Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Nimetullah AKAY

Ruhları huzura kavuşturan iklim



Bizlerin ve gördüğümüz, görmediğimiz her şeyin bir yaratıcısının olması, var olan her şeyin bir kanuna, bir nizama tâbî olmasını gerektirir. Yaratılanların en mükemmeli insanlar başta olmak üzere hiçbir varlık başıboş değildir. Hiçbir varlık sebepsiz bir şekilde yaratılmamıştır.

Bilhassa yaratılan bütün canlıların rızıklarının mükemmel verilmesi, hepsinin kendilerine göre bir hayat tarzının olması, en küçük bir canlıdan tutun en büyük varlığa kadar her şeyin şaşmaz bir kanuna tabi olması gibi gerçekler Hâlık-ı Külli Şey olan Rabbimizin varlığını ve kudretini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.

Bütün varlıklarda görülen harika düzen, her şeyden önce akıl ve şuurla mücehhez kılınan biz insanlara bir çok sorumluluklar yüklemektedir. Hiçbir mahlukatta görülmeyen güzel duyguların insana verilmesinin elbette bir bedeli olacaktır. Genelde bedel denince akla üstesinden gelinmesi zor durumlar geliyorsa da, biz insanlardan istenen bedelin rahatlıkla yerine getirilebilir özelliğe sahip olması, işimizin Yaratıcımız tarafından ne kadar kolaylaştırıldığının bir göstergesidir.

Ne yazık ki, fani ve geçici olduğu her halinden belli olan bu dünya hayatına olduğundan fazla ehemmiyet vermemiz ve kabrin öbür tarafındaki ebedî hayatı kazanmak için yeterince çaba sarf etmememiz, farkında olsak da, olmasak da bizim için en büyük problem olarak karşımızda durmaktadır.

Unutmayalım ki, ebedî hayat ile ilgili problemimizi halletmediğimiz zaman, dünya hayatının insanı adeta boğan sıkıntıları daha kolay ortaya çıkabilmekte ve insanın dünyasını yaşanmaz hale getirmektedir.

Hiç unutmamamız gereken Rabbimizin varlığını ve bu dünya hayatının geçiciliğini bize anlatan ve böylece ikâzcılık vazifesini yapan o kadar çok şey vardır ki, bu durumdan istifade etmeyip, şeytanî tuzaklara düşmemiz biz insanların cahilliğin en koyusu içinde bulunduğumuzun ispatıdır.

Bir kere fazla uzaklara gitmeden insanın kendisinden başlaması, ışığın ucunu bulmak için yeterli bir girişimdir. Bir su damlasından sonra hangi safhaları geçerek bir insan olarak yaratıldığımızı ve dünya hayatına nasıl hazırlandığımızı düşünürsek, çocukluğumuzdaki, gençliğimizdeki ve ihtiyarlığımızın geçtiği yıllardaki gelişmeler üzerine kafa yorarsak, mutlaka bu tefekkürî haletlerimiz bizleri bir olumlu sonuca ulaştırır.

Ölümlü bir hayata güvenmek büyük bir yanlışlıktır. Her geçen günün bizleri bir adım daha başka bir âleme yaklaştırdığını unutmamamız gerekir. Her şeyi büyük maksatlar için yaratan, yaratılanları büyük bir nizam ve intizamla bir süre yaşattıktan sonra bu dünyadan gönderen Rabbimizin biz insanlardan istediklerini gaflet nazarıyla önemsememek, telâfisi mümkün olmayan sonuçlara katlanmak zorunda kalacağız.

Dünya hayatını asıl maksat yapıp, ahireti unutmak veya ahireti ikinci plana atmak hastalığının bilhassa günümüz insanları için kurtulması zor bir hastalık haline gelmesi korkunç bir gerçek olarak bütün insanlığı tehdit etmektedir ne yazık ki... Bu hastalıktan kurtulmanın yegâne çaresi imanî tefekkürümüzü olabildiğince arttırmak ve Rabbimizin huzuruna günde beş vakit çıkıp biatımızı yenilemektir şüphesiz.

Rabbimizin bizlere bahşetmiş olduğu iman nimetini namaz gibi önemli ibadetlerle takviye etmezsek, bu zamanın dehşetli manevî hastalıklarından kurtulmamız kolay olmayacaktır. Dünya hayatının manevî hayatı yutan canavarlarından kurtulma ve bu canavarları tehlikesiz bir hale getirme görevimizi ihmal edemeyiz. Eğer insan olmanın bizler için ehemmiyeti varsa, insanî akıl ve şuurla bağdaşmayan hal ve davranışlardan kurtulmamız ve uzaklaşmak için çaba göstermemiz gerekmektedir.

Bizleri Rabbimize isyana teşvik eden nefis ve şeytanın küçük-büyük bütün tuzaklarını akamete uğratmamız gerekmektedir. İman nurunun ruhları huzura kavuşturan ikliminden nasiplenme fırsatı bizi beklemektedir.

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Salim Karasu: “Sabah namazının sünnetini, cemaatle kılınan sabah namazının farzından sonra kılmak mümkün mü? Henüz sabah namazının vakti çıkmamış ise tabi.”

Sabah namazından sonra kerahet vaktine kadar nafile namaz kılınmıyor. Fakat kaza namazı gibi farz namazlar kılınabilir.

Sabah namazının sünneti nafile namaz olduğundan, vakti çıkmamış olsa bile, farzdan sonra kılınmaz. Sabah namazının farzında imamın uzun kıraat yapmasının bir hikmeti de budur. Sünneti kılmamış olan kişilere sünneti kılmaları için zaman ve imkân vermektir.

Bu açıdan sabah namazının sünnetini kılmamış olan birisi cemaatin sabah namazının farzına başladığını görse bile, önce kendisi hızlıca sünneti kılar, sonra cemaate uyar. Cemaate yetiştiği yerde uyar. Cemaatle kılamadığı rekâtlarını ise, imam selâm verdikten sonra sırası ile kendisi tamamlar. Allah kabul etsin. Âmin.

***

Abdullah Bey: “Ölmüş birinin gözleri açık olup kapanmamasının bir hikmeti var mıdır?”

Ümmü Seleme (ra) anlatıyor: Ebû Seleme ölünce Resulullah Efendimiz (asm) yanına girdi. Ebû Seleme’nin gözleri açık bulunuyordu. Resulullah (asm) Ebû Seleme’nin gözlerini mübarek eliyle kapattıktan sonra şöyle buyurdu:

“Ruh kabzedildiği zaman, göz onu arkasından takip eder.”

Bunun üzerine ev halkı ağladı. Resûlullah (asm) buyurdu ki:

“Sakın hayırdan başka bir şey söylemeyiniz. Çünkü melekler söyleyeceğiniz sözlere âmin derler.”

Ardından Peygamber Efendimiz (asm) şöyle duâ buyurdu:

“Allah’ım! Ebû Seleme’ye mağfiret et. Onun derecesini hidayete erdirilenler içinde yükselt. Onun ailesinden bâkî olanlara halef ol, vekil ol. Onlara yardımcı ol. Ey âlemlerin Rabbi! Bizim ve onun günahını affet. Ona kabrinde genişlik ver. Orada kendisini nurlandır.”1

Ebû Hüreyre’nin (ra) bir rivayetinde de Peygamber Efendimiz (asm) soruyor:

“İnsan öldüğü zaman gözleri yukarıya doğru dikilmiş olarak görmez misiniz?” Sahabiler:

“Evet ya Resûlallah!” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (asm):

“İşte bu, insan gözünün, ruhu çıkarken arkasından takip ederek bakıp kaldığı zamandır” buyurdu.2

Ölen kimsenin gözleri kapanmayınca, bizim senaryo üreticiler derhal devreye girerler, bir sürü şeyler uydururlar. Dünyada gözü kaldı, yapacak işleri kaldı, dünyasına doymadan gitti, vs. bunlardan sadece bir kaçı. Bunlar gözün açık gitmesinin hikmetini açıklamıyor. Nitekim her insan genelde dünyaya doymadan gidiyor ve genelde her ölenin yapacak çok işi kalıyor.

Gerçek olan, yukarıdaki hadislerin de işaret ettikleri gibi, ruhun çıkışına gözün duyduğu hayranlıktır. Demek can çıkıyorken, kimi insanda göz ruhun arkasından bakıyor; fakat bu sırada can çıktığı için göz kendisinde kapanacak mecal bulamıyor ve açık kalıyor.

Bu durumda ölünün yakınları onun gözünü henüz soğumadan kapatırlar ve gereken diğer cenaze işlemlerini yaparlar.

***

Aziz Bey: “Peygamberler neden hep Araplardan gelmiştir? Neden Türklerden Peygamber gelmemiştir?”

Peygamberlerin hepsi Araplardan gelmemiştir. Her kavme kendi kavimleri içinden Peygamberler gelmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, peygamber gönderilmeden hiçbir kavme azap etmeyeceğini bildirmiştir.3

Türklerden, görünen tarihte bir peygamber geldiği bilinmiyor. Fakat bu Türklerin içinden peygamber gelmediği mânâsını taşımaz. İslâmiyet’le karşılaştıklarında gök tanrı inancı, ruhun yaşadığı inancı, kurban kesme, temizlik, yardım severlik, iyilikseverlik, misafirperverlik gibi inanç ve davranışlar sergileyen ve olumlu bir kültür zeminine sahip oldukları bilinen Türklerin uzak geçmişte bir nebînin tebliği ile aydınlanmadığı iddia edilemez. Bilinmeyen ve bildirilmeyen çok peygamber beşer tarihinde gelip geçmiştir.

Asıl olan Allah’a iman etmek, Allah’ın tebliğine karşı duyarlı olmak ve Allah’ın takdirine râzı olmaktır.

Dipnotlar:

1- Müslim, 3/96

2- Müslim, 3/97

3- İsrâ Sûresi: 15

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Mezarın konuşması



Bir grup Mescid-i Nebevî’de oturmuş, güle güle konuşmaktaydılar. Onları o halde gören Allah Resûlü (asm) bundan hoşlanmamış, “Eğer lezzetleri tahrip edip, acılaştıran ölümü çok hatırlayıp ansaydınız, sizi bu gördüğüm durumunuzdan alıkoyardı. Dikkat edin! Kabrin üzerinden hiç bir gün geçmez ki şöyle seslenmesin: ‘Ben gurbet eviyim. Ben yalnızlık eviyim. Ben azap eviyim. Ben kurtlar eviyim.’”

Kabir böyle seslenir, ama farklı bir boyutta söylendiği için o boyuta giren insan anlar ancak onu.

Kabir inanana da, inanmayana da seslenir. İnandığı gibi yaşayan, kuvvetli imana sahip olan kimseyi sevgi ve şefkatle karşılar, âdetâ alkışlar: “Hoş geldin, safa geldin. Dünyada iken, bana, üzerimde dolaşanların en sevimlisi idin. Şimdi ise seni barındırmış bulunduğum ve bana geldiğin bu gün sana yapacağım ikram dolu muameleyi göreceksin.”

Bu sözlerinden sonra kabir alabildiğine genişler, aydınlanır, Cennetten bir kapı açılır.

Eğer kabre giren kâfir veya günahkâr biriyse kabir öfkeyle karşılar onu. Kızgındır. Çünkü kâinatın hukukuna tecavüz etmiş, görevlerini hafife almışlardır. İstenmeyen bir misafirdir artık o. “Hoş geldin, safalar getirdin” yerine “Hoş gelmedin! Sen dünyada iken sırtımda dolaşanların en sevimsizi idin. Şimdi ise seni barındırdığım ve bana geldiğin bu gün, sana ne yapacağımı göreceksin” diye karşılar onu. Sonra da kabir onu öyle bir sıkar ki kaburgalarını birbirine geçirir âdetâ. Resûlullah (asm) bunun, parmaklarını birbirine geçirerek nasıl gerçekleşeceğini de göstermişlerdi.1

Başka bir rivayetten öğrendiğimize göre ise kul kabre konulunca mezar onunla konuşur ve der ki: ‘Ey âdemoğlu! Beni nasıl unuttun? Benim hakkımda nasıl aldandın? Bilemedin mi ki ben karanlıklar eviyim? Bilemedin mi ki ben hakların alındığı evim!’”

Eğer ölü inançlı ve inancının gereklerini yerine getiren temiz bir kimse ise onun yerine bir melek cevap verir kabre: “Ya iyiliği emreden, kötülükten sakındıranlardan ise ne diyeceksin?” diye sorar.

Bunun üzeirine kabir “Ben onun için yeşilliklere döneceğim. Cesedi nur olacak. Ruhu ise âlemlerin Rabbine yükselecek” diye cevap verir.2

Demek kabir kişinin ameline göre muamele eder, tavır takınır. Allah böylesine temiz halli, temiz amelli kulunu üzmez. Kabre genişlemesini emreder, o da genişler. Nitekim kabir, “Ben ancak Allah’ın genişlememi emrettiği zaman genişlerim”3 derken ancak emirle hareket ettiğini söyler.

Demek kabir ancak kulun amel durumuna göre davranıyor.

Dipnotlar:

1- Terğib Terhib, 5:198.

2- Tezkire (Ahmed, Hakim’den), 1:148.

3- Terğib Terhib, 5:199.

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tercihlerimiz ve kuraklık musibeti



Mahmut Gökdaş’ın ikinci sorusu, “Şu anda yaşadığımız kuraklığın sebebi, bizlerin bu seçim atmosferinde Risâle-i Nur’u ikinci plana atıp, siyaseti birinci plana almamız değil mi? Üstad felâketleri; İslâmın yaşanmaması, Risâle-i Nur’un okunmamasına bağlıyor mu?” şeklindeydi.

Soru ve tespit doğru, hedef butlan, teşhis eksik. Musibetler yalnızca Risâle-i Nur’un ikinci plana atılması ile değil; aynı zamanda Kur’ân ile Sünnet’ten çıkardığı prensiplere aykırı siyasî/içtimâî tercihin yapılmasıyla da gelir!

Evet, ülkemiz de sıcaktan kavruluyor! Ankara’nın suyu bitmiş (kesintiler başlamış), İstanbul’un 3,5 aylık suyu kalmış. Susuzluk, sosyal sıkıntılar ve başka felâketleri de getiririr…

Şüphesiz musibetle gelen ikazların bir dili vardır ve Türkçe’ye tercüme etmemiz gerekir. Önce Bediüzzaman’ın musibetlerle ilgili teşhis ve tesbitlerinden bir ikisini ortaya koyalım: Musibet-i âmme/genel felâket, ekseriyetin hatasına terettüp eder.1

“Bâzı eşhâsın hatâsından gelen bu musîbet, bir derece memlekette umumî (genel) şekle girmesinin sebebi nedir?”

“Umûmî musîbet, ekseriyetin hatâsından ileri gelmesi cihetiyle, ekser nâsın o zâlim eşhâsın harekâtına fiilen veya iltizâmen veya iltihâken taraftar olmasıyla, mânen iştirak eder, musîbet-i âmmeye sebebiyet verir.”2

Şimdi soru ile musibeti telif edelim: AKP haklıydı deyip, çoğunluk orada toplandığına göre; musibetin def edilmesi gerekirdi! Eğer, hem çoğunluk orada, hem de musibet genel olursa, ortada bir çelişki yok mu? Aslında, musibetin baş müsebbibinin Nur Talebeleri olduğunu düşünüyorum:

Gemideki yolcuları düşününüz: İstedikleri gibi baş başa verip sohbet eder, gezer, oynar, eğlenir, kamarasında uyurlar, v.s. Ama, kaptan, personel, tayfalar asla!.. Biri, işini bir an bıraksa, geminin çarpması, karaya oturması, batması kaçınılmaz değil mi! Üstad’ı dinleyelim:

“İşte, ey Risâle-i Nur şakirtleri ve Kur’ân’ın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız. Ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Ve sahil-i selâmet olan Dârüsselâma ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette, dört fertten bin yüz on bir kuvvet-i mâneviyeyi temin eden sırr-ı ihlâsı kazanmakla tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz.”3

Haber kaynağı sihirleyici televizyon, eyyamcı medya olan halka bir sözümüz olamaz! Dilimiz döndüğünce Risâle-i Nur’un ölçülerini, prensiplerini anlatmaya, hayata geçirmeye çalıştık. Ne var ki, milletin değerleriyle ters düşen, 28 Şubat’ın mimarları ve kotarıcıları, yasakları savunan jakoben laik çevreler, gazeteler, televizyonlar, köşe yazarları, yorumcular, anketler, internet siteleri, ajanslar ve bütün kitle iletişim vasıtaları, kısaca sistem de bu iktidara çalıştı! Burada bir terslik, bir çarpıklık yok muydu? Risâle-i Nur gibi bir kaynaktan beslenenler, kurulan tuzakları fark edip mânen bozmalıydı! Zira, “ehli-i imanı sahil-i selâmete çıkaracak gemide çalışan hademelerdir!”

İslâm ülkesi Afganistan ve Irak’ı işgal edip Müslümanların başına bomba yağdıran; tezkere reddedilince hava sahasının açıldığı Bush yönetiminin inanılmaz decedeki desteğini nasıl fark edemedik? Rabbimizden niyazımız; bunun faturasını ağır musibetlerle ödetmemesidir!

Bediüzzaman’ın, “Ben ekmeksiz yaşarım, ama hürriyetsiz yaşayamam!” sözünü sık sık vurguluyoruz. Buna göre, birinci plana manevî hayat, hak ve hürriyetler alınmalı; ekonomi değil! Ne yazık ki, “Bizi ev sahibi yaptı, hastane, postane işlerimizi kolaylaştırdı, v.s…” diyerek ekonomik başarı ve istikrar getirdiğinden taltif edildi; yoksa yasakları kaldırmak için çalıştığından değil! Şimdi ehl-i insaf ve vicdana okkalı bir soru:

Hanımı başörtülü, babası sakallı olmasına rağmen; Gül’ün cumburbaşkanlığı için Meclis’e girmeyen Ağar’a tepki gösterenler; milyonlarca insanı mağdur eden başörtüsü yasağı, Kur’ân okuma yaşı yasağı ve katsayı adaletsizliğinin kaldırılması için mücadele vermeyen, hatta, “Söz bile vermedim, bunu kimse ispat edemez!” diye meydanlarda nutuk atanlara da tepki göstermeli değil miydi? Ağar bir tepkiye lâyıksa, iktidar yüzüne lâyık değil miydi? Nerede başörtüsü yasağının kaldırılması için protesto yağdırıp meydanları inleten, hak ve hürriyetler zinciri oluşturan başörtülüler? Yorgan gitti, kavga bitti; iktidar geldi, mücadele bitti mi? Bu, “Doğruluğun, yani dürüstlüğün siyasî hayatta ölmesi” değilse nedir? Umarız bunun da faturası musibetlerle ödetilmez! Aslında dünyaya, ekonomiye, yemeye-içmeye teşvike gerek yok. Zira, herkes bunları otomatikman yapar. Bediüzzaman’ı takip edelim:

“Ey divane baş ve bozuk kalb! Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki, fakr-ı hâle düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar? Zannın yanlıştır, tahminin hatadır. Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hâle düşüyorlar. Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.

“Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbap (sebepler) çoktur. Başta nefis ve hevâsı (arzuları) ve ihtiyaç ve havassı (duyguları) ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri (çağırıcıları) var. Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye dâvet eden azdır. Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten (yüksek, yüce gayretten) dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye (sonsuz hayata) dâvet eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun!”4

Bu dehşetli ikazı iliklerimize kadar hissedip şu cümleyi zihin ve kalbimize kazımalıyız: “Mevcudiyetimizin hâmisi olan İslâmiyetten elini gevşetme, dört elle sarıl. Yoksa mahvolursun!”5

Şimdi düşünme zamanı: Kâinatta fıtrî adalet geçerli. Çocuk kelebeği öldürür, düşer başı yarılır, cezasını çeker. Alkollü içkinin cezası peşindir: Ya aklı iptal eder, ya kazalara sebep olur veya çeşitli hastalıklar doğurur v.s. Acaba, beş yıl boyunca yasaklar konusunda girişimde bulunmayan; hatta söz bile vermeyenleri taltif etmemizin ceza-yı sezâsı ne olacaktır?

Oylar verildi; lambalar yakıldı; tatile, eğlenceye çıkıldı! Unutmayalım ki, Osmanlı’da Lâle Devri (1718-1730); zahiren imarın, yükselmenin, gelişmenin, ihtişamın, debdebenin, eğlencenin, hatta gününü gün etmenin adıdır. Ne var ki, tefessühün ve çürümüşlüğün tezâhürü idi! Ve yine unutmayalım—Türkiye Deprem Vakfı’nın verdiği bilgiye göre—diğer âfet, musibetler, başka iller hariç, yalnızca İstanbul’da 1719, 1754, 1766 ve 1894 yıllarında âletsel büyüklüğü tahmini 7 şiddetinde 4 büyük deprem meydana gelmiş… Ve binlerce ölüm, müthiş yıkıntılar olmuştu! Üstelik, o devrin padişahları sakallı, sarıklı; hanımları baştan ayağa başörtülü; mütesettire idi! Allah hepimizi musibetlerle fatura ödemekten muhafaza eylesin! Selâmlar.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 458.; 2- Sözler, s. 158.; 3- Lem’alar, s. 165.; 4- Mesnevî-i Nuriye, s. 135.; 5- Mektûbât, s. 458.

31.07.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




İsmail BERK

Sivil olmak



Sivil hayatın pratikleşen boyutu sivil toplum organizasyonları ile süreklilik arz eder. Bunların kurumsal olanlarına “kuruluş” desek de, çoğu zaman inisiyatif ve gönüllülük esaslı, hayır amaçlı görünmeyen faaliyetleri de bu kapsamda değerlendirmek gerekir.

İnsanımızın, kendi başına bile sivil karakterler taşıyan insânî ve medenî hali, diğergamlığı, gayreti, sosyal münasebetlere ayırdığı zaman ve komşuluk, akrabalık ve hemşehrilik bağları ile kurduğu sosyal davranışların birçoğu, kamu yönetiminden ve özel sektörden bağımsız birer üçüncü sektör konusudur.

Kamunun belirleyici mümeyyizliği ve otoritesi dışında kalan, beri tarafta da kâr amacı gütmeyen insânî ihtiyaçların tamamına yakını, bir sivil olgu ve insanîleşme kümesini teşkil etmektedir.

Böyle bakıldığı zaman, kamu gücünü çok önemseyen, yetkili olanlara fazla önem ve kurtarıcılık atfeden yaklaşımlar, sivil alanı daraltmaktadır. Sivil alan, toplumun genel örf ve kuralları, faaliyet alanları ile uygulama biçimleri konusunda aşırı bağlayıcı, engelleyici ve dondurucu kurallara müsaade etmemektedir.

Sivil oluşumların hedeflerini, prensiplerini, sınırlarını ve gelişmelerini tamamen belirleyecek olan, kurucu ya da kuruculardır. İnisiyatif alanı, başkasının alanına girmeden, haksızlığa düçar etmeden yasal süreçler içerisinde tamamen bağımsız ve gönlünün keyfiyetinde bir hizmet sunma arzusudur.

Üçüncü sektör kabul edilen sivil alan, bireyin sivilleşme olgunluğu ve bunu elde edecek ciddî eğitim ve yetişme programları ile birlikte aileye, işyerine ve toplumun sosyal kesitlerine sevgi ve bilgi ikmâli yapar. Bunun pozitif sonuçları kamuyu da etkiler. Bu gönül sektörü, bir davranış zenginliği ve çare bulma esnekliği ile kendine has çözüm üretme şevk ve iştiyakını hareketlendirerek haz alınabilecek bir hizmet zeminidir.

Kâr amacı gütmemesi, toplum merkezli olması, maddî zaafların bulaşmaması, gönüllülerin şeffaf ve demokrat olmaları, katılımcılıktan memnun olmaları, görevlerini sürekli bir başka kabiliyet ve gönüllüye devretme fedakârlığında bulunmaları, en belirleyici sivil oluşum özellikleridir.

Sivil oluşumlar; bir fikir hareketi olabilir, kendi içinde tutarlı olmak şartıyla aykırı ve farklı olabilir. Azınlık veya çoğunluk olma, diğer bir ifadeyle sayısal değerler, sivil oluşumun artısı veya eksisi olarak değerlendirilemez. Bazen bir kişi bile olabilir. Yeter ki kendini ifade etme serbestîsi ve keyfiyeti, başkasını rahatsız etmesin ve başkasına reaksiyon taşıyan bir çatışmayı beraberinde getirmesin.

Hak ve özgürlüklerini elde etmek için sivil itaatsizlik şeklinde bir hukuk mücadelesi söz konusu ise, yine meşrû zeminin süreçlerine bağlı kalınmalıdır. Yani aksiyon taşımalıdır. Taleplerini ve pozitif yönlerini nazara vermelidir. Kendi tercihlerini sevgi dili ile topluma sunmalıdır. Bir başkasını karalama, kusurlarını aralama gibi negatif sonuçlara götüren gerginliğin içine toplumu düşürmemelidir.

Zaten sivil olma, birden fazla kişinin bir arada olduğu her ortamda yeni ihtiyaçları görme, ona hizmet etme ve bunu medenî bir toplumun beraber yaşama huzurunun pekişmesi için programlama gayreti ve şuurudur. Rahatlatıcı işlemlerin her türlüsü kurum ve kâr baskısı taşımadan, gizli menfaat teminine kapı açmadan ihtiyaçları oluşturmaya ve karşılamaya yönelik olmalıdır. İnsanları motive etme, teşvik etme ve uyandırılan taleplerine maddi ve manevi çare bulma heyecanı ve hizmet duygusu taşımalıdır.

Bu nitelikteki insanlar, toplumda çok yaygın olmayabilir. Çünkü kendinden ve menfaatinden, geçiminden ve seçiminden kopmuş, sırf toplum kaygısı ve gönül destekçisi olmaya aday insanlar, aslında toplumun özel korunmaya alması gereken fenerlerdir. Bunların bir kısmı inancından, dinî değerlerinden dolayı bu tür faydalı hizmetleri yerine getirir, bir kısmı hobi olarak görür, bir kısmı popülarite ve toplum duyarlılığı ile yapar. Bir kısmı ise sadece insanî bir görev ve yeteneklerindeki bu özelliği keşfetmenin verdiği saikle yapabilir. Bazen de medenî hayatın bir devamı özelliğindedir.

Faaliyetler, üçüncü kişilerin değerlendirme alanı dışında şahsa/şahıslara ait bir takdir ve tercih hakkıdır.

Ecdat, kuşların yemi, yuvası, barınma ve bakımı için bile vakıf müesseseleri kurduğuna göre, bugün için adı ister platform, ister dernek, ister vakıf, ister oluşum, ister inisiyatif, isterse adsız olsun veya cafcaflı isimler olsun, hiç fark etmez. İnsanlığın en uzun üçüncü bin yılının başında milyonlarca konu ve başlık altında bizi bekleyen görevler ve hizmetler var. Bunların mutlaka bir veya birkaçını ya kurmalı, ya desteklemeli, ya içinde yer almalı ya da bize tam hitap etmiyorsa, yenilerini düşünmeliyiz.

Burada en kritik nokta, yeteneğimize, eğitimimize ve önceliğimiz ile gerçek potansiyelimize karşılık gelen bir konuda yoğunlaşmamız ve bu konunun en iyilerini öne çıkaracak bir tevazuun ve “biz” bilincinin parçası olmaktır.

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Gerçekler gizlenirse olacağı buydu



Yeni ve sivil bir anayasa yapılmasıyla ilgili tartışmalar sürerken, problemin derinlerde olduğu da anlaşıldı. Prof. Dr. Zafer Üskül’ün dile getirdiği, “Kemalizmin yer almadığı bir anayasa” teklifi tartışmaları alevlendirdi. Bir kısım ‘aydın’lar teklife tamamen karşı çıkarken, bir kısmı da zamanlama hatası olarak değerlendirdi.

Tartışmaların alevlenmesinde yakın tarihin doğru dürüst bilinmemesinin de payı vardır. Milletten gizlenen şudur: “Altı ok” olarak isimlendirilen “ilke”ler, başlangıcında Halk Partisi’nin kabul ettiği, tüzüğünde yer alan ‘parti hedefleri, ilkeleri, kuralları’dır. Zaman sonra bu maddeler bir şekilde ‘anayasa’ya (1937 yılında) ilâve edilmiş. Peki, bir partinin tüzüğündeki maddelerin; bütün taraflara eşit uzaklıkta ve yakınlıkta olması gereken bir anayasada bulunması doğru mudur?

1950 yılına kadar ‘tek parti’ iktidarıyla idare edilen Türkiye, demokrasiye adım atmasıyla birlikte süregelen yanlışlardan yavaş yavaş kurtulmaya başladı. Ne var ki, bu istikamet 1960 ihtilâliyle birlikte yeniden kesintiye uğradı.

Bakınız, ‘tek parti’ devri deyip geçmemek lâzım. Zaman zaman bu dönemde yaşanan bazı hadiseleri aktarmaya çalışıyoruz. Ama yeni neslin o dönemde yaşanan ‘demokrasi dışı’ hadiseleri bilmesi çok zor, çünkü öğretilmiyor. Partiler kurulmuş ve kısa zamanda kapatılmış. Yapılan milletvekili seçimlerine de ‘seçim’ demek imkânsız. Sadece, oyların açık kullanılması ve oy sayımlarının ‘gizli’ yapılmış olması o dönemi anlamak ve anlatmak için yetmez mi? Böyle bir dönemden, 2007 yılına gelmişiz ve hâlâ ‘tek parti ilkeleri’yle Türkiye’nin daha güzel idare edilebileceğini söyleyenler var. Böyle bir şeyin ‘doğru’ olması mümkün müdür?

Türkiye, daha hür, daha demokrat ve daha zengin olacaksa, bunun yolu bellidir. İşin ehli olanlar hatırlatıyor ki, ‘kişiye endeksli’ anayasalar, hür ve demokrat ülkelerde yok ve olamaz. Dünyada sadece iki anayasa ‘kişi’ye endeksliymiş. Biri İran, diğeri K. Kore. Peki, Türkiye bunların içinde üçüncü ülke olarak mı kalsın?

Mehmet Altan, “Kemalizm anayasada olsun” ısrarını şöyle yorumlamış: “Bizim tutucuların istekleri hiç değişmiyor: Kemalizm olsun... Atatükçülük olsun... Yani, ‘Altı Ok’ olsun. Neden? Çünkü Altı Ok’ta demokrasi yok...” (Star, 30 Temmuz 2007)

İşin özü burada: Demokrasi olsun, ya da olmasın! İkisi bir arada olmadığına ve olamayacağına göre, doğru bir tercih lâzım. 2007 yılında Türkiye’nin tercihi ise, bellidir. Milletimiz demokrasiyi tercih etmiştir. Sular tersine akamayacağına göre, geç de olsa ‘sivil bir anayasa’ ihtiyacı olduğu ciddî anlamda Türkiye’nin gündemine yerleşecektir.

Yakın tarihimizde yaşanan hadiseler gerektiği şekilde gençlerimize öğretilebilseydi, belki de bu tartışmalar daha sağlıklı olurdu. Türkiye ve dünya gerçeklerine uygun, gerçek anlamda bir ‘sivil anayasa’ Türkiye’nin önünü ve ufkunu açabilir. Bunun için doğruda ısrar ve sebat gerekiyor. Doğruları söyleyenlere sahip çıkalım.

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Devletçiliğin çöküşü



Kısa bir süre yine birlikte olamayacağız. Ama köşe boş kalmayacak. Eski tarihli olsa da güncelliğini koruyan yazılara yer vereceğiz.

***

Türkiye’de her alanda yaşanan tıkanıklığın temelinde, herşeyi kendisine bağlayan alabildiğine merkeziyetçi, katı, kuşkucu, güvensiz ve o nisbette de hantal, şişkin, müsrif bir devlet yapılanması mevcut. Bu yapılanmanın temelinde ise, meşhur altı oktan biri olan “devletçilik” ilkesi yatıyor. “Ben devletim, ben ne dersem o olur” anlayışının kaynağı da bu ilke.

Dolayısıyla, ilkelerin tümünde halka tepeden bakan dayatmacı bir kafa yapısı kendisini gösteriyor. “Halkçılık” olarak adlandırılan ilkenin bile “halka rağmen halkçılık” yorumlarına konu olması bunun neticesi.

Sonuçta bu kafa yapısı, Türkiye’yi her alanda bir tıkanıklığa götürdü: Eğitimde, kültürde, ekonomide, sosyal hayatta, yönetimde, siyasette, bürokraside. Türkiye bütün bu ve diğer alanlarda halka güvenmeyen, devletçi, merkeziyetçi ve müdahaleci bir anlayışın sebebiyet verdiği sıkıntı ve bunalımları yaşıyor.

İhtiyacın en az iki katı memur çalıştırdığı halde, bu kadar memurla verilen kamu hizmeti halkı memnun ve tatmin edecek düzeyden fersah fersah uzak kalırken, devlet, istihdam ettiği bunca memura insanca yaşamalarına yetecek maaş vermekte de zorlanıyor.

En küçük işlerin dahi Ankara’dan çözülmesi, başkenti de, devletin taşra teşkilâtlarını da kilitliyor. Bu kilitlenme rüşvet ve iltimas gibi hastalıkları besliyor.

Asıl görevi “yasama” olan, ülkenin ihtiyaç hissettiği kanunları hazırlayıp çıkarmakla vazifeli olan milletvekillerinin bütün günlerini “iş takipçiliği” ile geçirmek durumunda kalmalarının önemli bir sebebi de bu.

Son günlerin en sıcak konularından sosyal güvenlik meselesindeki çöküş tablosu yine aynı hastalığın bir neticesi.

Toplayabildiği primleri dürüst bir emanetçi titizliğiyle muhafaza edip değerlendirmek yerine, israfçı yapısından kaynaklanan bütçe açıklarını kapatmak için kullanma işgüzarlığı işte bu tabloyu ortaya çıkardı.

Diğer taraftan, uyguladığı iç borç sistemiyle, zaten kendi eliyle zengin ettiği sermaye gruplarına, kıllarını bile kıpırdatmadan yattıkları yerden servetlerine servet katma imkânını bahşeden devlet, bunun giderek büyüyen maliyetini de halka yüklemeyi sürdürüyor.

İşte devletçilik ilkesi böylesine gayriahlâkî, hiçbir şekilde iyiniyetle ve dürüstlükle bağdaşmayan, aldatma ve sömürüye dayanan bir işleyişin aslî dayanağı.

Ama tıkanma öyle bir noktaya gelip dayandı ki, bu şekilde ite kaka gelen sistemin, artık böyle de yol almasının mümkün olmadığı görüldü. Böyle olunca da, iç borçlanma yerine dış kaynak arayışları yoğunlaştı.

Ama dışarının, sistemin köhnemiş takozlarına tahammülü yok. Yabancı sermaye “Senin bana engel çıkaran mevzuatını tanımam, Danıştay’ınla falan uğraşamam” diyor. Uluslararası tahkim meselesi buradan çıkıyor. Ve Türkiye—tıpkı çok partiye geçişte olduğu gibi—devletçiliği terke de mecburen razı oluyor. (20.7.1999)

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Tekerrür eden tarih



“Oradaydım”da (CNN Türk) Sağlık eski Bakanı Halil Şıvgın ANAP’ın 83’teki seçim öncesi ve sonrasını anlattı. 12 Eylül darbesi sonrası, demokrasiye ilk adımın atılacağı dönemde yapılan ilk seçim öncesi “darbeci” Evren’in asker kökenli Turgut Sunalp’i işaret ettiğini... Ama milletin tepki göstermekte gecikmediğini ve eski Başbakan ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ı seçtiğini anlattı. Tarih tekerrür ediyor gibi. Sanki benzer sahneler yine yaşandı. Cumhurbaşkanlığı seçimi... 27 Nisan Bildirisi... Ve “beklenen sonuç.” Tepki oylarının bugün hangi partiye gittiği ortada.

TESETTÜRE UZANAN MENHUS EL

11 Eylül provokasyonundan Müslümanlar “terörist” gibi gösterilmeye çalışıldı. Çünkü Sovyetler (SSCB) dağıldı, yıkıldı. ABD yeryüzünde kendine yeni bir düşman aradı ve hedef olarak “İslâmî coğrafyada hangi ülke varsa” kendine düşman belledi. Bunun için önce Müslümanların imajını yıkmak gerekiyordu. Başardı da.. Kimi “Batı”lı ülkeler “Müslüman eşittir terörist” damgası vurmaktan geri durmadı. İmaj bombardımanı durmadı. “Terörist” damgası yetmedi, şimdi de “güzellik yarışmaları” adı altında, Müslüman ülke veya insanlarına “farklı” kimlik giydirme gayretindeler. Önceki gün yazdık. Mısır’ın başşehri Kahire’de düzenlenen bir yarışmadan bahsetmiştik... Bir sonraki gün, o yarışmada (Miss Arab World 2007) Bahreynli tesettürlü bir kıza “birincilik” vermişler. Peki neden “başı açık” ve “dekolte” giyinenlere verilmemiş. Çünkü, “tesettür” imajını yıkmak için “özel bir gayret” sarf edildiği ortada. Peki, Arap ülkelerinde güzellik yarışmaları düzenleyecek kadar uzanan bu “menhus el”e karşı o ülkeler niye tepkisiz? Niçin reaksiyon yok? Dahası, ülkemizde de “tesettür” imajının yıkıldığını görüyoruz. Sanıyorum Kral TV’deydi. Bir heavy/metal çalan grubu dinleyenlerin arasında bir kaç tesettürlü hanım kız onlarla birlikte tempo tutuyor ve müziğin ritmine kendini kaptırmış görünüyordu. Bizde tesettürün düşmanı; “dünyevîleşme”dir. Buraya yazıyorum: Eğer “dünyevîleşme” konusunda ciddî tavır alınmazsa, önü alınamayacak ve “tesettür” imaj değiştirip “mânâ”sını kaybedecek...

MEDYA-ŞOR

Kanaltürk’ün sahibi olarak gösterilen Tuncay Özkan, aldığı hezimetin darbesinden kurtulamadı. Seçim gecesinin hırçınlığı devam ediyor. Yaptığı yayınlarda bunu görüyorsunuz. Hızını alamamış olacak ki, şimdi de CHP Genel Başkanlığı için bir gayretin içine girdi sanki. Yani, Kanaltürk’ün kurulması için ona “yardım eli”ni uzatan Baykal’a karşı “rakip” olur mu, şimdiden bunu kestirmek zor. Hele Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün karşısında durabilir mi, onu kestirmek daha da zor. CHP’yi iktidara getirmek için kurulan Kanaltürk, şimdi Özkan’ı CHP’ye getirmek için mi çalışacak, yakında göreceğiz.

31.07.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Sosyal dönüştürücü



İsrail, Türkiye’deki gelişmeleri çok yakından ve dikkatle takip ediyor. Zira AKP ile görünürde ilişkileri iyi olmasına rağmen, yine de sandıkta yenilen klasik müttefikleri. Daniel Pipes’in ifadesiyle doğal ve tabiî müttefikleri. Bu itibarla, AKP’nin oylarını arttırarak iktidara gelmesi İsrail’de alarma neden olmasa bile, bıçak sırtı bir endişeye neden olmuştur. Bunun sebebi AKP’nin aldığı oylarla geleneksel sistemi yerinden oynatıp oynatamayacağıdır. Aslında, Zafer Üskül’ün Anayasa’da Kemalizme son verilmesi çağrısıyla birlikte, bu fasıl başlamış görünüyor. AKP, aldığı başarıyı yönetmeyi becerebilirse, İsrail gibi ülkelerin korkularını haklı çıkarabilir. Zira AKP’nin diri bir parti olması ve seçimlerde tulum çıkarması, İsrail gibi odakların seçeneklerini zorlaştırmış ve azaltmıştır. Bu seçeneksizlikleri de, onların başlıca endişe kaynaklarından birisini oluşturuyor. İşte bunu en iyi analiz edenlerden birisi de Jerusalem Post gazetesi yazarlarından Barry Rubin. Jerusalem Post gazetesinde ‘The Region: Beware of Turkey’s Islamists’ yazısından bir gün önce Milliyet Dış Haberler Müdürü Kadri Gürsel’in sorularını cevaplamıştı. Kadri Gürsel’e açık etmediklerini ve açıktan söylemediklerini Jerusalem Post’taki makalesinde bir hayli açıktan yazmış. Ezcümle sözkonusu makalesinde, Türkiye’de Kemalizmin sürmesi ve ordunun vesayetinin devam etmesi gerektiğini savunuyor. ABD ve İsrail’in çıkarları için en iyisi bu olmalı. Barry Rubin, uyarı mahiyetinde AKP’ye birkaç tavsiyede bulunuyor. Bunlardan birisi ılımlılığını (bunu siz liberalizm olarak anlayın) muhafaza etmesi, merkezde durması. Ordunun Türk demokrasisinin muhafızı ve garantörü olarak kalması ve basının korkutulmaması ve bağımsız varlığını devam ettirmesi. Barry Rubin: ‘Bunlar olmazsa veya ihlal edilirse AKP felâketini ve kıyametini beklesin’ diyor.

***

AB ve Amerikan çevreleri, AKP’nin cumhurbaşkanlığı meselesinde uzlaşmasını istiyor ve aksi takdirde buhran ve gerilimin devam edeceği notunu düşüyor. Bu tavsiyenin yerine getirilmesi, aslında AKP’ye verilen oyların boşa gitmesi ile eşanlamlı. Arkasına seçmen rüzgârını alması ve bir AKP’linin cumhurbaşkanlığı makamına gelmesi iktidarı güçlendirecek ve pekiştirecektir. Bu ise, anayasayı değiştirmelerine ve yeni kanunlar çıkarmalarına ve ordu komutanlarını seçmelerine imkân verecektir. Bu da ordunun geleneksel yapısını dönüştürebilecektir. Bunun sonuçları da, İslâmî kesimden gelen genç subayların önünün kesilmemesi ve ordudan atılmaması ve ordunun müdahale kabiliyetine ket vurulmasıdır. Bakın, Barry Rubin daha neler diyor. Bu hususta İsrail’in rahatsızlığını ortaya koyan cümleleri şunlar: AKP, içeride radikal İslâm’ı empoze etmiyor, ama dışarıdaki müttefikleri radikal İslâmcılardan teşekkül ediyor. Eski müttefik Türkiye gerilerde kaldı, şimdi tarafsız kalması bile bizim için yeğdir. 1946 yılında başlayan ABD ile Türkiye arasındaki ilişkilerin seyri değişmiştir. Aslında Rubin farklı anlatıyor. Grossman’ın da ifade ettiği gibi, ilişkilerin objektif olarak değişmesinde rol oynayan ABD’nin Irak müdahalesi ve İsrail’le birlikte Kürt kartını oynamasıdır. Rubin, herhalde bunları hatırlamak istemiyor. Kayıtsız şartsız ABD ve İsrail’i desteklememizi bekliyor.

***

Rubin’in makalesinde olmayan, ama Kadri Gürsel’e söyledikleri arasında bazı ilginç cümleler var. Buna göre, AKP bir takım yanlışlar yapmazsa, 20 yıl iktidarda kalabilir. AKP neler yaparsa yanlış olur, onun kaleminden verdik. Ama bir de yapmasını istedikleri var. Bakın Kadri Gürsel’e bu hususta neler söylemiş: “AKP’nin yaptığından daha fazlasını yapması lâzım. Bu dönemde darbe olacağını sanmıyorum. AKP bugüne kadar elde ettiğini akıllı davranarak elde etti. Parlak bir siyaset uyguladı. Fazla ileriye gitmemeyi, halkı korkutmamayı bildiler. Erbakan’ın asla öğrenemediği dersleri öğrendiler. Şimdi ellerinde daha büyük güç var. Böyle devam edecekler mi? Çok fazla zorlamazlar, sabırlı olurlar ve politik olarak değil, ama ‘20 yıllık süreç sonunda sosyal değişim yoluyla kazanacağız’ derlerse, büyük ihtimalle kazanırlar. Büyük bir hata yapmazlarsa...” Yani, AKP bu gücünü atıl hale getirir ve uslu uslu durursa ve bir de sosyal dönüştürücü ve değerleri çözücü vasfını devam ettirirse onlara göre iktidarı garantidir.

Aslında, AKP 4.5 yıl içinde onları çok fazla hayal kırıklığına uğratmadı. Siyasî değişim yerine sosyal çözülmeyi veya sosyal değişimi esas aldılar. Bunun sonucunda kısmî güveni hak ettiler. Devamı ileride...

31.07.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004