Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 18 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Avustralya’dan selâmlar



MELBOURNE - İstanbul’dan başlayıp bulutların üzerinde yaklaşık 20 bin kilometrelik bir mesafeyi kat ettikten sonra nihayet bulan Avustralya seyahatimizin ilk durağı Sydney’di; ardından Melbourne’a geçtik ve şu anda oradayız.

İzlenimlerimizi bilâhare aktaracağız, ama önce bu uzun ve maceralı hava yolculuğu ile ilgili birkaç not:

12 Aralık Çarşamba akşamı saat 20:00 civarında, takriben bir saatlik gecikme ile havalanan Emirates Havayollarına ait uçağımız, dört saati biraz geçen bir uçuştan sonra Dubai’ye indi.

Bizi Bangkok bağlantılı olarak Sydney’e götürecek olan diğer uçağımızın hareket saati sabah 9:05’ti ve o saate kadar geçecek zamanı, Emirates’in transit yolculara tahsis ettiği otelde istirahat ederek geçirecektik.

Ama bu durumdaki yolcuların pasaport kontrolünden geçişini kolaylaştırıp havaalanından çıkışını hızlandıracak tedbirlerin yeterince alınmamış olması ve uzayıp giden pasaport kontrol kuyruklarının oldukça ağır ilerlemesi sebebiyle, otele ulaşmamız bir hayli gecikti.

Ve bir buçuk saati dahi bulmayan kısacık bir ‘istirahat’ten sonra, sabah ezanları okunurken tekrar havaalanına götürüldük.

Namazlarımızı havaalanı mescidinde kılıp üç saatlik bir bekleyişin ardından, İstanbul’dan verilen biniş kartlarımızla Sydney uçağına binmeye hazırlanıyorduk ki…

Kontrolleri yapıp çıkışları kayda geçirmekle görevli ekiplere saçlarını başlarını yoldurup, muhtemelen benzer durumda olan bir grup yolcu ile birlikte beklemeye alındığımız için uçağın yaklaşık bir saat rötarlı kalkmasına sebebiyet veren ve Sydney Havaalanındaki pasaport kontrol görevlilerini de bir hayli uğraştıran o ilginç hata karşımıza çıktı.

Pasaportlarımızdaki Avustralya vizeleri yapıştırılırken, eşimin vizesi benim pasaporta, benim vizem onun pasaportuna konulmuş ve pasaport bilgilerimiz birbirine karıştırılmıştı.

Bu yanlışlığın yapıldığı yer, Avustralya’nın Ankara Büyükelçiliği idi ve sebebi muhtemelen vize işlemlerinin çok hızlı bir şekilde sonuçlandırılmış olmasıydı.

Vize için istenen belgeleri bilet tarihinden bir hafta önce Çarşamba günü büyükelçiliğe teslim etmiştik ve normalde vize işlemlerinin neticelenmesi için verilen süre 10 gün olarak bildirildiği halde Avustralya temsilcimiz Fatih Yargı’nın Melbourne’dan telefonla yaptığı enerjik takip sonucu vizelerimiz Cuma günü verilmiş, ertesi gün de pasaportlarımız elimize ulaşmıştı.

Seyahatimizin sonraki etaplarında, sözünü ettiğimiz zorlukları karşımıza çıkaran o hata bu olağan dışı hızlı sürecin bir cilvesi olarak yapılmış olmalıydı.

(Kıssadan hisse: Bilhassa toplu alınan vizelerin, seyahat öncesinde pasaport sahipleri tarafından dikkatle kontrol edilmesinde fayda var…)

Emirates görevlileri, Dubai molasındaki tedbir noksanlığını Bangkok’ta telâfi ettiler ve kısa bir aradan sonra herhangi bir sıkıntı ve gecikme olmadan Sydney’e devam ettik.

Netice olarak, Dubai molasıyla birlikte toplam otuz saati bulan maceralı, zevkli ve yorucu bir seyahatten sonra beşinci kıtada, şevk dolu ve hizmet ehli dostlarımızla birlikteyiz.

Selâmlarını ve sevgilerini iletiyoruz.

Devam edecek notlarımızda yine birlikte olmak dileğiyle.

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dinî alanda laik tekelistan



Daha önce, zannederim değinmiştim. Eski yazılarım arasında olmalı. Başörtüsünü Yahudi kültürel mirasının bir parçası olduğunu söyleyen Doç. Dr. Şahin Filiz, aynı görüşleriyle yeniden gündeme geldi. Selçuk Üniversitesi öğretim üyelerinden olan Şahin Filiz, daha önce de benzerî açıklamalarla gündeme gelmişti. Kapanmadan önce Gözcü gazetesinin baş yazılarından birinde Rahmi Turan, Şahin Filiz’e methiyeler düzmüş ve onu referans vererek İslâm’da başörtüsünün bulunmadığını kaleme almıştı. Sözkonusu zâtın başörtüsünün veya tesettürün İslâma sokma bir Yahudi bid’atı olduğunu ispatladığını yazmıştı. Temcit pilavı gibi eski iddialarını yeniden gündeme taşıdığı anlaşılıyor. Sky Türk’teki bir programda yine başörtüsünün bir Yahudi geleneği olduğu iddiasını tekrarlamış. Olabilir, oruç da öyledir. Öyleyse orucu da kaldıralım. Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın iddiasıyla da başörtüsü Sümer’de fahişeler tarafından istimal ediliyormuş! Bu aşamadan sonra Şahin Filiz idarî soruşturmayla gündeme gelmişti. Jet hızıyla yeni YÖK Başkanı adaşımız Özcan, galiba ilerici görünme fırsatını kaçırmamak için, soruşturmaya mahal olmadığına karar vermiş. Ama Şahin Filiz bilmelidir ki, bu mesele ilmî ehliyetini ve boyunu aşan bir mesele. Gerçi Yaşar Nuri Öztürk de ‘türban rahibe kıyafeti’ diyerekten bir başka dine atıfta bulunmuş ve referans vermişti. Esasında İslâm’a hangisinden geçme olduğunu tespit ve ispat için iki ilim adamının düello yapması lâzım. Bu sûretle gerçeğin apaçık ortaya çıkacağı malûmdur. Ama onlar bu sefer de ‘İslâmda mübareze ve düello yok; o da, Hıristiyan adetidir’ diyerek çark edebilirler. Ne diyelim böyle manipülatif ilim adamlarıyla başa çıkılmaz. YÖK’ün de yardımıyla dört ayak üzerine düşüyorlar. En iyisi onları kendi hallerine bırakmak. Ama onlar da bizi bir kendi halimize bıraksalar! Bu mesele üzerine Hayrettin Karaman Hoca Yeni Şafak gazetesinde ‘Laikçilerin çelişkisi’ başlıklı bir makale yazmış. Makalede dinî alana karşı çıkan bir takım laik kesimlerin bu alanı kimseye bırakmadıklarına ve bu alan üzerinde tekelistan kurduklarına dikkat çekmiş. Vaktiyle bir kişi acar bir hırsızı cürm-ü meşhud halinde yakalamış. Ama hırsızı ne getirebiliyormuş, ne de hırsızdan kurtulabiliyormuş. Çatmış bir püsküllü belâya. Bunun üzerine halini şöyle arzetmiş: “Gel dedim gelmiyor, bırak dedim bırakmıyor...” Bazen bu tarz kişiler vardır. İnsanoğlu balçık gibidir. Bazen yapıştı mı, yapışır. Hayrettin Karaman Hoca, bu gibiler için şunu söylüyor: “Eğer dinden fetva alarak hareket etmeye çok hevesli iseler, kendi hayatları ile ilgili yüzlerce İslâmî kusur (tartışmasız günah) hakkında araştırma yapsınlar; bunu yaparlarsa başkalarıyla uğraşmaya vakitleri kalmayacaktır. ‘Bizim günahımızdan sana ne’ diyorlarsa birileri de onlara, haklı olarak ‘bizim sevabımız da, din hayatımızdan sana ne’ diyeceklerdir...”

Bu tavrı gösterebilmek kâmil insanların harcıdır. Haddini bilmek, icabında İslâm’ın altıncı şartıdır. ‘Tuba limen arafe haddehu ve vakafe indehu’ denmiştir. Sınırları bilenlere ve tanıyanlara ve orada duranlara müjdeler olsun.

***

Maalesef laikliği tanımlamakta zorlananlar, ilgili olmadıkları halde hariçten dinin sahasına girerek dini tanımlamaya çalışıyorlar. Dinî umdeleri yasaklamak da bir yana dinin alanını da tanımlamaya kalkışırsanız, bu tamamen hadde tecavüz olur. Bir taraftan başörtüsünü ‘dinî’dir diye yasaklıyorlar, diğer taraftan da dinde böyle bir emrin olmadığını savunuyorlar. Dinî alana indî tanım getiriyorlar ve dinin alanını tayin ediyor ve çiziyorlar. Dinî olduğu için yasaklıyorlar, ama öbür taraftan da dinî olanı da kendileri belirliyor. Burada bir çelişki yok mu? Bu çelişki, Tunus gibi, Türkiye modelini izleyen diğer ülkelerde de aynen var. Bu anlamda Hayrettin Karaman Hoca’nın şikâyetlerini Raşid Gannuşi’nin dilinden de dinliyoruz. El Vatan el Arabi (15 Aralık 2007) aynı pozisyondan şikâyet ediyor. Sözkonusu dergiye yaptığı değerlendirmede kendilerini şöyle tanımlıyor: “Kesinlikle suçladıkları gibi biz, dini tekelistanımız altına almak isteyen dinî veya dinci bir parti değiliz. Din bizim tekelimizde değil. Haşa ki, öyle olsun. Sadece biz dini referans alan bir partiyiz. İlzam edici değil, iltizam ediciyiz (Duatun la kudat).” Dini asıl tekelleri altına alanlar Bin Ali ve ortaklarıdır. Din, Tunus devletinin tekelindedir...”

Galiba dini tekelistanları altına alanların ülkesinde, başörtüsü din dışı kabul ediliyor. Din dışı kabul edilmekle de kalmıyor, aynı zamanda yasaklanıyor. Dini hakem almayan bir dinî hakemlik ve hakimlik kurumu yaşanıyor. Galiba bütün mesele dinin tanımında değil, dini tanımlayan iradenin tanımında düğümleniyor. Bu tanım doğru yapılsa, bütün dertler bitecek.

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Medya kazanı



Medya kazanı, cadı kazanı gibi kaynıyor. Özellikle Çalık grubunun satın aldığı atv-Sabah Grubunda gözle görülür bir çalkalanma meydana geliyor.

Atv’nin vitrini Ali Kırca’nın bu kanaldan ayrılacağı söyleniyor. Yahut fiyatını arttırmak için özellikle dedikodu yayılıyor olabilir. Malum, benzer spekülasyonlar borsada da yapılır…

Güya, iş hukukuna göre, bir gazete yahut televizyon el değiştirdiğinde çalışanlar tüm haklarını alarak istifalarını verebilir… Ali Kırca bu istifayla birlikte hiçbir hak kaybına uğramadan atv’den ayrılabilecek…

Fısıltıya göre Kırca’nın Show TV, Star yahut Kanal 1’e gideceği konuşuluyor.

Fakat başka bir fısıltı daha geldi kulağımıza.

Kanal 1 yeni yayın döneminde ana haber bültenini Fatih Altaylı’ya sunduracak… Malum Altaylı, Ciner’in has adamlarından... Hafta sonları da yine bir haberci olan Metin Kayıhan’a ekran teslim edilecek.

Tabiî bunlar fısıltı… Gün içinde ne değişir, bilemeyiz. Onu önümüzdeki günlerde göreceğiz.

GENELKURMAY VE BBG

Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt’ın “Bizim için PKK kampları ve hareketleri, artık BBG evi gibi…” sözleri iki şeyi hatıra getirdi.

Birincisi: Orgeneral, Biri Bizi Gözetliyor programıyla hayli ilgili… Öyle ki, bizzat denetlediği operasyonu onunla ilişkilendirdi.

İkincisi: Bu son derece önemli harekatı anlatabilmek için halkın dilini kullandı. Zira, reytinglerde bir dönem tavan yapmış program adını anmasa belki, halkın dilini yakalamakta zorlanacaktı.

İki şıktan birisi doğru, ama hangisi bilemem.

Belki ikisi de doğru… Kim bilir?

BİRİ BİZİ GÖZETLİYOR MU?

Sahi, yerli Biri Bizi Gözetliyor’dan ne haber? Sanıyorum, kavga, sansasyon olmayınca sesi soluğu çıkmıyor veya şimdilik özellikle uyutturuluyor olabilir.

Çünkü aynı formattaki “Big Brother” yapımları bir çok ülkede hep müstehcen ve müptezel tartışmalarla öne çıkıyor ve reyting yapıyor.

Görüldüğü gibi, düzgün formatta yayın yapınca, bir özelliği kalmıyor ve izlenmiyor bile...

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Sonbahar ve ölümler



Kalemim daha çok mânevî hayat ile ilgili meseleleri yazmaya alışık olduğundan, dünya işleriyle fazla meşgul olduğum zamanlarda yazı yazmakta oldukça fazla güçlük çekiyorum. Dünya hâdiseleri dünyamızı o kadar çok sarmıştır ki, kendimizi dünyevî duygulardan tecrit etmemiz kolay olmamaktadır. Kendimde bu durumu çok zaman müşahede etmekteyim. Geçtiğimiz günlerde, kendi alanımla ilgili kanalların kapalı olduğunu hissettiğimden bir toparlanma ihtiyacı içinde olduğumu anladım.

Halbuki dünya hadiseleri ne kadar yoğun olursa olsun, bizleri mânevî âlemlere çağıran dâiler de görevini yapmaktadır. Biliyoruz ki ölümlerin konu edilmediği hiçbir günümüz bulunmamaktadır. Gerek insanların kendi mahsus halleri neticesinde, gerekse de fitne ve fesadın ortalığı etkilemesinden kaynaklanan gerekçeler sebebiyle her gün bir çok insanın ölümünü haber alabilmekteyiz. Bunların bazıları bizi fazla etkilememekte, bazıları da üzüntülere girmemize sebep olmaktadır.

Zalimlerin oyunları neticesinde bir kısım insanların ölmesi her ne kadar bizleri oldukça fazla olumsuz etkiliyorsa da, aslında en fazla üzülmemize sebep olan ölümler yakınlarımızın vefatlarıdır. Çünkü geçmişte bir ömür birlikte yaşadığımız insanlarla oldukça fazla hatıralarımız bulunmaktadır. Böylelerinin ölümü, o hatıraları, bir sinema şeridinde olduğu gibi gözlerimizin önünden geçirmektedir. Böyle durumlarda çoğunlukla gözlerimizin yaşlarına engel olamamaktayız. Ancak böyle zamanlardaki ağlamalar adeta insanları rahatlatmaktadır. Sanki o gözyaşlarının akması bir ihtiyaçtır bizler için. Ayrıca merhamet duygularımızın canlanması da bu zamanlarda mümkün olmaktadır.

Sonbaharın son günlerinde ağaçlardaki yaprakların hızla dallardan düşmesi zaten ölümü bizlere hatırlatmaktadır. Bu sebeple sonbahara ‘Hazan mevsimi’ ismi verilmiştir. İnsanoğlu da öldüğü zaman, bir yaprağın dalından düşmesi misâli hayat ağacından düşmekte, düşen yaprağın çürümesi gibi de vücut toprak altında çürümeye yüz tutmaktadır.

İşte böyle düşen sarı yaprakların ölüme yakın sarı benizleri hatırlattığı günlerde, bir kısmı yakınlarımdan olmak üzere üst üste vefiyatlara şahit oldum. Daha bir taziyeden dönerken, başka bir taziyeye gitme hazırlığına başlamak zorunda kaldım. Bu sebeple de uzun denebilecek taziye seyahatlerinde bulundum. Yollarda hep vefat eden insanları ve onlarla yaşadığım hatıraları düşündüm. Nefsimin tûl-i emel hastalığından kendimi kurtardığım ölçüde de kendi ölümümü düşünmeye çalıştım.

Kendi ölümünü düşünmeyi istemeyen nefsimin rağmına, bir gün benim için de bazılarının taziyetlerini yakınlarıma sunacağını düşündüm ve başımda büyük bir ekseriyet teşkil eden beyaz kılların ikazıyla beraber, vücudumun eksilmeye başlayan tâkati de artık beni rahat bırakmadığını anlamaya çalıştım taziyeler için düştüğüm yollarda...

“Bütün nefisler ölümü tadacaktır” mânâsındaki İlâhî hüküm ile birlikte, Allah’ın yüce Resûlü’nün (asm) “Lezzetleri acılaştıran ölümü çokça zikrediniz” ifadesini de sıkça hatırlamanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu nefsime kabul ettirmem için, ölüm denen hakikatı daha fazla düşünmem gerektiğini de hatırlamıştım bu taziyeli günlerde...

Aslında taziyelerde görünen asıl maksad, yakınları ölen insanları tesellî etmek ise de, gerçekte insanların böyle günlerde kendi ölümünü ve dünyanın faniliğini de düşünmesi oldukça önem kazanmaktadır. Nitekim ölen o insanlar da bir zamanlar başkalarına başsağlığı dilemişlerdi. Hatta taziyelerinde bulunduğum bazılarının daha önce bulundukları taziyeleri bile hatırlamaktaydım. Bugün onlar için bir ömrün amel defteri kapanmıştır. Onlar güzel ameller işlemişlerse şimdi bunun karşılığını görmenin ilk adımını atmışlardır. Rabbim bu fani dünya hayatına gözlerini kapatan bütün ehl-i imana mağfiret etsin.

Evet, unutmayalım ki, bizler de koşar adımlarla öleceğimiz güne doğru gitmekteyiz. Her dakika, her saat, her gün, bizler için ölümü tebessümle karşılayabilme imkânına kavuşabilmemiz için bir fırsattır. Bu fırsatı değerlendirebilenlere ne mutlu...

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Bir ömür bitmeyen ders



Ölüm öğrenilmedikçe hayat ne ifade eder? Özün özü ölümün içinde gizli, hayat; onun içinde saklı gonca gül… Gülmek ağlamaya ne kadar yakın, ağlamak gülmenin kapı komşusu…

Ölüme gülmek hayata ağlamak mıdır? Hayatı alaya almak; ona öldürücü darbe vurmak değil midir?

Ölümü sevmek hayata küsmek değil ki; yaşama coşkusunu en derin yerinde hissetmek, düşünce burçlarına hikmet yıldızlar nakşetmek… Ömürde nakış nakış sonsuzluğu dokumak; harfî okumak eşyayı, hadiseleri… Hâdise selinde, keder denizinde boğulmamak; sahil selâmetini ömrün bir adım ötesinde görebilmek…

Hemen gidecek gibi durmak bu yerde, kalacak gibi yaşamamak… Yaşlanmayı beklememek onu düşünmek ve anlamak için; giden her “an”da onu hissedebilmek… Hislerini canlı, düşüncelerini diri tutmak; hayatı ölümsüzleştiren sırlar…

Ondan kaçmak mümkün mü ve ne kazandırır? Ona hayatın sahibi adına koşmak, neyi kaybettirir? Tefekkürle süslenen, hikmetle bürünen hayat; ölümün öldüremeyeceği hayat…

Hevânın hebâ ettiği hayat; ölmeden önce ölünmüşlük hâli… Hüdâ adına yaşanan hayat; ölmeden önce ölümsüzlüğün tadıldığı hayat… Ölümle ölümsüzlük arası bu kadar kalın ve o kadar ince; ince ipte yürüyebilmek, kalın duvarı aşabilmek tefekkürün keskinleştirdiği nazarla mümkün…

Aklı hezeyanlar dolmuş, kalbi karamsarlıklar kaplamış, duyguları dünyevîlikle delik deşik olmuş, keder rüzgârlar önünde savrulan “ben”e, ölüm ne söylesin, hayat neyi haykırsın? İçindeki cenneti keşfetmek için verilmiş istidatlar yerinde kullanılmıyorsa, ömür ateşe akıyordur…

Yüksekten akan ırmak gibi dökülen ömür suları; sel olup savurur da, sonsuzluğun içildiği âb-ı hayat olur yudumlanır da… Damla damla dökülen “an”larda deryalar saklı, saklandığı yerden ansızın çıkan ölümden erken davranıp o damlardan kana kana içmek; hayatın özünü emmek…

Keyif kaçıran ölüm düşüncesi, firak hissi, kör nefsin gözünü açar; pencerelerden güzellikler seyrederek geçirtir ömrü… Ölüm ve hayatla kardeşçe geçirilen ömür; gönlü muhabbet ve uhuvvetle doldurur… Batan güneş, kayan yıldız, karanlığa gömülen ay; bitiş ve son değil, yeni diriliş ve aydınlığın habercisi olduğunu düşündürür…

Yıldızlar kadar yalnızlığın, galaksiler kadar kalabalıklığın dengeli birlikteliğini düşündürür, çiçek çiçek açan ölüm hissi… Her doğan gün batmak için doğar, her batan gün doğmak için batar… Düşe kalka gittiğimiz hayat yolu, bir gün ölüm tökeziyle alt üst olacak; bugün üstünden altına bakabilirsek siyahî peçenin altındaki beyazlığı göreceğiz…

Bir gün ölüm de ölecek; her nefis sahibine tattırdığını o da tadacak… Hayat ise sonsuzluğa akacak; ama sonsuz kedere, ama sonsuz mutluluğa… Gurbet diyarda ölümle hemhâl olan ondan hayat dersler çıkaracak, geçicilikte ayağına takılan küçük kederlere takılmak değil sonsuzluğun ufkuna kanat çırpacaktır… Yapmayansa kara topraktan sonsuz karanlıklara geçecektir…

Ölümü hayat kadar sevmek, hayata ölüm kadar değer vermek; hakikatin iki kanadı… Kalp ve kâinat kanatlarıyla ölümün uzaklarına uçmak için geldiğimiz dünya toprağında; ölüm sen ne büyük derssin? Bir ömür geçse okunmakla bitmezsin.

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Şeytanı susturan cümleler



Şeytanın işi insanı aldatmak, doğru yoldan saptırmak, Allah’a isyan ettirmektir. Zaaf noktalarından saldırır insana şeytan. Hassas noktalarını bulup buluşturur, oklarını oralara doğrultur. Güçlü bir iman ve iradeye sahip olmayan insan ona karşı dayanamaz.

Hz. İbrahim ve Hz. Hacer’den en küçük bir prim koparamayan şeytan, sonra da kandırabileceğini ümit ederek Hz. İsmail’in (as) yanına gitti. “Hiç olmazsa onu kandırırım” diye düşünmüştü. “Ey İsmail!” dedi. “Ziyafete, düğüne gidiyormuşcasına sevinip duruyorsun. Babanın elindeki bıçak ve ipten hiç haberin yok. Baban seni kesmek istiyor.”

Babasına sevgisi, güveni tamdı Hz. İsmail’in (as). “Sen yalancısın!” dedi şeytana. “Babam böyle birşey yapmaz.”

“Sen öyle san. O seni kesecek. Çünkü Rabbinin seni kesmeyi emrettiğini sanıyor.”

Hz. İsmail (as), “Eğer Rabbim böyle bir şey emretmişse boynum kıldan ince. Emrine âmâdeyim” dedi.

Şeytan peşpeşe söyledikleri sözlerle kafa karıştırmaya, şüphe uyandırmaya kalkınca Hz. İsmail (as), yerden aldığı bir taşı şeytana fırlattı, şeytanın sol gözünü kör etti.

Umduğunu bulamayan şeytan, Hz. İsmail’den (as) de elini çekti.

Hz. İbrahim (as) oğluyla birlikte Mina’ya gelmiş, Kur’ân’da anlatıldığı şekliyle ona şöyle demişti: “Oğlum, ben rüyamda seni kurban ettiğimi gördüm. Sen buna ne dersin?”

Hz. İsmail (as) ise, “Babacığım,” dedi. “Sen emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.”

“İkisi de Allah’ın emrine uydular. İbrahim, kurban etmek üzere oğlunu yere yatırdı. O sırada Biz nidâ ettik: ‘Ey ibrahim! Sen rüyanda emrolunana uydun. İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte Biz böyle mükâfatlandırırız.’”

“Muhakkak ki bu ap açık bir imtihandı. Ona oğlu yerine büyük bir kurbanlık koç gönderdik.

“Daha sonra gelenler arasında ona güzel bir nam nasip ettik.

“İbrahim’e selâm olsun.

“İyilik yapan ve iyi kullukta bulunanları işte Biz böyle mükâfatlandırırız. Şüphesiz o Bizim Mü’min kullarımızdandı.”1

İşte itaat, teslimiyet ve mükâfatı! İnsan bu duyguyu koruduğu müddetçe dünyadayken bile nice mükâfatlara nâil olur.

Dipnotlar:

1- Saffat Sûresi: 102-111.

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Hak arama şuuru



Timurlenk, bakmaları için köylülere bir fil vermiş. Ancak, doymak bilmeyen filden illallah demişler... Hocanın, Timurlenk’e gidip fili geri alması için ricacı olmasını rica etmişler.

Hoca “Birlikte gidersek olur!” demiş.

Topluca yola çıkmışlar. Timurlenk’in kapısına gelince bir bir herkes dağılmış. Hoca içeri girmiş:

“Fil mahzun, yanına bir arkadaş istiyor!” demiş.

***

Doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu yaşayan Müslümanlarda hak arama şuuru, en yüksek seviyededir. Zira, kâinatın Sahibinin Hak, Âdil isimlerinin kâinatta ve kendilerinde tecellî ettiğinin şuurundadırlar.

Aynı zamanda, haklara riâyet edenlere büyük mükâfatlar; insan haklarını çiğneyenlere de şiddetli azaplar vaat edildiğini; ayrıca, Âdili Mutlak olan Rabbimizin, kendi hakkını bağışlarken, kul hakkını, yaratılmışların ihlâl edilen haklarını, onlar razı olmadan asla bağışlamayacağını tekrar tekrar vurguladığını bilirler.

Ne ki, bugün bizi meskenet ve zillete düşüren sebeplerden birisi de, hak arama şuurundan mahrumiyettir. Bu yoksunluktur ki, medenî cesaretimizi kırarak fakru zarurete düşürmüş. Bir taraftan da vicdan azabıyla baş başa bırakmış.

Zira, insan medenî-i bittabdır. Yani, tabiat, fıtrat, yapısı itibariyle medenî, sosyal bir varlıktır. İrade sahibi olduğundan da sorumluluklarının idrakindedir. İşte bu iki noktanın, hemcinslerinin hakkını arama, hukuklarını koruma ve kendi hakkını onlar arasında arama mükellefiyetinde1 olduğunun farkındadır.

“En üstün cihad, zalim bir hükümdara hak söz söylemektir”2 dediğini de biliyor. Ve keza sonsuz âleme göç eylemeden önce, “Kimin alacağı varsa, işte malım mülküm gelsin alsın; kime vurmuşsam işte sırtım gelsin vursun” şeklinde hak arama ve aratma dersini en yüce mertebede verdiğini de…

Bediüzzaman’ın tesbitiyle, “Bir millet hukukunu bilmezse, en hamiyetli kişileri dahi müstebit eder.”3 Yâni, hakkımızı bilmez, arama gücünü kendimizde bulamazsak ve var olanlara sahip çıkamazsak, hamiyetli kişileri (gayretli, çalışkan ve özen gösterenleri) de diktatör, baskıcı yaparız. Diğer taraftan, “Haksızlığa karşı sükût etmek, hakka karşı bir hürmetsizliktir.”4

Aslında medenî olan insan, hak aramak ister. Fakat, insanın âmâlini dağıtan fikr-i infirâdî (tek başına olmak fikri, ferdiyetçilik düşüncesi) ve tasavvur-u şahsî (şahsî düşünceler) hamiyet ve gayreti öldürür. Yani, hak aramayı yerine getirmeye çalışırken şahsî tasavvur ve ferdî görüşleriyle hareket eder. Bu ise, arzularını, emellerini, ümitlerini dağıtıyor. Sonuçta kişinin şevki kırılıyor ve tembellik döşeğine veya uyuşukluk zindanına düşüyor.

Bu uyutucu, uyuşturucu illete karşı, “İnsanların en hayırlısı, onlara faydalı olandır”5 olan yüksek gayretli mücahidi onun karşısına çıkarmalı. İnfiradî, yani, yalnız başına kalma düşüncesi ile tasavvur-u şahsîyi, şahsi görüş ve düşünceleri bir kenara bırakıp; hemcinslerimizle yardımlaşma ve dayanışma şuurunu gösterebilmeliyiz.

O zaman ferdî düşüncelerimiz, gücümüz, şahsî tasavvurlarımız diğerleriyle işbirliği yapıp, yağmur damlaları gibi birleşip, katlanarak bir yekûn teşkil ederek; insanlığa daha faydalı bir kıvama gelmeyecek mi?

Dipnotlar: 1- Münâzarât, s. 137.; 2- İbn-i Mace, Fiten, 20.; 3- Münâzarât, s. 28.; 4- Tarihçe-i Hayat, s. 227; Şuâlar, s. 413.; 5- El-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:463; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:481, no: 4044.

18.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bir Kandil yakmak



Kandil Dağını yıkmak, yahut şurada bir kandil yakmak; işte bütün mesele...

Mâlûm, terörist grupların yuvalandığı gerekçesiyle, Irak sınırları içindeki Kandil Dağına bomba yağdırıldı.

Malatya ve Diyarbakır'dan kalkan 40 kadar Türk savaş uçağı, önceden belirlenen hedefleri vurdu; verilen bilgilere göre, dört saat içinde teröristlere ait kampların altı üstüne getirildi.

Başarıyla tamamlandığı anlaşılan bu ikinci büyük operasyondan sonra, acaba gerçek durum nedir?

Yani, meselâ:

* Terör örgütünün beli kırıldı mı?

* Mehmetçik cenazeleri son bulacak mı?

* Artık terör bitecek ve PKK tarihe karışacak mı?

* Şu anki ve bundan sonrası için muhtemel durum–vaziyet öngörüsü nedir?

* * *

Gerek sürdürülen askerî operasyonlar olsun ve gerekse hükümetin gündemindeki kànunî düzenlemeler (pişmanlık yasası) olsun, bütün bunların terör örgütü üzerinde önemli tesirler hasıl edeceği muhakkaktır.

Ancak, yine de örgütlü terör olaylarının son bulacağını söylemek zor.

Zira, bir yandan sınırötesi harekâtlarla Irak coğrafyasındaki dağlara tonlarca bomba yağdırılırken, sınırın bu tarafındaki dağlara da başka türlü bombalar (n)akşediliyor:

Siyasî, unsurî, ideolojik bombalar...

Evet, lâfı hiç evirip çevirmeden ifade edelim ki, bilhassa Doğu ve Güneydoğu Bölgelerinin dağına taşına, hatta şehir giriş–çıkışlarına varıncaya kadar, hemen her tarafına yazılıp kazınan ırkçılık mânâsındaki "Türkçülük" vurgulu damgalar, hiç şüphe edilmesinki, Kandil Dağına atılan bombalardan çok daha büyük tahribata sebebiyet veriyor.

Aradaki fark ise şudur: Kandil Dağına atılan bombalar terör yuvalarını tahrip ederken, bizim dağ eteklerine yerleştirilen "ırkçılık bombaları"yla bin yıllık kardeşlik–dindaşlık–vatandaşlık bağlarımız tahrip ediliyor.

Evet, hiç şüphe edilmesin ki, bu vatanda Türkçülük yapıldığı müddetçe, Kürtçülük de onu takip edecektir. Maalesef, sosyolojik bir realitedir bu.

Yanlış anlaşılmasın, bunu asla ve kat'a doğru bulmuyor ve tasvip de etmiyoruz. Zira bu, hakka, adâlete, insafa, vicdana dayanan veya insaniyetin, İslâmiyetin tasdikinde olan bir mekanizma değildir.

Belki bu, kandan, kinden ve zulümden beslenen bir etki–tepki halinin bir neticesidir ki, yaklaşık bir asırdır bizi huzursuz eden bu her iki unsuriyetçilik fikrini de red ve hatta tel'in ediyoruz.

* * *

Demek ki, meselenin temeli başkadır.

Bombalamalar, askerî operasyonlar, ancak temeldeki meseleye neşter vurulduktan ve tedâvi çarelerine başlandıktan sonra gerçek mahiyette bir tesir icra edebilir.

Aksi halde, milyarlarca dolar harcanarak yapılmış olan eski neticesiz operasyonlara, bir yenisi daha eklenmiş olunur, o kadar.

O halde, asıl yapılması gereken şey öncelikle ve özellikle şu olmalı: Sınırın ötesindeki Kandil Dağını bombalamayı sonraya bırakarak, gelin evvelâ sınırın berisindeki dağlara bir "kardeşlik kandili" yakalım...

Esasında, bu kandil daha önceleri vardı. Bizi, hepimizi aydınlatıyordu. En az bin sene müddetle bizleri aydınlatan bu kardeşlik kandilleri, ne yazık ki estirilen şiddetli ırkçılık rüzgârlarıyla söndürülmeye çalışıldı.

Şükürler olsun ki, söndürülmeye tam olarak muvaffak olunamadı; ancak, yine de bu kandiller kısmen zayıflatılmış oldu.

Onun için diyoruz ki, gelin önce bu kardeşliğimize sahip çıkalım, içimizde yer etmiş her türlü ırkçılık, bölücülük, unsuriyetçilik illetini söküp atmaya çalışalım. Sönmeye yüz tutmuş kandillerimize sahip çıkalım ve bunların yeniden parlamasına, etrafımızı aydınlatmasına gayret edelim. Şayet gerekirse veya ihtiyaç hasıl olursa, o takdirde Kandil Dağının da ötesine kadar gidelim,varalım, kalalım. Mâzide, dört asır müddetle gidip kaldığımız gibi...

Aksi halde, gazetemizin dünkü sayısında yer alan Hasan Hüseyin kardeşimizin yapmış olduğu röportajın başlığındaki şu müzmin dert ile yaşamaya devam ederiz: PKK biter; 'Kürt sorunu' devam eder, gider...

Hasılı, bu kronik derdimizin asıl ve kesin devâsı, bizleri bin yıldır kaynaştırıp birleştiren "kardeşlik kandili"nin aydınlatıcı tesiridir. Bunun yerini tali durumdaki hiçbir unsur, hiçbir harekât ve faaliyet tutamaz ve alamaz.

GÜNÜN TARİHİ 18 Aralık 1971

Eşref Edib'in "Said Nursî" makalesi (3)

Bundan 36 sene evvel bugünlerde hayata vedâ eden Eşref Edib'in Üstad Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkındaki makalesinden bölümler aktarmaya devam ediyoruz.

İmân ve irfân mektebi

...Nur Talebeleri, Komünizm ve Masonluğu imâna musallat olan iki büyük ejder olarak kabul ederler. Yeryüzünde imansızlığı yerleştiren ve yayan bu iki teşekküldür. İman hudutlarını bunların taarruzundan korumak, her mü'min için bir vazifedir, derler. Onun içindir ki, üniversiteler ve halk tabakaları arasına yayılan Nur Talebeleri, bu iki cereyanla mücadele halindedirler.

...Nur Risâlelerinin ve talebelerinin hedefi, imânı kurtarmak, kalplere İlâhî irfanı yerleştirmektir.

Nur Talebelerinin imânı, irfâna dayanır. Evet, irfân üzerine kurulan bir imân... Cehâletin en büyük düşmanıdırlar.

Bu itibarla, buna bir mektep, bir ekol desek daha münasip olur: İmân ve irfân mektebi...

Bu imân ve irfân mektebinin resmî binası, programı, teşkilâtı, tahsisatı, idaresi, merkezi, şubesi, âmiri–memuru yoktur.

Hiçbir kayda tâbi değil. Yalnız, gönüller üzerine kurulmuş bir müessese...

(Devamı var)

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Sorularla kurban



Ali Bey:

*“Bir evden karı koca durumu iyi olduğunda her ikisi de ayrı ayrı kurban kesmesi mi gerekir?”

İbadette eşlerin her biri ayrı birer mükelleftirler. Eğer her ikisi de çalışıyor ya da her ikisinin de durumu iyi ve yıllık olarak en az nisap miktarı (yaklaşık seksen gram altın kadar) bir birikim sahibi olabiliyorlarsa, her ikisinin de ayrıca kurban kesmesi gerekiyor. Allah kabul etsin. Âmin.

***

Yılmaz Bey:

*“Gücü olmadığından dolayı kurban kesemeyen kimse günahkâr olur mu?”

Kurban kesmek maddî yönden gücü olanlar için vacip, gücü olmayanlar için vacip değildir. Maddî imkâna ulaşamadığından dolayı kurban kesmeyen kimse günahkâr olmadığı gibi, sevap mahrumiyetine de uğramaz. Böyle kimseler imanıyla, niyetiyle, bayram namazını kılmasıyla, duâsıyla, iyi ahlâkıyla ve iyi amelleriyle inşallah kurban sevabından hissedar olurlar.

Abdullah bin Amir bin As anlatmıştır: Resûlullah (asm):

“Allah kurban günlerini bu ümmet için bayram kıldı” buyurmuştu. Bir adam:

“Ya Resûlallah! Sütü için beslediğim bir koyunumdan başka hayvanım yok. Onu kurban edeyim mi?” diye sordu.

Hazret-i Peygamber (asm):

“Hayır. Saçını ve bıyığını kısaltırsın. Tırnağını kesersin. Etek tıraşını olursun. Böyle yapman Allah katında kurban yerine geçer?”1 buyurdu.

***

Zehra Abalı:

* “Ev halkına da kurban kesilir mi? Bütün fertlere de niyet edilir mi?”

Hazret-i Âişe ve Ebû Hüreyre radiyallahü anhümâ bildirmişlerdir: “Resûlullah (asm) Kurban Bayramında kurban keseceği zaman iri, semiz, çift boynuzlu, alaca ve yumurtaları burkulmuş iki adet koç alırdı. Bunlardan birisini Allah’ın birliğine ve O’nun elçiliğine şehâdet eden ümmeti için, diğerini de kendisi ve âl-i beyti için keserdi.”2

Kurban kesen kişi, kurbanın sevabını bütün ev halkına elbette bağışlayabilir. Bunu kesim sırasında niyetinden de geçirebilir.

***

Yeşim Sezer:

*“İlk kurban kesmeye başlayan birinin 7 yıl üst üste kurban kesmesi gerekiyor diye bir şey var mı ve ilk defa başlayanlar muhakkak kurban mı kesmeli yoksa herhangi bir vakfa kurban niyetine bağış yapabilir mi? İlk kurban kesmeye başlayanlar için bir hüküm var mıdır? Varsa detaylı bir şekilde aktarabilir misiniz?”

Böyle bir hüküm yoktur. Kurban kesmekle yükümlü kişi kurbanını dilerse kendisi bizzat keser, dilerse bir vakfa veya şahsa vekâlet vermek sûretiyle kestirir. Her iki şekilde de kendisi kurban kesmiş ve bu yükümlülükten kurtulmuş olur. Bu hüküm ilk başlayan için de, yıllarca kurban kesmiş kişi için de böyledir.

***

Yahya Bey:

*“Bir yakınımız kurban keselim diye bize kurban parası verdi. Bu parayla kendi adımıza kesmiş olur muyuz?”

Elbette! Yakınınız Allah rızası için tasaddukta bulunmuş. Siz ise bu parayı kurban kesmekte kullanabilirsiniz. Allah kabul etsin.

***

Samsun’dan Sinan Özyün:

*“Sigarayı bırakayım kurban keseceğim dedim. Bu bayramda kesmek istiyorum. Bu kurbanın etinden ailem ve ben yiyebilir miyiz?”

Siz bu şartla adak kurbanı kesmekle mükellef olmuşsunuz. Bayram içinde veya dışında bu şarta cevap olarak kestiğiniz kurban adak kurbanıdır. Bunun etinden siz ve aileniz yiyemezsiniz.

***

Mustafa Ankaralı:

*“Vekâleten hacca giden kişi temettü haccı yaptığında şükür kurbanını kimin adına niyet eder ve keser?”

Temettu haccı yapan kişi, haccı kimin adına vekâleten yapıyorsa onun adına kurban keser. Kurban temettu haccının sahibi olan kişiye, yani vekâlet verene aittir. Vekil kişi bu sırada uzaktan gelip Mekke’de bulunmakla seferi sayıldığından kendi adına kurban kesmekle yükümlü olmaz.

Dipnotlar:

1- Nesâî, Kurban, 2

2- İbn-i Mâce, Edâhâ, 3122

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mehmet C. GÖKÇE

Seyda'nın ardından



“Her can ölümü tadacaktır” hakikati gereği, o da 3 Aralık 2007 Pazartesi günü saat 16.50 civarında hayata gözlerini yumdu ve ebedî yolculuğuna çıktı…

“İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn; ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi’l-aliyyi’l-azîm”

Evet, âmennâ ve saddaknâ! Hepimiz Allah’a aidiz ve elbette O’na döndürüleceğiz. Elbette; O’nun izin ve onayı olmadan her hangi bir programın gerçekleşmesi mümkün değildir.

Temiz, sade, mütevazı ve dopdolu geçen yetmiş dört yıllık dünya yolculuğunu tamamlayan ve ebed memleketine giden babacığımdan bahsediyorum.

Evet, gerçekten dopdolu bir hayat geçirdi. İyilik ve güzelliklerle dolu bir hayat… İlim ve irfanla dolu bir hayat… İlimle uğraşmak, ders vermek ya da almak; istifade etmek ya da ettirmek en çok hoşlandığı şeydi. Abartısız; yirmi dört saat boyunca okumaktan ve kitap mütalâa etmekten sıkılmazdı. Bilimsel meseleleri müzakere etmekten son derece zevk alırdı.

Kitabında “mahcup etmek”, “hatayı yüze vurmak”, “dedikodu yapmak”, “dedikodu dinlemek” ve benzeri hususlar yoktu. Son derece cömert bir insandı ve misafire hizmet etmekten hoşlanırdı.

Yüzünden tebessüm eksik olmayan Seyda, nüktedan özelliğiyle tanınmıştı ve çok pratik bir “halledici” özelliğe sahipti. En problemli olayları bile çok kolay bir şekilde çözmeyi başarırdı.

Teheccütsüz gecesi olmadığı gibi cüzsüz günü de yoktu. Ayın kaçı ise, o gün o sıra numaralı cüzü mutlaka okurdu. Yıl boyu Kur’ân okuyan Seyda, Ramazan-ı Şerif’te ayrı bir yoğun ibadet mevsimi geçirirdi. Ömrü boyunca hangi şartlar altında ve nerede olursa olsun cemaatsiz namaz kıldığına hiç kimse şahit olmadığı gibi yemin ettiğine de rastlayan olmamıştır.

İlim ve konumunu sömürü aracı yapmaması; kimsenin malında ve mülkünde gözü olmaması ve tok gözlü bir hayat geçirmesi en belirgin özelliği idi.

Başta İslâm Hukuku, İslâm veraset bilgisi, İslâm Tasavvufu, Asr-ı Saadet ve sahabe hayatı, İslâm büyüklerinin hayat hikâyeleri ve İslâm Tarihi olmak üzere pek çok ilimde söz sahibiydi. Hoş sohbet bir yapısı vardı. Boş hurafelerden ve asılsız menkıbelerden uzak dururdu.

İbadet hayatındaki titizliğin yanı sıra güncel meselelere de bigane kalmazdı. Taassuptan hoşlanmayan Seyda, kucaklayıcı, müsamahakâr ve hoş görülü bir özelliğe sahipti.

Bu dopdolu hayatı yazabilmek mümkün olmadığı gibi onu tam tanıtabilmek de imkânsızdır.

Çok şükür, tam arzuladığı bir teçhiz, tekfin ve uğurlama kendisine nasip oldu. Yıkandıktan sonra ilk gecesi yıllarca görev yaptığı kendi camisinde onlarca hatim indirilmek sûretiyle geçen Seyda, çoğu âlim-fazıl zevât olmak üzere çok seçkin ve kalabalık bir cenaze namazı ile ahirete uğurlandı. Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanında okunan yüzlerce hatim ile ebedî âleme intikal etme bahtiyarlığını yaşadı ve yaşıyor. Günlerce devam eden taziyesine yurt içinden ve dışından pek çok insan iştirak etti.

Şimdilik bu kadarla yetinerek kendisi için sizlerden duâ istirham ediyorum.

Mekânın Cennet olsun; nur içinde yat sevgili babacığım!

18.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Haclanmak



Hac, İslâm’ın beş şartından biridir. İlâhî emir gereği, maddî ve bedenî yeterliliği olan her mü’min için farzdır. Diğer ibadetlerden farkı, daha kapsamlı, küllî ubudiyet kapısını açması ve fonksiyonları itibariyle şümullü olmasıdır.

Hac, evvelemirde Allah’ın rızası için yapılır. Allah’ın rızasını almaya, bunu sağlamaya matuftur. Esas olan budur. Bununla birlikte bir çok hikmeti vardır. Sosyal, siyasî, şahsî, bedenî, psikolojik, kültürel, ticarî, rahmanî, fikrî ve zihnî değişimi beraberinde getiren bir ibadet mahallidir.

Kulluk şuurunun en kuvvetle hissedileceği mekânlarda, bunu en iyi tatbik eden ve bize rehber olarak bırakan Resûl’ün gölgesinde yaşamakla mümkündür. Onun tariflerini verdiği, bizzat yaşadığı, modellediği tarzı talimle öğrenme zemini hacla mümkündür.

Namazın miracı, namazın kıblesi, Ashab-ı Suffe’nin hayatı, dört halifenin tatbiki, Darülerkam, Mescid-i Nebevî, Kâbe-i muazzama, Safa ve Merve, Makam-ı İbrahim, Hira Mağarası, Nur Dağı, Cebel-i Rahme, Arafat, vakfe, Müzdelife, Mina, cemerat, hep hacla, hacca hazırlayan umre ve bunların tarihî vicdanını kullukla taçlandıran o güzide insanların yaşadığı mekânları görmekle, hissetmekle, yaşarcasına dokunmakla, koklamakla ve anlayarak okumakla mümkündür.

Mescid-i Cin, kıbleteyn, Mescid-i Kuba, Harem-i Şerif, Uhud Tepeleri, hendek kazıları, Ensar ve Muhacirin bunu idrak edecek mânâları havî mekânlarının tetkiki ve ubudiyet tercihi ile anlamak mümkün. İslâm’ın inkişaf sırları, tebliğin incelikleri, kardeşlik mânâsı, muhabbet örnekleri, sadakat temsilleri, cihad ruhları hep bu haccın içinde saklıdır.

Hac bir mevsimdir. Yılların 360 dereceyi 33 yılda yakaladığı, bütün aylara uğrayan dinamik bir mevsimdir ve sadece kendine benzer. Hastır, hususîdir. İlâhîdir. Nebevîdir ve ibadîdir.

Hac, ibadetlerin ruhunu mündemiç, ahlâkını deruhte eden ve bunu hissen, aklen, bedenen, mekânen hususî bir zamanda, hususî hallerin en doruk bir mânâ ve değer kazandığı, bütün beşeriyetin ibadetle en üst mertebede kendine haz kattığı ve birbirini feyiz pınarında birleştirdiği ortak ibadettir. Aynı zamanda sevap, muhabbet, duâ ve muarefe ortaklığıdır.

Hac, aynı zamanda mânâ ortaklığıdır. Fikir ve diyalog ortaklığıdır. İşbirliğidir. Söz birliğidir. Kaynaşmanın, katılımın, sohbetin, derinleşmenin ve tefekkürün birbirine huzur kattığı, an be an duygu halesinin insanı sardığı ve mü’minlerin en masum haller yaşadığı bir nuraniyet tecellisidir.

Hac, şuur imbiğinden akla gelen inşirahlardır. İmanî şuurun, his ve akıl dünyasına hülâsa olarak çekirdek hakikatler tohumladığı bereket tarlasıdır. Muhammedî nurun ruh ve gönüllere en farklı bir zamanda ve en ayrıcalıklı mekânlarda nakşedildiği bir arınma ve kullaşma hazmıdır.

Hac, heyecanın ruhun varlığına hizmet ettiği, aklın tefekküre teslim olduğu, midenin bedene ibadet takati verdiği, nefsin şeytanî tuzaklardan en fazla uzaklaştığı ve huzur ikliminin doyasıya yaşandığı vicdanî terennümdür.

Hac’la birlikte, mü’minler birbiriyle tanışır. Farklı kültür ve ülkelerden gelen milyonlarca Müslüman, birbirini kavramaya çalışır. Her tanışma beraberinde müşavere kapılarını, fikir alış verişlerini sağlar. Kalpleri birbirine bağlar. Sıcak ve samimî bir iklimde, mü’mince sohbetler, müzakereler, İslâm’ın derdiyle dertlenmenin verdiği en anlamlı buluşmalar yaşanır.

Fikir birliğine giden karşılıklı mütalâalar, beraberinde iş birliklerini getirir. İşbirliği, kabiliyetlerin birbirinin meziyetlerini fark etme zeminini sağlar. Liyakat ve ihtisas esaslı ilmî, ticarî ve sosyal projeler gelişir.

İslâm ülkelerinde gelen halklar, birbirini tanıyıp kaynaştıkça, sonradan ziyaretler ve yakından tanıma fırsatları teşvik edildikçe, İslâm Birliği’nin ruhlarda ve niyetlerde olan mânâsı fiilen tabana yayılmış olur.

Hac, içinde sakladığı binlerce hikmetle, bu müstesnâ ibadeti yerine getirerek Allah’ın emrine uyan mü’minlere mükâfat kapılarını ve inkişaf yollarını açmaktadır. Her ânımız haclansın ve onunla taçlansın inşallah.

Şu an, Arafat’ta vakfeyi bekleyen mü’minlerin kudsî hallerini hayalen düşünmenin ve onlarla fikren yaşamanın vakti.

18.12.2007

E-Posta: [email protected].




Cevher İLHAN

“Bedel...”



Kamuoyunun “sınırötesi hava operasyonu”na odaklandığı esnada, yeniden tekrarlanan “başörtüsü yasağı vak’ası” gürültüye getirildi.

Görünen o ki bu yasasız yasak dayatıldığı sürece benzer garip vak’alar devam edecek; tartışmalar sürecek, mağdurlar artacak. Son beş yıldır olduğu gibi...

Ne var ki daha sıra Selânikli Sarkozy’lere gelmeden Ankara’nın Avrupa Birliği müzâkere sürecinde eğitimin demokratikleşmesinde, temel hak ve hürriyetlerde sergilediği tutarsızlık, en başta yine demokrasi ve özgürlüklerin önünü kesmekte, AB yolunu tıkamakta...

Gerçek şu ki Başbakan Erdoğan’ın öğretmenler gününde kompozisyon birincisi Tevhide Kütük’e telefon açıp “düzelteceğiz” diye tesellî vermesine karşılık, Millî Eğitim Bakanı Çelik’in TÜBİTAK’ın Ulusal Bilim Olimpiyatlarında dereceye giren Elif Büşra Doğan’ın başörtülü olarak kürsüye çıkmasına soruşturma açtırması, yaman bir çelişki.

Bu kırılganlıkla hükûmet baştan beri günübirlik yaşıyor. “Yasaksız üniversite”yle işe başlayan yeni YÖK Başkanını ürküterek derhal çark ettiriyor. Popülist politikalarla, “ne şiş yansın ne kebap” taktiğini güdüyor.

Her fırsatta yasakçı YÖK’ten şikâyet eden Millî Eğitim Bakanının, müfredat gereği İslâm’ın beş şartından biri olan namazı öğretmek için öğrencileri camiye götüren Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi öğretmenlerine soruşturma açtırılmasına seyirci kalmasının ardından bizzat açtırdığı son “türban soruşturması” bunu açık göstergesi...

* * *

Öncelikle şu hususun bilinmesi lâzım. Başörtülü öğrenciye ödülü veren Millî Eğitim Bakanlığı değil, törenin sorumlusu da Bakan değil. O halde Bakanın töreni düzenleyen TÜBİTAK Başkanı Prof. Nüket Yetiş’e “Neden buna izin verdiniz?” diye yüklenmesinin anlamı nedir? Hızını alamayıp, protokoldeki bir milletvekilinin ödül alan öğrenciyle hâtıra fotoğrafı çekmesine dahi “uyarı”da bulunmasının gereği nedir?

Belli ki Bakan Çelik, doğrudan bakanlığıyla ilgisi olmazsa da bulunduğu bir toplantıda bir başörtülü öğrenciye ödül verilmesine sessiz kalmayı, “yasağa karşı olmak” olarak görüyor ve siyaseten “sakıncalı” buluyor!

Bundandır ki öğrenciyi ve öğretmenleri “tebrik” edeceği yerde “tepki” gösteriyor. Kendince yasakçı zihniyetin savunucusu mâlum medya ve mihrakların salvosundan kurtulmak, dahası “yaranmak” hesabına sinirlenip “jet soruşturma” açtırıyor. Peki neden?..

Doğrusu, kompozisyon birincisi öğrenciyi haksız yere sahneden indiren yöneticiler ve Millî Eğitim Müdürü hakkında hiçbir işlem yapmayan Millî Eğitim Bakanı, TÜBİTAK Ulusal Bilim Olimpiyatlarında dereceye giren öğrenciye eşlik eden öğretmen ve idârecileri kapsayan “soruşturma”yla yasakçılarla yan yana hizaya geliyor, aynı kulvara düşüyor!

Bu durumda Bakanın ve hükümetin öteden beri iddia ettiği “yasak karşıtlığı” havada kalıyor? Bu ürkek tavrın yasakçılar tarafından koz ve gerekçe olarak kullanılmasına fırsat verdiriyor. Sahi bundan böyle Bakan, yasadışı yasağa karşı hangi “gerekçe”yi ileri sürecek?

İşin en çarpıcı yanı, Bakanlığın olayla ilgili yazısında, “Öğrencinin başı kapalı sahneye çıkarılması mevzuata aykırılıkla birlikte iyi niyetle bağdaştırılamadığı”nın belirtilmesi.

Bununla Çelik’in başında bulunduğu Bakanlık, açıktan yasakçıların Anayasaya aykırı olarak yasadışı yasağın “yasallaştırması”na destek veriyor. Temelde Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında olmayan kanunsuz “başörtüsü yasağını” onaylamış oluyor...

Sonuçta yanar döner “bir adım ileri iki adım geri” politik atraksiyonlar, hükümetin âdeta temel politikası olmuş. Bu çekingen tâvizkâr tutumla kazanılmış hakları dahi tek tek kaybettiriyor...

* * *

Gelinen noktada hükümet, ne yazık ki el attığı her işte başarısız kalıyor. En iddialı konulardan bile cayıyor; vazgeçmekle kalmıyor, yasakları, özgürlüklerin kısıtlanmasını, haksızlığı ve hukuksuzluğu âdeta “kurumsallaştırıp” daha da katmerleştiriyor.

Şu hale bakın: Başbakanın sırf başörtülü olduğu için sahneye çıkarılmayan kompozisyon birincisi öğrenciyi arayıp “tesellî” ettiği haberleriyle, “Millî Eğitim Bakanından türbana soruşturma” manşetleri peş peşe atılıyor. Buna yeni YÖK Başkanının Meclis Başkanına Cumhurbaşkanı ve Başbakanın kendisine, “Aman Hocam, bir şey söylersin, ipimizi çekerler!” korkutmalı tembihi ekleniyor.

Anlaşılan o ki hükümet, Başbakanın daha önce itiraf ettiği gibi bu hususta da “bedel” ödemeye hazır değil. Ancak AKP bunu bilmeli ki, bedeli ödenmeden hiçbir hak elde edilemez; demokrasi ve hukuk dışı emr-i vakilerin önüne geçilemez...

Milletin irâde, inanç ve değerleri uğruna sâdece makam ve mevkilerini değil, hayatlarını “bedel” olarak ödeyenler, boşuna mı şehid oldular?

Kısacası siyasette “bedel” ödenmeden hiçbir şey olmuyor. Kaldı ki “bedel” ödemeye hazır olmayanların “bedeli”ni millet “öder”; günü gelir bu “bedel”den kaçınanların biletini keser.

Millet, emânet ettiği irâdesinin hakkını vermeyenlerin “ipini” bir gün mutlaka çeker.

Başbakan ve siyasî iktidar asıl bundan çekinmeli...

18.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri