Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Kasım 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdurrahman ŞEN

Ekrem Kaftan şiiri üstüne...



Özcan Ünlü, Taceddin Ural, Şükrü Kamber, Ekrem Kaftan, Bedir Acar ve Özkan Bayhan kardeşlerim, Zaman Gazetesi’nde farklı dönemlerde birlikte çalıştığım, haberdeki kılcal damarlarım idiler…

İçlerinde Özcan Ünlü ve Ekrem Kaftan şiirle uğraşırdı. Bugün için; Özcan kardeşim “usta” sınıfında sayılacak çapta “serbest” mısralarıyla, “modern şiir” çerçevesinde ilerler, ciddî eserler üretirken, Ekrem Kaftan da hece ve aruzla yazarak aynı noktaya doğru hızla ilerliyor…

Hece vezniyle de tatmin olmayan Ekrem kardeşimin aruz ile yazdığını, bilmeyenler için şaşırtıcı ve özel bir not olarak söylemem gerek.

Yeni yayınlanan kitapları üzerinde bir şeyler söylemeden, yazdığı güzelliklerden örnekler sunmadan, yayınlanan ilk kitabıyla ilgili bir anıya dönmek istiyorum. Bu anıyla, Ekrem kardeşimin kişiliğini öğrenmek de mümkün olacak çünkü…

“Beyaz Zambak Gölgesinde” isimli şiir kitabı, 1997’nin ilk günlerinde Denge Yayınları tarafından yayınlanmıştı.

Çok sevgili bir başka kardeşim de bu kitabın çıkışını haber veren tanıtım yazısına; “Divan şiirini uyandıran şair” başlığını atmıştı… Ekrem kardeşime destek ve moral vermek isterken yazısına; “Yahya Kemal, ‘Divan şiiri benimle bitti’ demişti. Divan şiiri bitmedi ama eskilerin tabiriyle ‘ küçük ölüm’ denilen uykuya dalmıştı. Onu, başka bir söyleyişle, yenilenmiş bir ruh haliyle uyandıran Ekrem Kaftan adlı genç şair oldu.” diye başlayan kardeşim daha sonra şunları da yazmıştı: “ Peygamber’i, aşkı anlatırken, Fuzuli’yi, Dede Efendi’yi ve diğer büyük divan üstadlarını hatırlatıyor.”

Bu yazılanları okuyunca, Ekrem kardeşimin; “Muhterem üstadım Abdurrahman Şen Ağabeyime tenkidlerini esirgememesi dileğiyle” deyip, 6 Şubat 1997 günü imzalamış olmasından da aldığım cesaretle (!) şu minvalde bir şeyler yazdım: “Ekrem kardeşim… Serbestlik ardına gizlenip bir şeyler karalayanlardan olmayı seçmeyip de hecenin yanı sıra aruzla da şiir yazmaya çalışman başlı başına tebrike şâyan.

Ancak… Elbette yanında yörende benzer tarz yazanlar olmamasının zorluklarını yaşayacaksın. Çok zor bir yolda yazdıkların hiç de fena değil ama… Sen, seni metheden, divan şiirini uyandırdığını, Fuzuli’leri hatırlattığını söyleyenlere de inanma… Onlar sana kuru gaz veriyor. Sen/ biz kiiiim, divan şiirini bir iki kitapla uyandırabilmek, Fuzuli’lere eş değer olabilmek kim! Onun için bu gazların sana moral vermek için olduğunu, daha yolun başında bulunduğunu ve son derece normal olarak çoook eksiğinin olduğunu bil yeter… Eksiklerini bilerek yola devam edersen ustalık mesafeni kısaltırsın…”

Yazım yayınlandığında arayan kimi dostlarımız, Ekrem Kaftan’ın bana güceneceğini iddia ettiler… Ben ise “göreceğiz!” demekle yetindim. Birkaç gün sonra bir ortamda Ekrem kardeşimle karşılaştık… Yazıdan haberdâr olanların, “şimdi n’olacak bakalım!” bakışları arasında, her zamanki saygılı tavırlarıyla yaklaşan Ekrem kardeşim; “ Ağabey sağol… Bana verilen bütün unvanları almışsın ama ayaklarımı da yere değdirdin. Beni bu şekilde ancak sen uyarabilir ve yol gösterebilirdin… Çok sağol.” deyiverdi…

Çevredekilerin kimi şaşırdı kimi de yaşanan olayın büyüsünü hissetmeye çalıştı. Öyle ya… Yayınlanmış bir kitabı eleştirilen şair, eleştiricisine teşekkür ediyordu.

Sonra “eleştiri” kelimesinin gerçek anlamı, “eleştiri-hakaret” sınırı üzerine uzun bir sohbete daldığımızı da hatırlıyorum…

İşte şimdi aradan 10 sene geçmiş durumda… Tabi bu arada Ekrem kardeşim de boş durmadı… Hemen 2 yıl sonra Ayışığı Kitapları arasında “Gülistanbul” isimli İstanbul şiirlerini yayınladı. Bu defaki imzasında; “Muhterem ağabeyim ve dostum Abdurrahman Şen’e… Tenkidlerini insaflı yapması dileğiyle…” diyordu… Mesaj karşılıklı olarak alınmıştı!

Ekrem Kaftan kardeşimin 3. şiir kitabı da İstanbul konuluydu ve “Yâristanbul adını taşıyordu. “Nesil yayınları’ndan çıkan bu kitabını da; “Sevgili ağabeyim, şeyhim Abdurrahman Şen’e daima yanımda olarak elimden tuttuğu için şükran ve muhabbet hislerimle.” diyerek imzalamıştı ve şair abartmasından örnek veriyordu sevgili kardeşim…

Bu arada “Kâfi” mahlasını da kullanmaya başlayan Ekrem kardeşimin Yüzakı Yayıncılık’tan “Sebebi Sensin”, Eylül Yayınları’ndan da “Bâd-ı Sabâ’ya…” ve yine İstanbul üzerine yazdığı şiirlerden oluşan “Son İstanbul şiirleri” isimli kitapları yayınlandı.

Sarmaşık Dergisi’ni yayınlarken her sayıya bir Ekrem Kaftan şiiri mutlaka koymaya çalıştım. Bir sayıda da “ayın şairi” olarak değerlendirdik Ekrem kardeşimin şiirlerini…

“Bâd-ı Sabâ’ya” kitabının girişindeki şu satırlar, Ekrem Kaftan’ın şiir yolculuğunun nasıl dolu dolu ve yeşerirken yeşerterek, gelişirken geliştirerek, olgunlaşırken olgunlaştırarak sürüp geldiğinin de anahtarı gibi: “Millet olarak büyük işler yaptığımız yüzyıllarda büyük şiirler yazdık. Aşk, bizim için sürekli yaşadığımız ve hiç kaybetmediğimiz ulvi bir duygu idi. Sevdiğimiz her şeyi aşk derecesinde sevdik, yaptığımız her işi aşkla yaptık. Bizi zaferlere götüren hep aşkımızdı. Ne zaman ki aşkımız yön değiştirdi ve kaybolmaya yüz tuttu, sürekli geriledik, küçüldük, ezildik. Şiirimiz ve san’atımız da aynı oranda geriledi ve küçüldü. Yunus Emre’yi, Mevlânâ’yı, Sinan’ı, Baki’yi, Nefi’yi, Nedim’i, Şeyh Galib’i yetiştiren milletimiz, aşkını kaybettikçe küçük sözlerle büyük mutluluklar yaşamaya çalışır hâle geldi. Aşkımızı kaybettikçe hayata bakış açımız daraldı. Eşyanın hakikatini merak etmez olduk. Gözümüzün önündeki güzellikleri bile göremez olduk. İç dünyamız da dış dünyamız da bize adeta kapandı. Böyle bir hayat içinde şiirin yeri de elbette hemen hemen hiç kalmadı. Herkes küçük zevklerle mutlu olmanın mümkün olduğunu düşünmeye başladı. Kalbimizin ve gönlümüzün ihtiyaçlarını fark etmez olduk.”

İşte bir insanda hele hele bir şairde bu şuur söz konusu olunca; “Ezel ve ebed içre gönlümde yâr İstanbul / Gönül verip sevdiğim, gönlümü yâristan bul / Düşersem yârden ayrı yalnız sana düşeyim / âğyara meyledersem, gönlümü yâr İstanbul” mısralarının da o şaire yakıştığını görüyoruz.

Dilini daha güncelleyen, tamlamalardan uzaklaşan, konularını zenginleştiren bir Ekrem Kaftan’ın, elbette Fuzuli ya da Yahya Kemal kadar olmasa da edebiyat tarihimizde kendine has özel bir yeri olacak… Bana da; “şair Ekrem Kaftan var ya… Biz onunla birlikte çook çalıştık” demek güzelliği kalacak… Kalemine kuvvet sevgili kardeşim… Sevgisizlik dünyasında senin gibi sevgi dolu yüreklere çoook ihtiyaç var.

Devam kardeşim… Aruzla, heceyle yazmaya devam… Sevmeye, aşka devam! Bütün sevgisizliklere, düşmanlıklara inat!

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Okumayınca strese girmek



Bütün toplumda okumama hastalığı devam ediyor. En basit meşgalelere, en önemsiz işlere bolca zaman ayırabilen birçok insan, sıra okumaya gelince “Zamanım yok” deyip işin içinden çıkıveriyor.

Zarûrî, hatta gayr-ı zarûrî ihtiyaçlarına bütün şartları zorlayarak para ayırmayı âdet haline getiren çoğu insan, sıra bir kitap, bir dergi veya bir gazeteye gelince; “İmkânlarım el vermiyor” diyerek işin içinden çıkıyor.

Hiç düşündük mü acaba okumamanın sonucu nedir? Okumama hastalığı bizi nereye götürür, toplumdaki yerimiz ve imajımız ne olur? Kitapsız, okumasız, kültürsüz bir insanın varacağı yer neresidir?

Bu ve benzeri suâllerin doğru cevaplarını hemen hepimiz biliyoruz herhalde. Kısacası kitapsız bir hayatın sonucu cehalettir. Okumama illetinin neticesi bilgisizliktir, kültürsüzlüktür. Cahil, bilgisiz, ilimsiz bir insanın durumunu varın siz düşünün.

Okumayan, öğrenmeyen insan dinini nasıl yaşayacak? Ekmek, su kadar zarûrî olan dinin gerekli olan bilgi ve malûmâtlarından bîhaber olan bir ehl-i din, dinî mükellefiyetlerini nasıl yerine getirecek? Farzları, vacipleri, helâlleri, haramları tefrik etmeyen bir Mü’minin dinî yaşantısını bir düşünün.

Bizdeki okumama, kitaptan uzak durma hastalığını ciddiye alan, bu önemli illeti dert edinen insanlar var mı bilemiyorum. İnsanları ve dolayısıyla bütün bir toplumu her gün biraz daha cehalete, gabâvete, bilgisizliğe götüren bu okumama alışkanlığını nasıl üzerimizden atabiliriz? Kitaplarla ne şekilde bir araya gelip, samîmî dost olabiliriz?

Bu ve benzeri suallerin doğru cevaplarını bulup, kitaplarla bir araya gelip, bu önemli boşluğumuzu doldurmadığımız müddetçe ömür dakikalarımızı çok iyi değerlendirdiğimizi söylememiz mümkün mü dersiniz?

Sayılı ömür dakikalarını en iyi, en verimli, en kârlı bir şekilde geçirmenin yollarını ve çarelerini düşünmeli akıllı insan. Çok kısa ve önemli olan bu geçici dünya hayatının her dakikasını, her saniyesini düşünerek öylece sarfetmeli aklı başında olan insan.

Televizyonun lüzumsuz ve mâlâyani dizilerine ayırdığımız zamanı, her hafta maçları seyretmeye sarfettiğimiz saatleri, daha benzeri boş, lüzumsuz meşgalelere harcadığımız zamanın çetelesini, hesabını keşke bir tutsak. Gençler, kafa yordukları içi boş meselelerin muhasebelerini yapsalar, boşa geçirdikleri zamanı bir hesaba vursalar; bir çok erkek kahve köşelerinde geçirdikleri ömür dakikalarının hesabını bir yapsa; hanımlar da takıntı haline getirdikleri evlerinin mobilyalarının tozunu almaya, kirli olsun veya olmasın evin her türlü temizlik ve düzenine ayırdıkları zamanı her gün bir kâğıda yazarak bir durum değerlendirmesi yapsalar keşke... Böyle bir muhasebeyi yaptıktan sonra da “Kitap okumaya zamanım yok” diyerek özür beyan etmenin inandırıcılığını bir düşünsek diyorum.

Bu meyanda karamsar bir tablo çizmiyoruz. Lâkin benim müşahedelerim böyle. Okumaya ve kitaba zaman ve para harcamadığımız veya çok az harcadığımız, acı bir gerçek.

Elbette kitap aşığı, okumayı ruh ve kalbinin mânevî bir gıdası olarak gören kitap ve okuma tutkunları da yok değil toplumumuzda. İsterseniz bu konuda çoğumuza örnek olacak bir ağabeyin şu ifadelerine birlikte kulak verelim:

“Risâle-i Nur’ları tanıdıktan sonra okuma alışkanlığım her gün biraz daha arttı. Nurları tanıyalı belki kırk yıl oldu. Zaman geçtikçe, yaşım ilerledikçe Risâle okuma arzu ve iştiyakım artıyor. Her gün Kur’ân, Cevşen, Risâle okumak benim için vazgeçilmez mânevî bir gıda. Her gün bunları ne kadar çok okursam, kendimi daha dinç, daha zinde hissediyorum. Okumadığm gün veya az okuduğum gün sıkıntı ve strese giriyorum, huzursuz oluyorum, kendimi bir boşlukta hissediyorum. Onun için hasta da olsam, yolculuğa da çıksam, misafirliğe de gitsem mutlaka bu okuma alışkanlığımı devam ettiriyorum. Hatta yolculuğa çıkacağım veya misafirliğe gideceğim önceden belliyse, bir kaç gün önceden daha da fazla okumaya gayret ederim. Bazen de bazı mazeretler sebebiyle az okuduğum günler olursa, daha sonraki günlerde daha fazla okuyarak onu telâfi etmeye çalışırım. Dedim ya, Kur’ân, Cevşen, Risâle okumak, hayatımın vazgeçemiyeceğim önemli bir ihtiyacı. Bunlara ara verdiğim zaman kendimi adeta suçlu hissediyorum, huzurum kaçıyor, psikolojim bozuluyor...”

İşte böyle günümüzde bazıları eline kitabı alınca strese, sıkıntıya girerken; bazıları da eline kitabı almayınca, okumayınca huzuru kaçıyor, psikolojisi bozuluyor.

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Asıl çelişki



8 Kasım 2007 tarihli Aktüel dergisinin Medyatek sayfalarında Yeni Asya’nın iki ayrı haberi, çok büyük bir çelişki yakalanmış edasıyla eleştirel değerlendirmelere konu edildi.

Haberlerden biri, 16 Ekim’de çıkan “Türkiye’de okuyamadılar, Viyana’da mimar oldular” başlığını taşıyor. ÖNDER’in desteğiyle üniversite diploması alan başörtülülere dair bir haber.

Diğeri ise, iki gün sonra, 18 Ekim’de yayınlanan “Alman sunucu: Kadının yeri evidir” başlıklı haber. Aileyi ve anneliği savunan görüşleriyle Almanya’da ve Avrupa’da fırtınalar koparan ve hışım çeken Eva Herman hakkında.

Aktüel, Yeni Asya’nın, “Kadının yeri evidir, annelik kariyerden önce gelir” dediği için işine son verilen Eva Herman’ı desteklemesinin, başörtülülerin Viyana’da okuyup mimar olmalarına verdiği destekle çeliştiğini iddia ediyor.

Oysa ortada hiçbir çelişki yok.

Çünkü Yeni Asya kadınların başörtüsü yasağı sebebiyle okumaktan, meslek ve iş sahibi olmaktan alıkonulmasına başından beri kararlılıkla karşı çıkıyor ve yasakla mücadele ediyor.

Ama prensip olarak ve kadının yaratılış özellikleri itibarıyla huzur bulabileceği ortamın da evi olduğunu; iş hayatının, aslî görevleri olan anne ve eş olma vazifelerini aksatmaması, daha ötesinde ise kadının, kaldıramayacağı ağır yüklerin altında ezilmemesi gerektiğini savunuyor.

Kadının, yaratılış özelliklerine ters düşmemek ve gerek kendisi için, gerekse aile açısından olması gereken fıtrî dengeleri bozmamak kaydıyla çalışmasına ise karşı çıkmıyor.

Bu itibarla, Aktüel’in Viyana’da mezun olan başörtülü mimarlara “Yeni Asya’ya pek aldırmasınlar” tavsiyesinde bulunması son derece yersiz ve gereksiz.

Buna karşılık, Aktüel’in “Çalışma hayatıyla evdeki görev ve sorumlulukları arasında ezilerek psikolojisi ve dengesi bozulan kadınların ikilemine tutarlı ve inandırıcı bir çözüm öneriniz var mı?” sualine cevap vermesi gerekiyor.

Bu arada, Yeni Asya’nın Eva Herman haberinde “kadın için annelik ve yuva kurmanın meslek ve kariyerden önce geldiğini ifade eden sunucu hanıma” Avrupalı Feministler, Hıristiyan Demokratlara yanaşmış yeni modern Bolşevikler ve Sosyalist Bolşeviklerin karşı çıktığı yazılırken Aktüel’in bu listeye “(Yeni Asya) açıktan söylemese de Yahudiler”i eklemesi dikkat çekici.

“Herman’ın çağdışı fikirler”ine örnek olarak aktarılan alıntılar için seçilen kaynağın, Evrensel gazetesinde yayınlanan bir haber olması da.

Bütün bunların ötesinde asıl derin çelişki, çalışan bir kadın olarak Herman’ın, “çağdışı fikirler”i savunduğu iddia edilerek işten çıkarılmasına alkış tutan Aktüel’in tavrında değil mi?

Bir taraftan kadının her hal ve şartta çalışmasını savunurken, diğer taraftan çalışan bir kadının, sırf dile getirdiği fikirler sebebiyle bu hakkından mahrum edilmesine böylesine hışımla taraf olmanın mantıklı bir izahı var mı?

Aktüel, Herman’ın fikirlerine katılmayabilir. Bunları—ne demekse—“çağdışı” olarak da niteleyebilir. Ama bunların hiçbiri, söz konusu fikirleri savunuyor diye Herman’a karşı başlatılan linç kampanyasını ve bu kampanyaya gönüllü olarak iştirak edilmesini haklı çıkarmaz.

Demokratlık çifte standardı kaldırmaz.

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

İlk direnişci



Kudüs Ortodoks Patrikhanesinin sözcülerinden olan Atallah Hanna’nın Hıristiyan din adamları için sıradışı telakki edilebilecek olan açıklamalarına Arap basını aracılığıyla bir çok kez vakıf olmuştum. Kendisini ilk kez dinleme fırsatı buldum. Konuşması yazılı metinlerde gördüğümüzden daha ateşli ve sıradışıydı. Üç özelliği var. Bunlardan birisi, mücessem ve müheykel bir yapıda olması ve bu da karizmasını artırıyor. Yakından baktığınızda ortaçağdan kalma bir Filistinli portresiyle karşılaşıyorsunuz.

Hiç el değmemiş bir portre. Saklı coğrafyada muhafaza altında tutulmuş bir fizik. Sanki tarihin sakladığı figürlerden birisi. İkincisi, Müslüman hatiplerden bile daha fasih konuşması. Aslında genelde Hıristiyanlar Arapça’yı kırık konuşurlar. İncil’in Arapça çevirileri dahi dil bakımından size yabancı gelir. Fakat Atallah Hanna’nın konuşmasını dinlerken sanki bir Müslümanı dinlermiş gibi oluyorsunuz. Cesur ve fasih konuşuyor. Müheykel, mücessem olması ve cesur ve fasih olması üç özelliği olarak sayılabilir. Gazetecilerin ve televizyon kanallarının ençok rağbet ettikleri ve peşinde koşturdukları adamdı. Hilafsız, toplantının yıldızıydı.

‘Uluslararası Kudüs Buluşması’na katılmasından İsrail’in çok rahatsız olduğunu ve katılımının İsrail basını tarafından afişe edildiğini ifade etti. Kendisinin de anlattığı gibi, İsrail, Filistin’deki mücadeleyi Müslüman-Yahudi kavgası olarak takdim etmek istiyor. Bu görüntüyü bozan unsurlar onun planlarınıda bozuyor. Bundan dolayı Hıristiyanların denklemde olmasını hiç istemiyor. Bu sebeple Atallah Hanna özellikle İsrail’in Filistin’i ve Kudüs’ü bu sebepen dolayı Hıristiyanlardan boşaltmak istediğini ifade ediyor. Hıristiyan vakıfları müsadere ettiğini ve dışarıya göçü teşvik ettiğini; Batı Hıristiyanları nezdinde ayıplanmamak için özellikle Hıristiyan Filistinlilerin varlığından rahatsız olduğunu söyledi.

Bu itibarla İsrail iki şeyi yapmaya çalışıyor. Bunlardan birisi, Müslümanlarla aralarını açmak, ikincisi de Filistini, Hıristiyan ahaliden boşaltmak. Sürekli olarak Hırisiyanlığın kaynağının kendileri olduğunu ve dolayısıyla Hıristiyanlığın Batı’dan gelmediğini aksine Filistin’den Batı’ya gittiğini vurguluyor. Şunları söylüyor: “Mesih burada doğdu, İncil burada yazıldı ve ilk kilise burada kuruldu...” Bundan dolayı Hıristiyanlığın doğduğu toprakların Filistin oluğunu ve bu itibarla Hıristiyanlık noktasında kimseye medyun-u şükran olmadıklarını ve bu noktada her Hıristiyanın bu topraklara medyun-u şükran olduğunu da hatırlatıyor. ‘Uluslararası Kudüs Buluşması’ndan somut kararlar bekliyor. Filistin noktasında Arap ve İslâm ülkelerini vazifelerini yapmamakla suçluyor ve ikinci olarak da İsrail’in bu kadar pevasız olmasını ABD ve bazı Batılı ülkelerin desteğine bağlıyor.

***

Hazreti Ömer’den sitayişle bahsediyor ve onunla kalmıyor, ‘Mescidi Aksa bizim de kutsalımızdır ona bir saldırı bize yapılmış sayılır’ diyor. İsrail’in düzenli olarak Filistin’in Müslüman ve Hıristiyan karakterini değiştirmeye yeltendiğini hatırlatıyor. Kendisinin de Azmi Bişare ve benzerleri gibi bir direnişçi olduğunu ama kendi direnişinin verbal ve sözlü olduğunu ve tavır göstermek şeklinde tecelli ettiğini kaydediyor. Bu anlamda, direnişle alakalı sözleri sorulduğunda benzeri konuşmalar irad ediyor ve ‘Filistin’de ilk direnişçi Mesih idi. Kimsesizlerin kimsesi ve fakir fukaranın sahibi idi’ diyor. Bu anlamda Mesih’in ilk direnişçi olduğunu ama farklı bir direnişci özelliği taşıdığını ifade ediyor. Bu sözler bana İslâm dairesi içinde Mesih’in ikinci gelişinde veya nüzülünde Filistin’de Deccal’ı öldürmesi (Babu’l Lüd) misyonunu ve bu misyona dair rivayetleri hatırlatıyor. Atallah Hanna’nın Mesih hakkında; “O bir idrenişçi idi belki ilk direnişciydi’ demesi bana ilginç ve çeşitli çağrışımlara yol açtı. Gerçekten de İslâm literatürüne ve hadis kolleksiyonlarına baktığımızda, Hazreti Mesih’in Babu’l Lüd denilen kasabada Mesih ed Deccal’i, yani sahte Mesih’i yakalayarak ifna ve imha ettiğini görürüz. Sahte Mesih suyun içinde eriyen tuz gibi yok olup gider. Hıristiyan kiliseleriyle de Filistin meselesini görüştüğünü ifade eden Hanna bu bağlamda Patrik Bortholemeaus’u ziyaret ettiğini söylüyor. Bu anlamda Fener Patriği’nin diğer patrikaneler arasında önemli bir yerinin olduğunu da söylüyor. Ekümenik ibaresi kullanmasa bile onu çağrıştıran tanımlar bunlar.

***

Mescid-i Aksa’nın başına kötü bir drurum ve felaket gelmeden İslâm ve Batı dünyasının harekete geçmesi gerektiğini söylüyor. Aksa konusunda bu kadar titizlenmesi aslında deniliği gibi Aksa’nın bükün peygamberlerin ortak mescidi ve mabedi olduğunu bir kez daha pekiştirmiş oluyor. Ve direnişci olmakla ve bu suretle Mesih’in yolunu takip etmekle iftihar ettiğini söyleyen Atallah Hanna, Lübnan’daki Filistinlilere de şu tavsiyede bulunuyor: “Filistin’deki evlerinizin anahtarlarını kaybetmeyin, muhafaza edin. Bir gün gelecek lazım olacak...”

Sanki bu sözler İncil’den devşirilmiş sözler gibi. İsrail’in bütün çabalarına rağmen yine de kutsal toprakları Yahudileştiremediğini de sözlerine ilave ediyor. Onu dinlerken gerçek bir Mesih şakirdini dinler gibiydik...

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

İşe istediğin zaman git!



Biri, “İşe istediğin zaman git!” dese, herhalde “Nerede o bolluk” diyenlerimiz çoğunlukta olur. Normal şartlar altında işe ‘zamanında’ gidilir. Ancak son yıllarda ‘esnek çalışma’ olarak tabir edilen farklı bir çalışma şekli de bilhassa Amerika ve Avrupa’da yaygınlık kazanıyor.

Bir dergide yer alan habere göre, Amerika’daki Best Buy firması ‘işe zamanında gel’ şartından vazgeçmiş. Ülkenin önde gelen bu elektronik perakendecisi, mesaî saatlerini ve klâsik yönetim şeklini değiştirmek için radikal ve riskli bir deneye girişmiş. ‘Sonuç odaklı ortam’ yani ROWE olarak tanımlanan yeni bir sistem kurmuş. (Vestel Vs. dergisi, Aralık 2007, sayı: 24)

Bu girişiminin amacı, performansı saatlerle değil, elde edilen sonuçla değerlendirmek olmuş. Asıl dikkate alınan, çalışanların yapmaları gereken işi ne zaman yaptıkları değil, tamamlamaları ve verimli olmaları. Bu sayede çalışanlar ne zaman işte olmaları gerektiğine kendileri karar veriyor, ister sabah 9’da, ister gece 12’de gelip işlerini tamamlayabiliyorlar. ROWE, ilk önce pilot bölgelerde uygulanmış. Verimliliği ve üretimi yüzde 35 arttırdığı görülünce uygulama alanı çoğalmaya başlamış. Böylece çalışanlar daha mutlu ve en önemlisi, hayatlarının her alanında daha verimli hale gelmişler.

Tabiî ki bu sistemin her türlü iş yerinde uygulanması mümkün değil. Ancak, verimliliği arttırmak isteyen ve bu sistemin uygulanması mümkün olan işletmelerin bu ve benzer yeniliklerden kaçınmaması lâzım. Hedef, daha fazla verimlilik ve çalışanların mutluluğu ise...

*

Biraz çenemizi yoralım

Dünyanın yaşadığı problemlerden biri de ‘gelir dağılımı’nın adaletsiz olmasıdır. Bu durum, kişiler örnek alındığında sözkonusu olduğu gibi, ülkeler arasında da sözkonusudur.

Atalarımız, “Zenginin malı züğürdün çenesini yorar” demiş ve iyi de etmişler. Biz yine de ‘bilgi’ niyetiyle biraz çenemizi yoralım isterseniz...

“Dünyanın en zenginleri” arasında yer alan bazı işadamlarıyla ilgili ‘bilgi’ler şöyle:

Bill Gates: Her saniye ortalama 250 dolar kazanıyor. Yani günde 20 milyon, yılda 7.8 milyar dolar. Dünyanın en pahalı evinde oturuyor. Evin toplam değeri 125 milyon dolar. Odaların sıcaklığı, misafirlerin vücut ısılarına göre değişiyor. Evine gelen gazetecilerin evdeki teknolojiden söz etmelerini engellemek için bir kâğıt imzalatıyor. Çocukları bilgisayarda hafta içi 45 dakika, hafta sonu 1 saat oyun oynayabiliyor.

Carlos Slim: 67 yaşındaki Meksikalı Carlos Slim, ülkenin yıllık üretiminin yüzde 7’sine hâkim durumda. Slim’in günlük kazancı 27 milyon dolar. (Meksika’da her bir çalışan, günde sadece 2 dolar kazanabiliyor.) Bilgisayar kullanmayı bilmiyor. ‘En zengin olmayı’ umursamadığını söylüyor.

Warren Buffett: 52 milyar dolarlık bir servete sahip. Hayırsever olarak tanınıyor. Hâlâ 1958 yılında satın aldığı evinde oturuyor. Şoför kullanmıyor. Biyografisini yazan kişi, ‘Elektrik düğmesine basmayı bile bilmez’ diyormuş. Ofisinde bilgisayar yok.

Başka ‘zengin’lerle ilgili bilgi de var, ama şimdilik bu kadar ‘çene’ yormak yeter...

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Diyarbakır'ın hikâyesi



Ahirzamandan önceki asırlarda yaşanmış hadise.

Ninova halkına peygamber olarak gönderilen Hazret-i Yunus Aleyhisselâm, üç yüz sene halkı imana dâvet ettiği hâlde kendine ancak iki kişi iman edince, kavminin tegafül hâllerine tahammül edememiş.

Saffât Sûresi’nde “O yolcu dolu bir gemiye kaçtı. Sonra kur’a çektiler ve o kaybetti. Kendi kendini suçlayıp dururken onu balık yuttu” şeklinde de ifade edildiği gibi, Dicle nehrinde işleyen bir gemiye binip oradan uzaklaşmış.

Bir süre sonra nehirden denize açılan gemi, hiçbir sebep yokken hareket etmeyince, bu uğursuzluğun, gemide sahibinden kaçmış kölenin bulunmasından ileri geldiğini düşünen gemiciler kur’a çekmişler.

Yolcular arasında çekilen kur’a kendisine çıkınca hatasını anlayan Hazret-i Yunus (as), âdetler gereği denize atılmayı kabul etmiş. Karanlık bir gecede, fırtınalarla çalkalanan denize atılmış.

Denizde bir balık tarafından yutulan Hazret-i Yunus (as) Allah’a iltica edince, balık onu kıyıya atmış. Büyük bir kabak ağacının altında dinlenerek iyileşmiş ve tekrar kavminin arasına dönüp irşada başlamış.

Mucizeler gösterip peygamber olduğunu isbat ettikten sonra kendisine vahyolunan hakikatleri anlatarak Diyarbakır taraflarına geldiğinde o mahalde yaşayan ahâlisi mucize istemeden kendisine iman edince sevinmiş.

Bu hâdiseden sonra orada bir süre kalmaya karar veren Hazret-i Yunus (as), Nergis Kayası denen mağaraya yerleşmiş. Ahâlinin reisi Amida’yı çağırıp eline bir plân vermiş ve gösterdiği yere kara taştan büyük bir kale yapmalarını söylemiş, ardından da ellerini Allah’a açıp onlar için duâ etmiş:

“İliniz mamur ve abadân, halkınız daima sevinçli ve neşeli olup, bütün çocuklarınız ve yakınlarınız temiz ve olgun olalar.”

***

Evliya Çelebi, böyle anlatmış Diyarbakır Kalesi’nin yapılış hikâyesini.

Güneydoğuda yaşanan nâhoş hadiseler sebebiyle Diyarbakır’ın gündemden düşmediği bu günlerde, Seyahatnâme’deki o bahsi okuyunca hislerimiz hareketlendi.

‘Şattü’l-Arap kenarında göğe yükselen’ kayanın üzerine yapılan bir cephesi nehre bakan, diğer cepheleri ovaya açılan kalenin yanı sıra, Yunus Aleyhisselâmın duâsının, insanların hâllerine akseden tezahürlerini de merak edince Diyarbakır Kültür Merkezi’nin açılışını bahane ederek uçağa atlayıp Diyarbakır’a gittik.

Hazret-i Yunus’un (as) tavsif buyurduğu ‘sevinçli, neşeli, temiz ve olgun’ sıfatlarına Nur Talebesi hasletini de ekleyen Diyarbakırlı bazı arkadaşlarla birlikte, şehir sokaklarını adım adım dolaşmaya başladık.

Gün boyu Dicle nehrinin iki yakasında hâl-i hazırı yaşarken maziyi tahattur, istikbali de tahayyül edince gördük ki gerçekten şehir, ‘Amidî, Kara Amid’ adları ile anıldığı zamanlarda ‘mamur ve abadân’ imiş. Kalenin etrafında türkülere geçen bağlar, nehrin kenarında dillere destan bahçeler varmış.

Lâkin, zamanla insanlar nebevî çizgiden saptığı, insanlık azalırken ihtiraslar arttığı, cemiyetin işleyişine de beşerî zaaflar hâkim olduğu için Hazret-i Yunus’un duâsının siyaneti bazı muttakî mü’minlere münhasır kalmış.

Hâl böyle olunca ferdin huzuru kaçmış, ailenin mutluluğu bozulmuş, cemiyetin refah ve saadeti selbolmuş. İyi kötü birbirine karışmış; faydalı zararlıdan, güzel çirkinden ayırt edilmez olmuş.

Kalabalık bir caddede bunları düşünerek yürürken aramızdan geçmek isteyen bir gencin omuz darbeleri ile sağa sola sendeledik. Birbirimize tutunarak dengemizi sağlayıp etrafımıza bakınca, her an zihnimizden geçenlerden daha dehşetli hâllerin yaşanmakta olduğunu müşahede ederek toparlandık.

Bu keşmekeş içinde durdukça o nâhoş hâllerin bize de sirayet ettiğini ve zihnimizin karışmaya, ruhumuzun kararmaya başladığını hissedince önümüze çıkan ilk sokağa saptık.

İki kişi yan yana yürüdüğü takdirde karşıdan gelenin geçemeyeceği dar sokakta, nereye çıkacağımızı bilemeden bir süre gittikten sonra şehrin en emin muhitinde bulduk kendimizi:

Sahabe-i güzînin sükûnet ikliminde...

Haziresinde, Hazret-i Halid bin Velid’in oğlu Süleyman’ın ve onunla birlikte kalenin fethi sırasında şehid düşen yirmi yedi sahabenin medfun bulunduğu, halkın da ona izafeten ‘Hazret-i Süleyman Camii’ dediği Kale Camii idi burası.

Kalenin, Dicle’ye bakan cephesinde yer alan ve serapa siyah bazalit taşından yaptırılan caminin pencere, kapı kemerleri, kubbe çeperleri ve gövde cepheleri ince kuşaklar hâlinde beyaz taşlarla tezyin edildiğinden göze hoş görünen bir mimarî yapısı vardı.

Küçük bir vadinin yamacına yapılmasına rağmen, yüksek duvarları, geniş kubbesi dört köşe uzun minaresi ve sair aksamıyla şehrin siluetinde mühim bir yer tutan caminin uhrevî havasına girdiğimiz anda, âdetâ zamanı aşarak bin yıl öncesine geçtik ve o âsûde köşede kaldığımız kısa zaman içinde, sürurunu hasselerimizde hissedip sevabını inşallah amel defterimizde göreceğimiz müstesna hâller yaşadık.

Meşhedinde medfun şehid ashâbın ruhaniyeti ve oraya sığınan masum insanların samimiyeti sayesinde tam bir huzur menzili hâline gelen mabedden ayrılıp şehrin yegâne Nur Menzili olan Ulu Cami’ye doğru yürüdük.

Kendimizi, Dicle gibi için için kaynayan Diyarbakır sokaklarından birinin soğuk ve bulanık akıntısına bırakarak akmaya başladık. Aktıkça süzüldük, süzüldükçe durulduk ve bütün katılıklardan, karışıklıklardan, sathîliklerden arınarak büyük bir nur ummanına daldık.

Surlarla çevrili tarihî şehrin merkezinde yer alan ve şehre mânevî hayat kaynağı olup içinde bulunduğu mahalleye adını veren Ulu Cami idi burası. Diyarbakır’ın mimarî ve mânevî çehresini Anadolu’nun diğer şehirlerinden farklı kılan dört köşe minarelerin en mehabetlisi buradaydı.

Üçgen tipi dik çatıları ayakta tutan mermer sütunların başlıkları, ağaç direklerin bağlantıları, yüksek duvarların iç yüzleri ve dış cepheleri taşların tabiî renkleri ile sade bir şekilde tezyin edilmişti.

Rivayetlere göre ilk defa Hazret-i Musa Aleyhisselâmın yaptırdığı bu mabed, şehre hakim olan hükümdarlar tarafından itina ile korunmuş. Romalılar zamanında genişletilip kilise hâline getirilmiş, Müslümanların şehri fethinden sonra da camiye çevrilmiş.

Yalnız hükümdarlardan değil, şehre gelen din, ilim ve devlet adamlarından da ilgi görmüş. Devlet adamları caminin bakımını yaptırıp ihtiyaç zuhur ettikçe yeni müesseseler ekleyerek camiyi külliye hâline getirmişler.

Şehirde ikamet eden veya zaman zaman gelen âlimler medresede ders vererek, hocalar vaaz kürsüsünden halka hitap ederek, şeyhler de tekkede serzâkirlik yaparak mabedi mânen ihyâ etmişler.

1910 yıllarında, bütün Şark şehirlerini içine alan uzun bir seyahate çıkan Bediüzzaman Said Nursî de Şam’a giderken Diyarbakır’a uğramış ve caminin yanındaki Zinciriye Medresesinde kalmış.

O seyahat sırasında gittiği yerlerde kürsülerden halka hitap eden, medreselerde talebelere ders verip şehrin erkânıyla, eşrafıyla görüşerek âlimlerle münâzarâ ettiğinden, orada da buna benzer irşad faaliyetlerinde bulunmak istemiş.

Daha önce adını çok duydukları Meşhur Molla Said’in Ulu Cami’de halka hitap edeceğini ve Zinciriye Medresesinde isteyen talebelere ders vereceğini duyanlar âdeta oraya akın etmişler.

Biz de o insanların hissiyâtıyla camiyi ve medreseyi gezmeye başlayınca gördük ki, o zaman kurulan sohbet Meclislerinde ve açılan ders hücrelerinde günlerce din, ilim, fikir, hikmet ve san’atın konuşulduğu yerler yine aynen duruyor.

Cumhuriyetin ilk yıllarında medreseler kapatılınca tedrisatına ara verilen Zinciriye Medresesi bilâhare Kur’ân kursu şeklinde tanzim edildiğinden bir bakıma hâlâ tarihî fonksiyonunu ifa etmekte.

Camiyi gezerken kısık sesle birbirimize anlattıklarımıza kulak misafiri olan seksenlik bir dede yanımıza yaklaşıp selâm verdi. Kendisinin de bir Nur Talebesi olduğunu ve bazı arkadaşları ile birlikte zaman zaman buraya gelip Risâle okuyarak Mehmed Kayalar’ın ve diğer Nur Talebelerinin başlattığı Nur hizmetini devam ettirdiklerini anlatınca o camiye izafe etmeye çalıştığımız Nur Menzili sıfatı kuvvet kazandı.

Bir arkadaş, Ulu Cami’nin mimarî tarzı, geniş bahçesi, Sünnî ve Şiî cemaate mahsus mihrapları ile Şam’daki Emeviye Camii’ne benzediğini, Bediüzzaman’ın orada meşhur ‘Hutbe-i Şamiye’yi vermesi hasebiyle Emeviye’nin de Onu tedai ettirdiğini hatırlatınca Ulu Camii’nin bir Nur Menzili olduğuna hükmettik.

Bediüzzaman; Zinciriye’de kaldığı günlerde ziyaret edenlerin, soru sormak için gelenlerin ve ders almak isteyenlerin fazlalığı yüzünden medresede tedrisâtın aksamasına fırsat vermemek için oradan ayrılmış.

O hemen Şam’a hareket etmek istiyormuş ama Diyarbakır eşrafından Cemil Paşa’nın dâveti üzerine bir süre onun konağında misafir olarak kalmış ve fikir adamlarının sohbetlerine katılıp âlimlerle münâzarâlar yapmış.

Kendisinin “Ziya Gökalp gibi müthiş bir mülhid, şakk-ı şefe etmeyecek derecede ilzam oldu” sözleri ile de ifade ettiği gibi halk arasında ırkçı fikirler yaymaya çalışan Ziya Gökalp’i, ‘dudağını açıp bir kelime konuşamayacak’ şekilde susturması, ondan rahatsız olan herkesin takdirini kazanmış.

Bu gün aynı bölgede yaşanan ve içtimâî bir felâket hâlini alan benzer temayüllerin de tesiriyle, o ibretli tartışmaların yaşandığı Cemil Paşa’nın konağını ve Deliller Hanı’nı görmeyi arzu etmiştik.

Bu vesile ile methini çok duyduğumuz kesme taştan yapılan geniş pencereli, yüksek eyvanlı, taş işlemeli mutantan Diyarbakır konaklarını, ağaçlarıyla, çiçeklerle bezeli, kuş cıvıltılı, su şırıltılı, havuzlu bahçelerini ve çok katlı tarihî hanlarını da görmüş olacaktık.

Lâkin Diyarbakırlı arkadaşlar mezkûr konağın ve hanın tarihî özellikleri bozularak turistik oteller kompleksi hâline getirildiğini anlatınca gitmekten vazgeçtik.

***

Binlerce yıllık mazisi vardı Diyarbakır’ın.

Geçmişin izlerini hassasiyetle saklayan böyle bir şehirde gezilip görülmeye değer daha pek çok yerin olduğunu düşünerek oraya ayırdığımız zamanı, camilerde, surlarda ve müze hâline getirilen tarihî konaklarda kullanmaya karar verdik.

Şehirdeki bütün tarihî eserleri gezmek mümkün olmadığından, ekseriyetini orada vazife yapan paşaların yaptırdığı ve onların adını taşıyan büyük camileri gezip minaresi dört köşeli, kubbesi kurşun kaplı ‘ruhaniyetli’ bir mabed olan Nebi Camii’nde namazı eda ettik.

Caminin hemen yanındaki Dağ Kapı’dan başladık, volkanik Kara Dağ’dan getirilen siyah taştan yapıldığı için ‘Kara Amid’ diye de anılan Diyarbakır Kalesi’ni gezmeye.

İç kalenin bazı kulelerine çıkıp onları birbirine bağlayan kale bedenlerine tırmandıktan sonra dış kalenin, nehre bakan yüksek surlarında gezdik, burçlarından âfâkı temâşâ ettik.

Urfa Kapı’dan çıktık cadde boyu uzanan kara surlarının sırtına. Yoruldukça kaldırım kahvelerinin hasır iskemlelerine çömelip ‘çöplü çay’ içerek dinlendik, simasında secde izi gördüğümüz mü’minlerle selâmlaşarak rahatladık.

Bu minval üzere gün boyu devam eden Diyarbakır gezimiz, nihayet Mardin Kapı’da sona erdi.

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

PKK terörünün başlangıcı



Can Dündar, Mehdi Zana’nın yazmış olduğu “Diyarbakır 5 No’lu” kitabı ile ilgili olarak; “Eğer bu kitapta yazılanların yüzde biri doğru ise, PKK terörünün çıkma sebebi anlaşılacaktır” ifadesini kullanmıştı. Bu kitabı okuyunca kendisine hak vermek zorunda kaldım. Zira 12 Eylül döneminde daha PKK’nın esamisine bile rastlanmamışken, Diyarbakır Cezaevinde yaşanan esef verici olaylar bu örgütün azmasına sebep olmuştur.

Geçenlerde Darbe Lideri Evren, “Kürtlere Kürtçe konuşma yasağı getirme kararı almakla hata ettik” özeleştirisinde bulunmuştu. Aynı kanaati daha sonra 28 Şubat döneminde post modern darbeye imza atan generaller de paylaştı. Terörün azmasına ve bu noktaya gelmesinde yapmış oldukları hataları itiraf ettiler.

Fakat olan, bu memleketin zavallı insanlarına oldu. On binlerce insan terör mağduru olarak vefat etti. Ülkemizin darbeler yüzünden zaten iyi olmayan itibarı iyice zedelendi. Her bakımdan âleme rezil olduk. Bu denli büyük felâketlere zemin hazırlayan generaller ise, hâlâ elini kolunu sallayarak serbestçe dolaşıyorlar.

Terör örgütü PKK’nın başarılı olması ve Kürtler arasında sempati kazanması neredeyse imkânsız bir şeydir. Zira PKK örgütünün kurucuları ve yönlendiren elebaşları birer Marksisttirler. Dini kabul etmeyen ve “din afyondur” diye öne çıkmış düşüncenin Kürtler arasında yer bulması mümkün değildir. Zaten başarısızlığa mahkûm bu görüşün yıllarca ayakta kalmasının sebebi ırkçı düşüncelere sahip bir kısım asker ve bürokratın yanlışlıklarıdır.

12 Eylül döneminde bir çok insan hapse girdi. Hiç suçu olmayan, meselâ sokakta simit satan bir vatandaşımız bile zindana atıldı. Aylarca mahkeme önüne çıkmak için hapishanede süründü. Sonradan anlaşıldı ki, bir asker yanlışlıkla sayıyı az söylemiş. Amirinden azar işitmemek için zavallı simitçiyi yolda durup mahkûmların içine atmışlardı.

Bu dönemde hapse atılan dindarların sayısı da hiç az değildir. Günlerce uzanmayı bir tarafa bırakın, oturmaya fırsat bulamadan bit pire içinde kalan binlerce insan vardır. Tek suçları dindar olmak olan bu insanların çok büyük çoğunluğu beraat etmiştir. Lâkin PKK’lılar gibi bir terör örgütüne katılmamışlardır.

PKK’lılar, başta ABD olmak üzere birçok Batılı gizli servis ajanlarının oyuncağı olmuş, vahşi eylemlerini yıllarca sürdüre gelmişlerdir.

Nasıl ki, Komünist Parti legalleşti, birden sönüverdi. Seçimlerde binde 5 gibi çok düşük oylar almaya başladı. Hâlbuki komünistler yasaklı oldukları dönemde çok iddialıydılar. Yapmış oldukları gösterilerde binlerce kişiyi toplayabiliyorlardı.

PKK’nın da aynı şekilde yok olması pekâlâ mümkündür. Yeter ki ırkçı ve faşizan metotlar kullanılmasın. Hapishanede işkence yaparsan, adam çıkınca ilk iş olarak dağa çıkıp terörist olmaktadır. Bunun yerine, onlara insanca muamele yapılsa, adı üstünde “ıslâh ve tutukevi” şartlarına uygun davranılsa, terörün beli kırılacaktır. Teröristlerin en büyük propagandaları da bu şekilde sona erecektir.

Mehdi Zana’nın kitabında işkence sonucu yüze yakın kişinin öldüğü, açlık grevleri ile de yine onlarca kişinin öldüğü ifade edilmektedir. Bunların yüzde biri bile gerçek olsa, terörün kaynağının hapishanelerde uygulanan kötü muamele olduğu ortaya çıkacaktır.

AB ve uluslar arası örgütlerin baskısı sonucu işkence ve kötü muamelenin büyük ölçüde önüne geçildi. PKK’nın bu propagandasının önü alınmış oldu. Şimdi yapılacak iş, siyasî engelleri ortadan kaldırarak, Ağar’ın dediği gibi, “düz ovada siyaset” meydanını açmaktır. Nasıl ki, Komünist Partisi birden çöküverdi, hiç şüpheniz olmasın PKK’da aynı akıbete uğrayıp marjinal bir gruba münhasır kalacaktır.

Bu vesile ile, parti kapatmanın hiçbir amaca hizmet etmeyeceğini, sadece ülkemizin itibarını olumsuz olarak etkileyeceğini hesaba katmak gerekir. Zaten iyice yıpranmış olan PKK’nın en büyük kurtuluş ümidi DTP’nin kapatılması olacaktır. Bırakın adamlar konuşsun, göreceksiniz, merd-i Kıptî’nin yaptığı gibi, şecaat arz ederken sirkatini söyleyeceklerdir.

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

En hayırlı lokma



“Hiçbir kimse, elinin emeğinden daha hayırlı bir lokma yememiştir.”1

Böyle buyuruyor Kâinatın Efendisi (asm) ve buna örnek olarak da bir peygamberi gösteriyor, “Allah’ın peygamberi Davud (as) bile elinin emeğini yerdi” buyuruyor.

Şu ifadeler de Efendimize (asm) ait: “Sizden birinin eline ipi alıp sırtıyla odun taşıması dilenmesinden daha hayırlıdır.”2

Yine Allah Resûlü (asm) tarafından Mü’minin çalışması, üretimde bulunması, ailesini geçindirmesi Allah yolunda cihad, gündüzleri oruç, geceleri de namazla geçirmeye denk tutuluyor.3 “Öyle günahlar vardır ki, onlara ancak geçim yolunda çekilen sıkıntılar keffaret olur”4 buyuruluyor.

Resûl-i Ekrem (asm) ticareti teşvik edip ona devam etmeyi de tavsiye ediyor, rızkın onda dokuzunun ticarette olduğunu bildiriyor.5 “Çarşı ve pazarlar Allah’ın sofralarıdır. Oralara gidip bu sofralardan yararlanın”6 buyurarak da ticaret menbaları olan çarşı ve pazarlara dikkat çekiyor.

Taberânî’de yer alan bir rivayete göre sabahın erken vakitlerinde Resûl-i Ekrem (asm) Sahabîleriyle otururken bir delikanlının oradan geçtiğini görürler. Sahabîler, “Keşke şu delikanlı da gençliğini Allah yolunda harcasaydı” demekten kendilerini alamazlar. Kâinatın Efendisi (asm), “Hayır öyle demeyin,” buyurur. “Eğer bu delikanlı dilenmekten, insanların el ve avuçlarındakine göz dikmekten kurtulmak için çıkmışsa Allah yolundadır. Yaşlı ana babasının, zayıf çoluk çocuğunun geçimlerini sağlamak için yola çıkmışsa yine Allah yolundadır. Eğer övünmek veya insanlara hava atmak için yola çıkmışsa şeytan yolundadır.”7

Demek kulluk şuuru içerisinde hareket eden Mü’minin el emeği, göz nuru, alın teri dökerek çalışması, ticarî hayatın içine girmesi bu kadar anlamlı, önemli ve büyük. Mahiyeti itibariyle dünyevî bir iş olan ticaret Allah yolunda, Onun rızası istikametinde, harama girmeden meşrû ve helâl bir şekilde, ölçülerine dikkat edilerek yapılırsa ibadet hükmüne geçiyor ve ahirete mal ediliyor.

Ya nefis hesabına yapılır, haddi aşıp içerisine yalan, hile, aldatma karışırsa?

Bu da helâk sebebi olabiliyor. Birgün Allah Resûlü (asm) ticaretle, ölçü tartıyla uğraşan kimselerin yanına vardığında onlara, “Sizler öyle bir işle uğraşıyorsunuz ki, sizden önceki milletler ölçülerine uymadıkları için helâk olmuşlardır”8 buyurur. Hz. Şuayb’ın kavminin helâk oluş sebebi ticârî hayattaki haddi aşmaları değil miydi?

Demek hakkı verildiğinde maddî ve mânevî büyük kazançları olan, sûistimaller yapıldığında ise helâk sebebi olabilecek kadar ciddî bir mesele ticaret.

Dipnotlar: 1- Buhârî, Büyu’: 15. 2- A.g.e. 3- Buhârî, Nafakat: 1. 4- İhyâ, 2:78. 5- İhyâ, 2:79. 6- A.g.e. 7- İhyâ, 2:78. 8- Tirmizî, Büyu’: 9.

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Dayak üzerine birkaç söz



“TÜBİTAK’ın desteğiyle ilk kez geniş çaplı bir çalışma yapıldı. Türkiye çapında kadınlarla yüz yüze görüşmelere dayanan araştırma sonucuna göre, her üç kadından biri kocasından dayak yiyor, her iki kadından biri bu dayağı gizliyor. En fazla dayak yiyenlerin kocasından daha fazla para kazanan kadınlar olduğu ortaya çıktı.” (8 Kasım 2007, Milliyet)

Aile içi şiddet ülkemizde gündemden düşmeyen konulardan bir tanesi. Dayak yiyen kadınlar için sığınma evleri açılıyor, kampanyalar düzenleniyor, paneller tertipleniyor. Nihayetinde her zaman olduğu gibi söz dönüp dolaşıp İslâmın kadına değer vermediği konusuna geliyor.

* Oysa ki, her ülkede, her düzeyde, her kesimde dayak olayı var. Dayak sınır tanımıyor. Zaman zaman medyaya yansıyan olaylara baktığımızda Batı ülkelerinde de dayağın hayli yaygın olduğunu görüyoruz.

* Eğitim de pek çözüm değil. Çünkü araştırmalara göre eşini döven erkekler arasında doktorluk, avukatlık gibi toplum içinde saygın noktalara gelmiş meslek sahipleri de var.

Üniversite eğitimi de etkili olmayınca, eğitim, ama nasıl bir eğitim sorusu akla geliyor.

Nasıl bir eğitim?

Sözgelimi tüm dünyada dayağa karşı çıkan kadınların uyguladıkları çözüm yollarından biri, dövüş tekniklerini öğrenmek. Ama neticeler pek parlak değil. Çünkü bilinen bir sözdür. “Şiddet her zaman şiddet doğurur” Kendine güvenen kadınlara ihtiyaç var, ama bilek gücüne güvenenlere yok. Kendi kimliğine saygı duyan bir kadın, başkalarında da bu saygı hissini uyandıracaktır. Zaten kadına da yakışan bu değil midir?

Sığınma evlerinde kadınlara verilen eğitim de ya boşanma ya da tekrar eve dönmekle neticelendiğine bakılırsa kısa vadeli bir çözüm olarak görünüyor.

Ard niyetler, peşin hükümler…

Çağdaş dünyanın parlak eğitimcisi(!) televizyonların çok izlenen dizilerinde bile dayak sahnelerinin kullanıldığı bir vakıa. Pembe basında da dinle ilgisi olmayan sosyete çevrelerinde bile dayak olayının yaygın olduğunu zaman zaman okuyoruz. Dolayısıyla “Dayaktan İslâm sorumludur” gibi düşünce peşin hüküm ve ard niyetten öteye gidemiyor.

Terbiye-i Kur’âniye

“Terbiye-i Kur’âniye” ve “Terbiye-i medeniye” kavramları Risâle-i Nur’larda geçen iki önemli bakış açısı. Dayak konusuna da bu dürbünlerle bakmakta fayda var.

Kur’ân’ın tabiriyle “kavvam” yani güçlü olan erkek, kendisine verilen bu nimeti, zayıf yaratılan kadını himaye için kullanmalı, hırpalamakta kullanmamalıdır.

Peygamberimiz (asm) bizzat bu konuda örnektir. Hiçbir hanımına kötü söz sarf etmemiş, onları dövmemiştir. Bununla birlikte bütün Mü’minlere de aynı davranış modelini tavsiye etmiş, hanımlarını döven erkeklerin hayırlı erkekler olmadığına işaret etmiştir.

Peygamberimizin (asm) eşleriyle olan iletişiminde temel bakış açısının aile bütünlüğünü korumaya yönelik olduğunu görüyoruz. Zira dinimizde evlilik kısacık dünya hayatında geçerli bir sözleşme olarak değil, “sonsuz beraberlik” esasına dayalı bir beraberlik olarak görülüyor. Kadının eşine karşı birinci vazifesi olan sadakat ve emniyeti sağlamak, meydana gelmiş bir gerilimi yumuşatıp tamir etmeye çalışmak, iletişim kopukluğunu önlemek… İşte Peygamberimizin (asm) aile saadeti formülleri.

Peygamberimiz (asm) Mü’minlere vasiyeti olarak değerlendirilebilecek “Veda Hutbesi”nde de bu tavrını devam ettirmiş, kadınların erkeklere Allah’ın bir emaneti olduğunu ifade ederek haklarından bahsetmiştir.

Peygamberimizin (asm) kadınlara şefkat ve merhametle bakışını şu hadisten de anlamak mümkündür: “Bir kimse eşine buğz edip darılmasın. Zira hoşlanmadığı huyları varsa, ona karşılık memnun olacağı huyları da vardır.”

Nisa Sûresi…

Kadınlarla ve aile hukukuyla ilgili pek çok hükmün yer aldığı “Kadınlar” Sûresi… Dayakla ilgili hükmün yer aldığı meşhur 34. âyetin iniş sebebi olan olay ilginçtir.

Medine’de Ensar’dan Sa’d ibni Rabia, isyankâr davranan hanımına bir tokat atar. Olaydan kayınpeder haberdar olunca kızını alarak Peygamberimizin (asm) huzuruna gelir ve damadını şikâyet eder. Peygamberimiz (asm) kısasla hükmeder. Yani hanımı da kocasına bir tokat atacaktır. Bu olay üzerine âyet iner. Peygamberimiz (asm) “Biz bir emir irade ettik. Allah da diğer bir emir irade etti. Şüphe yok ki hayır Allah’ın irade ettiğidir” diyerek âyeti okur:

“Erkekler kadınlar üzerinde idareci ve gözeticidirler. Çünkü Allah insanların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır ve erkekler, mallarından kadınları ve çocukları için harcarlar. Salih kadınlara gelince onlar Allah’ın emirlerine itaat edip, kocalarının hakkına riâyet ederler ve Allah onların hukukunu nasıl koruduysa onlar da kocalarının malını, namusunu ve sırlarını kocalarının gıyabında korurlar. İsyankârlıklarından korktuğunuz kadınlara ise güzelce öğüt verin. Eğer bu fayda vermezse onları hafifçe dövün. Eğer itaat edecek olurlarsa, siz de artık onları incitmek için bahane aramayın. Muhakkak ki Allah çok yüce ve çok büyüktür.”

Tefsirlerde kadının “isyankârlık” hali, eşine karşı süslenmemesi, kocasının cinsel taleplerini reddetmesi, eşinden hoşlanmaması, eşinin istediği evde yaşamayı reddedip başka bir evde yaşaması, kocasının izni olmadan gezip dolaşması, onun malını israf derecesinde harcaması olarak sıralanıyor.

İslâm hukukuna göre isyankâr karısını cezalandıran erkek, kadın hatasını düzelttiği halde dayağa devam ederse veya aslında onu yıldırıp boşanmak niyetiyle dayak atıyorsa hâkim tarafından cezalandırılır. Allah’a karşı da mes’ul olur.

Kadınların mizacı…

Âyette isyankâr kadınları cezalandırmanın aşamalı olması da ilginçtir. Burada akla ilk gelen kadınların mizac farklılığıdır. Bazı kadınlar sert bir cümle veya ters bir bakıştan hemen etkilenip ağlamaya başlarken, bazıları “Erkek bu, döver de sever de” diyebilmektedir. Hatta dayağı “sevgi gösterisi” olarak anlayan ilginç mizaçlar bile kadınlar âleminde mevcuttur.

Son söz

Dayak hükmü ile ilgili İslâmî kaynaklarda yer alan detaylı bilgiler pek fazla. Ama “Kur’ân dayağı emrediyor!” neticesini çıkarmayacak kadar da net bilgiler bunlar… Dayak emrediliyor diyenlerin amaçları hakikati bulmaksa bu kaynakları okumalılar…

Araştırmanın ikinci neticesi olan “En fazla dayak yiyenlerin kocasından daha fazla para kazanan kadınlar olduğu” gerçeğini ise bir sonraki hafta yorumlamak dileğiyle…

18.11.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Elli beş dilin şahitliği -2



Abdullah Bey:

*“Risâle-i Nur’da zerrelerin vahdaniyete elli beş lisanla şehâdet ettikleri beyan edilir. Bu ne demektir? Elli baş lisan nedir?”

Dünkü yazımızda, Risâle-i Nur’da kâinatın elli beş ayrı dil ile Allah’ın varlığını ve birliğini bildirdiğine işaret edildiğini haber vermiş, bu dillerden yirmi üç harika dili incelemiştik. Bu gün geri kalan güzel dilleri inceleyelim:

24- Kâinatta her şey harikulâde güzel. Dağınık, beceriksiz ve bilinçsiz sebeplere verilmeyecek kadar eksiksiz düzenlenen sebeplere bağlı sonuçlar, her şeyde Allah’ın eşsiz tasarruf sahibi olduğunun en açık delilidir, dilidir.

25- Kâinâtın her sayfasında pek büyük bir îtina ve dikkat ile yazılan nakışlar, Allah’ın birliğini gösteren tartışma götürmez binlerce dildir.

26- Dilediğini yapma gücüne sahip insan elinin, kendi fiillerinde ancak yüzde bir faaliyet sahibi olması, Allah’ın insan üzerinde de etkin tasarruf sahibi olduğunu bildiren en açık bir dildir.

27- Sebepler içinden en geniş tercih gücüne sahip olan insanın, en âdî fiillerinde bile yüzde doksan dokuz tasarrufun kendisinden başkasına (Yaratıcısına) ait olması.

28- Bütün kâinâtın, Allah’ın bütün isimlerine ayna teşkil etmesi ve şehâdet etmesi.

29- Bütün kâinâtı topyekun ve her şeyi ayrı ayrı saran umûmî ve husûsî hikmetler.

30- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetlerine sevk eden yüksek kast.

31- Her şeyi umûmî ve husûsî hikmetleriyle tayin eden yüksek şuur.

32- Her şeyi sevk edildiği umûmî ve husûsî hikmetlerde muvaffak kılan yüksek irâde.

33- Her şey için sayısız benzer ihtimaller arasından tek bir tarzın seçilmiş olması.

34- Kâinâtın her zerresini, canlıların her ferdini kucaklayan tam ve umûmî inâyet.

35- Her inâyet gülümsemesini benzersiz lütufla sunma.

36- Her inâyet kucaklamasını eşsiz güzellikle süsleme ve şefkate dönüştürme.

37- Bütün kâinâtı kuşatan merhamet.

38- Geniş merhamet tecellîsi içinde her canlıyı çepeçevre saran husûsî rahmet.

39- Geniş merhameti ve husûsî rahmeti eşsiz nimetlerle sevilen ve aranan hale getirme.

40- Bütün hayat sahiplerini doyuran umûmî rızk.

41- Bütün kâinâtı canlı ve diri tutan umûmî hayat.

42- Allah’ın eşsiz iyiliğinin aynası hükmünde, kâinât yüzündeki geçici iyilikler.

43- Allah’ın benzersiz ve huzur veren güzelliğinin aynası hükmünde, kâinât yüzündeki hüzün verici güzellikler.

44- Hakîkî bir Sevgiliye ve Mahbûb’a işâret eden temiz ve sâdık aşklar.

45- Bütün sırları ve tabiat kanunlarını harekete geçiren yüksek kuvvetler ve cezbeler.

46- Bütün kuvvetlerin kâinâtta her şeyi etkisi ve cezbesi altına alması.

47- Zerrelerden kürelere her şeyde hükmünü gösteren yüksek bir tasarruf.

48- Bütün canlıların birbirinin ardı sıra hayata gelmeleri. Hayattakilerin birbiri ardı sıra hayattan gitmeleri.

49- Bütün canlıların her an halden hale uğramaları, değişmeleri, olgunlaşmaları.

50- Canlı cansız bütün varlıkları kasıp kavuran sürekli değişmeler ve başkalaşmalar.

51- Zerrelerden kürelere her şeyi istilâ eden hudûs, yani “sonradan var olma” gerçeği.

52- Bütün cüzleri ve nev'ileri ile milyarlarca şekil ve vaziyette bulunabilme imkân ve ihtimalini sürekli taşıyan kâinât için şu hazır şeklin seçilip korunması.

53- Fakr u ihtiyaç içindeki varlıkların bütün ihtiyaçlarının münasip vakitlerde hesapsız biçimde görülmesi.

54- Bütün varlıkları halden hale çeviren imkân gerçeği.

55- Hiçbir şeyin, kendisi için tayin edilen kemâl noktaya gelmedikçe hareketten durmaması; her şeyin hiç yolunu şaşırmadan daima kemal noktaya doğru hareket etmesi Allah’ın her şey üzerindeki etkin nüfuzunu, tasarrufunu, faaliyeti, Yaratıcılığını gösteren ve Kendi varlığını ve birliğini bildiren dillerdendir.1

Dipnotlar:

1- Mesnevî-i Nûriye, s. 49-55

18.11.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri