimdi 'Nurcular' nâmını alan ve İttihad-ı İslâm içinde bulunan kardeşlerimiz, yanlış basmamak için bazı şeyleri söylemek isterdim. Fakat Risâle-i Nur benim bedelime konuşuyor." (Beyanat ve Tenvirler, s. 202)

* * *

Evet, bu mektupta 1950'de iktidara gelen Demokrat Parti hareketini Ahrarların devamı ve takipçisi olarak gören Üstad Bediüzzaman'ın, dindar kesimin oyuna gelmesinden ve yanlış basmasından büyük endişe duyduğu da açıkça fark ediliyor.

Bu münasebetle, günümüzdeki Demokratların kök ve asâlet yönüyle ilgili olarak yaptığım bazı tesbitleri, kısa maddeler halinde nazara vermek istiyoruz:

1) Bugün yeniden Demokrat Parti ismini alan siyasî hareket, hiçbir çekinme ve kompleks emaresi göstermeksizin, 1950–60 yıllarındaki DP'nin devamı, hatta tâ kendisi olduklarını her fırsatta ilân ve izah ediyorlar.

2) Bugünkü DP'nin kurmay kadrosunu, geçmişteki DP, Ahrarlar ve hatta Genç Osmanlılarla dahi karşılaştırarak gördük ki, gerek salâhât ve gerekse maharet yönü itibariyle, aralarında harikulâde bir uyum, benzerlik ve paralellik hali mevcuttur.

3) Bundan yüz sene evvel Ahrarları ve elli sene evvel de Demokratları destekleyen, onlara istinat noktası olan ihvanlarımız, bugün de hiç çekinmeyerek onların halefi durumundaki Demokratları aynı ölçüler içinde kalarak destekleyebilirler.

Erbakan'ın salvoları

Necmettin Erbakan, yeniden siyaset sahnesinde.

Saadet Partisinin seçim başarısı için, elinden geleni ardına koymuyor.

Bu arada sağa sola saldırmayı da ihmal etmiyor.

En büyük saldırıyı ise, halen AKP'nin kurmay kadrosunu teşkil eden eski çömezlerine müteveccihen yapıyor.

Hem, öyle büyük lâflar ediyor ki, maazallah eğer aynı şeyleri biz söylese idik, AKP'nin avukatı kesilmiş bazı dostlarımız bizi yekten tefe koyardı.

İşte bakın, o salvolarından sadece bir–iki nümunesini görün Erbakan Hocanın...

Bir kaç gün önce "AKP'ye oy vermek, Cehennem'e bilet kesmektir" diyen Hoca, hemen ardından Bilkent Otel'de yaptığı konuşmada "AKP'ye oy vermek, siyonizme oy vermek demektir. 'Köle olmak istiyorum' demektir” diye, çok ağır lâflar etti. Geçtiğimiz Cuma günü SP'nin Trabzon mitinginde yaptığı uzun konuşmasında da aynı sözleri tekrar ve işi bir adım daha ileri götürerek "Bunlar Millî Görüş gömleğini çıkarıp deli gömleği giydiler. AKP, esasında Yahudilerin emir ve kontrolü altına girmiş, onlara burada uşaklık ediyor..."

Açıkça ifade edelim ki, biz bu tarz bir üslûbun siyasette kullanılmasını beğenmiyor ve doğru da bulmuyoruz.

Ancak, Erbakan Hocadır bu... Onun siyasette yıllardır kullandığı üslûp tarzı, ne yazık ki budur.

Ve yine ne yazık ki, böylesi bir üslûbu ihtiyar edip üstelik alışkanlık haline getiren Erbakan Hocaya, geçmişte siyaseten destek vermediğimiz için yakamıza yapışan bazı dostlarımız, bugün de niçin AKP'ye destek vermiyoruz diye bizi sıkboğaz etmeye çalışıyorlar.

Yakamızda, aynı ellerin parmak izleri 35 yıldır hiç eksik olmadı.

Şimdi, o aynı ellerin sahiplerini vakur bir edâ ile ikaz etmeye ve en azından "Yetti be kardeşim. Lütfen, artık çekin elinizi yakamızdan" demeye hakkımız yok mu?

Özel cevap mâzereti

Vaktin ve sâir şartların müsaadesizliği sebebiyle, e–posta, mektup veya faks yoluyla yazı/mesaj gönderen değerli okurlarımıza özel cevap/karşılık veremiyoruz. Şu sıralar bizi mâzur görsünler. İnşaallah, fırsat bulur bulmaz gerekli mukabelede bulunmaya çalışırız. Berâ–ı mâzurat. M.L.S.

12.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sorular-cevaplar



KKTC’den Ahmet Canlar:

*“1- Elbiseme köpek salyası döküldü; Şafiî mezhebine göre nasıl temizleyebilirim? 2- Ramazan’da fıtır sadakasını Kıbrıs şartlarına göre nasıl ve ne kadar ödeyebilirim? 3- Elimizde olmadan faize girmişsek günahından kurtulmak için ne yapabilirim? 4- Elimizde olmadan haram ortamında bulunursak kendimizi harama bakmaktan nasıl koruyabiliriz? Meselâ üniversite ortamında nisaları uygun olmayan elbise ile görünce ne yapmalıyız? Harama bakma günahından kurtulmak için ne yapmamız gerekiyor?”

1- Bütün necasetler su ile temizlenir. Köpek salyası bir elbiseye bulaştığında elbise bol su ile yıkanarak temizlenir. Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Birinizin kabından bir köpek su içerse, o kabı biri toprak ve su ile karışık olmak üzere yedi defa yıkasın.”1

2- Ramazan’da bir kişiye ait fıtır sadakası iki yemek bedeli kadardır. İki yemek bedelinin fıtır sadakası niyetiyle bir fakire verilmesiyle fıtır sadakası verilmiş olur.

3- Bütün günahlardan arınmanın tek yolu tövbe ve istiğfar ederek Allah’ın affına sığınmaktır. Cenâb-ı Allah: “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir’”2 buyurmuştur.

4- Haram ortamda bulunursak harama bakmaktan kendimizi korumak pek kolay olmaz. Kendimizi mümkün mertebe haramlara karşı korumakta sıkıntı çekeceğimiz ortamlardan çekip uzaklaştırmak en etkin çözüm olarak gerekiyor.

Günümüzde yolda, sokakta, çarşıda, okulda, iş hayatında açık saçıklık maalesef bir medeniyet ukalalığı halinde görgüsüzce yaşandığı için, ne yazık ki, takva sahibi Müslüman’ın cihanşümul ahlâkî değerlerini bu ortamlarda yaşaması, köyde ya da dağda yaşamaya göre daha büyük manevî çaba gerektirmektedir. Hiç şüphesiz çabası derecesinde sevabının ve feyzinin de büyük olması Allah’ın rahmetinden umulmalıdır. Biz günah cihetini bir tarafa bırakıp, sakınıldığı takdirde sevabının büyük olduğunu asla unutmayalım ve mutlaka sakınma gayreti içinde olalım. Gayretimizin bizi büyük sevaba ulaştıracağını aklımızdan çıkarmayalım.

Kur’ân’ın nazarında imandan sonra en ziyade esas olan takvanın ve salih amelin günümüz şartlarında nasıl kazanılacağı konusunda Bediüzzaman Hazretleri ehemmiyetli değerlendirmelerde bulunmuştur. Bediüzzaman’a göre, bu tahribat, sefahet ve cazibedar hevesat zamanında, günahlardan uzaklaşmak ve günahları terk etmek takva olarak ön plâna geçmiş bulunmaktadır. Bu zamanda ahlâkî yozlaşma hızlandığı ve ahlâkî bozulmalar arttığı ve maalesef bu süreç savunulduğu ve yerleştirilmeye çalışıldığı için, unutmamalıyız ki, bu büyük yıkıma ve kıyıma karşı en büyük güç, yaşadığımız takva olacaktır. Bu çerçevede bu zamanın reçetesi, farzları yapmak ve günahlardan sakınmaktan ibarettir. Yani farzları yapan ve günahları işlemeyen bu zamanda kurtulur. Az bir salih amel, böyle ağır şartlar altında çok hükmündedir. Çünkü bir haramın terki vaciptir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlerden daha fazla sevap getirir. Böyle binler günahın hücumu zamanlarında bir tek sakınmak, az bir amel ile yüzer günah terkiyle, yüzer vacip işlenmiş olmaktadır. Bu ehemmiyetli sevap serveti, niyetle, takva namıyla ve günahtan kaçınmak kastıyla elde edilebilir.3

***

Ankara’dan okuyucumuz:

*“Her geçen gün ömrümüzden eksiliyor. Zamanın gidişâtına baktığımızda günlerin çok çabuk geçtiğini görüyoruz. Bu nedenle zamanın su gibi geçmesini ahir zaman alâmeti olarak görebilir miyiz?”

Dünya durmuyor, şiddetle dönüyor. Ömür durmuyor, hızla ilerliyor. Dünya hayatı, yerini sür’atle âhiret hayatına terk ediyor. Fakat, zamanın gidişâtı fizikî olarak eskiden de aynı ölçülerde idi. Eskiden de bir gün yirmi dört saat, bir sene on iki aydan ibâretti. Her seneyi insanlar yaş için bir ölçü birimi olarak algılıyorlardı. Şimdi de öyle. Şüphesiz günümüzde koşuşturma arttı. Hayatın akış hızı şiddetlendi. Renk ve zevk tercihleri farklılaştı ve görenek belâsıyla ihtiyaçlar arttı. Tüm bunlar peşinde ömrümüzü tüketiyoruz. Zaten eskiye nazaran ömrümüz de kısa.

Görenek belâsı ile ihtiyaçların artması âhir zaman alâmeti sayılabilir. Fakat esas olan haramlara girmemek ve âhiret hazırlığını yavaşlatmamaktır. Biz bu hızda yaşarken de kendimizi ebedî âhirete hazırlamakla görevliyiz.

Dipnotlar:

1- Müslim, 279; Darekutnî, 1/65. 2- Zümer Sûresi: 5. 3. - Kastamonu Lahikası (yeni), s. 206.

12.07.2007

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Vazifeyi ehline vermek



Peygamber Efendimiz (asm) “Vazifeyi ehline veriniz” buyuruyorlar. Vazife deyince, dinî, içtimaî, siyasî, idarî ve teknik işler akla gelir. Bir işi en güzel şekilde kim ifa edecekse, o iş ona verilmelidir. İş ve vazife dağılımında ölçü, liyakat olmalıdır. Yoksa, kişilerin hatırı, sosyal statüleri, dostluklar, duygusal yakınlıklar ve şahsî kemalâtlar, vazife tevdi edilmesinde bir ölçü olmamalıdır. Hatta inancımızı doğrudan ilgilendirmeyen konularda, dinî kıstaslar da dikkate alınmaz. Zaten yukarıdaki hadis-i şerifte, “Vazifeyi ehline veriniz” deniliyor. “Vazifeyi dindara veriniz” denilmiyor. Ama aynı işi aynı şekilde yapabilecek iki kişiden birisini seçmek gerekiyorsa, elbette Allah’ı tanıyan ve itaat eden tercih edilir. Ama, bir meslek ve sanatta kişilerin dindarlıkları değil, o meslekteki bilgi ve becerileri tercih nedenidir.

Siyaset de bir idare sanatıdır. Bu sanat en güzel şekilde demokratik sistemlerde icra edilir. Halk kendi iradesini belirli bir süre için vekillerine emanet eder, onlar da halk adına ve halkın isteği doğrultusunda bu iradeyi idareye yansıtırlar. İdare sanatında başarının ölçüsü dindarlık veya dinsizlik değil, halkın memnuniyeti, hak ve özgürlüklerin kazanılması ve korunması, adaletin sağlanması, ekonomik ve bilimsel alanda ilerleme ve kalkınma gibi teknik unsurlardır. Aynı idare altında değişik ırk, inanç ve mezhep sahibi insanlar bulunabilir. Herkese eşit mesafede duran, her vatandaşın hak ve menfaatlerini koruyan, herkesin eşit haklara sahip olduğu bir hukuk sistemini tesis eden ve uygulayan bir sistem, dinimizin de tavsiye ettiği bir yönetim şeklidir. Onun için idarecilerin sadece dindarlığı ölçü alınarak seçim yapılması her zaman doğru bir seçim olmayabilir.

Siyasî tercihlerimizde yaşanan tecrübeler de bize bir yol gösterici olabilir. Bu günkü siyasî partilerin fikir yapıları yeni ortaya çıkmış bir durum değildir. Meşrutiyetten beri siyasî partiler faaliyettedirler. İsimler değişse de, fikir yapılarında fazla bir farklılık olmayan “dört parti” her devirde varlığını ve misyonunu devam ettirmektedir. Yüzyılı aşın bir süredir yaşanan tecrübeler göstermiştir ki, gerek ekonomik, gerek siyasî ve sosyal alanda milletin en huzurlu olduğu dönemler demokrat zihniyetteki kadroların iş başında bulunduğu dönemler olmuştur. Bu dönemlerde her düşünce ve inançtaki insanlar özgürlüklerini en geniş şekilde yaşamışlar, inanç ve hayat tarzlarına fazla bir müdahale edilmemiştir.

Ne zaman ki dinî söylemler ön plana çıkartılarak siyaset yapılmış, o zaman bundan en büyük zararı dindarlar görmeye başlamıştır. Din siyasete karıştırılınca, elmas gibi hakikatler cam parçaları haline gelmiş, siyasî hırs ve hissiyât şeytanı melek, melekleri de şeytan gibi göstermiştir. Onun için Bediüzzaman Hazretleri “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” diyerek siyasetten kaçmış, dini siyasetin çirkefinden korumak için çırpınmıştır. “Bu vatanda dört parti var” hakikatini izah ederken de, din adına parti kurmanın ne kadar mahsurlu olduğunu nazara vermiş, dindarların demokratlara destek vererek elmas gibi hakikatlerin cam parçası seviyesine düşürülmemesini istemiştir. “Din umumun ortak malıdır” diyerek, dini siyasetin üzerinde tutmuş, siyasî cerbezelerden kurtarmak istemiştir.

Dindarlar için en iyi ortamın hürriyet ve demokrasi ortamı olduğu geçmiş tecrübelerle de sabittir. Dinî alandaki gelişmelerin hangi dönemlerde meydana geldiğine bakıldığı zaman, demokrat kadroların iş başında olduğu dönemler olduğu görülecektir. Ezanın aslına çevrilmesinden başlayarak, Kur’ân kurslarının faaliyete geçmesi, İmam Hatip Liselerinin ve İlâhiyat Fakültelerinin açılması, dinî eserlerin serbestçe yazılıp neşredilmesi, hep demokratların iş başında olduğu dönemlerde olmuştur. Ne acıdır ki, bütün bu hak ve kazanımlar da, din adına ortaya çıkan ve “Demokrasi küfür rejimidir” diyen partilerin iktidar ortağı olduğu dönemlerde kaybedilmiştir. Demokratlar döneminde açılan İmam Hatip Liseleri bunların iktidar döneminde kapanmaya yüz tutmuştur. Baş örtüsü sıkıntısı bunların devr-i iktidarlarında bir zulüm halini almıştır. Yılların kazanımları tek tek kaybedilmiş, dinî alan iyice daraltılmış, “kamusal alan” sokaklara ve parklara kadar genişlemiştir.

Buradan şunu anlıyoruz ki, din adına siyaset yapanlar siyasetin ve yönetim sanatının ehli değillerdir. Zaten ehil bile olsalar, din adına siyaset yapmak yanlıştır. Onun için demokrasi adına siyaset yapanlar ve yönetime talip olanlar iş başına gelmeli, milli irade onlara emanet edilmelidir. Yılların tecrübesi göstermiştir ki, bu alanda ehil olanlar demokratlardır.

12.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yanlış sonsuza kadar sürmez



Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Sınavı (ÖSS) sonuçları bugün açıklanacak. Muhtemelen, meslek liselerinin mağdur edildikleri bir defa daha görülecek. Başta imam hatip liseleri olmak üzere bütün meslek lisesi mezunları, inadına uygulanan politikalardan dolayı sıkıntılı.

Her defasında soruyoruz: Üniversite imtihanı ‘bilgi’yi ölçüyorsa, imtihanda sorulan bütün soruları doğru cevaplayan bir öğrenci niçin istediği fakülteye girmesin? Sırf, imam hatip lisesinde okuyor diye bir öğrencinin engellenmesi, kazandığı halde belli okullarda okuyamaması ‘kökten yanlış’ değil mi? Bu uygulama, başarıyı cezalandırmış olmuyor mu?

İmam hatip lisesi mezunlarını mağdur eden uygulamanın onlarca, yüzlerce örneği var. Bir örneği de yakın zamanda görüldü. Başörtüsü yasağı yüzünden Türkiye’de okuyamayan Düzce İHL mezunu Ayşegül İlhan, Viyana Tıp Fakültesini 4,5 yılda bitirerek diploma aldı. (Yeni Asya, 2 Temmuz 2007)

Bu ve benzeri haberler, yasakçıları hiç üzmez mi? Bir öğrencinin sırf başörtüsü yasağı yüzünden gurbet ellere gitmesi ve orada başarılara imza atması Türkiye’deki yasağın anlamsızlığını göstermek için yetmez mi?

İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği (ÖNDER), 22 Temmuz seçimleri öncesi; başta siyasetçiler olmak üzere bütün Türkiye’ye seslerini duyurmak maksadıyla “İstiyoruz” başlıklı bir açıklama yayınladı. Dün gazetemizde de yer alan duyuruda (11 Temmuz 2007), unutulan ve unutturulan önemli konulara dikkat çekilmiş. 14 başlıkla ifade edilen isteklerin kısa özeti şöyle:

*Eğitim sistemimizi alt üst eden, farklı katsayının acilen kaldırılmasını, *Kılık kıyafet yasağının tüm kamuda ve eğitim kurumlarında bir an önce sona erdirilmesini, *Zorunlu eğitim süresinin arttırılması ve okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılmasını, ancak ilköğretim 4. veya 5. sınıftan sonra yetenekler, iş alanları ve eğilimler gözönüne alınarak tercihli eğitime geçilmesini, *Din eğitimi ve Kur’ân eğitiminde tüm yasaklayıcı kararlara son verilmesini; yetişkinlerin ve çocukların doğru din eğitimi ve Kur’ân eğitimi alabilmesi için düzenlemelerin yapılmasını, *İHL binalarının yapılış gayesine uygun olarak tekrar eğitimin hizmetine verilmesini, *Ordudaki din subaylığının gelişmiş tüm dünya ülkelerinde olduğu gibi aktif hale getirilmesini, *Hastanelerde din hizmetlerinin gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sağlıklı bir şekilde yerine getirilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılmasını, *İlahiyat Fakültelerinin düşürülen kontenjanlarının talepler doğrultusunda arttırılmasını, *Din hizmetlerinde keyfiyetin ve memnuniyetin arttırılmasını ve din görevlilerinin özlük haklarında iyileştirmelerin yapılmasını, *Değişik ülkelerdeki üniversitelerden mezun olmuş binlerce insanımızın diploma denkliklerinin verilmesini ve haklarının iade edilmesini, *İlköğretim ve liselerde Din Kültürü derslerinin, İslam Dini ağırlıklı olmak üzere tüm dinleri kapsayacak şekilde düzenlenmesini, *Tüm dünyada olduğu gibi okul öncesi eğitimde değerler eğitimine önem verilmesini, *Gençlerimizi kuşatan şiddet ve uyuşturucu gibi sorunlara sevgi ve eğitim açısından yaklaşarak acil çözümlerin bulunmasını, *İmam Hatip Liselerinin ve dini konuların polemik malzemesi haline getirilmemesi hususunda herkesin hassas davranmasını istiyoruz.

Aslında bu talepler sadece bir sivil toplum kuruluşunun talebi değil, bütün bir milletin talebidir. Başta siyasetçiler olmak üzere Türkiye’yi idare edenler lütfen bu talepleri dikkate alsın...

12.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine mi yanlış hesap?



AKP’nin hesabı, genel seçime cumhurbaşkanını seçerek normal zamanında gitmek ve böylece hem Çankaya’ya kendi içinden birini çıkarmış, hem de beş yıllık seçim süresini tamamlayıp bir rekora daha imza atmış bir iktidar partisi olmanın rüzgârıyla seçmenin karşısına çıkmak suretiyle gücünü arttırmaktı.

Ama bu hesap tutmadı. Yürürlükteki ihtilâl anayasasına, vakti gelince ve ihtiyaç oldukça kullanılmak üzere gizlenmiş pek çok tuzaktan biri olan 367 engeline takıldı. Sonrası mâlûm.

Bir anda Genelkurmay ve Anayasa Mahkemesi gibi devletin kilit kurumlarını karşısında bulan AKP’nin bu duruma ilk tepkisi “mağduriyet” moduna girip başkalarını suçlamak oldu.

Cumhurbaşkanı seçimi sürecindeki kendi hatalarını bu yolla ustaca örtmeyi ve ortaya çıkan sonucun faturasını da özellikle DYP ile ANAP’a yıkarak işin içinden sıyrılmayı denedi.

Ardından, düşürüldüğü 367 tuzağına misilleme olarak, cumhurbaşkanını halkın seçmesini ve toplantı yetersayısının 184 olarak kesinleştirilmesini öngören bir anayasa paketi çıkardı.

Ama bunu da bir bütünlük içinde yapamadı.

Paketin içinde yer alması gereken ve referanduma gitme süresini 120 günden 45 güne indiren düzenlemeyi bilâhare ayrı bir fasıl olarak tedavüle sokması bunu gösteriyordu.

Neticede çıkardığı paket veto engelini aşıp Anayasa Mahkemesinden de beklenmedik bir şekilde vize aldı, ama açıkça görünen o ki yeni cumhurbaşkanının seçiminde bir işe yaramayacak.

Referandum süresini kısaltmak için çıkardığı kanun da vetolu vaziyette rafa kalkacak.

Yani, iki buçuk aylık bir fırtınanın sonucunda gelinen nokta bu. Bir de, 16 Mayıs’ta süresi dolmuş olan Sezer’in hâlâ Çankaya’da oturmaya devam ediyor olması.

İşin bir diğer enteresan tarafı, Erdoğan’ın bu yeni duruma da kolaylıkla intibak etmiş bir görüntü vermeye başlaması. “Yeni cumhurbaşkanını yeni Meclis seçecek; bu defa uzlaşma arayacağım; elimde liste, aday isimleriyle tura çıkacağım” şeklinde açıklamalarda bulunması.

Tersinden okunduğunda, 27 Nisan öncesindeki tavrın yanlış olduğunu zımnen itiraf niteliği de taşıyan bu pozisyon değişikliği, aynı zamanda 24 Nisan günü AKP grubunda büyük bir feragat edasıyla aday gösterilen Abdullah Gül’ün de, “Adaylığım sürüyor” şeklindeki ısrarlı beyanlarına rağmen, artık yeni listede yer almayacağının sinyalini veriyor. Çünkü Gül, üzerinde uzlaşılabilecek bir isim olmaktan çıktı.

Sonuçta Gül, yıprandığıyla kalmış oldu.

Öte yandan, Erdoğan’ın bu seferki uzlaşma söylemleri de, öncelikli muhatabı olarak gördüğü Baykal nezdinde olumlu mâkes bulmuş gibi görünmüyor. Bu uzlaşma çağrısına da “takiyye” kuşkusuyla yaklaşan CHP lideri, Erdoğan’ın listeyle gelmesini ise “seçenekli dayatma” olarak niteliyor ve buna da karşı çıkıyor. Dahası, cumhurbaşkanı tartışmasının toplumu çok böldüğü gerekçesiyle, “Sezer gibi Meclis ve siyaset dışı tarafsız (!) bir isim bulalım” diyor.

Bu demektir ki, Erdoğan Dolmabahçe randevusundan sonraki yönelişleri çerçevesinde cumhurbaşkanı seçimi için uzlaşma adresi olarak CHP ile işi bitirme hesapları yapıyorsa, bir kez daha duvara toslaması sürpriz olmayacak.

12.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Evrim ve devrim çıkmazı



Zaman zaman AKP konusunda fikrimi ve tavrımı soruyorlar. Bir cihetle ekseri dostlarımız o canipte ve camiada olduğundan dolayı çok da açıktan fikir beyan etmiyoruz. Bununla birlikte, hakkın hatırı ali olduğundan bendeniz AKP’nin asıl zararının dindar kesimlere olduğu kanaatindeyim. Şöyleki, AKP Yenilikçi hareket olarak yola çıktığında siftahı, sakalları kısaltarak veya keserek ve bıyıkları budayarak yaptı. Bıyıkların dinin değil de örfün bir gereği olduğu söylenebilir. Doğrudur ama örf de kimi ulemaya göre nassı veya umumu tahsis eder. Öyledir de.

Maalesef İslâmî kesimlerin bu noktalarda ricatını gördükçe tek bıyık savunucusu olarak Alevi kesimden Rıza Zelyut’un kalmasına hayıflanıyorum. Bir yerde de o zatı tebrik ediyorum. Yandaşları açısından maddi olarak AKP’nin artı bir değer ürettiği söylenebilir. Siyasi açıdan bir şey diyemiyeceğim ama sosyolojik açıdan bizim zeminimizi çürütüyor. Benim bir tezim var. Buna göre, 12 Eylül’den itibaren İslâmî kökenden iktidara gelen muhafazakâr partiler insanımızı manevi değerlerden ziyade maddi değerlerle tanıştırdıkları için dejenere ettiler. Böylece siyasetin dayandığı altyapı olan insan unsuru kirlendi. Fedakârlık yerine hedonizme ve zevkperestliğe bıraktı.

Bunun sonucu sadece soyolojik yapı değil sosyolojik yapının çekirdeği olan aile de sarsılmaya başladı. Bunu AKP’ye oy veren kitleler içinde gözlemlemek mümkün. Sağ iktidarlarla birlikte cefa yerini sefaya bıraktı. Böylece rant sistemine bulaşamayan destekçi kitleler de bile bir bozulma ve yanlışı içselleştirme, meşrulaştırma anlayışı egemen oldu. Kısaca rantçı anlayış kitleyi soyut olarak dönüştürdü. Sıfat üzerinden rekabet isim üzerinden bir rekabete dönüştü. Rekabetin içi boşaldı. Yani işin mahiyeti kalmadı. 12 Eylül’ün apolitizasyonu muhafazakâr parti iktidarlarıyla birlikte aislamizasyona dönüştü. Böylece sisteme pasif olarak eklemlendiler. 2002 sürecinden sonra bazı askeri çevrelerin dediği gibi sistem dışında bulunan kitleleri sisteme dahil etmenin en kestirme yolunu muhafazakârları da sisteme dahil etmekti. Bu sistemin içine almayla birlikte once partiler sonra da siyasetçiler birbirine benzedi. İş, ‘Yok birbirimizden farkımız biz Osmanlı Bankasıyız’ tekerlemesine döndü. CHP bir yerde tarihi olarak anti islamizasyonu temsil ediyorsa AKP ve selefleri de aislamizasyonu temsil ediyorlar. Bu itibarla CHP çizgisine devrimci çizgi diyorsak ANAP ve devamındaki partiler de evrimci çizgideki partilerdir.

***

AKP’nin en temel yanlışlarırndan birisi hem maddi hem de siyasi olarak paylaşmayı becerememesidir. Cumhurbaşkanlığı meselesini tıkayan da bu anlayış olmuştur. Bu paylaşmama anlayışı mali açıdan AKP’li yeni türedi zenginler imal etmiştir. Bununla birlikte, bu durum sadece siyasetle ilgili değildir. AKP gibi birçok cemaatın da ortak vasfı parayla oynuyor olmalarıdır. Burada AKP tek başına bir fenomen değildir ve geniş havzasıyla yani yenilikçi İslâmi hareketlerle birlikte anılmalıdır. Onlar da aynı yolun yolcusudur. Evvelemirde bu durum kendi karakterlerine veya manevi karakterlerine zarar vermektedir. Ardından da onlara gönül veren geniş kitlelere.

Siyasi paylaşmazlığa gelince; AKP vitrin değişikliğine gitti ama dürüst ve fedakâr insanları ödüllendirmedi. Altarnatifsizlik AKP’nin hem avantajı hem de dezavantajıdır. Mecliste olağan altarnatif olmadığında sistem tıkanmış demektir ve bu durumda devreye olağandışı altarnatifler girer. Buna karşı da tedbir siyasi ittifaklar ve dengeli ve güçlü adamların meclise taşınmasıdır. Bu noktada siyasi ittifaklar yerine vitrin süslemesiyle güç odaklarına şirinlik mesajları verilmiştir. Siyasi ittifak çerçevesinde Hasan Celal Güzel veya Muhsin Yazıcıoğlu gibilerini ya doğrudan Meclis’e taşıyabilir ya da yardımcı olurlardı. Ama hırs infiradçılığa ve güç de istiğnaya yol açmıştır. Mevhum güçleri gözlerini kamaştırmıştır. Bu da siyasi zeminlerinin gayet çürük ve kaygan olduğunu gösterir. İki nedenden dolayı AKP siyasi rüzgârlar ve fırtınalar karşısında dik duramaz. İbni Haldun’un dediği gibi maddiyatla ve refahla birlikte rahata gömülmüşlerdir. Rahata gömülen kitlelerin veya siyasî kadroların da direnci ve geleceği olamaz. Geldikleri gibi giderler. En nazenin şey rahatlığın sembolü sermayedir. İdeolojisini kaybetmiş siyasi sermaye de öyledir. İdeolojisini kaybederek misyonunu, misyonunu kaybederek de vizyonunu kaybetmiştir. Vizyonunu kaybeden de hangi istikamete gittiğini bilemez. Yönünü tayin edemez. Gündüz dahi kördür. İş yapayım derken işgüzarlık yapar. Rahatlık dinamizmi çürütür. Eğer bugün AKP’de hâlâ dinamizmden bazı kırıntılar kalmışsa bunu yine de eski özüne borçludur.

***

Yenilikçi hareketle birlikte gelen sakalların kısaltılması parti döneminde yerini başörtüsünde gerilemeye bırakmıştır. Bu bir moderniz ve ona doğru dönüşümdür. Bunu kamusal alanla ilgili söylemiyorum. Özel alanla ilgili söylüyorum. Kendi dünyalarında da başörtüsü hassasiyeti zayıflamıştır. Burada devrim ile evrim çizgisini ayrt etmek için iki misal vermek yerinde olacaktır sanırım.

Bunlardan birisi: MHP’li eski milletvekili Nesrin Ünal örneğidir. O talimatla başörtüsünü çözdü. AKP çizgisi ve aynı havzadan beslenen muhtelif cereyanlar ise özenerek ve özenti ile başörtülerini hafifletiyorlar. Bu noktada Ertuğrul Özkök’ün 3 Temmuz 2007 tarihli yazısı bir ibret levhasıdır. Nesrin Ünal’ın devrim çizgisiyle başını açması örneğine paralel olarak beklenti ve özentilerle bayan Gürtuna da geçirdiği evrim süreciyle birlikte sonunda başörtüsünü açmıştır. Bazıları onun AKP ile ne alakası var diyorlar. Aynı geniş havzayı temsil ediyorlar. Aradaki fark şahsidir. Zaten Abdullah Gül de ‘Çankaya’ya çıksaydım başörtüsünü modernleştirecektim’ demedi mi? Ve yine AKP’yi de kavralayan havzaya baktığımızda Yusuf Zeynelabidin Bey’in Berlin’deki kızı ve Yeni Şafat’taki bazı muhabirelerin kazandıkları son vaziyet ortadadır. Aday adaylarının bu yöndeki açıklamaları da ortadadır.

Dolayısıyla dindarlara, sosyolojik anlamda hiçbir parti kendileri kadar veya dini geçmişten gelen partiler kadar zarar veremez. Netice itibarıyla, devrim ve evrim yolu aynı sonuca yani modernizme çıkıyor. Birisi içeriden diğeri dışarıdan. Birisi yukarıdan diğeri aşağıdan.. Devrimciler de bu arada evrim çizgisiyle alâkalı sabır sınavından geçiyorlar.

12.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004