Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 17 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Ramazan ve birlik ruhu



Ramazan ayının en önemli özelliklerinden biri insanlarda barış, muhabbet, kardeşlik duygularını uyandırmasıdır. Meteorolojik anlamda mevsimler olduğu gibi manevî anlamda da mevsimler olmalıdır. Ramazan ayı tevhid ve birlik mevsimidir. Zekât, fitre, bayram gibi sosyal uygulamalar hep bu mânâya yöneliktir. Aslında bu tür uygulamalarla hazırlanmış manevî atmosferin ülke ve dünya geneline yaydığımız ölçüde bu ayın sosyal yansımalarını gerçekleştirmiş oluruz. Bu rahmet ve bereket ayında Müslüman olan ve olmayan, inanan ya da inanmayan herkes bu mânâya odaklanmalı ve dünyayı kısır çekişmelerle birbirine zindan etmek yerine huzur ve barış dolu bir köye çevirmek gayreti içine girmelidir. Rabb-ı Rahim herkesin ruhunu bu mânâya hazırlamakla rahmetini ortaya koymuş kalan kısmı ise fertin duâsına bırakılmıştır.

Türkiye’nin önümüzdeki on yıl içinde büyük ölçüde yeniden şekilleneceği belirgin hale gelmiş bir dünyada çok önemli bir konuma geleceği Doğu ve Batı medeniyetlerinin mezcedildiği global dünyada ana bağlantı yeri olacağı yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaktadır. Birlikler ve diyaloglarla bir bütünleşme, küreselleşme sürecine girmiş dünyada gelecek inşaallah daha güzel olacaktır. Bu durumda Türkiye herhangi bir birliğin üyesi olmadan önce kendi içindeki birlik ve beraberliği sağlam esaslara dayalı ve samimî bir inançla tesis etmek zorundadır. Birlik uyum gerektirir. Yani, birliği oluşturan unsurların ahenk içinde bir arada bulunmaları, görev paylaşımının iyi tanımlanmış olması, karşılıklı güven duygularının iyi tesis edilmiş olması, yardımlaşma şarttır. Gerçek birliği oturtmuş şekilde bir arada bulunan unsurlar adeta “bir vücudun azaları,” “bir fabrikanın çarkları” gibidirler. Aralarındaki ahenk, “bir elin diğer ele rekabet etmediği,” “bir gözün diğer gözü tenkit etmediği,” “dilin kulağa itiraz etmediği,” “kalbin ruhun ayıbını görmediği” tarzda olmalıdır. Birbirinin, “noksanını ikmal eden,” “kusurunu örten”, “vazifesine muavenet eden” bir birliktelik şarttır. Samimî bir birlik ve sağlam bir tüzel kişilik için bunların gerektiğini ifade eden Bediüzzaman bunların sağlanamaması halinde olabilecekleri bir insan bedeni örneğinden hareketle şöyle dile getirmektedir: “Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.”

Dünya bir insan bedeni gibi sağlam bir uyuma doğru adım adım giderken bu beden içinde önemli bir aza olarak yer alacağı belirginleşmiş bir ülkenin kendi uyumunu en kısa zamanda tesis etmesi şarttır. Memleketimizdeki uyumsuzluklar genel olarak farklı dünya görüşlerinden ve memleketin selâmetini, kalkınmasını ve refah düzeyine ulaşmasını kendi inandığı tarzla irtibatlandırıp bunu kabullenmeyenlere karşı soğuk ve zaman zaman düşmanca hisler beslemekten kaynaklanmaktadır. Temel problem yalnızca kendi inandıklarını doğru ve memleketin kalkınmasına hizmet edecek tarz olarak kabul edip bunun dışındakileri büyük bir rahatlıkla yanlış olarak ilân edebilmektir. Oysa, algıları ve her kapasitesi ile sınırlanmış insan türü içinden hiç kimsenin bakışı gerçeği tamamı ile kuşatabilecek genişlikte değildir. O halde, herkesin kendi doğrularına inanma hakkı olmalı ancak hiç kimse kendisini evrensel hukukun ve genel anlamda kabul görmüş sosyolojik kuralların dışında karşı tarafı yanlışlıkla itham etme konumunda görmemelidir. Bu hem fertler, hem de kurumlar için geçerli olmalıdır.

Memleketimizde laik-mürteci, komünist-şeriatçı, modern-yobaz gibi uçları temsil eden tanımlamalar bu ruh halinden kaynaklanıyor olmalıdır. Farklı bakış açılarından hayatı ve varlığı algılayan ve kendi doğruları çerçevesinde anlamlandıran grupların birbirlerini tanımlamak için kullandıkları keskin ifadeler iç âlemlerdeki düşmanlığın, kabullenemeyişin bir ifadesi. Ancak bizler kendi irade ve tasarrufumuz dışında tek vücut olması gereken bir ülkenin fertleri olarak yaratıldık. Hiçbir grubun diğerlerini ortadan kaldırarak sadece kendi doğrularını hâkim kıldığı bir yere dönüştürmesi mümkün olmayan bir ülkedeyiz. Bu yolda verilen kavgaların da huzurumuzu kaçırmaktan ve kendi ellerimizle ülkemizi batışa sürüklemekten başka bir işe yaramadığını yakın tarih bizlere gösterdi. O halde asgarî müşterekleri iyi tanımlayıp bunların çerçevesinde bir arada yaşamaya mahkûmuz. Öyle ise herkesin birbirini olduğu şekliyle kabullendiği ve yanlışlıklarıyla sevebildiği mutlu bir ülkede yaşamak neden hedefimiz olmasın! Aile içinde farklı dünya görüşlerinden doğan çatışmaların da çözüm yolu kabullenmek değil midir?

Türkiye ailesinin temel tüzel kişilikleri olan hükümet, meclis, ordu, basın, bürokrasi gibi unsurların arasında da samimiyet esaslarına dayalı bir uyum, bir vücudun azaları, bir fabrikanın çarkları yaklaşımının hâkim olduğu bir ahenk şarttır. Hatta zaman bunu elzem hale getirmiştir. İnsanları birbirlerini olduğu şekliyle kabullenip vatandaşlık ve insanlık duyguları ile yürekten seven, kurumları son derece uyumlu ve birbirine güvenen ve herkesin geleceğe umut dolu baktığı, memleketi ve insanlığın ikbali için bir fiili duâ hükmünde bilimin kurallarına hakkıyla riayet eden, laik, dinci, komünist, muhafazakâr gibi tanımlar almış herkesin büyük bir uyum ve mutluluk içinde yaşadığı bir ülkemiz olsun istemez miyiz?

Ramazan ayı bunun en uygun zeminidir ve bir fırsat olarak değerlendirilmelidir. Artık siyasî tablonun da kaderin bir hükmü ve Kâinat Sultanının kabulüne mazhar olmuş hal olarak kabul edilmeli ve bu saatten sonra sorgulamakla vakit geçirmemelidir. Artık herkesin ortak duygularla geleceğe yönelme en dar daireden en genişe kadar birlik duyguları ile huzur dolu bir dünya için geleceğe yönelme zamanıdır. Bu anlamda Ramazan dünyanın her ferdine rahmet ve bereket olarak hediye edilmiş bir aydır.

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Öyle bir yaşayalım ki...



Gönlümüzü sahibine açalım. Sevgimizi sevgimize lâyık olana saçalım. Yabancı otlar bitmesin gönül tarlamızda. Zehirli ballar ile kendimizi kandırmayalım. Aklımızı Kâinatın Sultanını tanımak için kullanalım.

Kalbimizi iman nurlarıyla aydınlatalım. Gerçek güzellikler bizim olsun. Onların değerini bilelim. Geçici heveslerle gönül dünyamızı karanlıklara boğmayalım, insan gibi yaşayalım, kendimiz olalım, huzur bulalım.

Şafak vakitlerinde uyanalım. O gün sadece Sahibimize yöneleceğimize karar verelim. Bütün mahlûkât gibi bizler de zikir meclislerine katılalım. Eğilelim büyük gücün karşısında, secdelere varalım Rabbimizin huzurunda.

Gözlerimizi yeni güne açtığımızda, önümüzde bizce meçhul olan anlar bulunacaktır. Bizler nelerle karşılaşacağımızı tam olarak bilememekteyiz. Yaratıcımızın, zamanı bizler için nasıl yarattığını bilemeyiz. Bilemediğimiz için Onun rahmetine yöneleceğiz, Onun bizler için güzellikler takdir etmesi için Ona bütün samimiyetimizle yalvaracağız.

Rabb-i Rahime yalvarmak, Onun rahmet deryasına dalmak, onun ümit denizinden istifade etmek, Onun Rububiyetine boyun eğmek vazifemiz olsun. Dünyaya değil, Ona kalbimizi bağlayalım. Fanilere değil, Ona ümit bağlayalım. Bizlere faydası dokunmayacak acizlerden değil, Ondan medet bekleyelim.

Karar verelim ki, Ondan başka kimseye kendimizi beğendirmeye çalışmayacağız. Söz verelim ki, Ondan başka kimsenin rızasını aramayacağız. Zihnimizi fani olanlarla değil, bizi bekaya kavuşturacak olanlarla meşgul etmeye ahd edelim. Andımız Rabbimize olsun, kulluğumuz sadece Ona olsun, cehdimiz sadece Onu memnun etmek için devam etsin.

İlk hatırlayacağımız insan, insanlık âleminin medar-ı iftiharı Muhammed Mustafa (asm) olsun. Rabbimiz onu en güzel şekilde terbiye etmiş, Rabbimiz onu âlemlere rahmet olarak göndermiş, Rabbimiz onu bizlere rehber-i ekmel olarak tayin etmiş, kâinatımızı onun nuruyla aydınlatmıştır.

O yüce insanı (asm) unutacak kadar aklımızı kaybetmişiz? Onun aydınlık yolu dururken hangi akılla bin bir günahlarla hayatını sürdürenlere tabi oluruz? Onun nuru gönlümüzü aydınlatmazsa yazık olur insanlığımıza. Onun şefaatine liyakat kesb etmezsek yazıklar olur bize. Onun o yüce sevgisine lâyık olmazsak küller dökülsün başımıza...

Ne büyük aydınlıklar var dünyamızda... Ne kadar dosdoğru yollar bizi beklemektedir. Neden karanlıklara götüren şeytanların peşinden gitmeye meyyal olalım? Neden hem dünyamızı hem de ahiretimizi mahvedecek nadanlara kanalım?

Elimizde Kur’ân gibi bir manevî güneş varken, neden ölgün ışıklara koşalım. Rabbimizi bize tarif eden muarriflere yönelelim. Kâinattan Rabbimizi sorup öğrenelim. Bakınız her mahlûk lisan-ı mahsusuyla bizlere seslenmekte, bizlere Yaratıcımızı işaret etmektedir. Okuyalım bu, sahifeleri sınırsız olan kitabı. Arıtalım kalbimizi fani dünyaya yönelik malûmatlardan.

Bakınız Nebbiy-i Zîşân da konuşuyor. O da bize Rabbimizi tanıtıyor. O şan sahibi olan Nebî ki, ona ümmet olmak kadar şerefli bir mevki bu dünyada bulunmamaktadır. Ona ümmet olmak kadar gönül dünyamıza aydınlıklar saçan başka bir mensubiyet olamaz. Elimize geçmiş olan bu büyük fırsatı değerlendirmezsek gerçekten bedbaht olanlardan oluruz.

Rabbimize yönelelim, Peygamberimizin (asm) huzur veren yolundan gidelim, Kur’ân-ı Azimüşşanın âyetlerini okuyalım. Unutmayalım ki, hakikî bir insan olmak için başka bir yol bulunmamaktadır. Şuurlu ve ihlâslı bir Müslüman olmaktan başka hiçbir yola yol demeyelim, karanlık ve çukurlu, çamurlu geçitleri tercih etmeyelim...

Öyle bir yaşayalım ki, Rabbimizi anınca, Peygamberimizi hatırlayınca, Kur’ânımızı okuyunca, kalbimiz vücudumuzu sarssın, vücudumuzdaki tüyler diken diken olsun, gözlerimiz nemlensin, oradan yaşlar aksın. Karanlıklar dünyamızı tamamen terk etsin, aydınlıklar bütün afakımızı sarsın. Cennetler bizim olsun, cehennemler zalimler için yaşasın...

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yassıada cehennemi (2)



Başıbozuk ve kafası karmakarışık bir cunta hareketinin sebep olduğu "27 Mayıs Darbesi" ve hemen ardından yaşanan "Yassıada duruşmaları"na dair detaylı bilgilere birçok kaynaktan ulaşmak mümkün.

1) Öncelikle, bu elim hadiselerin bazı şahitleri halen hayatta: Aydın Menderes, Melik Fırat, Gıyaseddin Emre ve yüzlerce fotoğrafı gizlice çeken muhafız subayı Mehmet Taşdelen gibi.

2) Hatıra ve araştırma kitapları: Erzurum DP Milletvekili Prof. Rıfkı Salim Burçak'ın "Yassıada ve Öncesi", Tarık Güryay'ın "Bir İktidar Yargılanıyor", Nazlı Ilıcak'ın 1975'te yayınlanan iki ciltlik "27 Mayıs Yargılanıyor" isimli eserleri gibi...

3) Gazete ve dergilerde, hadiselerin yıldönümlerinde çıkan müstakil ve dizi yazılar: Hürriyet, Milliyet, Yeni Şafak (27 Mayıs 2004), Yeni Asya, Akis ve Aksiyon'un (598. sayı, 22 Mayıs 2006) arşivi gibi.

Bütün bu kaynaklardan araştırarak ve hayattaki bazı şahitlerle de bizzat görüşüp dinleyerek derlediğimiz bilgileri burada sizlerle paylaşmaya çalışıyoruz.

İnsanlık dışı muamele

Kaynakların ve şahitlerin tamamı, Demokratlara hem darbe esnasında, hem de özellikle Yassıada'da çok kötü muameleler yapıldığını doğruluyor.

Öylesine bir kötü muamele ki, bunu ancak ve ancak "insanlık dışı" tabiriyle tanımlamak mümkün.

İşte, o günlerde yaşanan yüzlerce vak'adan sadece birkaç misâlin özeti.

"İşte 20 baş hayvan"

DP'li Devlet Bakanı Mükerrem Sarol anlatıyor: "...Davutpaşa Kışlasından 20 kişilik bir kamyona bindirildik. Başımızdaki binbaşı başladı sataşmaya. Önce bana 'Söyle bakalım, bu milyonları nerede yiyeceksin' dedi. Ben 'Benim milyonlarım yok' dedim. 'Öyleyse sana yardım toplayalım da, evini barkını geçindirirsin' diye alay etti. Sonra, diğer arkadaşlarımın yakasına yapıştı. Yakışıksız sözler söyledi. Ardından, yalanlar dizisi başladı: 'Et Balık Kurumu ambarlarında üniversiteli gençlerin öldürülüp kıyma haline getirildiğini, Bayar'ın bankalarda milyonları çıktığını, Menderes'in altın külçeleri kaçırırken yakalandığını...' anlatıp durdu. Sonra da son derece çirkin ve sapıkça konuşmalar yaptı.

"Nihayet araba durdu, gemiye bindirileceğiz. Binbaşı eline listeyi aldı ve gemi komutanına 'İşte size 20 baş hayvan getirdim' diye bağırarak söyledi.

"Arabadan çıkıp gemiye atlayanın da yemediği tekme, küfür, hakarek yoktu.

"Aynı bed muamele Yassıada'ya çıkarken de tekrarlandı. Ada komutanı Tarık Güryay, aramızda eli sopayla dolaşır, önünde herkesin ayağa kalkmasını isterdi. Yine de, hakaret ve işkence yapmaktan geri durmazdı.

"Bütün asker ve subayları dolduruşa getirmişlerdi. Hepsi bizi birer vatan haini gibi görüyordu. Gördüğümüz muamele de ona göre oluyordu.

"Hiç unutmam, yanımda arkadaşım Selahaddin Karayavuz vardı. Ona, 'Ben bu şartlarda burada yaşayamam. Bu haysiyetsiz muamele karşısında, kafamı demirlere vura vura öleceğim' dedim."

Ölümü tercih edenler

Yassıada'da Demokratlara yapılan insanlık dışı haysiyetsizce muamele, sadece M. Sarol'un değil, bir çoklarının canına tak etmiş ve onları böyle yaşamaktansa ölümü seve seve tercih edecekleri bir noktaya getirmişti.

Ölmek isteyenlerden biri de DP Fatih İlçe başkanlarından Dr. Faruk Sargut idi.

Dünya gazetesinin 21 Temmuz tarihli sayısında, Sargut'un gayrımeşrû yollardan servet edinmiş olduğu şeklinde çok ağır bir suçlama vardı. Bu alçakça iddia, bardağı taşıran bir damla oldu. Zaten mevcut sıkıntılara tahammül edemeyecek dereceye gelen bu vakarlı insan, gazete haberini okuyunca büsbütün üzüldü, kahırlandı. İddialara cevap vermek imkânına da sahip değildi. Dr. Sargut: Kendi kendine 'Böyle zillet içinde yaşamaktansa, hayatıma son vermem daha hayırlıdır' gibi sözler söylemeye başladı. 22 Temmuz günü lavaboda çamaşır yıkarken, çamaşır ipiyle kendini asmaya teşebbüs etti. Hırıltı sesini duyan güvenlik görevlileri onu son anda kurtarıp hastaneye kaldırdı. Hasta vaziyetiyle de, onu yargılamaya devam ettiler.

Nitekim, aynı hasta ve hatta ameliyatlı bir halde iken, Prof. Osman Turan'ı da, üstelik işkenceler çektirilerek ve eli bağlı şekilde (Güryay tarafından) sopayla dövülerek yargılamaktan çekinmediler. (Bkz: 27 Mayıs Yargılanıyor; Sarol ve Turan'ın anlattıkları)

Dr. Lütfi Kırdar'ın duruşmada vefatı

Sağlık Bakanı olan Dr. Lütfi Kırdar da, Yassıada'daki işkenceli meşakkate dayanamayıp vefat edenlerden.

Muhtelif şahitlerin aktardığı Kırdar'ın ölüm şeklini, Erzurum DP milletvekili A. Melik Fırat'tan dinleyelim:

"...Adaları hiç görmemiştim. Bir hisarın karşısında indik. Bizi Yarbay Tarık Güryay elinde sopasıyla karşıladı. Bizi indirince, sıra halinde tek tek götürdüler koğuşlara. Tarık Güryay ve yanındakiler bize 'Siz bir hırsızın peşinden gittiniz. Türkiye'nin paralarını çalıp, Rusya'ya kaçacaktınız değil mi?' dediler. Askerlere de bunları anlatmış ve kandırmışlar. Hatta, 'DP'liler talebeleri öldürüp, Et Balık Kurumunda kıymaya karıştırmışlar' gibi iddialara bile inandırmışlar herkesi. Adaya getirilen milletvekillerine çok kötü muamele yapılıyordu.

"Bizden sonra, bakanlar da getirildi. Dr. Lütfi Kırdar, İstanbul'un eski valisi. Sağlık Bakanıydı. Yaşlıydı, iri yarıydı. Bir çelme atmışlardı; düşmüş, alnı kan içinde kalmıştı. Bizim koğuşa gelince, yanına gittim, alnındaki kanı sildim. Mahkemede ifade verirken düşüp kalp sektesinden vefat etti. Bunu hiç unutmam."

(Devamı var)

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kişiliğini bulma



Kişiliğimizin oluşmasını ele aldık; şimdi kişiliğimizi, şahsiyetimizi bulma üzerinde duralım. Aslında şahsiyetimizi bulurken ve karakterimizi oluştururken karışık ve komplike yollar izleriz. Bu çetrefilli yollara sapmadan, şöyle bir örnekten yola çıkabiliriz:

Gözlerimizi bağlayıp, yabancısı olduğumuz ıssız bir adaya bıraksalar; ne yaparız? Önce kendimizi kontrol edip çevremizi; ardından karnımızı nasıl, ne ile doyuracağımızı; peşinden emniyet içinde barınacağımız bir mekân araştırırız. Sonra nasıl mutlu ve huzûrlu bir hayat süreceğimizi düşünürüz. Ve neticede de, “Bizi buraya kim, ne için gönderdi, bundan sonra nereye sevk edecek?” suâllerinin cevaplarını bulmalıyız.

İnsan kendisini, evvelâ kendisine; sonra âilesine, çevresine; ardından “mevcudata” ve Yaratanına göre tarif eder; yerini belirler. Buna göre de mânevî cephesini inşâ, duygularını ihyaya çalışır. İşte, tabiî seyri içindeki bu sürece psikologlar, psikanalistler veya psikiyatristler, “kişilik, yâni şahsiyetini bulma” derler.

İslâmiyet; öncelikle olumlu ve olumsuz duygularını belirler. Sonra olumlularını, ulvilerini geliştirme, olumsuzlarını yönlendirme melekesi geliştirir. Hepimizde, “akıl, şehvet ve gadap/savunma mekanizması” olmak üzere üç temel yetenek, onlarca olumlu-olumsuz duygu, yüzlerce his ve binlerce lâtife ile donatıldık. Dostluk-düşmanlık, sevgi-nefret, diğergam-bencil, tasdik-inkâr, hilm-gadap/öfke, gayret-tembellik, fazilet-egoizm gibi olumlu ve olumsuz duyguların harmanlanmasıyla yaratıldığımızdan terbiye ve tekâmül için yalnızca olumlu duyguların geliştirilmesi kifayet etmez. Her şey çift kutuplu yaratıldığından hakikat ve tekâmül zıtlar sayesinde ortaya çıkar. İnsanlık vasfının tezahür edebilmesi için olumsuz duyguların yönlendirilmesi ve yerli yerinde kullanılması gerekmektedir.

Kimi ahlâkçı, psikolog, pedagoglar olumsuz duyguların insan fıtratından yok edilmesi gerektiğini savunur. Ahlâkı zayıf insanlara, “Haset etme!”, “Hırs gösterme!”, “İnat etme!” ve “Dünyayı sevme!” diyerek terbiye edemeyiz. Bu, “fıtratını/yaratılış yapını değiştir” gibi yerine getirilmesi imkânsız bir tekliftir. Adeta, akan suya “Tersine ak!”; lâmbaya “Işık verme!”; fırına, “Yemek pişirme!” demek gibi bir şeydir.

Bu, yaratılış ve imtihan sırrına aykırı. Asıl olan olumsuz duygu ve hisleri yok etmek değil, onları mecralarına yönlendirmektir. “Olumsuz duygularını at, yaratılışını değiştir, insanlıktan çık!” gibi realiteye zıt bir yaklaşım sergilemeliyiz. Bilâkis, olumsuz duyguları kanalize etmenin yollarını göstermeliyiz.

Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz!1 Meselâ şeytan kitap okuma, ibadet ve zikre mani olur. İşte burada, inadımızı veriliş gayesi istikametine çevirerek kullanabiliriz: Ey nefsim ve ey lânetlenmiş, kovulmuş şeytan! Sen mi, “Okuma!”, “İbadet etme!”, “Zikretme!” “Tefekkür etme!” diyorsun? “Öyle ise, inadına okuyup, inadına ibadete ve zikre devam edeceğim!” Sen mi, “Hak ve hürriyetler için çalışma, boş ver, âlemi sen mi düzelteceksin!” diyorsun. “İnadına çalışacağım!” Yani, burada inadı, sebat şekline dönüştürüp pekâlâ gelişmemizin itici gücü yapabiliriz.

Askerde verilen silâhı ve mermileri arkadaşlarımıza değil, düşmana doğrultup atmak içindir. İşte negatif duyguları, düşmana, zalimlere karşı kullanmalı. O zaman gerçek insanlığımız ortaya çıkar; negatif/eksi kutuplu olan duygularımızı “artı”ya çevirebiliriz. Yapacağımız şey, bu duyguların hafiflerini dünya işlerine, şiddetlilerini öbür âleme ve maneviyata sarf etmektir.2 Çünkü bunlar, övgüye değer bir ahlâka ve gerçeklere, realitelere uygun iki dünya mutluluğuna kaynaklık etsinler diye ruhumuza takılmışlardır.

İslâmiyet kişinin karakterini, kişiliğini oluştururken getirdiği temel/genel değerler, kaideler dışındaki ahlâkî normlar “donuk” değil; esnek tutarak geniş bir hareket alanı sağlar. Ferd, cinsiyet, sınıf, cemiyet, zaman ve mekâna göre farklılıklar arz ederek; her yerde uyarlanabilirlik özelliği taşırlar.

Bir yönetici, makamındaki ciddiyeti “vakar”; resmîliği evine taşırsa “kibir” olur. Kişi, milleti, cemaati, müessesesi adına iftihar edebilir, gurur duyabilir. Kendi namına edemez. Kendini yerebilir, ama, milletini yeremez.

Kur’ân, yüksek derecede bir kul, faziletli bir kişiliğe sahip, diğergam; başkasının hakkına tecavüz etmeyen; ancak kendi hakkını da arayabilen hakperest, karakterli bir Müslüman karakteri oluşturur.

Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 318.; 2-a.g.e., s. 275.

17.09.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Namazımız ve duâmız



Ahmet Başargil:

* “1- Sevgili Peygamberimizin (asm) resim olan yere melek gelmez hadis-i şerifinin kaynağını yazar mısınız? 2- Kıble yönünde insan resimleri var ise namaza bir mahzuru var mıdır? Bir ilâhiyat öğretim üyesi resmin puta tapıldığı zamanlardaki devirde geçerli olduğunu şu zamanda insan resmi kıblede olsa da namaza herhangi bir zararı olmadığını söyledi. Hocam bu hadisi şerif bugün için hükmünü kaybetti mi? Hayırlı Ramazanlar.”

1- İçinde resim ve suret bulunan eve meleklerin girmeyeceğini bildiren hadis-i şerifler altı muteber hadis kitabında da vardır. İşte kaynakları: 1- Buhârî, Libas 92, 88, Bed’ü’l-Halk 6, 14, Megâzî 11; 2-Müslim, Libas 102 (2112), (2606); 3- Ebû Dâvud, Libas 48, (4158), (4155); 4- Tirmizî, Edeb 44, (2805), (2807); 5- Nesâî, Zînet 113, (8, 216), Zînet 112, (8, 212, 213); 6- İbnu Mace, Libas 44, (3649).

2- Meleklerin sûret ve resimlerden hoşlanmayışının gerekçesi açıktı aslında: Tarih boyunca insanlığın suretleri ve resimleri putlaştırmak ve kutsallaştırmak gibi bir zaafı vardı ve bu zaaf İslâmiyet’in geldiği dönemde de devam ediyordu. İslâmiyet geldiğinde insanların evlerinde, ceplerinde yığınla putlar vardı ve Peygamber Efendimiz Mekke’yi fethettiğinde Kâbe putlarla dolu idi. Yani tarih boyunca insanoğlu resmi ve sureti hangi masum gerekçe ile yapmış olursa olsun, zamanla putlaştırmış ve kudsiyet izafe etmiştir. Bu durum ise elbette Tevhid dini olan İslâmiyet’in hoşlanmadığı bir yana, savaştığı bir durumdur.

3- Buna rağmen; yüce dinimizdeki şefkat tecellisine bakın ki, resimler ve suretler için putlaştırılmaması ve kutsallık izafe edilmemesi şartıyla şiddetli bir hüküm ortaya koymamış, mekruh (çirkin) bulmakla yetinmiştir. Yani bu durum, hadis-i şerifin bu gün hükmünü kaybettiğini göstermez; Hazret-i Peygamberin (asm) üzerimizdeki şiddetli şefkatini gösterir.

4- Kıble tarafında resim bulunan odada namaz kılmak mekruhtur. Fakat bu durum, namazı fesada verecek, iptale götürecek ve bozacak derecede ileri bir hüküm değildir. Mekruhtur, yani çirkindir. Yani namaz adabına uygun değildir. Fakat eğer namaz kılacak başka yer bulamamış isek, burada da namaz kılınabilir, caizdir.

***

Feride Hanım:

*“Günahkâr kulun duâsı kabul olur mu?”

İslâm’da duânın kabul şartları içinde kişinin günahkâr olup olmaması ile ilgili bir şart yoktur. Çünkü zaten günahkârlık kulluğun şenindendir. Bağışlamak da Allah’ın şenindendir. Kul günah işler. Günah, kulun duâsı ile Allah arasında bir perde oluşturmaz. Her kulun duâsı makbul olur. Yeter ki duâ etsin.

Öte yandan, Kur’ân mü’min kulları ısrarla tövbeye dâvet ediyor. Hatta “Kim tövbe etmezse, işte onlar, kendilerine zulmedenlerdir”1 der. Oysa tövbe etmek başlı başına bir duâdır. Ve günah tövbeyi gerekli ve hatta zorunlu kılıyor. Öyleyse, günahkârım öyleyse duâ edemem gibi bir şartlanmanın İslâm’da yeri yoktur. Tövbeye ve duâya devam emri vardır.

“Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?”2 Ve “duâ edin, size cevap vereyim”3 âyetlerinin tefsirinde önemli duâ üslûplarına işaret eden Bedîüzzaman, duânın kabul şartlarının bu üslûplar ve diller içinde gizli olduğunu beyan eder. Bedîüzzaman’a göre, adabına uygun olarak Cenâb-ı Hak’tan bir şey istendiğinde, Cenâb-ı Hak verir. duâda kullanılan önemli üslûplar ve diller şunlardır:

1- İstidat dili: İstidat ve yeteneklerin dili ile istenen şey daima verilir. Bütün varlıkların istidat dili ile yaptıkları duâlar Allah’ın dergâhına yükselmekte ve kabul görmektedir. Buna bütün kâinat şahittir.

2- Fıtrî ihtiyaç dili: İstenen şey, fıtrî bir ihtiyaç ise, kabul edilir. duâlarını fıtrî ihtiyaç diliyle yapan canlılar, ihtiyaçlarına ummadıkları şekillerde ulaşmaktadırlar.

3- Iztırar dili: Zorda kalan ve dert çeken acı sahibi birisinin “acı diliyle” yaptığı duâyı Cenâb-ı Hak makbul sayar.

4- Hal ve fiil dili: Bizzat fiil ve davranışlarıyla uygun tutum sergilenerek yapılan duâlar makbule şayandır. Sebepleri bir araya getirmek, Allah’ın istenen şeyi vermesi için görmek istediği bir fiilî duâ hâlidir. Meselâ hasta olan birisi doktora, eczacıya Allah’tan şifa talebiyle gider, ilâçlarını Allah’tan şifa talebiyle alır ve kullanır. Hastanın bu hâli bir duâ vaziyetidir ki, Cenâb-ı Hak katında makbul sayılır. Yine meselâ bir çiftçi, Cenâb-ı Hak’tan bereketli ürün istemek için, toprağı sürmekle rahmet kapısını çalmış olur.

5- Söz ve kalp dili: İlk dört dil ile ulaşılmayan bir istek ve ihtiyaç için nihayet söz dili ile duâ edilir ve Cenâb-ı Hak’tan istenir. Kul, güç yetiremediği konularda diliyle ve kalbiyle Allah’ın kudret ve rahmetine sığınır, Cenâb-ı Hak da bu sığınışı inşaallah kabul eder.

Duâ da bir ibadet olduğundan, dünyevî maksatlar gaye edilerek yapılmayacağını beyan eden Üstad Saîd Nursî, ibadetin gayesinin uhrevî olduğunu, dünyevî maksatların ise ancak bu ibadetin özel vakitleri hükmünde olduğunu kaydeder. Bedîüzzaman’a göre, belâların gelmesi, dertlerin verilmesi, hastalıkların ve muzır şeylerin musallat olması bazı duâların hususî vakitleridir. Bu vakitlerde Cenâb-ı Hakk’a duâ edilmelidir. Ancak belâlar gitmez ise, “duâm kabul olmadı.” denilmemeli; “duânın vakti bitmedi.” denilmeli ve duâya devam edilmelidir. Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemelidir.4

Dipnotlar: 1- Hucûrât Sûresi: 11, 2- Furkân Sûresi, 25/77, 3- Mü’min Sûresi, 40/60, 4- Bedîüzzaman, Sözler, s. 287

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Kur’ân fırsatı kaçmadı



Yeni Asya, Ramazan’ı, bu kutlu zaman dilimi içinde okunan her harfine binlerce sevap verileceği müjdelenen Kur’ân kampanyası ile karşıladı.

Abone olan her okuyucumuza peşinen hediye ettiğimiz Kur’ân-ı Kerim üç senelik titiz bir çalışma sonunda ve en son teknoloji kullanılarak bilgisayar ortamında hazırlandı.

Hafız Osman hattı örnek alınarak yazılan Kur’ân-ı Kerim 11 kişilik hafızlar heyetinin tashihinden geçtikten sonra baskıya verildi.

Telif hakkını elinde bulunduran Gül Neşriyat’ın izni ile basılan Kur’ân-ı Kerim, yeni başlayanlar için önemli bir okuma kolaylığı sağlıyor ve emsalleri içinde en okunaklı olanı olarak öne çıkıyor.

Kapağı altın yaldızlı ve lüks sıvama olan Kur’ân, sık ve uzun süreli okumaya imkân tanıyacak sağlam bir cilt dikişine sahip.

59 kupon biriktiren her okuyucumuz Kur’ân-ı Kerime sahip olabiliyor.

Ramazan’la birlikte kupon neşrine başladığımız bu kampanyada fırsat kaçmış değil. Kampanyadan geç haberdar olanlar, eksik kuponlarını, kampanya sonunda yayınlanacak yedek kuponlarla tamamlayabilirler. Fırsatı kaçırmayın.

***

Bizim Radyo’da Ramazan

104.4 frekansından yayın yapan Bizim Radyo, bereket ve feyziyle manevî dünyamızı şenlendiren Ramazan’ı birbirinden güzel programlarla karşılıyor.

Yayın akışını Ramazan’a göre şekillendiren Bizim Radyo’da gün sahur sohbetleri ile başlıyor. Sabah ezanının ardından okunan, Ramazan’ın vazgeçilmezi mukabele ile devam ediyor.

Edebiyatçı-yazar İslâm Yaşar’ın tatlı üslûbuyla geçmişle geleceği harmanladığı Ramazan Günlüğü bir oruç sabahında dinleyenlere âsûde bir ruh hali kazandırıyor. Uhrevî bir âlemin pencerelerinde gezindiriyor.

Şaban Döğen’in hazırlayıp İsmail Tezer’le birlikte sunduğu Ramazan’ın Tadı, Kubilay Aktaş’ın hazırladığı Hayatı Yeniden Yaşamak, Ramazan’la birlikte alışkanlıklarımızı değiştirmemize fırsat tanıyan farklı açılımlar sunuyor.

Yasemin’in Tenceresi ailelerin huzurlu buluşma ortamı iftar sofralarımızı zenginleştirmede yardımcı olurken, İsmail Tezer’in sunduğu iftar programı Ramazanname, gerek konukları, gerekse canlı telefon bağlantıları ile Türkiye ve dünyayı iftar sofralarımıza yakın kılıyor.

Ve daha pek çok yenilik Ramazan boyunca ‘hayat frekansınız’ Bizim Radyo’da sizlerle buluşacak.

***

Cevher İlhan ve Şükrü Bulut

Yazarlarımız Cevher İlhan’ın günlük, Şükrü Bulut’un haftalık yazılarına tekrar başlamaları, okuyucularımız tarafından büyük bir sevinç ve memnuniyetle karşılandı. Ramazan tebrikleriyle birleştirilen bir hayli kutlama ve takdir mesajı aldık. Biz de yazarlarımızı kutluyor, mübarek bir mevsime tekabül eden bu yeni başlangıçların hayırlara vesile olmasını diliyoruz.

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İnsanın ve hayvanın kıymeti



Esasında canlı veya cansızların hepsinin İndallahda bir değeri var. Mevlânâ bundan dolayı “Bizim nice biruh sandıklarımız gerçekte ziruhturlar” demiştir. Cansızlar da canlıların yaşaması için temel ortamı hazırlıyorlar. Tabir caizse cansızlar canlıların lojistikleri ve ikmalatıdır. Bundan dolayı hepsi gezegenimizin hayatının levazımatı arasındadır. Fakihlerin tabiriyle bu durumda ‘ma la yetimmu’l vacibu illa bihi fe huve vacip/ görevi tamamlayan şey de görev bağlamındadır’ demek durumundayız. Yani lojistik de, kemaliyat da lüzumiyattandır. Bu itibarla, Fatih Sultan Mehmet Han “Yaş kesenin başını kesrim” demiştir. Bu bağlamda, hayvanatın değeri ve masuniyeti konusunda Mustafa Sibai “İştirakiyetü’l İslam” kitabında değerli kayıtlar izhar etmektedir. İslâmın özü Allah’ı tazim ve yaratılmışlara şefkattir. Yunus Emre Hazretleri bunu çok güzel bir şekilde özlü bir sözle terennüm etmiştir “Yaratılanı sevdik yaratandan ötürü...”

Demek ki yaratılanlar üzerinde yaratıcının bir hatırı var ve bunu çiğnememek iktiza eder. Onun hatırı yaratılanların yani mahlûkatın hakkıdır. Onun hatırı mahlûkata güzel davranmamızı ilzam eder. Peygamberimiz de bu güzelliği veya hatırın ifasını fiiliyattaki uygulamalarıyla göstermiştir. Nitekim Abdullah İbni Cafer (Radiyallahu Anh) rivayet ediyor: Günlerden birgün Resulü Ekrem Efendimiz ensardan birisinin avlusuna girdiler. Gözleri orada bulunan bir deveye ilişti. Yanına gittiler. O zaman teessürlerinden mübarek gözleri yaşardı. Deveyi sıvazlayarak:

“Bu deve kimin, sahibi nerede?” buyurdular.

Ensardan genç birisi çıkıp, gelip, “Benimdir” deyince Peygamberimiz ona hitaben “Allah’ın sana verdiği bu deveye ettiklerin nedir? Allah’tan korkmaz mısın? Aç, susuz kullandın. Kullandın da artık ihtiyarladı. İşe yaramıyor diye bir kenara attın. Kesmek istiyorsun. Padişahların iyisi bile böyle yapmaz” buyurdular. Peygamberimiz bu fiilin ancak kötü ve zalim sultanlardan raiyyesine yönelik olarak sadır olabileceğini hatırlatıyor.. Bu muhavere ve konuşmanın ardından Peygamberimiz deveyi satın alarak deveyi azat eder ve. “Ey deveciğim istediğin yere git. Seni Allah için azat ediyorum” buyurdular. (Hakim Sabit, İlmihal, Sebilürreşad Kütüphanesi, 1331, s: 127).

***

Hayvana veya deveye verilen bu değer fazlasıyla insana da verilmiştir. Bu değer bazında ve bağlantısında cinsiyet veya diyanet farkı gözetilmemiştir. Fakihler gözetse bile bu itibaridir. Ontolojik bağlamda değildir. Sözgelimi günümüzde Yusuf el Karadavi maktulün diyeti konusunda kadın erkek diyetini eşitlemiştir. Konumuz bu olmadığı için tafsilata girmiyoruz lâkin hatırlatmadan da geçemedik.

Peygamberimizin deveye olan muamelesine benzer bir şekilde Hazreti Ömer de zimmilere aynı şefkat ve rikkat ve rifkla yanaşmıştır. Ontolojik bağlamda bilâ tefrik muamelede rifk ve şefkat vardır. Bundan dolayı Peygamberimiz hayvanı keserken canını acıtmamamızı öğütlüyor. Yoksa bu muamelede benzerlik insan veya hayvanın eşitlenmesi keyfiyeti değildir. Yahudi veya başka bir din mensubu da olsa Hazreti Ömer onları Müslümanlardan ayırmamıştır. Cizye ödenmesinde Hıristiyanların talepleri üzerine isim farkını kaldırdığı gibi yaşlananlarından veya bikeslerden vergiyi de kaldırmıştır. Selahaddin Eyyübi’nin Kudüs’ün yeniden fethinden sonraki uygulaması böyle değil midir? Malî takatı olmayan esirleri fidyesiz serbest bırakmıştır. Hazreti Ali’nin ifadesiyle gayri müslimler diyanet dairesinde bizden ayrılsalar ve bu noktada kardeşimiz olmasalar bile insaniyet dairesinde kardeşimizdirler. İslâmiyet ise insaniyet-i kübradır. Bu noktada Yusuf el Karadavi insanları insanlık birliğine çağırıyor.

Hazreti Ömer hilâfeti günlerinde yolda bir Yahudiye rastlayınca onu cizyeden muaf tutmuştur. Ve beytü’l mal yetkilisiyle de karşılıklı bir iç muhasebe yapmıştır. Beytü’l mal sorumlusuna iç muhasebenin bir sonucu olarak şunları söylemiştir: “Vallahi kendisine insaflı davranmadık. Gençliğini harcadık, ihtiyarlığında ise yüzüstü bıraktık. Halbuki sadaka fakir ve miskinlerindir. Bu zat da miskinlerden birisidir (Turasu hulafai’r raşidin, Subhi Mahmasani, s: 101)...” Bazı müfessirler Nisa Sûresinde geçen ‘caru’l cünübü’ ifadesinden yani yan komşulardan muradın Ehl-i kitap veya umumen gayri müslimler olduğunu söylemişlerdir. İşin ilginç tarafı Hazreti Peygamberimiz genç ensara devenin gençliğini yedikten ve tükettikten sonra onu yüzüstü bıraktığını, oysa onun bir canlı olarak bu muameleyi hak etmediğini söylemesindeki yaklaşımın bir benzerini Hazreti Ömer’in zimmiye davranışında da gözlüyoruz. Aynı yaklaşım tarzını Hazreti Ömer’de de bir Yahudi zimmiye karşı görüyoruz. Medeniyetler ancak bu veya benzeri uygulamalar üzerinde yükselebilirler. Evet kim veya ne olursa olsun önce canlıya, sonra da özelde insana şefkat kanatlarımızı germeliyiz. İslâmiyetin ve insanlığın icabı budur. Bu aynı zamanda bir vefa gereği ve göstergesidir de.

İslâmiyet herşeye karşı rıfk ve rifkat ve incelik dinidir.

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Eğlence sevenlere erken uyarı



Her yıl olduğu gibi bu yıl da, Ramazan ayını kutlayan başta belediyeler olmak üzere çeşitli dernek ve kuruluşlar, birbirinden farklı faaliyetlere imza atıyorlar. Kimi iftar çadırı kuruyor, kimi kumanya paketi dağıtıyor, kimileri de ‘kültürel faaliyet’lere ağırlık veriyorlar.

On bir ayın sultanı olan Ramazan ayını coşku ile karşılamak ve çeşitli faaliyetler düzenlemek elbette takdire şayan bir davranış. Ancak bu faaliyetlerin olmazsa olmazı; Ramazan ayının ‘mânâ ve ehemmiyeti’ne uygunluk olmalı. Ramazan ayı, ibadet ayıdır ve yapılan çalışmalar bu çerçevede olmalıdır. Ramazan ayını ‘eğlence ayı’ olarak gören ve gösteren bütün yaklaşımlar yanlıştır, hatalıdır.

Ramazan ayı vesilesiyle bir belediye tarafından hazırlanan ‘tanıtıcı broşür’ü görünce, ‘erken ikaz’ görevimizi yapalım istedik. Belediyenin, ‘Ramazan Geceleri’ programına göre ‘Sound&Light Show’, Orlando, Las Vegas, Lizbon ve Sevilla’dan sonra adı geçmeyen belediyemizin gayretiyle İstanbul’a geliyormuş.

Programda ‘çeşni’ kabilinden Ramazan ayıyla ilgili programlar da yer alırken ağırlık ‘shov’lara ayrılmış. Şarkıcı, türkücü, şovcuların yanında; Ramazan ayının değil ‘ruh’una, ‘r’sine bile uymayan “Anadolu Ateşi” gösterisi de programda yer alıyor.

Benzer şekilde programlar hazırlayan bütün belediyelere seslenmek istiyoruz: Ramazan ayı, kesinlikle ‘eğlence ayı’ değildir. Ramazan ayı ibadet ayıdır. Bu ayı, ruhuna ve mânâsına uygun şekilde kutlamaktan çekiniyor ya da başka endişeler taşıyorsanız; lütfen dejenere etmeye çalışmayın. Ya hiçbir program yapmayın, ya da program yaparken Ramazan ayının ‘ibadet ayı’ olduğu gerçeğinden yola çıkın!

Ramazan ayının ilk günlerini idrak ediyoruz. Şu ana kadar medyaya yansıyan bu anlamda fazla bir ‘garip’lik görülmedi. İnşallah bundan sonra da görülmez. Ancak hazırlanan programlara bakınca ilerleyen günlerde Ramazan’ı ‘eğlence ayı’ gibi görenlerin icraatlarına şahit olabiliriz. Şimdiden itiraz ediyor ve programların Ramazan ayına uygun şekilde icra edilmesini istiyoruz.

Bu konuda Diyanet İşleri Başkanlığına da görev düştüğü kanaatindeyiz. Başta belediyeler olmak üzere bu konuda çalışmalar yapan, program düzenleyen kişi ve kuruluşları ikaz edip, aydınlatabilir.

Son sözümüz: Ramazan ayı eğlence ve ‘şov’ ayı değil; hayır hasenat ve ibadet ayıdır. Öyleyse buna göre davranılsın...

17.09.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“Manevî kıyamet”ten “maddî kıyamet”e…



İnsanlık, sınır tanımaz egosunu tatmin, açgözlülük ve hırsıyla tabiatın dengesini bozuyor; küresel kirlilik, enkaz ve süprüntülerle dünyayı kirletiyor, çevre tahribatını hızlandırıyor. Bunun içindir ki bilim adamları, vahâmetin boyutunu ikaz edip âcil çağrıda bulunuyor.

İklim değişikliklerine dair tesbitlere göre, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Deniz seviyesi beş metre yükselecek ve gezegenimizde buzul kalmayacak. Milyonlarca insan hayatlarını sürdürmek için kutuplara göç etmek zorunda kalacak…

Ve nihayetinde okyanusta hayat yok olacak. Kutuplara kadar çölleşme başlayacak. Her geçen yıl diğerinden daha sıcak olacak… Kısacası, dünya yaşanmaz hale gelecek…

Daha şimdiden erken “maddî kıyamet” senaryoları yazılıyor. Yörüngesini şaşıran bir göktaşının 2036’da dünyaya düşebileceği haberi, bunlardan biri.

Açıkça, “Eğer dünya çabuk aklını başına almazsa, küre-i arz başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak” hâdisesinin maddî işâretleri veriliyor…

* * *

Ne var ki, küresel tahribatı yapan, en çok sera gazı salan ülkeler, bu raporları görmezden gelmekte, bu çağrılara kulaklarını tıkamaktalar. Sanayi artıklarıyla dünyayı ve atmosferi tahrip eden güçler, bu uyarıları görmezden gelmekteler.

Felâketin baş müsebbibi olan ABD’nin, bütün ısrarlara ve tehlike uyarılarına rağmen İsrail’le birlikte çevre ve nükleer tahribatına karşı çıkması bundan. Japonya’nın Kyoto kentinde 160 ülkenin imzaladığı atmosferi kirletmeye sınır getiren “BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi”ni uzun yıllar imzalamamakta direnmesi, bunun bir örneği.

Keza Amerikan Enerji Bakanlığı, “ısınma konusunda önlem alırsak iş kayıpları ortaya çıkar” diye hazır çıkarcı bir zihniyetle tedbir çağrısını reddediyor.

Görünen o ki küresel felâketlerle, küresel zulümler; katliâmlar, işgaller, haksızlıklar, kuraklık, kıtlık, bereketsizlik ve musîbetler atbaşı gidiyor. Biri diğerine âdeta çanak tutuyor.

“Özgürleştirme” perdesinde Irak’ı işgalin ilk haftasında sekiz bin Iraklının öldürülmesi, son üç buçuk yılda resmî rakamlara göre çoğu çocuk, yaşlı ve kadın bir milyon mâsumun katledilmesi ve üç milyonu aşkın sivilin göçe zorlanması, yeryüzünü kanla bulaştıran zulümlerden bir tanesi. 22 İslâm ülkesini “değiştirip dönüştürme” bahanesiyle kıt’aları kasıp kavuran dehşetli zulüm projesinin bir parçası…

İnsanlık, zâlim ve gaddar güçlerin çıkarları uğruna zulümleri altında inlerken, yine aynı güçlerin havaya saldıkları zehirli gazlar ve atıklar yüzünden bu kez iklim dengesizlikleriyle küresel ısınma ve soğuma felâketiyle karşı karşıya kalıyor…

Kısacası, beşerin kirli eli karıştığı yeri karıştırıyor, bulaştığı yeri kirletiyor. Ahlâk ve edepten mahrum “mimsiz medeniyetin pisliği, dünyayı telvis ediyor.” “Bu vatan-ı dünyevîmizi” yaşanmaz hale getiriyor…

* * *

Hâdiselerin hikmet ve mâverasını okuyan Bediüzzaman’ın tâbiriyle, “küre-i arzın bu yangını”nı fitne ve fesadıyla, zulüm ve günâhlarıyla yine insanlar çıkarıyor, körüklüyor. (Emirdağ Lâhikası II, 309 -310)

İşârât’ül İ’câz’da, “(Melekler), ‘Yeryüzünde fesad yapacak, kan dökecekleri mi (insanları mı ) yaratacaksın?’ dediler” âyetinin tefsirindeki iki defa “fîhâ” olarak işâret edilen “arzda (yeryüzünde)” ifâdesinin tefsiri tecellî ediyor.

“Beşerin fesâdı dahi, Azrâil gibi arzın kalbine kadar pençesini sokup, arzı imâtesine (öldürülmesine) işârettir; demek, “beşer arzın ölümünü intâç eden (netice veren) bir zehirdir” mânâsı okunuyor. (s.251)

Doğrusu, âyetin işâretiyle atmosferdeki dengesiz iklim değişiklikleri ve pervâsızca sebebiyet verdirilen küresel ısınma ve kuraklık felâketi, “zulme taraftar olmak”la, “zâlime ve zulme en ednâ bir meyil göstermek”le ve hatta zâlimlerin zulümlerini “çok fazla fenâ telâkki etmemek”le doğrudan ilgilidir.

Bu hususta, yağmursuzluk hakkındaki bir suale, Bediüzzaman’ın cevabı dikkate değer:

“Nimet ve rahmet-i İlâhiyenin fiyatı, şükürdür. Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiyatını şükürle vermediğimiz gibi; zulmümüzle, isyanımızla gadâbı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.” (Emirdağ Lâhikası, 31-33)

Neticede, “Öyle bir musibetten kaçınız ki, geldiği vakit zâlimlere mahsus kalmaz, mâsumlar ve mazlumlar da içinde yanar” (Enfâl Sûresi: 25) âyetinin tefsiri, yeryüzündeki bozulma ve atmosferdeki küresel ısınma musîbetinin yüzünde tezâhür ediyor.

Küresel ısınma ve kirlilik musîbetine karşı, insanlığın, öncelikle inançsızlıktan, bencillikten, zulümden, haramdan, günâhlardan ve mânevî kirlerden temizlenmesi gerek…

Zira “mânevî kıyamet”, “maddî kıyamet”i tetikliyor…

17.09.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri