Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Saadet TOPUZ

Ayrılık vakti



‘Demir almak günü gelmişse zamandan

Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’

(Yahya Kemal)

Her fani şeyin sonu olduğu gibi hayat yolculuğumuz da mutlaka bir limanda son bulacak. Önemli olan, o yolculuğu selâmetle bitirmek olsa gerek. Ve yolculuktan maksat olan neticeleri elde etmek.

Durmayan bu yolculuk, acaba nereye

Farkında olmasın gemi yanaşır iskeleye

Sorulsa geliş nereden, gidiş nereye, necisin,

Elbet bilirsin ki çok uzun bir seferdesin.

(Hasan Şen)

Yaklaşık on ay önce çıkılan bir seferin dönüş yolundayız. Her güzelliğin biteceği gerçeğini hakkalyakin yaşıyoruz. Bu ayrılıklar bize daha büyük ayrılıkların habercisi oluyor sanki. Sanırım hasretin ve ayrılığın ne olduğunu en çok anlayanlar yıllarını burada geçiren kardeşlerdir. Avustralya’dan Türkiye’ye tatile giderken oradaki dostlarına kavuşacaklarının sevincinin yanında buradaki dostlarından ve evlâtlarından ayrılma elemini çekiyorlar. Anavatanlarındaki geçici buluşma lezzeti bir süre sonraki geri dönme vaktini düşününce elemle âlûde oluyor. Efendimizin (a.s.m.) hadis-i şeriflerinde gurbette vefat edenin şehit olduğu müjdesini vermesinin bir hikmeti de gurbetin zorluğu olsa gerek.

Tabiî bu sıkıntıların yanında o kadar güzel çiçekler de açmış ki. Herkes birbiriyle sanki kardeşten öte bir samimiyet ve dostluk içinde. Bu hal insanı gerçekten büyülüyor. Ve öz vatanında rahat olarak yaşayamadığı dinini burada özgürce, kimseye hesap verme ve ezilme sıkıntısı olmadan yaşıyor. Üstadımızın dediği hakikî birliğin sadece mekân birliği olmadığı, birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz şimalde, birimiz cenupta, birimiz dünyada, birimiz ahirette olsak da hep bir ve beraber olduğumuz sırrı sanki yaşanıyor.

Döneceğimiz zamanı sanki dört gözle bekleyeceğimizi sanırken, ayrılmak çok zor olacak deselerdi inanmazdık belki. Ama ayrılmak gerçekten çok zormuş. Gerçekten kardeş olmak, sadece kan bağı ile bağlı olmak değil. En büyük, asla kopmayacak ve zedelenmeyecek asıl bağ Allah için kardeş olmak, aynı cemaatte bir fert olmak, aynı kaynaktan beslenmek esaslarıyla gerçekleşiyor.

Bizlere evlâtlarına gösterdiği şefkatle yaklaşan, nur sohbetlerini hayatlarının gayesi gören bu kahraman insanlar hayatımızın geri kalanında en güzel emsal teşkil edecekler bizlere. Onları şu mısralar çok güzel anlatıyor:

İhlâs ve tevazu halidir her an

Çünkü öyle demiş Hazret-i Kur’ân

Coşkun seller gibi kalbinde iman

Beklenen nesl-i cedit Nur talebesi.

Risâle-i Nur deyince titrer yüreği

Kalbinde şefkat, fakat bükülmez bileği

Allah’ın rızasıdır Onun bütün dileği

Muhabbet fedaisidir Nur talebesi.

(Hasan Şen)

Bu mısralar belki onların ihlâs ve tevazuuyla karşılaşınca çok kabul görmese de bir gerçek var ki, yapılan hizmet çok büyük. Hele dâvâ ebedî bir hayatı kazanma ve kazandırma hizmetleriyle alâkalı olursa, küçük gibi görünen şey dahi en büyük bir kıymet kazanır.

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Kim nereye gidecek?



Bu dünyada kimin nereye gideceği hiç önemli değildir. Zira kim nereye giderse gitsin orada kendince doğru olan hayat tarzını yaşamaya çalışacaktır. Hedefleri sadece dünya hayatı olanlar gittikleri her yerde dünyalarını mamur etmeyi birinci plana alırlar. Hedefleri ahiret hayatı olanlar ise birinci plana Allah’ın rızasını alırlar ve dünyayı ahiretin bir tarlası olarak görürler. Bu sebeple bu dünyada kimin hangi ülkede veya hangi şehirde yaşamasından ziyade, kimin nasıl yaşadığı önemlidir.

Asıl olan ve insanların şiddetle merak etmeleri gereken mekânlar ölümden sonraki mekânlardır. Hiç kimsenin “Ölümü boş verin, onu düşünmenin zamanı mı?” demeye hakkı yoktur. Çünkü ölüm bütün insanları ilgilendirmektedir. Çünkü bütün insanlar er veya geç öleceklerdir. O halde ölümü düşünmemek aklı kullanmamak demektir. Aklını kullanan herkes kendisi için önemli hayatların başlangıcı olan ölüm vakıasını düşünmek zorundadır.

Ölümü ciddî mânâda düşünenler, orada herhangi bir hesap verme hadisesine karşı uyanık olma ihtiyacını hissederler. Bu durum onların hayatlarını dikkatli bir şekilde geçirmelerine sebep olmaktadır. Böyle olunca da olabildiğince kimseyi incitmemeye ve çevresindeki hiçbir canlıya haksızlık etmemeye çalışırlar. Bu durum onları kendisiyle barışık hale getirir. Onlar artık her hadiseye ibret nazarıyla bakmaya başlarlar.

Ölüm düşüncesi insanı insan gibi yaşamaya iter. Ölümü düşünen insanın dünyanın fani değerleri için hırs gösterme ihtiyacını hissetmesi mümkün değildir. Çünkü o biliyor ki dünyada sahip olduğu her şey bir gün elinden çıkacaktır. O biliyor ki ölümden sonraki mahkemede gerek hemcinslerine gerekse bütün mahlûkata karşı takındığı tavır ve hareketlerin karşılığını görecektir. Böyle insanlar kendileri gibi düşünsün düşünmesin bütün insanların haklarına saygı gösterirler. Başka insanların mağduriyeti için sokaklara dökülüp, yırtınınca bağırmazlar. Onlara göre herkes inancında serbest olmalıdır.

Ölümü düşünen ve ölümden sonraki hayattaki haşir gününe inananların aksine, ölümü düşünmemek için her çareye başvuranlar, dünya hayatını ebedî sananlar ve hesap gününe inanmak istemeyenler kendi suçlarını bastırmak için yapamayacakları alçaklık yoktur. Özellikle inanan insanlar onların düşmanıdır. Çünkü onlar isterler ki herkes onlar gibi olsun, günah diye bir şey olmasın, Cennet ve Cehennem bulunmasın. Çünkü bu inançlar onların uykularını kaçırıyor. Onlar dünyanın var olan bütün zevk ve lezzetlerini helâl-haram demeden yaşamak istemektedirler.

İnançsızlık hastalığına yakalanan zavallılardan tam olarak insânî bir duruş beklemek elbette mümkün değildir. Onların tek bildikleri şey gerçeklere karşı koymak, olabildiğince gürültü koparmaktır. Bu sebeple az olmalarına rağmen çok ses çıkarırlar ve zâhirde bir ve beraber olarak görünürler. Aslında böyleleri bu dünyada dahi Cehennem azabının nümunelerini yaşamaya başlamaktadırlar. Onlara gecenin uykuları adeta haram olur.

Bu insan sûretindeki garip mahlûkları hastalık ve yaşlılık gibi durumlar bile uyandırmamaktadır. Bakarsınız ki yaşları yetmişleri geçmiş, bakarsınız ki yüzlerindeki kırışıklar sıraya girmiştir. Ne yaşlılık ne de hastalık onların akıllarını başlarına getirmemektedir.

Onlara baktığınız zaman kinlerinin yüzlerine aksettiğini görürsünüz. Akılları fesada uğramış, kalpleri karalara boyanmıştır. Gözleri görmüyor, kulakları duymuyor. Bütün duyguları adeta mühürlenmiştir. Zavallılar artık acınmaya bile lâyık değillerdir. Çünkü onlar etraflarındaki binlerce, milyonlarca uyarıcılara rağmen yine de yanlışlıklarında, küfürlerinde inat etmektedirler. Öyle ki, uyarıcılara hakaret etmekte, onları her dâim küçük görmektedirler.

Hâsılı ölümden sonra kimin nereye gideceğini Allah bilir, ama bazılarının nereye gideceklerini tahmin etmek pek de zor değildir. Çünkü bazılarının suratlarındaki karanlık çizgiler akıbetlerini açığa yakın bir şekilde ortaya koymaktadır. Elbette o zalimler, o kâfirler, o münafıklar, o fasıklar Cehenneme gideceklerdir. Çünkü bunu Allah’ın Kitabı ve Yüce Resûlü (asm) ifade buyurmaktadır. Şüphe yok ki ifade edilenler gerçeğin ta kendisinden haber vermektedirler...

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Gazzeler gazel olmasın



Gazze gazel oluyorken gazel okumak, Beyrut batıyorken sadece bağırmak neyi kurtarır? İnsanlığın nefsi İsrail, insaniyeti katlederken susmak, ne büyük bir sorumsuzluk, ne büyük bir acı, ne büyük bir katliâm… Eliyle, diliyle müdahale edememek veya etmemek, kalbiyle buğz edememek veya etmemek vicdanların buzlaşması demek…

Buzlaşmış vicdan üzerine hangi insânî değeri inşâ edebilirsiniz? Binalar yükseltebilirsiniz fakat insaniyeti yüceltemezsiniz. Vahşî hayvanların bile korktuğu zulmü işleyenler, kalplerini yiyen aç kurtlar olabilir ancak. İnsanlığın son deminde insanlık sürünüyor… Şırıngalanmış dünyevîleşme zehirinden, sefahat sersemliğinden ayağa kalkamıyor.. Film seyreder gibi savaş seyrediyor veya haberleri de film zannediyor.

Nasıl olsa uzak diyarlar! Nemelâzım duvarından atlayıp öteye geçemiyor. Bilmiyor ki o duvar bir gün yıkılacak da altında kalacak. Zulme karşı sükût, insanlığın sukut-u hayali... Ayıkken uyur gezerler zulüm tokadıyla mı uyanacak?

Adam sıraya koymuş pataklaya pataklaya geliyor, dünyanın gözü önünde koca bir millete sokak çocuklarının ağzıyla küfrediyor. Gizlemiyor artık kendini, alenî geliyor… Deccalizmin yeni versiyonu sinemalarda! Sefahate düşmüş duygular, şüpheler düşüncelere üşüşmüşken tam zamanı… Belki insanlığı köle yapabilirim artık!

İkiz kuleleri yıkmakla saati işletmeye başladılar… Şu an da saat tıkır tıkır işliyor…Yakım, yıkım, kan, gözyaşı…

Biz bu hale nasıl düştük? Ehadis-i şerifede gelmiş ki: “Ahir zamanda Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhâs-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev-î beşeri herc ü merc eder ve koca âlem-i İslâmı esaret altına alır.”

Çare? “Ey ehl-i iman! Zillet içinde esaret altına girmek istemezseniz, aklınızı başınıza alınız! İhtilâfınızdan istifade eden zalimlere karşı ‘İnneme’l-mü’minûne ıhvetün’ kal’a-i kudsiyesi içine giriniz; tahassun ediniz. Yoksa ne hayatınızı muhafaza ve ne de hukukunuzu muhafaza edebilirsiniz.” (Yirmi İkinci Mektup, Beşinci Vecih)

Hâl de belli, çare de… Belli olmayan bizim belirsiz tutumlarımız ve tutarsızlıklarımız… İçte olan büyük cihadı küçümsememiz… Küçük işler, basit hevesler, tamah, tembellik ve tenperverlik…

Nefis esaretinden tam kurtulamamak, kalp ülkesini keşfedememek… Kâinatın oyun ve oyuncak olsun diye yaratılmadığını unutmak… Kendini bulan arif olamamak…

Temizlenmiş bir kalbin akılla uhuvvetiyle vücut hanesinde muhabbeti hakikatle tesis etmek… Aile fertleri arasında hürmet ve muhabbetin iyice yerleşmesi… Komşuluğun kardeşliğe dönüşmesi… Mahalle ve şehir dairelerinde açılımın devam ederek memleket ve âlem-i İslâma uzanması, insanlığı kuşatması…

En önemlisi de hizmet dâvâ eden cemaatlerin kendi içinde ve diğerleriyle olan münasebetlerinde muhabbeti azamî düzeye çıkarmak….

Herkesin yapabileceği iş var ve herkes işini iyi yapacak… Yokluğa razı değilsek varlık için çalışacağız.

Gazel okunacak zaman değil, yüreksiz gayretler bir işe yaramıyor… Gönüllerde kopacak bir “Hu” fırtınası kum tanelerini zalimlerin gözüne sokacak güçtedir… Kumsallarda gönül eğlendirmekle olmaz bu işler.

Ya Hayy, Ya Kayyum, Ya Kahhar, Ya Cebbar… Yeryüzündeki Müslüman kardeşlerimizi zalimlerin şerrinden muhafaza eyle… Eman ver bize, emniyet diliyoruz Ya Selâm… Kusurlarımızı bağışla, hidayete erdirdiklerinden eyle Ya Rahman… Hastalarımıza şifa ver Ya Şâfî… Borçlulara edâ ihsan eyle Ya Kefil… Dertlere deva ver Ya Rahmân ü Rahîm… Kendine kul etme şerefiyle yücelt bizi Ya Allah…

Şeytânî nefis füzeleri ıskalayarak üzerimizden geçsin de ebedî Gazzelerimiz gazel olmasın Ya Rabbi…

İzzetin, Celâlin, Azametin, Kibriya’n hürmetine istiyoruz ey Halûk-u Külli Şey, zira istemeyi sen verdin bize, vermek istemeseydin istemek vermezdin.

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Harekâttan kalanlar



Ülkenin son altı ayını meşgul eden sınırötesi operasyon, hava bombardımanlarını izleyen kara harekâtının tamamlanmasıyla bitti.

Bilindiği üzere, Genelkurmay’ın daha da öncesinden itibaren “Yapılması gerekir ve faydalı olur” mesajı verdiği sınırötesi operasyon, Ekim ayında gerçekleşen Gabar ve Dağlıca saldırılarından sonra gündemin ilk sıralarına çıkmıştı.

Bu saldırılardaki şehit sayısının yüksekliği ile oluşan atmosfer, o günlerde tartışılmakta olan yeni anayasa projesi başta olmak üzere diğer herşeyin bir kenara itilmesini ve operasyon tezkeresinin Meclisten geçmesini netice vermişti.

Tezkere çıktıktan iki ay sonra hava akınları, ondan iki ay sonra da kara harekâtı yapıldı.

Sonuçta, 240 civarında teröristin “etkisiz hale getirildiği” bu harekâtta verdiğimiz şehitlerin sayısı Gabar ve Dağlıca kayıplarından fazla.

Harekât başlarken ifade edilen, ama işin tabiatı gereği açıklanmayan hedeflere ulaşılmış olmalı ki, geri dönüldü. Ancak çekilmenin bilhassa zamanlaması ile kamuoyuna verilen görüntünün yol açtığı tartışmalar devam ediyor.

Elbette ki, operasyonun başlama tarihi gibi çekilme takvimi de davul zurnayla ilân edilmez.

Teröristlere karşı yürütülen bir harekât tamamlandığında, çekilmenin de zayiatsız, kazasız belâsız, “tereyağından kıl çeker gibi” gerçekleşmesi, gizlilik gerektirir.

Buna hiç kimsenin birşey dediği yok ve zaten olamaz.

Ama burada tartışılan şey, çekilmenin, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere en üst düzey yetkililerin, Ankara’da ağırladıkları ABD Savunma Bakanından gelen “Harekâtı fazla uzatmayın” talebine “İşimiz bitince çekiliriz” mesajları vermelerinden hemen sonra başladığı izlenimi.

Bir gün önce “Türkiye ABD’ye rest çekti” havası estirilmeye çalışılırken, ertesi gün olanlar bunun tam tersini gösteriyor. Ve bu algılama, gerçekte var olup olmadığı da gayet tartışmalı olan “karizma”yı bir anda yerle bir ediveriyor.

Dikkat çeken bir diğer nokta, çekilme olayında hükümetin devredışı ve Başbakanın gelişmelerden bîhaber olduğu şeklindeki görüntü.

Başbakanın “Harekât devam ediyor” mesajıyla hazırlanıp metni önceden basına verilen “Ulusa Sesleniş” konuşmasının öğleden sonra apar topar iptal edilip değiştirilmesi, ister istemez bu çeşit yorumları beraberinde getiriyor.

Ve bu olay, evvelce İsrail’le ilişkilerde, bu meyanda İsrail uçaklarının Suriye’yi vurup Türkiye topraklarına yakıt tankı bırakması hadisesinde de konuşulan “Asker biliyor, hükümet bilmiyor” spekülasyonlarına yeni boyutlar katıyor.

Böylece aylardır, hattâ yıllardır konuşulan sınırötesi operasyon biterken, geride Türkiye adına sıkıntılı bir tablo bırakıyor. Hükümet-asker ilişkilerinin böyle bir konuda dahi ne şekilde seyrettiği gözler önüne serilirken, genel anlamda Türkiye’nin prestiji de ağır bir yara alıyor.

Hükümetten gelen bazı sinyallere göre, bu operasyonun bitmesi, yenilerinin yapılmayacağı anlamına gelmiyor. Onların da planları hazır ve her an yeni harekâtlar gündeme gelebilir.

Ama bir diğer görüş, bundan sonra yeni bir sınırötesi harekât olmayacağı ve önümüzdeki süreçte sivil çözüm baskısının artacağı yönünde.

Peki, harekâtın bitmesi “türban”ı nasıl etkiler?

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cenneti istemeyenler



Bir hadis-i şeriflerinde Resûl-i Ekrem (asm) buyururlar ki: “İstemeyenler dışında bütün ümmetim Cennete gireceklerdir.”

Sahabe sorar: “Ya Resûlallah istemeyenler kimlerdir?”

“Bana itaat eden Cenneti istiyor demektir. İtaat etmeyen de istemiyor demektir”1

Allah’a olduğu gibi Resûlüne de itaat inancın gereğidir. İnanıp da Allah’a ve Resûlüne itaat etmemek söz konusu olamaz. Zaten Kur’ân da, “Gerçek mü’minlerseniz, Allah’a ve Resûlüne itaat edin”2 buyurmaktadır. Yine Kur’ân’da dikkat çekildiği gibi bazıları vardır ki Kur’ân’ı ve Resulullahı işitip durdukları halde ondan yüz çevirmekte, hakka kulak tıkadıkları halde “İşittik” demektedirler. Kur’ân onlar gibi olmamayı emreder.3

Kur’ân’ın ifadesiyle Allah ve Resûlüne itaat, en büyük kurtuluş yoludur.4 Başka türlü kurtuluş yolu mümkün değildir. Nasıl mümkün olabilir ki? Bir makinenin verimli çalışması ancak kataloğuna uygun çalıştırmakla mümkün olabilirken canlı bir makina olan insanın, kataloğu olan Kur’ân ve onun en büyük müfessiri olan Resûlullahın emirlerine muhalefetle mutlu olması mümkün değildir.

Allah’a ve Resûlüne (asm) itaatsizlik başarısızlık sebebidir. Cenâb-ı Hak buyurur ki: “Allah’a ve Resûlüne itaat edin ve ihtilafa düşmeyin; sonra cesaretiniz kırılır, kuvvetiniz de elden gider. Sabredin, muhakkak ki Allah sabredenlerle beraberdir.”5

Öyleyse çare Resûlullahın emrettiklerine itaat, yasakladıklarından kaçınmaktır. Kur’ân açıkça bunu emreder: “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azabı pek şiddetlidir.”6

İşte Sahabenin diğer insanlardan farkı buydu. Onların en bariz vasfı Resûlullaha (asm) her yönüyle itaat etmekti. Resûlullahın (asm) vefatından sonra Hz. Ebû Bekir, Üsame (ra) ordusunun Şam’a gönderilmesi konusunda o kadar kararlıydı ki, “Ebû Bekir’in hayatı kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, yırtıcı hayvanların beni parçalayacağını bilsem, yine Hz. Peygamberin (asm) yola çıkardığı Üsame ordusunu gönderirim. Benden başka kimse kalmasa bile yine gönderirim” diye Resûlullaha olan bağlılığını göstermişti.

Sahabenin başarılı oluşunun temelinde işte bu duygu vardı. Allah ve Resûlü ne emretmişse ona uymakta son derece titiz idiler.

Dipnotlar:

1- Riyazü’s-Salihîn, 1:198 (Hadis no: 158; Buharî’den.) 2- Enfal Sûresi: 1.

3- A.g.s, 20-21. 4- Ahzab Sûresi: 71.

5- Enfal Sûresi: 46 6- Haşir Sûresi: 7.

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslâm ve insanlık tarihinde örtünme



Bir takım çevreler, kimi zaman da—sözüm ona—ilim adamları, sanki Kur’ân ve İslâm tarihinde uzman imişler gibi, başörtüsü yoktur iddiasında bulunur. Bu, 21. asrın en gülünç olaylarından birisi değil mi?

Gerçek şu ki, “Baş örtülerini, yakalarının üzerine örtsünler… Cilbablarını (baştan ayağa giyilen dış örtüsü)1” âyetini yüz binlerce müfessir (Kur’ân’ı yorumlayan âlim, otorite) böyle anlamış.

İslâm tarihi boyunca, tesettüre, örtünmeye dair bu âyetler başörtüsüyle birlikte anlaşılmış, uygulanmış. Zaten, başörtüsü bir yorum ve içtihad meselesi değil; kelime olarak da iki yerde açıkça geçer.

Türk milleti de Müslüman olduktan sonra, hem Kur’ân’ın bir emri olarak, hem bir ahlâk ve fazîlet örneği olarak, hem bir örf olarak, hem bir güzel gelenek olarak başörtüsü dahil, örtünmüşlerdir.

Tesettür ve başörtüsü sair dinlerde ve kültürlerde de mevcuttur. Bilhassa Yahûdi ve Hıristiyan toplumları, tesettüre önem vermişlerdir. Açık-saçıklık hastalığı, 1850’lerden sonra feminizmin nüksetmesiyle yavaş yavaş Batı toplumlarında yayılmış. 1960’lardan sonra ise, müstehcenlik hayâ perdesini yırtacak bir maraz halini almış. Yoksa, o tarihten önce örtünme, insanlığın temel özelliklerinden idi.

Yapılan çok sayıda ilmî araştırma ve anketlere göre bugün, Türkiye kadınlarının % 64,2’si başını örtüyor. (Tarhan Erdem başkanlığında A ve G Araştırma Şirketi, Mayıs 2003’te Türkiye’nin 7 coğrafi bölgesinde, 38 il, 128 ilçede başörtüsü konusundaki araştırma sonuçları Milliyet’te yayınlanmıştı.) Yüzde 80’i de örtünme taraftarıdır; herkesin hür bırakılmasını, isteyenin istediği gibi giyinmesini istemektedir.

Buna rağmen, insanların sürüklendiği ikilem dehşet vericidir. Yâni, ya inancı, ya kanunlar; ya okumak, iş, kariyer, ya ibadeti! Bu büyük bir zulüm haksızlık, hattâ insanlık dışı bir muamele değil mi?

Bilhassa 1980 darbesinden sonra katılaştırılarak sürdürülen keyfî, cebrî ve küfrî ve dahi ayıp uygulama milyonlarca insanı mağdur etmiyor mu? Demokrasi ve insanlık bunun neresinde?

İslâm elbette bir kıyafet sistemi, bir giyim ve kuşam tarzı getirmiştir. Bir mü’min, kadın olsun, erkek olsun, İslâmın getirmiş olduğu “tesettür” sistemine fiilen muhalefet etse, tam örtünmese, asla küfre düşmez; günahkâr olur! Örtüye karşı gelmeyenler ve örtünemeyenler de bunun şuûrunda aslında.

Zaten, diğer emir ve nehiylerde de öyle değil mi? Bir mü’min, namaz, oruç, zekât ve benzeri sâir emirleri yapmasa, günahkâr olur, küfre girmez. İnkâr etmek ve karşı gelmek, hattâ iptali için şuûrlu olarak çabalamak ise bu hükümden hariçtir, küfre girer...

Bu şartlar dahilinde istenilen şekilde, renkte, desende elbise giyilebilir. İslâmiyet, tesettürün temel prensiplerini vaz’ eder, şekil ve renge karışmaz. Onu örf, gelenek, coğrâfî bölge, yâni iklim, şart ve imkânlara bırakır. İslâm tarihinden günümüze tesettürde ölçüler şöyle belirginleşmiştir:

* Yüz, eller ve ayak topukları hariç, bütün vücûdu örtmeli.

* Elbise, tenin rengini gösterecek kadar ince olmamalı.

* Erkek elbisesine benzememeli.

* Vücûd hatlarını belli etmemeli.

* Olumsuz bakışları, hatta şiddetli duyguları, cezbedecek, tahrik edecek mahiyette olmamalı.

Burada tekrar edelim: Giyinme, tesettür, örtünme, bir medeniyet, uygarlık ölçüsüdür. Çünkü, insanı hayvanlardan ayıran önemli şeklî farklılıklardan birisi de elbisedir, giyimdir, örtünmedir.

Eğer, müstehcen, açık-saçık giyim medenîlik ve çağdaşlık sayılacaksa, hiç şüphesiz ki, Afrika veya Amazon ormanlarında yaşayan ve sadece haya yerlerini örten yamyamlar, zenciler çok daha çağdaş ve medenîdir!

Şu halde, yüzde 5’in keyfine göre, Kur’ân’ın, Sünnet’in emri çiğnenemez. Örf ve gelenekler ayaklar altına alınamaz! Niye biz dinimizi, inancımızı, örfümüzü ve meşrû geleneklerimizi muhafazada; başkalarının bâtıl din, fikir ve sapık inançlarında gösterdiği sebatı göstermeyelim?

Dipnotlar:

1- Kur’an, Nûr: 31, Ahzab: 59.

04.03.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yahudiler'in 500. yılı



Türkiye'de yaşayan Yahudiler (Museviler), İspanya'dan Osmanlı Devletine sığındıkları o büyük muhaceretin 500. yılını (1492–1992) çeşitli etkinliklerle kutlamaya başladılar.

"500. Yıl Vakfı" bu maksatla kuruldu. Vakıf faaliyetleri hemen her sahada halen de devam ediyor.

2001 yılında, aynı vakfa bağlı olarak ayrıca büyük bir müze kuruldu. Müzenin açılışında devlet ve hükümet erkânı da hazır bulundu.

Siyasîlerin "müze hatıra defteri"ne yazmış oldukları ifadelerle Yahudi vatandaşları takdir ve tebrik ettiler, selâm ve saygılarını sundular ve onlardan övgü dolu sözlerle bahsettiler.

İspanya'dan göç katarı

Kendi ülkesindeki Yahudilerle anlaşmazlığa ve şiddetli geçimsizliğe düşen 1490'ların İspanya hükümeti, çareyi baskı ve yıldırma yolunda buldu.

Yahudilere, önce dinlerini değiştirip Hıristiyanlığı kabul etmeleri istendi. Direnme gösterenlere şiddetli baskı uygulanmaya başlandı. Papazlar da hükümetin bu yöndeki tasarrufuna destek verince, iş daha da ciddileşti.

Engizisyon mahkemesine çıkarılan Yahudilere en ağır cezaların verilmesi, onları ciddi bir ikilemle karşı karşıya getirdi. Bir kısmı yalandan da olsa Hıristiyanlığı kabul ederken, bir diğer kısmı ise her ne pahasına olursa olsun, din değiştirmeyeceğini ifade etti.

Din değiştirmeyenler, ağır cezalara çarptırılmaktan kurtulamadılar.

Din değiştirenlerin ise, zamanla "dönme" oldukları, takiyye yaptıkları anlaşılınca, bu kez ortaya daha farklı bir durum çıktı.

İspanya Kraliçesi İsabella, 31 Mart 1492 tarihinde bütün Yahudilerin—en geç 2 Ağustos'a kadar—ülkeden kovulmaları yönünde bir ferman yayınlattı.

Bu ferman, nüfusları 300 bini bulan Yahudiler için tarihin dönüm noktası oldu. Onları çok zor günler bekliyordu.

Çeşitli ülkelere yaptıkları müracaatların hiçbiri kabul edilmedi. Kapılar bir bir yüzlerine kapatıldı.

Sonunda, onların imdadına Osmanlı Padişahı Sultan II. Bayezid'in merhameti yetişti. Padişahın fermaniyle, Yahudiler, büyük gruplar halinde Selanik ve İstanbul'a gelip yerleşmeye başladı.

Uzun yıllar, zâhiren huzur içinde ve zararsız bir unsur olarak öylece kaldılar.

Sabetay ve sonrası

Selanik ve İstanbul'dan sonra zamanla İzmir'e de kitleler halinde gidip yerleşen Yahudiler, 1665 senesinde pek mühim bir vukuata karıştılar.

Sabetay Sevi (1626–1676) isimli ruhanî liderleri, o tarihte binlerce müridiyle ortaya çıktı ve kendinde bir "İlâhî güç" gördüğünü ilân etti.

Bununla da kalmadı, İzmir'den hareketle İstanbul üzerine yürüyüşe geçti. Hükümet merkezine gelecek ve devleti ele geçirecekti.

Bunda yanıldığını, derdest edilip mahkemeye sevk edilince anladı.

S. Sevi'nin cezası idamdı. Ancak, ona Müslümanlığı kabul etmesi halinde affedileceği söylendi. O da hiç tereddüt etmeden İslâm dinini kabul ettiğini ve "Mehmet Aziz" ismini aldığını söyledi.

Esasında bu bir takıyye idi. Kendisi ve binlerce müridi sadece "dönme" olmuştu. Müritlerinin çoğu ise, yalandan da olsa Müslümanlığı kabul etmeyeceklerini ifade ile onunla yollarını ayırmış oldular.

Merhametten çıkan maraz

Çoğunluğu Selanik'te yaşayan Yahudiler, dönme olsun olmasın, gizliden gizliye Osmanlı'nın kuyusunu kazmada, kendilerine merhamet eden bu mümtaz hanedana ihanet etmede anlaşmış, adeta söz birliğine varmış gibiydiler.

Nitekim, ilk fırsatta Osmanlı'yı vurmaktan, sırtından hançerlemekten geri durmadılar.

Bir tertip ve kumpas eseri olan "31 Mart Vak'ası"nı bahane eden Selanik Yahudileri, 23 Nisan 1909'da dört asır önce gelip sığındıkları aynı yerde "Hareket Ordusu" ismiyle bir silâhlı birlik kurdular ve derhal İstanbul'a sevk ettiler.

3–4 gün sonra İstanbul'a gelen ve bir darbe ile idareyi ele geçiren bu ordu, Meşrûtî idareyi kabul etmiş olan Sultan Abdülhamid'i çok çirkin bir metotla tahttan indirerek, bir bakıma idareye hakim oldular.

Padişaha Meclis'in "hal emri"ni götüren heyetin başında azılı Yahudilerden Selanik mebusu Emanuel Karasso vardı.

Selanik kökenli Talat Paşa ile elele veren Karasso, bu hareketiyle acaba neyin intikamını almıştı?

Siz buna ister intikam deyin, ister ihanet... Netice itibariyle, aşırı merhametten pek şiddetli bir maraz çıkmıştı.

Yahudiler, kendilerine merhamet eden Osmanlı'ya en ağır darbeyi vurmuş ve yönetim kademelerini çok kanlı senaryolar neticesinde ele geçirmişti.

Yine de açıkça fark edilemiyordu. Zira, nüfus kâğıdında adı Türk, dini ise İslâm yazıyordu.

Tâ o zamanlar ele geçirmiş oldukları saltanatın, yüz yıl sonra bile ellerinden tümüyle çıktığı söylenemez. Ne zaman çıkacak gibi olursa/olduysa, ya darbe olmuş, ya da muhtıra yayınlanmıştır.

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır



Said Bey:

*“Niyet; sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir? Bunu örnekle açıklar mısınız?”

Niyet ile iman birbirini doğuran, birbirini doğrulayan, birbirini gerekli kılan, birbirini tamamlayan iki temeldir. İman ve itikat, halis ve makbul niyetin tarlasıdır. İyi bir niyet de doğru imanın ve itikadın meyvesidir.

Peygamber Efendimiz’e (asm), hicretle gelenlerin arasında bir kadını nikâhlamak için gelen bir kişinin de bulunduğu söylenir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resulü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir” buyurur.1

Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet, adî bir hareketi ibadete; gösteriş için yapılan bir ibadeti de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebepler hesabıyla bakılırsa cehalettir; Allah hesabıyla bakılırsa marifet olur, ilim olur, irfan olur; imanı olgunlaştırır.2

Yine meselâ yoldaki taşları Müslümanın ayağına takılmasın ve zarar vermesin diye temizlemek sevaptır, hayırdır. Fakat bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı olmadığından, günahtan da muâf olur. Veya bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Fakat niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme olmaz.

Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu veciz hadisiyle ifade buyurur: “Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Münafığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min bir amel işlediğinde kalbinde bir nur uyanır.”3

Bu hadislerin tefsiri sadedinde Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve adî davranışları ibadete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir ruh olduğunu, ölü halleri ibadetle canlandırdığını kaydeder. Bedîüzzaman’a göre niyetin ruhu da ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir halis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan daimî bir şâkir olur, daimî şükür sevabı kazanır.4

Peygamber Efendimiz’i (asm) dinleyelim:

* “Allah hak edenlerin üzerine azabı indirdiğinde bazı salih kimseler de ölürler. Onlar da diğerleri ile birlikte helâk olurlar. Sonra âhirette niyetleri ve amelleri üzerine diriltilirler.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”6

* “İnsanlar niyetlerine göre dirilirler ve haşrolunurlar.”7

Nitekim amelin hatasını niyetin sıhhati affettirir. Fakat niyetteki hatayı amelin sıhhati affettiremez. Çünkü niyet amelden üstündür. Allah kalbe bakar; cisme ve cismin davranışına bakmaz.

Hiç şüphesiz niyetteki hata affedilmez değildir. Esasen affedilmez günah yoktur. Niyetteki hatanın affı için tövbe-i nasuh, yani ihlâsla tövbe etmek ve niyeti Allah’a yönlendirmek, yani yeni ve düzgün bir niyet ve ameli yalnız Allah için yapma niyeti gerekir.

Allah niyetlerimizi halis kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Buhârî, 1,50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1

2- Mesnevî-i Nûriye, s. 45;

3- Câmiü’s-Sağîr, 4/3810

4- Mesnevî-i Nûriye, s. 61

5- Câmiü’s-Sağîr, 955

6- Câmiü’s-Sağîr, 1436

7- Câmiü’s-Sağîr, 3890

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yetmiyor mu?



Ankara’da “sınır ötesi operasyon”un erken bitirilmesi ve operasyonun ardındaki “beklentiler” tartışması sürüyor.

Anlaşılan o ki belli bir yere kadar Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine girmesine “izin veren” işgalci güç, terör örgütünü bütünüyle tasfiye edecek uzun süreli ve kapsamlı bir harekâta müsaade etmemiş.

Ne var ki ABD’nin terörle mücadelede “ortak” ilân ettiği “stratejik müttefiki” Türkiye’nin kontrolündeki bölgede tamamen teröristlere yönelik bu sınırlı operasyona göz yummasına karşılık istedikleri, “astarı yüzünden pahalı” hale getiriyor.

Cumhurbaşkanı her ne kadar “beklenti yok”, Başbakan da “bir karşılığı yok” dese de, ABD’nin bir haftalık operasyona “geçici izni” Türkiye’ye ciddî risklere mal olacak vahâmette kritik ve oldukça pahalıya sattığı, gün geçtikçe açığa çıkıyor.

Kuzey Irak’taki “otonomi”nin kabulü, Müslüman komşu bir ülke olarak Türkiye’nin Irak’ta işgale ortak edilmesi ve İran saldırısına katılması senaryoları ortada. Buna Ankara’nın Afganistan’daki birliğe yine işgalci ABD adına NATO şemsiyesi altında ek askerî birlik göndermesi “beklentisi” de cabası…

Aslında Washington, Irak’ın işgalinden bu yana Ankara’nın “savaş sebebi” saydığı hiçbir hassasiyetine dikkat etmedi. Türkiye’nin bütün kırmızı çizgilerini çiğnedi. Kerkük ve Telâfer’de Türkmenleri tasfiye maksadıyla tapu ve nüfus dairelerinin talân edilmesine, katliâmlara arka çıktı. Süleymaniye’de Türk askerinin başına çuval geçiren conileri ödüllendirdi. Irak’ın bölünüp parçalanması, Kürtleri kullanacak “ikinci İsrail” işlevli kukla bir devletin plânını pervâsızca yürüttü, yürütüyor…

Bu süreçte Türkiye, Cumhurbaşkanı Gül’ün Amerika yolunda “dev bir makine” dediği ABD’ye bir dizi “bedel” ödedi. 2003 Mart’ında Meclis’in kabul etmediği “65 bin Amerikan askerinin konuşlanması”na dair “hükûmet tezkeresi”ne taraftar olanlar bile, Türkiye’nin son beş yılda bunu fazlasıyla telâfî ettiğini belirtiyorlar.

Zira AKP hükûmeti, “ABD’ye destek hamûlesi”ni çıkarıp işgale her türlü lojistik desteği sağladı. Yine işgalci ABD’ye destek için Afganistan’a NATO’nun emrine 750 kişilik bir birlik yolladı. Onlarca havaalanı ve deniz limanını Amerika’nın Irak’a ve bölgeye yönelik operasyonlar için savaş aracı, silâh, askerî personel ve mühimmatının nakil ve dağıtımına açtı. Bizzat Millî Savunma Bakanının ikrarıyla, Irak’ın üzerine ölüm bombaları yağdıran Amerikan savaş uçaklarının sadece İncirlik Üssünden 3 bin 995 sorti yaptığı açıklandı. Başbakan, ABD’nin hegemonya ve çıkar planı olan “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi”nin eş başkanlığı “görevi”ni üstlendi.

Dahası Türkiye bu “desteği” diğer alanlarda da sağladı. Bir dizi silâh ve savunma ihalesinin yanı sıra “Körfez sermayesi” maskesiyle çoğu Amerikan ve İngiliz şirketleri Türkiye’deki büyük ihaleleri “kazandılar.”

Özel sektör özelleştirmeleri bile böyle yapıldı. TGRT’nin, Amerikan medya patronu Amerikan Fox tv sahibi Rupert Murdoch’a ait News Corporation Şirketine satılması gibi…

En son kara operasyonundan hemen önce Tekel özelleştirmesinde sigara fabrikaları British American Tobacco şirketine satışı gerçekleştirildi. 28 Şubat’ın siyasî aktörü “Anasol-M”nin “15 günde 15 yasa” furyasıyla Ecevit’in Dünya Bankasından transfer ettiği “Derviş yasaları”yla tütün üreticisi uluslararası sermayenin elindeki holdinglerin insafsız arenasına atılarak yok edilmişti.

Ve bütün bunlar yetmemiş gibi Türkiye’yi bin yıllık inanç, tarih ve kültür değerlerini paylaştığı Müslüman ve akraba komşu ve bölge ülkelerine karşı Amerikan ve İsrail çıkarları nâmına savaşan bir zulüm işbirlikçisi durumuna sokacak “beklentiler”den bahsediliyor.

Başbakan “geleceğe dönük” konuşuyor; lâkin şimdiye kadar Ankara’nın ABD’ye verdiklerinden tecâhül-ü ârif ediyor. AKP hükûmetinin Afganistan’dan Irak’a bölgede ve İslâm coğrafyasında ABD’ye resmen sağladığı destekten hiç söz etmiyor.

Oysa AKP iktidarında ABD, Türkiye’ye “verdiği”nin onlarca katını aldı. Sözkonusu yeni “beklentileri”nden hiçbirini almazsa da, şimdiye kadar aldıkları fazlasıyla yetiyor…

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Nakba’dan şoah’a



Filistinliler Nakba’nın yani felâketin 60’ıncı yıldönümünü anmaya hazırlanıyorlar. İsrail de galiba Nakba’nın altmışıncı yıldönümünü şoah yani soykırım haline getirmek için son hazırlıklarını yapıyor. Geçtiğimiz günlerde Amerikan donanması Lübnan açıklarına demir attı.

Bu gelişmeyle ilgili olarak Lübnan Meclis Başkanı kurt politikacı Nebih Berri kendi kanalına bir değerlendirmede bulundu ve ezcümle şunları söyledi: “Aslında, Lübnan’a yapılan abluka Gazze üzerindeki kuşatmayı gözden kaçırmak için yapılmıştır. Dikkatler Gazze’den Lübnan’a kaydırılmak istenmektedir...” Bu değerlendirmeler ister doğru isterse yanlış olsun, ama sonuçta Filistin gerçeğinin bir parçası. Yine Kassam veya Glad benzeri füzelerin ateşlenmesi gerekçe gösterilerek İsrail Gazze’ye havadan ve karadan vahşi bır saldırı yaptı ve dünyanın gözleri önünde yüzün üzerinde Filistinli öldürüldü. İzaha gerek yok, bunların kahir ekserisi sivil. İçlerinde bebekler de var. Ama kara para aklamak gibi İsrail de vicdanını aklamak için dolambaçlı yollara tevessül ediyor ve hemen Hamas’ın, füze saldırılarından dolayı Gazze’deki sivil kayıplardan sorumlu olduğunu ileri sürüyor. Ehud Barak öyle dedi. İsrail basınını takip ettiğinizde meselâ toplu cezalandırma gibi suçlamaları da hemen tevil ettiklerini görürsünüz.

Holokost’la birlikte İsrail’in büyük bir tevil yeteneği kazandığı da anlaşılıyor. Şiddetleri bitiren şiddet veya şiddetleri doğuran şiddet tekerlemelerinde olduğu gibi Holokost da suçları bastıran suç olmuş oluyor. Hitler’in yaptığı suç Filistinlilerin oluyor ve o suç üzerinden de İsrailliler limitsiz ve orantısız bir şekilde diledikleri kadar suç işleyebiliyorlar. İşte burada Kur’ân’ı anmaz mısınız? La teziru vaziretun vizre uhra kuralı: Birinin suçundan dolayı başkalarının cezalandırılamayacağını söylüyor. Aksi takdirde, toplu cezalandırmaya veya bizi ‘fail millet’ tanımına götürür. Hitler Yahudilere belki de ‘fail millet’ olarak davrandı. Ama sonra da aynı sakim anlayış Almanlara karşı uygulandı.

***

Gazze’ye saldırılar sırasında ister istemez bu durumdan Batı Şeria da etkilendi ve Abbas anlamını yitiren müzakereleri durdurduklarını açıkladı. Tabiî ki Filistinliler kıyılırken İsrail’le poz veremezdi. Burada, birbirini yok etmek üzere kurulu iki anlayış birlikte nasıl yaşayabilir, onun cevabı aranmalı. Elbette bundan kasıt Hamas ve İsrail. Hukukî olarak birbirlerini tanıyamayacakları için en iyi formül mütareke. Bu da, Hamas ile ilgili kitabı da bulunan Filistinli yazar Azzam Temimi’den geliyor. İsrail’in istediği gibi karşılıklı hukukî tanım mümkün değil. İsrail sadece tek yanlı olarak kendisinin tanınmasını istiyor ve bunun için de Quartet’i kullanıyor. Halbuki İsrail sadece yıllar önce alınan BM kararlarını tanısa ve uygulasa yetecek. Belki o takdirde Hamas bile en azından silâhlı bir örgüt olarak varlık nedenini kaybedecek. Ama İsrail Filistinlilerin haklarını tanımadan ondan kendisini tanımalarını istiyor. Meselenin kilitlenme noktası burasıdır. Azzam Temimi’nin zikrettiği teklif aslında Hamas’ın teklifidir. Barış yerine uzatılmış ateşkeslerle idare etmek. Ama İsrail illa da meşrûiyet ve tanınma istiyor. Hukuk gasbı ve ihlâlini de telâfi etmek ve ihkak-ı hakda bulunmak istemiyor. Bunun yerine Filistinlilerin yapılarını çözmeye ve onları ya kaçmaya ya da teslime zorluyor. Bunun da sonunun geleceği yok gibi. Halbukî hukukî olmasa bile defacto olarak ortak yaşamın asgarî müştereklerini bulmak gerekiyor. Bunun yolu da ‘truce’ yani Hamas’nı deyimiyle hüdne. Yani mütareke. Dolayısıyla burada iki şık var. Bunlardarn birisi Azzam Temimi’nin dediği gibi ‘truce’ yani ateşkes diğeri de bloodbath yani kan banyosu. İsrail ne yazık ki ateşkes yerine kan banyosunu tercih ediyor. Halbuki Ariel Şaron hükümeti sırasında ulusal güvenlik danışmanı olarak hizmet eden Giora Eiland, Hamas’ın ateşkes teklifini makul buluyor ve Gazze’de birlikte yaşamın önünü açacak bir formül olarak görüyor. Eiland’ın formülünü yabana atan ve dışlayan bütün formüller aslında kan banyosuna çıkıyor.

***

Ya da bloodbath yerine ve onu da aşan bir biçimde soykırım anlamına gelen ‘şoah’ı uygulamak. Zaten muharref Tevrat’ta buna dair tarihten örnekler var. Savunma Bakanı Ehud Barak’ın “Karadan harekât kaçınılmaz” açıklamasının ardından Yardımcısı Matan Vilnai, Filistinlilerin roket saldırılarıyla ‘büyük soykırım’a dâvetiye çıkardıklarını söyledi. Yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazi kamplarında yaşadıkları soykırımı tanımlarken tercih ettikleri ‘şoah’ (holocaust) kelimesini kullanan Vilnai, Ordu Radyosu’na “Kassam saldırıları yoğunlaştıkça ve roketler daha uzun menzillere ulaştıkça, Filistinliler büyük bir soykırımı dâvet ediyorlar, çünkü kendimizi savunmak için tüm gücümüzü kullanacağız” diye konuştu. Hamas yetkilisi Sami Ebu Zuhri, “Filistin halkını öldürmek ve yakmak isteyen yeni Nazilerle karşı karşıyayız” yorumunu yaparken, İsrailli yetkililer düzeltme çabasına girişti. İbranice ‘şoah’ kelimesi ‘holocaust’ kastı dışında pek kullanılmasa da İsrail Dışişleri Sözcüsü Arye Mekel ve Vilnai’nin sözcüsü “Vilnai ‘şoah’la ‘felâket’i kastetti” izahatını getirdi. İsrail şuuraltındakini tevil etmeye çalışırken bile çırpındıkça batıyor. Zira İsrail soykırımı kabul etmediği gibi 14 Mayıs 1948 tarihini Filistinliler için Nakba veya felâket olarak da görmüyordu. Aksi takdirde, kendisini Filistinlilerin felâketi olarak görmüş olacaktı. Bu işin tevili yok. Nereye kaçsa duvara tosluyor, kendisiyle çelişiyor...

04.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Dünyaya rağmen



Dünyaya rağmen iş yapmakla övünen İsrail, hem Filistinlileri katlediyor, hem de yine dönüp onları suçluyor. Bunu yaparken de kendinden o kadar emin ki, amiyâne tabiriyle ‘burnundan kıl bile’ aldırmıyor.

İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı zulüm, son günlerde yeniden alevlendi. Tanklarla, toplarla saldırıp çoluk-çocuk demeden onları acımasız şekilde öldürüyor.

Bir yandan katliâmı devam ettiren İsrail, öte yandan da dünya kamuoyundan gelebilecek muhtemel tepkileri dindirmek için Filistinlileri suçluyor. Gazze’yi kana bulayan İsrail, ‘sivil’lerin ölümünün sorumluluğunu Hamas’a yüklemenin peşinde. İsrail Savunma Bakanı Barak ve Başbakan Olmert; “Hiç kimsenin etik değerler dersi verme hakkı yoktur” diye meydan okumuş.

Tabiî İsrail katletmeye devam ederken, uluslar arası camiaya şimdilik ‘açıklama’ yapmakla yetiniyor. Meselâ, BM Güvenlik Konseyi “İsrail’in güneyinde ve Gazze’de sivillerin vefat etmesinden derin üzüntü duyduğu”nu bildiren ve “şiddetin tırmanmasını kınayan” bir açıklama yapmış. BM Genel Sekreteri Ban Ki-Mun ise, aralarında çocukların da olduğu bu kadar çok sayıda sivili öldüren, ölçüsüz ve aşırı güç kullanmasını kınadığı İsrail’in bu saldırılara son vermesini istemiş.

Elbette göz göre göre masumları katledenleri kınamak gerekir, ama bu kınamaların yetmeyeceğini de görmek lâzım. Bu konuda öncelik İslâm ülkelerinde olmalı. İslâm ülkelerinin ‘birliği’ni sadece ekonomik ilişkilerle sınırlı görmek yanıltıcı olur. Böyle sıkıntılı dönemlerde de Filistin’e el uzatamayan bir birliğin, varlığı bile tartışma konusu yapılabilir.

Aslında sıkıntının kaynağı İsrail değil, ona bu imkân, güç ve desteği veren Amerika ve yardımcılarıdır. İsrail, bu zulmünde yardımcısız olmadığının farkında. Zaten dünyaya rağmen iş görmesi de bu sebeple...

İsrail’i yeterince tanımıyoruz. İsrailli gazeteci, yazar ve barış eylemcisi olan Uri Avnery bir yazısında İsrail’den bahsederken “Devleti olan ordu” başlığını kullanmış ve şöyle demiş: “(İsrail’de) Bir general her zaman general olarak kalır. İsrail demokratik dünyada, ordu komutanlarının kabine toplantılarına katıldığı tek ülkedir. Komutan, yanında, ordu istihbaratı AMAN’den birini de toplantıya getirir. Medya generallerin tam kontrolündedir.” (Yazının tamamını merak edenler için kaynak: http://bianet.org/bianet/kategori/bianet/11845/devleti-olan-ordu)

1965-1981 tarihleri arasında çeşitli dönemlerde parlamento üyesi olarak görev yapan Uri Avnery’in ‘bilen bir isim’ olarak İsrail konusunda yaptığı tesbitler dikkat çekici. İsrail, elde ettiği maddî ve mânevî destekle Filistinlilere zulmetmeye devam ediyor.

Ancak ‘Küfür devam eder, zulüm devam etmez’ kaidesince, İsrail’in Filistinli masumlara uyguladığı bu zulmün ilelebed devam etmeyeceğine şüphesiz inanıyoruz. Keşke ‘teröre hayır’ diyen dünya devletleri bu beyanlarında samimî olsalar ve İsrail’in zulmünü durdurmak için adım atsalar...

Yine de en büyük sorumluluğun İslâm dünyasında olduğunu unutmayalım. Hiç değilse duâlarımızla Filistinli masumların yanında olalım... Hiç değilse...

04.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri