Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet Bayri FİDAN

Unutmak ve hatırlamak



Unutmak...

Hayatımıza değişik kalıplarla giren, binbir çeşit manası olan bir kelime.

Kimimiz için acıların tarifi, kimimiz için ise mutluluğun.

Unuttuğumuz ya da unuttuklarımıza göre değişiyor ifade biçimi.

Unutmak…

İçine acılarınızı doldurmuşsanız, artık hatırlamıyor olmak size tebessüm ettirir. Vefasızlıklar ise sildiğiniz hafızanızın çeperlerinden, öyleyse ne büyük iyilik yapmışsınız her gün çileden çıkardığınız günlerinize. Hatırlamamak; birçok yaşanmışlığımızın diğer adı olduğunda, daha da kıymetlenir.

Zira biz insanoğluna verilen nimetlerden biridir unutabilmek.

Unutulan…

İki dostun arasında geçen kırgınlığın adıysa, tebessüm yeniden şekillenir yüzlerde. Unutmanın ne kadar güzel bir duygu olduğu söylenir durulur. Zira unutmasaydık, bir daha sevemez ve sevdiklerimizi affedemezdik. Affetsek bile, arada hafızamızın kapılarını zorlayan eskiler canımızı sıkardı. Affettiğimiz kişilerin yüzüne bakarken bir daha ilk günkü sevgimiz, muhabbetimiz, yakınlığımız kalmazdı.

Unutulmuş…

Bir evlâdının hatıralarına değmişte, uzakta yaşlı bir annenin yüreğine yansımışsa. Artık her gün ve gece hüzün, yoklamaya gelir pencereleri, kapıları. Unutmak bazen unutana hiçbir zarar vermezken, unutulanı ince ince sızlatır. Unutulanı yakar hatırlanmamak, çalan telefonda ya da kapıdadır artık kulak. Bir gelen olurda duyamam diye, uykular bile aralık kalır.

Unutmalıyım…

Kelime olup takılmışsa bir aşığın diline, her söylendiğinde, önce dili sonra yüreği yakar. Zira unutmaya çalışmak hiç unutamamaktır. Ve hiç anlaşılmayan sır: Neden sevmek bir an sürerken, unutmak senelerimize bedel olur?

Ve Neruda’nın dizeleri söylenir: “Aşk ne kadar kısa ve unutmak ne kadar uzun.”

Bazen bir anda yaşanan, bin anda unutulmaz.

Unutmak…

Esas unutmak

Bir anda olur.

Hesapsız, kitapsız, kurgusuz, plansız bir anda… Kurmadan, “Unutmalıyım” diye komutlar vermeden akla.

Öyle bir unutur ki insan; unuttuğunu bile fark etmez.

Henüz tam olarak unutamadıklarımızda, önce küçük çağrışımlarla hayal meyal hafızanın perdesine gelir. Sonra o hayal meyal hallerde yiter gider. Ve insan, neyi unuttuğunu bile unutur.

Yaşarken söz verdiklerimiz bile, yiter gider elimizden.

Kalp ağrıları ise en geç silinir hafızamızdan.

Unutma…

İnsanı sevindirirken, aynı zamanda çok üzen bir duygu.

Vedalarda söylenen tek sözcük olur bazen: “Nereye gidersen git! Ama beni unutma.” Sanırım bu söz söylenirken, önemli olunmak istenir, özel olmak. Zira insan, çok sevdiğini özler ve özlenen unutulmaz. Unutulmak artık sevilmemeye de işaret eder bir yerde. Bu yüzden unutulmak yaralar yüreğimizi.

***

Ve insan hatırlar.

En güzel günlerde, en sevdiklerini.

En güzel günlerde, kıymetlilerini.

Hele bu özel günler bayramlara denk gelirse, hatırlanmak ne kadar zevkli ve heyecanlı olur. Yaşlı bir gözden mutluluk damlaları akıtır. Minik bir yüreğe sevgi tohumları düşürür. Ayrı bir sevgilinin gözlerinde sevinç pırıltıları koşuşur.

Ve hatırlandıkça tatlı bir fon olur bayramlar, hayata.

Bu bayram hatırladıklarımızın listesi, diğer bayramlardan daha da uzun olsun. Ve bu uzunluk her yıl artarak devam etsin.

Bu bayramda hatırlayan ve hatırlananlardan olmak duâsıyla.

Not: Bütün Yeni Asya okuyucularının “Kurban Bayramı mübarek olsun.”

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ya anlaşacaklar, ya da savaşacaklar



İran ile ABD ilişkileri, 1979 yılından beri bıçak sırtında seyeran ve deveran ediyor. Gerilim ve gelgitler içinde. 2003 yılından itibaren ise, karşılıklı tetikte bekliyorlar. Özellikle de işgalden sonra Bush yönetiminin görev süresini doldurmadan İran’a vuracağına kesin gözüyle bakılmıyorsa da, buna dair beklentiler üst seviyede idi. Bu beklentiler ‘yarı yarıya’ şeklinde ifade ediliyordu. İbreler savaş ile pazarlık arasında gidip gelirken, Amerikan politikasında beklenmedik temelli bir değişim oldu. National Intelligence Estimate (NIE) ile birlikte ilişkiler yeni bir döneme ve viraja girdi. Bu yeni dönemde pazarlık ve anlaşma umutları savaş seçeneğini geride bıraktı. Kasım 2007 yılında, İstanbul’da yapılan Adalet Konferansı’nda Musul asıllı önemli Iraklı ve İhvan mensubu düşünürlerden İmadüddin Halil ile Amerikan-İran münasebetlerini görüştük. Henüz Amerikan istihbaratı raporu yayınlanmamıştı. İki ülke ilişkilerinin önünde sadece iki ihtimal bulunduğunu söylemişti. Ya savaşacaklar, ya da barışacaklar. Ya da onun ifadesiyle: “Amerikalılar ya İran ile masaya oturacaklar ve bölgesel nüfuz alanlarını paylaşacaklar, ya da ikinci seçeneğe göre, Amerikalılar nükleer alanda anlaşamayarak İran’ın pençelerini sökecekler...” Ama NIE ile birlikte, İran’ın pençeleri olmadığı, en azından 2003 itibarıyla tatile gittiği anlaşılıyor. Bu durumda, geride sadece barışma ve pazarlık ihtimali kalıyor. Bazıları buna büyük pazarlık diyorlar. Bush yönetimi ve neoconların, ister Demokrat cenahtan, isterse Cumhuriyetçi cenahtan olsun Bush’un muakkiplerinin İran’la bir kapışmayı göze alamayacaklarını ve Irak’tan sonra büyük çaplı bir saldırıyı göze alamayacaklarına nazaran, bu işi gitmeden Bush’un bitirmesi gerektiği öngörülüyordu. Ama öngörülenin aksine, Bush bu beklentiyi boşa çıkardı. Acaba bunun gerisinde gizli bir pazarlık arayışı mı var? Zira, İran Devriminden itibaren İranlılarla gizlice masaya oturanlar, genelde Cumhuriyetçiler oldu. Her ne kadar Bosna’da Clinton yönetimiyle işbirliği olmuşsa da bu Cumhuriyetçilerle yapılanlara göre devede kulak. İranlı öğrenciler ABD’nin Tahran Büyükelçiliğini bastıklarında ve aylarca elçiliği işgal altında tuttuklarında, bunun bir pazarlık sonucu olduğunu kimse bilmiyordu. İspanya üzerinden baba Bush ile Rafsancani arasında Carter’ı devirmek üzere pazarlık yapıldığı tarihin tozlu rafları arasında bulunuyor. Ve bunun bir uzantısı olarak yine Reagan yönetimiyle İran arasında İrangate adıyla gizli ilişkiler ağı ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla Cumhuriyetçiler ile İran yöneticileri şahinlikte birbirleriyle yarışsalar da neticede birbirlerini iyi anladıkları da anlaşılıyor.

***

Bush’un neden seçimlere bir yıl kala son fırsatını tepti, kullanmadı da ibre pazarlıktan yana döndü? Şimdi yine müstakbel Cumhuriyetçi yönetim adına bir pazarlık mı kotarılıyor? Aynen baba Bush’un Reagan adına Rafsancani ile yaptığı pazarlık kabilinden? Kimileri Bush’un halefi nazarıyla bakılan Rudy Giuliani gibilerin seçim şansını arttırmak için İran’ı vurmak yerine anlaşma seçeneğini tercih edebileceğini söylüyor ve herhalde bunun için de planların değiştirilmiş olabileceği büyük bir ihtimal.

İran uzmanları da İmadüddin Halil’in analizine aynen katılıyorlar. Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi (ASAM) İran Uzmanı Arif Keskin de, ABD ve İran’ın 1979’dan sonraki politikalarının karşılıklı olarak iflâs ettiğini belirterek, “ABD ve İran ya anlaşacak, ya da çatışacaklar” diye bu iki seçeneğe atıfta bulunuyor. Burada kullanılan ‘anlaşacaklar’ ifadesi ilişkilerin kendiliğinden tabiî mecrasına avdet edeceğini göstermiyor. Gizli ve açık görüşmelerle nüfuz paylaşımına gideceklerine işaret ediyor. ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgalinin ardından iki ülke arasındaki ‘taşeron savaşının’ artık bittiğini ifade eden Keskin, ‘Artık direkt çatışma dönemi başlamıştır. İran, bölgede fırsat ihdas etmek yerine tehditleri azaltmaya çalışıyor. ABD’nin, İran’a karşı oluşturduğu düşmanlık nedeniyle İran sistemi bozucu bir faktörmüş gibi gözüküyor. Bu nedenle İran, komşularıyla sağlıklı ilişki kurmakta zorlanıyor. Bölgesel zorunluluklar her iki devleti çok faklı noktalara itebilir” diye görüşlerini özetliyor.

İmadüddin Halil’in de belirttiği, sadece iki şık var. Üçüncüsü yok. Ya anlaşacaklar, ya da savaşacaklar. Şimdi anlaşmaya ve pazarlığa ramak kalan bir zeminde bulunuyorlar.

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

En büyük emânet



Ahzâb Sûresi 72. âyetinde Cenâb-ı Hak meâlen “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten çekindiler ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir” ferman eder. İnsanın kendi vücudu, çoluk çocuğu, eşi ve sahibi olduğunu zannettiği her şeyi, Allah’ın ona ihsan ettiği emânetler olduğu gibi; Kur’an-ı Kerim, Allah Resûlü (asm) ve onun sünnet-i seniyyesinin korunup yaşanması da, emânetler silsilesinin en önemli unsurlarıdır.

Ancak, bu emânetler içerisinde emânet-i kübrâ olan ve en büyük emânet olarak verilen şey, elbette ‘ene’ diye isimlendirilen benlik gerçeğidir. Ene, zâhiren açık görülen, hakikatte ise kapalı olan kâinatın kapılarını açan ve onun yaratılış sırlarını keşfeden bir anahtar külçesi olduğu gibi, gizli hazineler hükmündeki Allah’ın İlâhî isimlerinin sandıklarını da açan esrârengiz bir hakikattir. Mâhiyeti bilinir ve veriliş amacına uygun hareket edilirse, emânete riâyet edilmiş olur. Aksi takdirde, hıyânet edilerek Allah’a şirk koşulursa, mahlûkâtın en zelili ve aşağısı haline gelinir.

Cenâb-ı Hak, insana emânet olarak verdiği benlik duygusuna, Zâtının sıfat ve şuunâtını ve Ona has hallerini gösterecek, tanıttıracak işâretlerini ve numunelerini yerleştirmiştir. Allah’ın sıfatları zâtındandır ve ezelîdir. İnsandaki örnekleri ise sonradan verilmiştir. Allah’ı böyle bilen ve anlayan, Onun kulu olduğunu da idrâk eder. İnsana verilen cüz’î ilim sıfatı, sırf dünyayı kazanmak için değil, gerçek anlamda Allah’ı tanımamız içindir. Hakîki ilim sahibi, hakîki rızık verici, mülkün hakîki sahibi Allah olduğunu bilmemiz içindir. Bu açıdan ene, bir mukayese aracıdır. Kendindeki ölçücükler ve numûneciklerle Rabbini tanır. Fakat, imtihan vesilesi olması açısından benlik hakikatinin bir hayra bakan, bir de şerre bakan yüzü vardır. Hayra bakan cihetiyle kendi icat edemez. Yalnız verileni kabul eder, fail değildir. Şerre bakan yüzünde fiil sahibidir. Onun mâhiyeti, harf gibi, kendisini değil, başkasının mânâsını gösterir. Mâlikiyeti hayâlidir. Ancak o, Allah’ın mutlak ve sınırsız olan sıfatlarını bildiren bir ölçü birimidir. İşte, mâhiyetini böyle bilen bir insandaki ene, emâneti yerine getirmiş olur. Kâinatın ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür ve bilir. Kâinat ve içindeki varlıkların ne vecihle Yaratıcısına şahitlik yaptığını idrâk eder. Allah’ı bilir, tanır, hakîki anlamda Ona kulluk vaziyetini takınır. Her şeyi Ona teslim eder. Aksi takdirde, yaratılış hikmetini unutur, fıtrî vazifesini terk eder ve kendine Allah’tan bağımsız mânâ-yı ismiyle bakar ve kendini sahibi olduğunu zannettiği şeylere mâlik olarak itikat ederse, o vakit emânete hıyanet eder. Bütün şirkleri, şerleri ve dalâletleri meydana getiren enenin bu hâinâne cihetidir. Semâvât, arz ve dağları dehşete düşüren ve farazî bir şirkten korkutan enenin bu cihetidir.

Peygamberlik silsilesi eneye mânâ-yı harfiyle, Allah hesabına bakar ve veriliş maksadına uygun olarak istihdam eder. Felsefe silsilesi ise mânâ-yı ismiyle bakar, Allah ile bağlantısını koparıp atar ve veriliş amacının dışına çıkar. Allah’ın emrettiği ahlâkla ahlâklanması gerekirken, Allah’a benzemeye kalkar. Tarih boyunca Nemrut, Firavun, Şeddat ve deccalları yetiştiren enenin bu cihetidir. İbn-i Sina ve Farabî gibi Müslüman filozofları sıradan bir mü’min derecesine düşüren sır, eneye mânâ-yı ismiyle bakmaları ve Batı felsefesinin dıştan görünen şatafatına aldanmalarıdır.

İnsanı kemâlâta ulaştıran, yeni tâbirle kişisel gelişime mazhar kılan hakikat, ilim ve duâ ve Allah’a yapılan kulluktur. İlimlerin esası ve rûhu Allah’ı bilmek, tanımak ve Ona kulluk etmektir. ‘Enesel gelişim’ ise, insanın kendisini Allah’tan bağımsız bilmesi ve kendisine mânâ-yı ismiyle bakarak, sahip olduğunu zannettiği her şeyi kendisine isnat etmesidir. Mâhiyetindeki nihayetsiz aczini, fakrını, noksan ve kusurlarını unutarak, âdetâ bir ilâh gibi kendisini bütün noksanlıklardan tenzih ederek kendisine tapmasıdır. Böyle insanlar birer enâniyet âbidesidir. Gurur ve kibirlerinden yanlarına varılmaz. Kendinden başka herkese böcek nazarıyla bakar ve küçümser. Kendine öyle güvenir ve var olan kabiliyetlerini öyle beğenir ki, elinden gelse dünyayı yönetmeye kalkar. Mensubu olduğu milletin ırkçılığı da o adamın enâniyetine ilâve olursa, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı şeytan gibi mübâreze ve isyan eder. Nihayet, Allah’a şirk koşar. Irkçılık, toplumsal bir şirktir. Tövbe etmemek şartıyla, Allah’ın affetmeyeceğini haber verdiği en büyük günah şirk yapmaktır.

Model olarak Allah Resulünü (asm) esas alan ve onun sünnet-i seniyyesine sarılan, Esmâ-i İlâhiyeye ulaşır ve bağlanır. Neye baksa, neyle meşgul olsa ilim olur ve huzur makamını elde eder. Orada merkezde fert değil, Esmâ-i Hüsnâ vardır.

Asya-Nur Kültür Merkezinde yetmişten fazla katılımcı, Mesut Nurver’in bu ilginç ve Risâle-i Nur referanslı seminerini ilgiyle dinliyor ve soru-cevap bölümünde bu ilgisini açıkça gösteriyordu. Bir Pazar seminerimiz daha böyle verimli geçti.

(Not: Bütün okuyucularımızın Kurban Bayramını tebrik eder, İslâm âlemi ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Haktan niyaz ederim.)

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Af günü



Cennetin nefis nimetlerini, göz kamaştırıcı güzelliklerini Hz. Âdem’le Havva anamızın emrine veren Rabbimiz onlara şöyle demişti: “Ey Âdem, sen ve hanımın Cennete yerleşin. Orada dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Yalnız şu ağaca yaklaşmayın; yoksa kendinize yazık etmiş olursunuz.”

Ne var ki, şeytan onların ayaklarını kaydırıp Cennet nimetlerinden mahrum kalmalarına sebep olmuş, bundan dolayı da Âdem babamızla Havva anamız yeryüzüne indirilmişti.1

Böylece Âdemoğulları imtihana tâbi tutulacak, sonuçta elmas ruhlu olanlarla, kömür ruhlu olanlar birbirlerinden ayrılacak, Cennete lâyık olanlar Cennete, Cehenneme müstehak olanlar da Cehenneme gireceklerdi.

İşte dünyaya inişle birlikte imtihan da başlamış oluyordu.

Hz. Âdem’le Havva anamız dünyanın değişik bölgelerine konulmuş, hasret dolu altı aylık bir ayrılıktan sonra Mekke’deki Arafat Dağında buluşmuşlardı. Buluştukları gün ise Arefe Günüydü.

Bu buluşmada, “Ey Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana düşenlerden oluruz”2 diye Allah’a yalvarmışlardı. Hatalarını itirafları sebebiyle o güne itiraf anlamında Arefe denilmiştir.

Kurban Bayramının birgün öncesiydi o gün. Bugüne Arefe denilmesinin daha başka sebepleri de vardır.

Cebrail Aleyhisselâm yeryüzünde ilk defa hac yapan Hz. Âdem’e haccın gereklerini o gün öğretmiş, Arafat’ta vakfedeyken, “Artık öğrendin mi?” diye sormuş, o da, “Evet öğrendim” diye cevap vermişti. Bundan dolayı oraya Arafat, o güne de Arefe denilmiştir.

Cenâb-ı Hak bu önemli günde Arafat’ta bulunan kullarını zikre dâvet eder. Arafat vakfesinden sonra seller gibi boşalıp Müzdelife’ye aktıklarında, Meş’ar-ı Haram’ın yanında zikretmelerini, Kendini anmalarını emreder.3

Resûl-i Ekrem (asm), Arefe gününü günlerin en faziletlisi olarak nitelendirmiş,4 duâların hayırlısının bu günde yapıldığını,5 bugün Cenâb-ı Hakkın kullarını ateşten kurtardığını, rahmetiyle yaklaştığını, meleklerine karşı onlarla iftihar ettiğini,6 bugün dilini, kulağını ve gözünü haramdan koruyanların ikinci bir Arefe Gününe kadar işledikleri küçük günahlarının affedileceğini7 müjdelemiştir.

Bayrama tertemiz, mânen hazırlıklı girmek ne kadar güzel!

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 35-36. 2- A’raf Sûresi: 23. 3- Bakara Sûresi, 198. 4- Muvatta, Hacc: 246. 5- Camiü’s-Sağîr, 3:471. 6- Müslim, Hac: 436; İbni Mâce, Menasik: 56. 7- Camiü’s-Sağîr, 6:118.

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Teşrik tekbirleri başladı



Bugün Arefe Günü. Hacılar Arafat’ta binler duâlar yaptılar, gözyaşları sel oldu.

Teşrik tekbirleri bugün sabah namazından itibaren başladı. Bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın hemen ardından, başka hiçbir kelime konuşmadan, teşrik tekbirleri getirmek kadın erkek her Müslüman için vaciptir. Bu hüküm umumîdir. Yani namazını cemaatle kılan da, yalnız kılan da, kurban kesen de, kesmeyen de, seferî olan da, olmayan da, kadın veya erkek bütün Müslüman’lar teşrik tekbirleri getirmelidirler.

Teşrik tekbirleri, farz namazdan selâm verdikten hemen sonra, dünya kelâmı konuşmadan, “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve lillâhi’l-hamd” diyerek getirilir.

Mânâsı: “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah içindir.”

Bugün duâ edelim. Yalnız duâ... Ne dileğimiz varsa Allah’a arz edelim. Ne muradımız varsa Allah’tan isteyelim. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Duâların en hayırlısı Arefe Gününde yapılan duâdır.”1

Bugün, günahlarımız için ağlayalım, tövbe ve istiğfar edelim. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:, “Kim ki, Arefe Günü dilini, kulağını ve gözünü haramdan korursa, iki Arefe arasındaki günahları bağışlanır.”2

Abbas bin Mirdas es-Selemî radiyallahü anh bildirmiştir: Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Arefe Günü akşamı Arafat’ta ümmeti için mağfiret duâsında bulundu.

Ona şöyle denildi:

“Zâlimler müstesnâ ümmetini bağışladım. Zâlimden mazlûmun hakkını alırım!”

Peygamber Efendimiz (asm):

“Ey Rabb’im! Eğer dilersen mazlûma hakkını Cennetten verirsin ve fazlınla zâlimi de bağışlarsın” diye duâ etti. Fakat o akşam bu duâsına cevap verilmedi. Sonra Resûl-i Ekrem (asm) Müzdelife’de sabahladı; bu duâyı tekrar tekrar yaptı ve duâsı kabul olundu. Sonra Resûlullah Efendimiz (asm) sevincinden gülümsedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ebû Bekir (ra) ve Hazret-i Ömer (ra) sordular:

“Babam ve anam sana feda olsun ya Resûlallah! Allah seni hep sevindirsin! Bu saatte gülmezdiniz. Sizi sevindiren şey nedir?”

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm):

“Allah benim duâmı kabul buyurmuş ve ümmetimi bağışlamıştır. Bunu öğrenen şeytan da toprağı alıp başına dökmeye ve ‘Mahvoldum! Helâk oldum!’ diye bağırmaya başlamıştır. Onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü” buyurdu.3

Bir diğer hadislerinde Allah Resûlü (asm): “Allah hiçbir günde Arefe Günündeki kadar kullarını ateşten kurtarmaz. O gün Allah, rahmetiyle kullarına tecellî eder. Onlarla meleklere karşı iftihar eder. Ve ‘Onlar ne istiyorlar?’ diye sorar”4 buyurmuştur.

Gerek fert, gerek toplum, gerekse İslâm âlemi olarak, maddî ve mânevî dertler yumağı içerisinde yuvarlanıp gidiyoruz. Gün geçmiyor ki, ağzımızın tadını bozan ve bizi tokatlayan bir imtihan külçesi ile karşılaşmayalım. Duâya çok ihtiyacımız var. Niyaza çok ihtiyacımız var. Allah’ın dergâhına sığınmaya çok ihtiyacımız var. Allah’ın kulu olduğumuzu ikrar etmeli; fitnecilerden, fesatçılardan, hasetçilerden, şeytanlardan, türlü türlü yaratıkların zararlarından, dünyanın türlü belâlarından ve musibetlerinden Allah’a sığınalım ve Allah’a imdat diyelim. Allah’tan affımızı dileyelim. Allah’tan Cemalini, Rızasını, Rahmetini ve Cennetini isteyelim.

Bugün, imkânı olanlarımız, bin İhlâs-ı Şerif okuyarak dergâh-ı İlâhîye kapısını çalalım. Unutmayalım ki, bütün dertlerimizin devası, bütün hastalıklarımızın şifası, bütün sıkıntılarımızın ilâcı o kapıdadır.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bugün bin İhlâs-ı Şerif okumaya önem veriyor ve diyor ki: “Aziz, mübarek kardeşlerim. Bizim memlekette eskide Arefe Gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî her birinizle görüşmüyorum. Fakat ben, ekser vakitler, duâ içinde her birinizle bazen ismiyle sohbet ederim.”5

Bin defa okumaya fırsat bulamayanlar paylaşarak toplam bine ulaşacak şekilde de okuyabilirler. Bu da rahmet-i İlâhiyenin kapısını bizlere inşaallah açar.6

Dipnotlar:

1- Câmiü’s-Sağîr, 2/2095 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/3631 3- İbn-i Mâce, Menâsik, 3013 4- İbn-i Mâce, Menâsik, 56 5- Şuâlar, s. 266 6- Mektûbât, s. 326, 328

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tembellik zindanından firar: Tevekkül



Mü’minlerin tevekkül ve kanaati yanlış anlayarak tembellik/uyuşukluk zindanına düştükleri bir vâkıâ. Hapse düşen, kurtulmanın yollarını arar. Tembellik, uyuşukluk zindanı da müebbet değildir. Şu halde nefsimizin ve şeytanın esaretinden firar etmeliyiz.

Bizi uyuşukluk zindanına atan; tuhaf bir gerekçe var: Başkasının tembelliğinden görenek fırsat bulup, hücum eder, belimizi kırar. Biz de, ‘Ey tevekkül edenler, yalnız Allaha tevekkül edin/güvenin’ olan koruyucu kal’ayı, himmetimize, gayret ve çalışmamıza sığınak1 yapmalıyız.

Altından kalkamayacağımız bir mesele ile mi karşılaştık? Paniğe kapılmamıza gerek yok. Hemen yanıbaşımızdaki imdat düğmesine basabiliriz: Tevekkül!

Arz ve semanın Sultanı, mele-i alanın sakinleri melekleri imdadımıza gönderecektir! Ancak Ona güvenmeliyiz. Çünkü, “O, kendisine güvenen herkese yeter.”2, “Ey Resûlüm de ki: ‘Allah bana yeter. O’ndan başka İlâh yoktur. Ben yalnız O’na güvenirim. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.”3

Tevekkül, her şeyi Ona havale edip sırtüstü yatmak değildir. Böyle bir tutum, tevekkül değil, tembelliktir. Tevekkül, Kâinat Sultanının koyduğu kanunlara, sebeplere müracaat ettikten, gerekli şartları yerine getirdikten, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra sonucu Ona havale etmektir.

“Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki? Gireceğimiz yolları bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü ezâ ve sıkıntıya sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.”4

Doğru tevekkül, bizi sevginin sonsuz gücüyle karşılaştırır. Rabbimiz, Kutlu Elçisi şahsında şu emri verir bize: “Bir kere de azmettin mi, yalnız Allah’a tevekkül et. Allah muhakkak ki Kendisine dayanıp güvenenleri sever.”5

Tevekkülün hemen yanıbaşında kanaat gelir. Ancak, onu da yanlış anlamamalı: “Tamam, çalıştım, bu kadar kazandım, yeter!” demek, kanaat değildir. Çalışmayı yaptıktan sonra sonucuna razı olmaktır, memnun olmaktır, mutlu olmaktır. Ve çalışmaya devam etmektir.

Tevekkül kaderle de bağlantılı. Kadere iman ne kadar yüksekse, tevekkül o derece güçlüdür. Çünkü, tam bir tevekkül ile Rabbine yönelen, yalnız Ondan yardım dileyen bir kul olur. Böylece sebeplerin peşine takılmaktan, olayların oyuncağı, insanların kölesi olmaktan kurtulur. Bu, ulvî bir hazzın ve muhteşem bir gücün enerjisini almak demektir. Ve stresten de o nispette uzak yaşarız.

***

Fransız sosyolog, çöl hayatını incelemeye karar vermiş. Koyun sürüsü olan çobana misafir olmuş. Bir ara çıkan bâd-ı semum denen zehirli çöl fırtınası, sürüsünün yarısını götürmüş. Sosyolog:

“Adam artık hasta olur, yataklara düşer!” diye düşünmüş.

“Tevekkeltü Alellah! Allah’a tevekkül ettim. Mal Onundur, O mülkünde istediği gibi tasarruf eder!” demiş.

İkinci bir fırtına dalgası, neredeyse diğer yarısını götürmüş.

“Şimdi çıldırır!”

Yine aynı tevekkülle sükûnetini muhafaza etmiş. Bir üçüncü dalgada kalanı gitmiş.

“Şimdi intihar eder!” diye geçirmiş içinden. Ama, o yine tevekkülün sihirli gücüne yapışarak bu fırtınayı da atlatmış. Araştırmacı, “Bu nasıl iş?” diyerek kendisi hayretten çıldırma derecesine gelmiş. Oradan ayrılıp, yolda yine zor durumda kalanların aynı tevekkülün koruyucu ipine yapıştıklarını müşahade edince şöyle yazmış:

“Huzurlu ve mutlu bir hayat sürmek istiyorsanız Müslümanlar gibi tevekkül edin ve kadere inanın!”

Dipnotlar:

1- Münâzarât, s. 137.; 2- Kur’ân, Enfâl 2, Furkan 58; Talâk 3.; 3-A.g.e., Tevbe, 129.; 4- Kur’ân, İbrahim, 12.; 5- A.g.e., Âl-i İmran, 128.

19.12.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Eşref Edib'in 'Said Nursî' makalesi (4)



Bundan 36 sene evvel bugünlerde hayata vedâ eden Eşref Edib'in Üstad Bediüzzaman ve Nur talebeleri hakkındaki makalesinin son bölümünü takdim ediyoruz.

Said Nur Üniversitesi

...Nur imân ve irfân mektebi, zamanla, mekânla mukayyet (kayıtlı) değil. Hududu yok.

Bu mektebin yalnız bir kitabı var: Kur'ân.

Bütün ilhamları bu kitaptandır. Bu kitap, bitmez tükenmez bir hazinedir. Gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün asırları doyurmaya bu hazine yeter.

Nur Risâleleri, bu hazinenin damlalarıdır.

Kalbinde imân ve irfânı olan her mü'min, bu mektebin talebesidir. Hiç kimseden izin almadan, hiçbir kayda tâbi olmadan bu mektebe girebilir.

Çünkü, bütün mü'minler, bu mektebin tabiî talebesidir.

Nur Risâleleri, birer derstir. Kişi onları isterse kendisi istinsah eder (çoğaltır), isterse hazır yazılmış veya basılmış olarak alır, okur, istifade eder.

Artık, o vicdanıyla, kalbiyle, ruhuyla başbaşadır. Arada hiç bir vasıta yoktur.

Nur Risâlelerinin müellifi (Bediüzzaman), yalnız bir "Üstad"dır. Dersini vermiştir. O kadar... Tıpkı, bir üniversite hocası gibi...

* * *

Üstad Said Nur, çok yüksek bir zekâ ve irfân sahibi idi. İmandan ibaret bir varlık...

O, mü'minler için bir imân ve irfân mektebine ihtiyaç duymuş. Kalpleri dalâlet eşkıyasının taarruzlarından koruyacak bir üniversite...

Bunu da, gönüller üzerinde kurmuş. Temelleri, dünya durdukça yıkılmasın, sapasağlam yaşasın diye...

Üstad, derslerini vermiş, kenara çekilmiş. Artık bu mektebi mü'minler kendi kendine idare etsinler, demiş.

Ne ücret, ne ünvan, ne pâye, ne heykel... Hiçbir şey istemiyor.

Vazifesini yapan bir muallim, bir profesör gibi, kalbi neş'e dolu olarak ecel–i mev'udunu bekledi; böylece, nihayet Hakk'a yürüdü.

İşte, Said Nur Mektebinin, Said Nur Üniversitesinin mahiyeti bence budur. Bunu anlamayan devr–i sâbık (geçmiş dikta devri), bundan ne kadar korktu, ne kadar heyecanlar geçirdi.

Bunu bertaraf etmek için ikinci bir Menemen bile ihdas etmeyi düşündü.

Buna bir "irtica" damgası vurmak için çok çalıştı. Fakat, muvaffak olamadı. Boş yere hem kendini zorladı, hem de bu mübarek zâtı türlü sıkıntılara, tazyiklere mâruz bıraktı. Zindanlarda ömrünü çürüttü. Hapishanelerde bile ihtilâttan (görüşmekten) men'etti.

Netice ne oldu?

Bir savcının tahminine göre, en az beş–altı yüz bin talebe Anadolu'nun her tarafına yayıldı.

Talebenin her biri işiyle, gücüyle, yahut dersiyle, tahsiliyle meşgul. Kànuna aykırı en ufak bir hareketleri yok.

Gönüller üzerine kurulan böyle bir irfân mektebinin kapanmasına imkân var mı?

GÜNÜN TARİHİ 19 Aralık 1925

Giresun'da ağır şapka cezaları

Giresun İstiklâl Mahkemesi, şapka aleyhtarı olma ve halkı şapka aleyhinde kışkırtma suçundan(!) Hafız Muharrem isimli zât hakkında vermiş olduğu idam kararı infaz edildi.

Kısa bir süre sonra Hafız Osman ve 4 Şubat 1926'da da, yine aynı dâvânın devamı olarak yargılanması tamamlanan İskilipli Âtıf Efendi ile Babaeski müftüsü Ali Rıza Efendi zulmen idam edildiler.

Şüphesiz ki, cezalar ve cezalılar bu kadarlıkla sınırlı değildi.

Giresun Şapka Dâvâsı sebebiyle, ayrıca Derviş Hüseyin isimli mazlûma 15 yıl ağır hapis cezası verilirken, daha pek çok vatandaşa da 5, 10 ve 15’er yıl hapis ve kürek cezası verildi. Kezâ, bunlardan ayrı, yirmiye yakın vatandaş da hiç sebepsiz yere iki yıl hapis yattı.

* * *

İskilipli Atıf Hoca, Şapka Kànunundan aylar–yıllar önce "Frenk Mukallitliği ve Şapka" isimli bir kitapçık neşretmişti.

Buna rağmen, yine de suçlu ilân edilip idam sehpasına gönderildi.

Benzer durumlar, ne yazık ki o dönemde Türkiye'nin hemen her yerinde yaşandı.

Bugün itibariyle, söz konusu kànun, aslında "kapı gibi" yerli yerinde duruyor. Ancak, bu kànuna uymak mecburiyetinde olan resmî memurlar dahi uymuyor, yani şapka takmıyor.

Ne kadar garip, tuhaf bir durum değil mi? Bundan 80 sene kadar evvel "Neden şapka giymiyor, neden karşı geliyor?" diye, binlerce vatandaşını en ağır şekilde cezalandıran devletin resmî memurları, bugün—yürürlükteki aynı kànuna rağmen—şapka giyme gereğini dahi duymuyor.

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Akibet hayrola



Her işi, neticeleriyle birlikte değerlendirmek en doğru olandır. Kuzey Irak’taki teröristleri hedef alan ve Pazar sabahı (16 Aralık 2007) gerçekleştirilen ‘operasyon’ da bunlardan biridir.

En başta şunu ifade edelim ki, ‘terör’ün sona ermesi hem Türkiye’nin, hem de bütün Ortadoğu’nun, dolayısı ile dünyanın menfaatinedir. Bugün için “benim teröristim iyidir” tavrını devam ettirenler, bu davranışlarının yanlış olduğunu bir gün anlarlar, ama muhtemelen geç kalmış olurlar.

Devam ettirildiği ifade edilen son Kuzey Irak operasyonu, maksadına ulaşmış mıdır? Gazete manşetlerine bakılırsa cevabı ‘evet’ şeklinde anlamak mümkün. Ama gerçek böyle midir, onu da en iyi ‘yetkililer’ bilir. Tekrarla ifade edildiği üzere, benzer operasyonlar geçmiş yıllarda da yapıldı. Hemen her operasyonun sonunda da ‘başarılı’ olunduğu ifade edildi. Ama aradan aylar ve yıllar geçtikten sonra terörün kökünün kazınamadığı anlaşıldı.

Tabiî ki içerden ve dışardan desteklenen bir terör örgütünün kökünün kazınması çok kolay değildir. Terörün bunca yıl gündemimizi meşgul etmesi, biraz da tehdidin ve tehlikenin gerçek büyüklüğünün görülmemesi ve belki de inkâr edilmesi değil midir?

Operasyon sonrası gazete manşetlerini süsleyen fotoğraflarda da sanki bir gariplik vardı. Bir gazete manşetinde, enkaz artıklarını toplayanların görüldüğü fotoğrafta şu bilgiler yer alıyordu: “Kerpiç köy evleri duruyor, PKK’nın kullandığı binalar yerle bir.” (Vatan, 18 Aralık 2007)

Yazılan ve anlatılanlar doğru ise, teröristlerin Kuzey Irak’taki köylerde, köylülerle ‘kapı-komşu’ olarak yaşadığı anlaşılır. Bu hal, en başta önlenmesi gereken bir durum değil midir? Teröristler bu derece destek alabiliyorsa, terörün kökü kolaylıkla kazınabilir mi?

Bu defaki operasyonun öncekilerden bir farkı da dünya kamuoyunun bu operasyona itiraz etmemiş olması. Geçmiş yıllarda daha fazla itiraz sesleri yükselirken, bu defa AB itidal tavsiyesiyle yetindi, Rusya ve ABD destek mesajları verdi.

Konunun uzmanları bir noktaya daha dikkat çekiyor: Bu operasyonlar mutlaka sosyal adımlarla desteklenmeli. Meselâ, ifade edildiği gibi, Kuzey Irak’taki teröristler oradaki ‘sade vatandaş’larla ‘kapı-komşu’ olarak yaşıyorsa, öncelikle bunların engellenmesi gerekir. Herkesin bildiği gibi, terörün kökünün kazınması, yeni teröristlerin ‘dağa’ çıkmasını önlemekle mümkün olur. Bunun yolu da bellidir. Gerek eğitim konusunda atılacak adımlarla ve gerekse halkı ikna ederek, şefkatle yaklaşarak terör örgütüne yeni katılımlar engellenir ve önlenebilirse bu operasyonlar da bir anlam ifade edebilir. Aksi halde, bir kaç yıl sonra yine başlanılan noktaya gelinir, ki asıl zarar da bu noktada olur.

Bayram arefesinde, terörden ve anarşiden arınmış günlere en kısa zamanda kavuşmak için duâ edelim...

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Operasyonun arka plânı...



Kandil Dağına yapılan son sınırötesi hava operasyonunun terörü ne denli tasfiye edeceği sorularının sorulduğu ve kara harekâtının konuşulduğu bir sırada, operasyonların perde arkasını aralamak, elbette garip gelecek...

Lâkin, operasyonun arka plânı, Türkiye’nin ve bölgenin geleceği açısından en az operasyon kadar önemli.

Operasyonda kaç teröristin isâbet aldığı, Türkiye’ye yönelik terörü tasfiyede ne kadar yararlı olduğu tartışmaları bir yana. Şüphesiz operasyonun terör örgütü üzerinde sosyolojik, psikolojik etkileri olmuş, en azından bundan böyle “işin ciddî olduğunu” ve artık inlerinde bile rahat edemeyeceklerini anlamışlardır.

Ancak, bu denli geniş kapsamlı bir operasyonun daha şimdiden dillendirilen “tâvizler”e değip değmeyeceği merak konusu...

Asıl önemli soru şu: Dört yıldır Irak’ı işgal ettiği ülkeyi etnik ve mezhebî ayırımla bölüp parçalamayı hedefleyen, ülkenin kuzeyinde İslâm dünyasının kalbinde İsrailli subayların eğittiği peşmergelere “ikinci İsrail” işlevini gördürecek bir “kukla devlet”i kurduran ABD, nasıl ve neyle “ikna” oldu?..

* * *

Şurası açıktır ki, ABD, uzun yıllar terör örgütünün İsrail’in kontrolündeki Bekaa Vadisinde konuşlanmasına göz yumdu. Terörist başı Öcalan’ı paketleyip Kenya’da teslim ettikten sonra, Birinci Körfez Savaşıyla Bağdat’tan koparıp Çekiç Güç ve Keşif Güç’le denetlediği 36. paralelin kuzeyinde yuvalanmasını sağladı.

65 bin işgalci Amerikan askerinin Türkiye topraklarında konuşlanmasını öngören hükûmet tezkeresini kabul etmeyen millet irâdesinin temsilcisi TBMM’nin kararına karşı Türk askerinin başına çuval geçirdi.

Yine de AKP hükûmeti, Meclisi by pass ederek çıkardığı “ABD’ye destek hamûlesi” çerçevesinde yedi hava ve altı deniz limanını Amerikan askerlerinin her türlü savaş malzemesi, mühimmat ve lojistik desteğinin nakil ve dağıtımına açtı.

Millî Savunma Bakanının 2006 Mart’ında Amerika’daki Yahudi lobisindeki ikrarıyla başta İncirlik olmak üzere Türkiye’deki üslerden Irak’a yönelik dört bine yakın sorti yapıldı.

Bütün bunlara rağmen, Washington, Ankara’nın ısrarla talep ettiği terör örgütü elebaşlarından bir tekini dahi teslim etmedi.

Dahası, bir milyon mâsum insanın hayatını kaybettiği Irak’ı işgalle birlikte Kerkük ve Telâfer’de talân, demografik yapıyı bozdurdu, katliamlar yaptırdı.

Başşehir Bağdat’tan diğer Irak şehirlerine kadar ülke çapında PKK bürolarının açılmasına bir şey demedi. Terör örgütünün gruplar halinde sınırı geçip Türkiye’de yüzlerce asker, polis ve vatandaşı katletmesine seyirci kaldı. En gelişmiş uydularla tepeden tâkip ettiği halde, örgütün hareket ve eylemleri hakkında tek kelime bilgi vermedi...

Irak’ın kuzeyindeki yerel yönetimin, Türkiye ve Irak gibi komşu ülkelere efelenmelerine hep arka çıktı. Bölgede beslenip azdırılan terör örgütünü hep himâye etti. Terör örgütü liderlerinin Irak şehir ve kasabalarında rahatça dolaşmalarını sağladı.

Kısacası, “stratejik müttefiki” Türkiye’nin “savaş sebebi” saydığı bütün kırmızı çizgilerini tek tek çiğnedi. Amerika’daki lobilerden “cesâret ödülü” alan Başbakan’ın “büyük Ortadoğu projesi”nin yıllardır her Amerika ziyâretinde ve Oval Ofis görüşmesinde bizzat ilettiği desteği vermedi. Hep oyaladı ve öteledi...

* * *

Peki ne oldu da ABD, son demde Türkiye’nin Irak’a yönelik operasyonunu onayladı? Bush’a, “PKK terör örgütüdür” dedirten; Amerikan makamlarına, “Türkiye’nin terörle mücadeleye hakkı vardır, kendi kararıdır” açıklamasını yaptıran ve operasyon gecesi Amerika’ya bölgede hava sahasını açtıran nedir?

Ne oldu da, “bir kediyi dahi teslim etmem” diyen ve her fırsatta meydan okuyan Barzani, esrarengiz bir sûrette bir süre ortadan kaybolduktan sonra “sessiz” kaldı? Neçirvan Barzani ve Zebari sâdece zevâhiri kurtarma kınamasıyla kaldılar, neden? Her fırsatta Türkiye’yi uyaran Talabani niçin sessizliğe gömüldü? İşgal altındaki merkezî Irak hükûmeti, niçin salt bir “zarar ziyan notası”yla yetindi?..

Bütün bunlar, evvela ABD’nin uzun yıllar ayak sürüdüğü Türkiye’nin terörle mücadelesinde samîmî olmadığını ele verdi. Demek işgalci “süper güç”, istediğinde ve çıkarına uygun geldiğinde, yıllardır himâye ettiği terör örgütünü gözden çıkarır ve satabilir.

Sahi ABD’nin bunda çıkarı nedir? İşte bütün mesele bu sorunun cevabında düğümlenmekte. Gerçekten ABD, Türkiye’den ne bekliyor? Operasyona “izin”, neyin karşılığı?

Türkiye’nin, ABD’nin “terör tanımı”na katılıp “El Kaide militanları”nın yakalanması için işbirliği mi?

Veya Irak’ın üçe bölünüp parçalanması projesine göre, Ankara’nın Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir devlete zemin hazırlayacak “Kuzey Irak otonom devlet”i örtülü kabulü mü?

Yahut Türkiye’nin, Müslüman komşu İran’a karşı, “stratejik ortak” ABD ile “ortak operasyon”u mu?

Yoksa bu üçü birden mi? Böyleyse bunun vebâlini kim taşıyacak?

Türkiye önümüzdeki günlerde bunları tartışacak...

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Bugün yer gök Arafat



Evvelki gün başlayıp, dün hızlanan bir hareketlilikle, hacca niyet eden bütün mü'minler Arafat’a yöneldiler. Şu an orayı mekân tuttular. Dün geceden beri, günlerce, aylarca, hatta senelerce hasretiyle tutuştukları Arafat Dağının eteklerinde asûde anı yakalamaya çalışıyorlar.

Peygamberimizin (asm) yaktığı meşale ile nurlandılar. Gece boyunca ibadetle, duâyla ve İslâm’ın derdiyle dertlenen bir teessürle kandillendiler. Nuranîleştiler.

Milyonlarca mümin, haşrin provasına hazır gibiler. Aynı heyecan, aynı idrak ve niyetin tezahürü olan bir kalbîlikle Allah’a sığındılar, istiğfarda bulundular ve uyumadan, kalbî hüşyarlıkla manevî dünyalarında istirahat ettiler.

Aynı kefene sarılmış ihramlı mü'minler ve onlara eşlik eden mü'mineler, beraberliklerinin dünya ve ahiret buluşmasına şahitlik edecek en müstesnâ haliyle muhabbet bağlarını rıza yolunda pekiştirdiler.

Geride bıraktıkları aile fertlerine, dostlarına, mü'minlere ve insanlığa en özel duâlar yaptılar. Enfüsî yolculuklarına çıktılar. Yürüdüler, Arafat’ın nesimî havasını koklarcasına, derinden nefes alırcasına, yutarcasına ve peygamberî haşmeti görürcesine fısıldayan ses dalgalarına takıldılar.

Veda hutbesini dinlediler. Peygamber ordusunun zafer duâlarını ve fetih müjdelerini işittiler. Rahmet dağına yakınlaştılar. Dokundular. Onunla hem hal oldular. Ondan, tarih hafızasına sığmayan ruhanî terbiyeyi aldılar.

Beraberce namaz kıldılar. İkram sofraları, Halil İbrahim bereketinde misafirlere/hacılara yapılan ikramlardan yediler. Aslında yemeye ve içmeye ihtiyaç yoktu. Onlar toktu. Tatmin olmuş bir anın, zamanı durduran bir saatinde haşmetin bütün azametine malik İlâhî ikramlarla doymuşlardı.

Bugün Arafat günü. Öğleye kadar, bütün kılıçlarını kuşanmış, komutanın “arş” emrini beklercesine, fetih merasiminin en rahmanî vaktine seferber olmuş bir ruh ikliminde vakfeye durmakla hemhal bir atmosfer içindeler.

Cemaatle kılınan öğle namazı, birleştirilmiş ikindi namazı, yarım günün en hususi abdiyetine verilmiş özel bir mükâfat ve kolaylık olarak, hacıları zamanın girdabından alıp, ubudiyetin devam eden akışına emanet edilmiş bir hikmet pırıltısı olarak canlanıyor kalplerde, ruhlarda ve tarifi imkânsız duygularda.

Arafat’ın mübarekliğine, dağın ruhanîleşen varlığına, Bediüzzaman; “..dünyanın en mübarek dağı olan Cebel-i Arafat ve orada her iklimden gelen hacıların tekbir ve ibadetlerini ve ümmet-i merhume namıyla şöhret-şiâr olan ümmet-i Muhammediyeyi tarif ediyor” dediği mânâyla âyete işarette bulunur.

Rahmet ümmeti, Muhammed (asm) ümmetidir. Rahmetin yağdığı, herkesin zemzemlenen dünyasıyla temizlendiği, annesinden doğmuş gibi affedildiği, alî ruhların daha da yüceldiği bir rahmet havzasında yıkandılar.

Arafat, akan bir nehir gibidir. Okyanusu kendindendir. Tecellisi zâtından olan Rabbin en mümtaz ve serfiraz bir mükâfatlandırma merasimidir. Herkesin bayramda eşitlendiği, padişahın lütfuna mazhar olduğu bir af beyannamesidir.

Yine Risâleye dönelim; “..Nübüvvetten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Talip ile deveye binip, Arafe civarında Zilhicaz nam-mevkie geldikleri vakit, Ebu Talip demiş: ‘Ben susadım.’ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm inmiş, yere ayağını vurmuş, su çıkmış, Ebu Talip içmiştir.. Muhakkikînden birisi demiş ki: Şu hadise nübüvvetten evvel olduğundan, irhasat kabilinden olmakla beraber, bin sene sonra aynı yerde Arafat çeşmesi çıkması, o hadiseye binaen bir keramet-i Ahmediye (a.s.m.) sayılabilir.”

Arafat çeşmesinden su içmek, aza ve cihazlarımızı onunla doyurmak, zemzemî berekette ve nezafette günahlardan arınmak ve yeni bir döneme başlamak, kana kana vücut sıvımıza sermaye yapmak, peygamberî kaynağa bağlanmakla hasıl olmaktadır.

Mü'minler bunu yaşadılar. Nihayet vakfeye durdular. Bütün çadırlar, heyetler, kafileler, kendi lisanlarıyla Arefe diline teslim oldular. Duâların teessürî nedameti, ümit dolu muhabbeti ve Peygamberle taçlanmış mekânda bağlılık safveti, göz yaşlarını sel yapıp taşırdı. İnşirah için, tıkanmış muhabbet ve şefkat damarlarını açarcasına kalplerdeki husûmeti ve “kan pıhtısı”nı alıp götürdü.

Şimdi hacılar, Arafat’ta kabul edilmiş bir haccın mesakinine devam ediyorlar. Akşamın gündüze veda edeceği dakikada, nuranîliğin Müzdelife’ye düşecek yolculuğuna ve geçici iskânına doğru revan olacaklar.

Bugün, gökyüzünün bizi okşayan hali, rahmet dağından asûmanı saran ve buharıyla bize dönen tahavvülâtıdır.

19.12.2007

E-Posta: [email protected].




Kazım GÜLEÇYÜZ

Avustralya'daki Türkiye



MELBOURNE - Dün bahsettiğimiz 'vize hatası' Sydney havaalanında fark edildiğinde, görevliler bize, önemli merkezlerdeki göçmen bürolarının adreslerinin yazılı olduğu matbu bir kâğıt vererek, konaklayacağımız yerdeki adrese gidip hatayı düzeltmemiz gerektiğini söylemişlerdi.

Sydney den Melbourne’e geçtiğimizin üçüncü günü, Melbourne'e bağlı Maribyrnong Belediyesi Bölge encümen azalığına yeni seçilen Selçuk Şanlı ile birlikte göçmen bürosuna gittik. Ve oluşan kuyrukların çok hızlı bir şekilde ilerleyip işlemlerin süratle tamamlandığı mükemmel sistemde, on dakikayı geçmeyen bekleme süresinin ardından yanlış yapıştırılan vizelerin iptali ve yerine doğrularının yapıştırılması suretiyle bürodan ayrıldık.

Ülkemizdeki bürokratik işkencenin kulaklarını çınlatarak, 'şunu yap, bunu getir, şu eksik, bugün git, yarın gel' cümlelerine yansıyan hantal işleyişi yâd ederek...

Sadece bu örnekle bile, Avustralya'daki devlet yapılanmasının ve işleyişinin farkını ortaya koymak için yeterli.

Burada insan ve hizmet odaklı, hukukun üstünlüğü ve kanun hakimiyeti temelleri üzerine bina edilmiş şeffaf bir demokrasi var.

Bizdeki sistem ise, malûm. İdeolojik bir zemin üzerine oturtulmuş bir devlet anlayışını herşeyin üzerine geçiren, merkeziyetçi, bürokratik, hantal zihniyetin ürünü olan bir sistem. Ama bu hantallık 'halka hizmet' söz konusu olduğunda geçerli. Baskı ve dayatmacı bu hantallık yerini inanılmaz hür dinamizm ve enerjiye terk edemiyor.

Onun için de, geçen kırk yıl zarfında çalışmak için buraya gelenlerden oluşan-resmî rakamlara göre-ellibeş bin civarındaki Türk, buradaki demokrasinin tadını aldıkları için, yaşlanıp emekli olduktan sonra, anavatanlarına dönen az sayıdaki istisna dışında, Türkiye’ye geri dönmeyi pek düşünmüyorlar.

Bir süreliğine dönmeyi deneyenler de, çoğunlukla, bilhassa burada doğup büyüyen ve okuyan çocuklarının tazyikiyle yeniden buralara gelmek durumunda kalıyorlar. En azından bizim buralardaki görüşmelerden edindiğimiz bilgi ve izlenimle böyle bir tabloyu önümüze koyuyor.

Bu da şunu gösteriyor: Almanya’dan sonra Avustralya’da da kalıcı bir Türk varlığı mevcut. Buranın vatandaşlığını seçmiş, İngilizce’yi anadilinden daha iyi konuşan, buranın okullarında okuyup, burada iş kurmuş veya resmî görevler üstlenmiş dinamik bir Türk potansiyeli var.

Nasıl Almanya’daki Türk mevcudiyeti “Avrupa içinde küçük bir Türkiye” manzarası arz ediyorsa, aynı durum daha küçük ölçekte burası için de söz konusu.

Farklı toplum kesimleri ve İslâmî cemaatleri ile bir başka Türkiye prototipi de Avustralya da mevcut.

Bilhassa genç nesillerini zorlayan sorunlarıyla birlikte…

19.12.2007

E-Posta: [email protected]




Davut ŞAHİN

Ülke gerçekleri



Bu gün gönderdiğiniz maillerden bir kısmına yer vermek istiyorum.

Önce bir eleştiri:

“Davut bey;

Fazıl Say gitmek istiyormuş başlıklı yazınızı okudum. Hayatınız boyunca bırakın ülke dışında, ülke çapında dahi bir şey yaratamamışsınız(!).. Oturup dünya çapında bir değere çemkiriyorsunuz… Ülkenin çivisi çıktı.. Neymiş ‘giderse halk hatırlamazmış.’ Aman hatırlamasın, çok lazımdı. Halk ister diye kılıktan kılığa girenler zaten gerçek sanatçı değildir. Onlar magazincidir. Onların adı çabuk unutulur. Ama gerçek sanatçı sürekli yaşar. Bertolt Brecht’e bir arkadaşı halk sizi anlamıyor demiş… O da evrensel sanatçı bakış açısını anlatan şu ünlü yanıtını vermiş. O zaman biz de başka halk buluruz… Davut bey, Tevhide olayını örnek veriyorsunuz ayrıca Fazıl Say’ın ülke gerçeklerini anlamadığını söylüyorsunuz. Asıl gerçek şu: Bu ülke insanları Jean Jacgues Rousseau’nun dediği gibi Contract Sociale yani Sosyal Antlaşma’sını bu devrimler temeline oturtmuş. Dolayısıyla bu devrimler karşı her türlü hareket bir karşı devrim hareketidir. Ülke gerçeği budur.”

Notum:

İsmini vermeyeyim. Demek ki, söylediklerimiz yerini buldu. Ülke gerçeğini anlamayan birinin “ülke gerçeği budur” demesinden bu memleketin meselelerini anlamadığı güneş gibi ortada. Mübarek olsun.

*

İkinci bir mesaj… Tepkili ve haklı. Okuyalım:

“Artık yeter ben de söz hakkı istiyorum. İnsanlar neden birbiriyle sürekli çatışır? Neden diğerinin fikrini hep yanlış bilerek kendi düşündüğünü, kendi öğrendiğini doğru görür?

Rabbim bizi boşuna farklı yaratmamış. Farklı kültürde, farklı etnikte, farklı dinde insanlar kavga etmeden, sürtüşmeden birbirlerine bir şeyler katmaya çalışsa…

Eleştirilmesin demiyorum ama eleştirinin sınırını kaçırmadan birbirimize tahammül etsek.

‘Benden farklı düşünüyor ama onun da kendine göre doğruları vardır’ diyebilmek bu kadar zor mu? Her davranışın her kıyafetin altında bir ima aramasak da direk açık açık konuşsak. Birbirimize tahammül ederek anlamaya çalışsak… Körü körüne bağlanmasak da bildiklerimize hep yeni bir şeyler katmaya uğraşsak. Birbirimizi sevsek, etrafımızı sevsek. Böyle olursa böyle olur gibi varsayımlardan vazgeçip biraz realist olsak.

Ortada bariz yapılan bir haksızlık varken, ‘mahalle baskısı olur’ diyerek asıl baskı altında olanları göz ardı etmesek. Artık başörtümle okuluma girip rahatça okumak istiyorum.

Artık ‘aman peruğumun altındaki başörtümü fark etmesinler’ diye arka sıralara oturmak yerine kendimi rahatça ifade edebilmek istiyorum. Her türlü yaşantının bulunduğu, her türlü ideoloji ve siyasetin had safhada olduğu üniversite ortamında, sırf inandığım için örttüğüm başörtüme kimsenin karışmamasını istiyorum. Bana bir Allah’ın kulunun gelerek ‘kardeşim sen bu örtüyü niye takıyosun’ diye sormak yerine benim örtüm hakkında ahkam kesip yargılaması, çeşitli simgelerle ilişkilendirmesi sadece Allah’ın emri olduğu için taktığım başörtüsü üzerinden siyaset yapılmasından bıktım.. Artık yeter! Bize de biraz söz hakkı verin..”

Notum:

Bu kıymetli kardeşimizin duasına yürekten “amin” diyorum.

19.12.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri