Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Mart 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Bizim çelengimiz Medresetü’z Zehra çiçeği olsun



Alemlerin Rabbi şu kâinatı kendi isimlerinin açığa çıkması ve şuur sahipleri tarafından algılanır hale gelmesi için bir kitap şeklinde yaratmış. Bu kitabın en parlak cümleleri elbette insan nev'î içinde zuhur etmiş. Diyebiliriz ki bu kitabın en parlak cümlesi ve âyet-i kübrası Hazret-i Muhammed’dir (a.s.m.). Bu parlak âyetin ifade ettiği mânâları kendi asırlarına taşıyan peygamberler ve onların varisleri olan âlimler yeryüzünde ve kâinatta çok hoş bir kompozisyon oluştururlar.

Bu yeryüzünün farklı alanlarında dudaklar uçuklatan manzaralardan daha harika ve topyekûn kâinat kitabına bakıldığında altın harflerle yazılası bir şiir gibidir. Kuşkusuz Bediüzzaman da bu muhteşem şiirin parlak bir cümlesidir. Nebevî işaretlere bakıldığında da en son satırı olma ihtimali çok yüksektir. O yüzden Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) anlattıklarını asra yansıtma ve tercüme etme konumundadır. Bu anlamda bir kilometre taşı ve kâinat kitabının en parlak bölümü olan insanlık ağacının en parlak meyvelerinden biridir. Bu anlamda Muhammedî (a.s.m.) nuru asra taşıyan parlak bir ayine konumundadır. Bu nur ile asra ve zamanın manevî yaralarına çözümler ortaya koymuş içinde bulunduğumuz zaman diliminde nebevî mânâların temsilcisi ve sözcüsü olmuştur.

Yaşadığımız her gün Üstadımızın ortaya koyduğu Kur’ân hakikatlerinin ne kadar anlamlı olduğunu ve dünya meselelerinin ve ülkemizin problemlerinin çözümünün siyaset, ekonomi ve diplomasi ile değil insanı merkeze koyan iman dâvâsı ile olacağını ortaya koyuyor. Her geçen gün Risâle-i Nur’un asrın reçetesi olduğu ve Üstadın da asrın imamı olduğu daha iyi anlaşılıyor. Bunlar tecrübe ile öğreniliyor ve bedeller ödeniyor ve belki de ödenecek ama inşallah gelecek daha aydınlık ve nurlu olacak.

Dünyadaki önemli gelişmelerin ve insanlığın yakın gelecekte öze dönüşünün ipuçları yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. “Yeni Dünya Düzeni” ekonomik gelişmeler ve dünya coğrafyasının yeniden şekillendirilmesi ile bağlantılı olarak algılanırken insanlıkta coğrafi tanımların, etnik özelliklerinin, benlikler ve kolektif benliklerle tanımlanmış özellikler çerçevesinde yatay olarak ayrışmış yapının yerini insanî değerler etrafında şekillenmiş dikey ayrımlar alacak gibidir. Yani devletler ve milletler yerlerini beşer tabakalarına terk edeceklerdir. Bu tabakalaşma sürecinde vahyin kontrolünde ve nübüvvet yolunun uzantısında olan dünya insanları doğrunun ve hakkın etrafında bütünleşecek. Bu bütünleşme tarafgirlik ve benlik etrafında şekillenmiş din algılarının, dinî siyasî ve etnik yapının bir parçası olarak yansıtan yaklaşımların dışında cereyan edecek gibidir. Yani, İslâmı siyasal zemine oturtmaya çalışan düşünce yapılarını ortaya koyduğu gibi İslâm ülkelerinin askeri ve ekonomik gücünün artması ile diğer din mensuplarını mağlup ederek kontrolleri ve esaretleri altına alacakları askerî veya diplomatik gelişmelerin değil özlere ve ruhlara yönelik yürekleri kuşatan bir İslâmiyetin hakim olacağı gözlenir gibidir. Bu, İslâmiyet anlayışının içinde özü ve hakikî şekli ile bütün vahye dayalı dinler Hıristiyanlık, Yahudilik de girmektedir. Bu anlamda, coğrafi konum etnik özellikleri ile İslâm dairesi içinde yer aldığı düşünülen, ismen Müslüman ancak uygulamaları ve hayat anlayışı ile bu dairenin dışında olan zulmün, felsefenin, materyalizmin yanında yer alanlarla ayrışan ve bütün coğrafyalardan ve ırklardan hakkın, nübüvvetin, hidayetin ve mâneviyatın yanında olanlarla birlikte hareket eden bir anlayış yerleşecektir.

Manevî hizmet erleri ve geleceği yönlendirecek diplomatik girişimler bu bakış açısı ile ele alınmalı, dünyanın geleceğine yön verecek gelişmelerin diplomatların ve siyasilerin gayretleri ile değil mânevî alanda hizmet veren ve gönüllere yönelen hizmet erlerinin gayretleri ile ortaya çıkacağı bilinmelidir. Yakın bir gelecekte dünyanın bütün coğrafi alanlarından ve farklı kültür yapılarından ve bütün semavî dinlerden genele yayılmış ve insanlık âleminde hakkı temsil eden bir tabaka oluşturmuş topluluk gelişecektir. Bu modern dünyanın benlik ve ırk tanımlamaları ile şekillenmiş yapısını da değiştirecek yeni dünya düzeni daha çok değerler ve insanı tanımlayan temel özellikler etrafında şekillenecektir.

Bütün bu gelişmelerin emareleri çok belirgin hale gelmiş ve yakın bir gelecekte ortaya çıkacak gibidir. İnsanlık o noktaya geldiğinde Kur’ân’dan aldığı feyiz ve nurla, yıllar öncesinden asrımıza seslenen ve bu gelişmelerin manevî alt yapısını hazırlayıp tohumlarını atan Bediüzzaman’ın kıymeti daha iyi anlaşılacaktır. Küreselleşen sosyal yapı, Kur’ân’ın bütün insanlığı ve semavî dinleri kuşatan bakışı ve aydınlığında huzur ve barışı bulduğunda Kur’ân’ın nuru ile asrı aydınlatma gayretlerinin önemi daha görünür hale gelecektir.

İşte o zaman bu günleri görmüş gibi tasvir eden Üstada “İfrat ediyorsun, hayalî hakikat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak” diyenlere karşı verilen cevap kulaklarımızda çınlasın: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş, ve sakitane Nur’un sözünü dinleyen .....” Bu cevapta kendimizi bulalım ve Hazret-i Muhammed’den (a.s.m.) Hazret-i Ali (r.a) ve Gavs-ı Azam (k.s.) aracılığı ile Bediüzzaman’a ulaşan bir dâvânın mensupları olduğumuzu artık daha derinden ve iliklerimize kadar hissedelim.

Ey aziz Üstad! Evet gizli bir nazar ile seni temaşa ediyor ve başlarımız dik seni dinlerken “Sadakte” diyoruz. Seni tekrar rahmetle anarken, mazi kıt'asından geçmek için geldiğimizi ve mânevî mezarına uğradığımızı hayal ediyoruz. O bahar hediyelerinden olan binlerce kitapları, senin dâvânı insanlığa yayma gayreti içindeki gazeteler, dergiler ve pek çok yayın organını ve gayretlerinin, duâlarının sonucu yetişen tertemiz bir nesli alıp Horhor toprağının bekçisi olan kalenin başına takıyoruz.

Bu dâvâyı bütün insanlığa duyurma yolunda gayret için samimî niyetimizi, şevkimizi de bir hediye olarak kabul buyurmanı diliyor, kaleye Medresetü’z-Zehra çiçeğini takmamızı da nasip etmesini Hâlık-ı Kerimden niyaz ediyoruz.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]





Yeni Asyadan Size

Yenilendik



Aylardır hazırlandığımız büyük güne de dün eriştik. Ve yep yeni bir Yeni Asya ile okuyucularımızın huzuruna çıktık.

Bilindiği gibi, bizim her yıl iki özel ve müstesna günümüz var.

Biri, kuruluş yıldönümümüz olan 21 Şubat.

Diğeri, Üstadın vefat yıldönümü.

Bir ay arayla idrak ettiğimiz bu özel günlerde farklı bir muhteva ve orijinal yeniliklerle çıkmayı gelenek haline getirdiğimizi biliyorsunuz.

O günlere mahsus özel ekler veriyoruz.

Muhtevayı ve görüntüyü yeniliyoruz.

Bu sene de aynı şeyleri yapmaya çalıştık.

39. hizmet yılımıza girdiğimiz 21 Şubat’ta “Ses getiren manşetler” ekimizi takdim ettik.

Yanı sıra, daha çıktıkları ilk günden itibaren büyük bir ihtiyaca cevap veren ve dolayısıyla ilgi gören Hukuk sayfası ve Çalışma Hayatı köşesi gibi yenilikleri başlattık.

Çocuklara yönelik “çizgi” eksiğimizi kısmen de olsa giderecek çalışmalara yer verdik.

Uzun soluklu bir çalışma olarak “İstanbul’daki Anadolu” dosyasını araladık.

Evvelce de defaatle ifade ettiğimiz gibi, bu bir süreç. Sürekli daha iyiye ve daha mükemmele doğru yürüme esası üzerine devam eden ve adeta sonu olmayan bir süreç.

Bu sürecin önemli unsurlarından biri, gazetenin yeni yazarlarla takviyesi. Bu çerçevede Kadir Akbaş ve Ahmet Arıcan gibi uzman kalemlerin yanında, kadim yazarlarımızdan Osman Gökmen ve ilerleyen günlerde Atike Özer yazı ailemize katıldılar.

23 Mart’ta ise, Zafer dergisiyle özdeşleşmiş ve tefekkürî yazılarıyla tanıdığımız değerli kalem Selim Gündüzalp yazılarına başladı.

Üstadın 48. vefat yıldönümü vesilesiyle hazırladığımız özel sayıya güç katıp renk veren en önemli çalışmalardan biri, Lâhika sayfamızın başarılı editörü İsmail Tezer’in muhterem Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin ve Mehmet Fırıncı ile yaptığı mülâkatlardı.

Bir diğeri, Amerikalı ilâhiyat profesörü Ian Markham’ın Yeni Asya için özel olarak kaleme aldığı “Hıristiyanlar Said Nursî’den ne öğrenebilir?” makalesiydi.

(Markham’la bu yazıyı mahsul veren irtibatı kuran Umut Yavuz’un, dünkü gazeteyle birlikte verdiğimiz özel ekin ortaya çıkmasında en fazla emeği geçen isim olduğunu da hatırlatalım.)

Sonuçta, 23 Mart sayımızın gerek “gazete” sayfalarında, gerekse ilâvesindeki içerikle verilen mesajların, işlenen konular itibarıyla bugünün ihtiyaçlarına uygun cevapları vermiş olduğunu umuyoruz.

Ve gelelim 23 Mart’a sakladığımız en önemli yeniliklerden biri olan tasarım bahsine.

Profesyonel ve uzman bir danışmanlığın rehberliğinde aylardır, haftalardır devam eden yoğun ve yorucu bir çalışma neticesinde, sayfalarımızın görüntüsünü baştan sona yeniledik.

Bu yenilemenin, Yeni Asya’yı görünüş olarak da modern, çağdaş ve özgün bir gazete haline getirdiğini düşünüyoruz.

Bakalım, sizler nasıl karşılayacaksınız?

Bu vesileyle, görsel yenilenme çalışmaları için haftalardır fedakârca gayret gösteren sayfa operatörlerimiz Necip Eyvazoğlu, Seyhan Şentürk, Sedat Serdar ve Mustafa Işıldak ile fotoğraf editörümüz Murat Sayan ve bu çalışmanın bütün aşamalarında aktif şekilde yer alan Teknik Müdürümüz İbrahim Özdabak başta olmak üzere emeği geçen bütün arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz.

Ayrıca 23 Mart sayımıza emek veren Reklam ve Abone-Dağıtım Servislerimizle, özel gayret gösteren temsilci ve okuyucularımıza da çok teşekkürler.

Hep birlikte, daha nice güzel hizmet hamlelerinde buluşmak dileğiyle.

(Yeri gelmişken, Allah nasip ederse seneye idrak edeceğimiz 40. kuruluş yıldönümümüzü ve iki yıl sonra gündemimize gelecek olan Üstadın 50. vefat yıldönümünü çok daha esaslı ve köklü hamlelere vesile kılmamız gerektiğini de şimdiden ifade etmiş olalım.)

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Bediüzzaman yılları



Büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî, vefatının 48. yıldönümünde sadece Türkiye’de değil, dünyada da rahmetle anılıyor. “Ne var bunda?” sorusu akla gelebilir. Çok şey var. Çünkü Bediüzzaman’ın ilan ettiği ‘iman kurtarma dâvâsı’ bu günlere kolay gelmedi. En zor şartlarda, sabır ve sebatla bu noktalara gelindi.

Bediüzzaman, ‘unutulsun’ diye Isparta’nın Barla ‘köy’üne sürgün gönderilen bir ihtiyar. Her an göz hapsinde, her hareketi kontrol edilen ve insanlarla görüşmesi, konuşması yasaklanmış bir bahtiyar. Ömrünün 28 yılı hapishanelerde, nezarethanelerde, cezaevi hücrelerinde geçmiş... Neticede ‘iman’ tekniğe meydan okumuş ve elle yazılarak çoğaltılan yüzbinlerce nüsha Risâle-i Nurlar; bugün dünya dillerine çevrilmiş, okunan ve hayata tatbik edilen eserler haline gelmiş.

Başta Risale-i Nur Enstitüsü olmak üzere değişik vakıf ve kuruluşlar Üstad’ı çeşitli yönleriyle tanıtmak için çalışmalar yapıyor. Risale-i Nur Enstitüsü, bu çalışmaları “Bediüzzaman Haftası” başlığı altında devam ettiriyor. Bunun için onlarca yerde toplantı, panel ve konferanslar düzenleniyor. “Bediüzzaman Haftası” çerçevesindeki son toplantı nasip olursa 30 Mart 2008 tarihinde İstanbul’da yapılacak. Mehmet Altan, Atilla Yayla, Doğu Ergil, Cengiz Aktar ve Kâzım Güleçyüz’ün konuşmacı olarak katılacağı Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayındaki toplantının güzel yansımaları olmasını şimdiden diliyoruz.

İstanbul’daki başka bir faaliyet de Rüstempaşa Medresesinde açılan “Barla Yılları” sergisi. Sergide Risâle-i Nur’un telif edilmeye başlandığı ilk belde olan Isparta’nın Barla ‘nahiyesi’nde yaşananlar anlatılıyor. Barla’ya sürgün edilen Bediüzzaman’a sahip çıkan “Barla Sıddıkları” da sergi vesilesiyle hayırla yad edilmiş oluyor.

Sergide, belki de herkesin duyduğu ama görmediği ‘belge’ler de var. Risâle-i Nur’da, bu eserlerin nasıl yazıldığıyla ilgili çok geniş bilgiler zaten var. İşte bu sergi, bu ‘bilgi’lerin ‘belgeleri’ni görmemize yardım etmiş oluyor. Bediüzzaman’ın ve onun talebelerinin elle yazdığı risâleler ve mektuplardan örnekler var.

“İnternet çağı”nda yaşayanlar için, bir kitabın elle yazılması ve çoğaltılmasını anlamak belki de kolay değil. Sergi, bir bakıma Türkiye’nin ‘gizli tarih’ini de bizlere hatırlatıyor. Son günlerde dillendirilen (tek parti devrinde) ‘dindarlara baskı yapıldı/yapılmadı’ tartışması; bir de bu sergi gezildikten sonra yapılmalı.

Elle çoğaltılan Risâle-i Nurların, evlerin duvarlarında saklanmış olması ‘baskı’nın derecesini göstermez mi? Hatırlamak lazım; Bediüzzaman’ın talebelerinden ve merhum Hafız Ali Ağabey, hapishanede vefat ediyor. Vefatından yıllar sonra bir şekilde evi de yıkılıyor. Enkazı kaldırılırken, evin duvarının içine gömülen ‘teneke kutu’lar bulunuyor. Bir de bakılıyor ki, teneke kutuların içinde elle yazılarak çoğaltılmış Risâle-i Nur nüshaları var. İşte, o ‘kutu’lar da sergilenen eserler arasında yer almış.

Bediüzzaman günleri ve haftalarını, inşallah ‘Bediüzzaman Yılları” takip eder ve edecek. Bunun için Risâle-i Nur eserlerini; nefsimizi muhatap olarak okumalı ve anlamaya çalışmalıyız. Risâle-i Nur bize değil, biz Risâle-i Nura muhtacız. En başta da bunu bilmeliyiz.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Kürt kimliğinden kaçış



Türkiye Cumhuriyetinde, ırkçılık derecesinde “Türkçülük”e yapılagelen vurgu ve diğer kimlikleri dışlama veya inkâr hareketi, zaman içerisinde Türkiye düşmanlarının eline büyük imkânlar vermiştir. Hatta bazen içeride Türkçülüğü kutsayarak resmî ideolojinin dini haline getirenler, dışarıda Türkiye’deki Müslüman Kürt, Arap, Çerkez, Gürcü, Arnavut ve Boşnakları hakiki Türklere karşı kışkırtanlar aynı mihraklarmış izlenimini veriyor. Bilhassa, ülkemizin her tarafına Avrupa’da yasaklanmış “ırkçılık sloganları” kazıyarak, bayrağımızı alet ederek ve bilhassa okullarda Kemalizmle Türkçülüğü yoğun bir şekilde “aksülamel”, yani “ters tepki” verecek tarzda işleyerek Kürtçülüğü diriltmeye çalışanların, “Türk” olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Başta Kürtler olmak üzere, Türkiye’deki Müslüman halkların “azınlık” olmadıklarını tüm dünya bildiği halde, bazı Avrupa ve Amerika medyasında yer alan “Kürt resimleri” global çetelerin “neocon ve neoliberallerin” kontrolündeki Kürtlere bağımsızlık yolunda doludizgin bir kuvvet verdiğini ortaya koyuyor. Hatta bu resimler mesnet yapılarak, başta Washington’daki “ifsad enstitüleri” olmak üzere, Amerika ve Avrupa’daki enstitülerde, “Kuzey Kürdistan” uydu devleti dillendirilmeye çalışılıyor.

Türkiye’nin doğusu ve güneydoğusunda bir “Kürt devleti” fikrinin yeni olmadığını hepimiz biliyoruz. Zaman, hadise ve fırsatlar kollanarak bu fikir, ikinci Avrupa dediğimiz “Küresel barış düşmanlarınca” mütemadiyen gündeme getiriliyor. Türkiye’deki Kemalist arkaplanlı milliyetçilerin bu hususta tüm Avrupa ve Amerika’yı suçlamaları, ifsad projesini realize etmek isteyenlerin işlerini kolaylaştırıyor. Türk bayrağına karşılık, PKK’lı teröristlerin üç rengini ikide bir medyasında dolaylı olarak propaganda edenlerle her Kürtçe konuşanı Kürtçü addedenlerin niyetlerinin de iyi olmadığını söyleyebiliriz.

Uluslar arası mahfillere taşınmaya çalışılan “Kuzey Kürt Devleti” fikrine, Türkiye siyasîlerinin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları katkıları bu vesile ile belirtmek istiyoruz. Evvelâ Kürt milleti, coğrafyası ve halkı ile ilgileri kalmamış, gelenek, din ve tarih düşmanı sayılacak düzeydeki insanların “Kürt kimliği”ni temsil edemeyeceğini, başta AKP olmak üzere, ülkemizdeki sivil toplum örgütleri yüksek sesle ifade etmeliydiler. Washington’dan Brüksel’e kadar milletlerarası toplantılarda temsile yeltenenleri, Türkiye haklı olarak her mahfilden kovmalıydı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bulunan yüz elliye yakın Kürt kökenli milletvekiliyle hükümet Brüksel ve Washington’a çıkarma yapmış olsaydı, savaş ve terör üreten Batılılar seslerini kesmek zorunda kalacaklardı. Veya binlerce dernek, oda ve sivil inisiyatiflerden oluşacak Güneydoğulu Sivil Hareketini devletimiz öne çıkarmış olsaydı, Amerikalı general ve diplomatlar emirleri altında çalıştırdıkları PKK ve benzeri örgütlerle bizi masaya çağırmazlardı. Hükümetimiz ve Silahlı Kuvvetlerimiz her ne kadar karşı çıksalar da, Amerikalı şahinlerin Avrupalı müttefikleriyle birlikte otuz küsur senede yetiştirdikleri ajanlarıyla, resmî bir Kürt oluşumunu Meclisimizde, ülkemizin doğu ve güneydoğusunda ve üyesi olduğumuz Avrupa mahfillerinde temsil etmeye çalıştıkları bir vakıadır. Bu dehşetli fitnenin önüne geçmek çok zor değildir diye düşünüyoruz. Devletimiz “geleneksel Türkçülüğü”nden vazgeçip, medenî milletlerin dahil oldukları mahfile teşrif etmeli. Kürt kimliğini düşmanlarımızın elinden alarak ülkeyi içinde yuvarlandığı musibetlerden kurtarmalı… Elbette zor değil. Bütün mesele, Meclisin bağrından çıkan yüz elli milletvekilini organize etmektir.

Düne kadar dışlanan, horlanan ve öcü gösterilen Kürt kimliğinin düşmanlar elinde nasıl bir silaha büründüğünü görmek isteyenler, Türkiye karşıtı global medyayı inceleyebilirler. Küresel barış düşmanlarının hedefi yalnızca Türkiye değil. Türkiye merkezli Ortadoğu ve tüm Asya coğrafyasıdır. Kültürler arası savaş tezinin, İsevî Avrupaca boşa çıkarıldığı şu zamanda, tahripkâr dinsizlerin başvurdukları silahın “Kürt meselesi” olduğuna inanıyoruz. Coğrafyamızdaki tüm ülkelerin böğrüne bir hançer gibi saplanmak istenen bu belayı ancak Türkiye defedebilir diye düşünüyoruz.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Saadet TOPUZ

Tanımsız terimler



Doğup büyüdüğümüzden beri çok duyduğumuz kavramlar var hepimizin. Haberlerde, gazetelerde sık sık görür, işitiriz. Ve çoğu zaman da sözlük anlamı olarak bildiğimiz kelimelerdir bunlar. Ama sözlük anlamıyla uygulaması tamamen çelişkili kavramlardır. Teori ve pratik tamamen zıttır birbirine. Demokrasi, laiklik, cumhuriyet gibi.

Kelime olarak halkın egemenliği ve söz sahibi olması anlamına gelen demokrasi bizim ülkemizin de yönetim biçimi. Bu egemenlik sınırsız bir egemenlik değil tabiî. Bunu kısıtlayanlar, sözde “halk adına” bu egemenliği kendileri kullanmak istiyorlar. Onlara göre, halk kendisi için doğru olanı seçemez çünkü. Halk için daha doğru olanı düşünen bir üstün akıl mevcuttur. Bu akıl da sadece onlardadır. Bu akılla eğer halkın iradesi çelişirse bazı hukuk kılıfları ile halkın değerleri hemen alaşağı edilir. Bu da gayet hukukî ve olması gereken bir durumdur! Adına ihtilâl ve darbe bile diyemezsiniz. Suçtur çünkü. Çünkü o asla eleştiri bile kabul edemez kutsal tabudur. ‘Hakim müddei olursa, kimden kime şekva edilir?’ Hele de bunları yapanlar hukukçu sıfatı taşırsa artık söylenebilecek söz kalmamış demektir.

Yıllardır bir türlü ne olduğu üzerinde ittifak edilememiş, anlaşılamamış, yorumlanamamış diğer bir kilit kavram da laiklik. Bizde, inanç değerlerini yaşamak adına yapılan her şey bununla çelişir. Halkın çoğunluğunun inandığı ve yaşamak istediği her şeyle zıttır bu kavram. Oysa sözlük anlamı bilâkistir. Çünkü din ve devlet işlerinin ayrılması anlamına gelir. Bu tanımdan önceden beri anladığım mânâ devletin dinlere eşit mesafede durmasıdır. Yani laiklik devlet işlerini ilgilendiren bir durumdur. Ama nasıl oluyorsa uygulamada her bireyden dine karşı aynı mesafeyi koyması istenmektedir.

Tabiî bu zıt durumlar sadece bizim ülkemize has bir durum. Bunu da ancak ülkemizden 14.000 km uzaklaşınca görebildik. Biz sanıyorduk ki, her yerde durum böyle çelişkili. Ve dünyanın ne kadar uzağında yaşadığımızı oraya gittiğimiz zaman gördük.

Avustralya’da her anlayışa ve fikre olağanüstü bir saygı mevcut. Farklı milletten birçok Müslümanın çarşafından başörtüsüne varıncaya kadar kendi tercih ettikleri kıyafetlerle en geniş anlamda özgürce her yere girebilmesi ve kısıtlanmaması ülkemizin üstün akıllarınca asla anlaşılamayacak bir durum olsa gerek. Türkiye’de yıllardır inancımızın önüne çıkarılan engellemelerin arkasındaki fikirler bize hep anlamsız geliyordu, ama çok uzaklardan bakınca daha da mantıktan, akıldan uzak geldi.

Aslına bakarsanız demokrasi ve laiklik kavramlarının gerçek hayata yansıması sözlük anlamları ile bire bir uyum gösterebiliyormuş meğerse. Eğer ülke dışına çıkmasaydım, gelişmiş bir ülkede yaşamasaydım dünyamda bu kavramlar gerçek anlamını asla bulamayacaklardı. Ve ben bu terimlere hep karşı olacaktım belki de.

Gerçekte milletin egemenliğine hiçbir kurum, adı ve sıfatı ne olursa olsun, asla el uzatamıyormuş bu medenî toplumlarda. Küçük de olsa herhangi bir engelleme ve kısıtlamaya en başta hukuk sistemi el koyuyor ve hukukun üstünlüğü halkın teminatı oluyormuş.

Bize dönelim. Eğer halkımıza sorulsa “Siz ne kadar Anayasa Mahkemesine veya Türk yargı ve hukuk sistemine güveniyorsunuz?” diye; sanırım sonuç hepimizce malûmdur. Benim için aslen öyle. Peki bizden yargıya ve hukuka güvenmemizi ve saygı duymamızı isteyenler bu güveni kazanmak için 80 yıllık bir dönemde halka hangi güvenceleri verdiler?

Hukuka aykırı davrananlar, ihtilâlle sistemi devirenler hakkında hangi hukuk sistemi işledi? Darbe yaparak suç işleyenler yargılandı mı? ‘İhtilâlin olgunlaşmasını bekledik’ diyerek o süre içinde akan kanların daha da çoğalmasına sebep olanlardan bunun hesabını sormayan bir hukuk sistemi nasıl vatandaşından kendisine güvenmesini, saygı duymasını isteyebilir?

Milletine bu kadar çektiren ve çektirmeye devam eden sistem artık son bulsun. Biz devletimize, hukukumuza güvenmeyi ve onu teminat olarak görmeyi can-ı gönülden istiyoruz. Ama bunu yaralayıcı uygulamaların milletin vicdanında derin yaralar açtığı ve devletiyle olan mesafenin gittikçe açıldığı asla unutulmamalı. Bu yaraların en kısa sürede kapatılması ve yeni yaraların bir daha asla açılmaması dileği ile…

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Dinsizlik ve din düşmanlığı



Bakıyorsunuz, bazıları İslâm’da mürted hükmüne itiraz ediyor ve gayri insanî buluyor. Burada iki şey birbirine karıştırılıyor zannediyorum. Dinsizlik ile din düşmanlığı arasındaki ince sınır pek fark edilemiyor. Baktığınız zaman en büyük İslâm veya din düşmanlığı ex-muslim olarak anılan gruplardan geliyor. Bunlar dine ve dindara hakkı hayat tanımak istemiyorlar. Bu tesadüf olabilir mi? Sözgelimi, onlar İslâm’a Anglikan Kilisesi Başpiskoposu Rowan Williams kadar bile müsamaha ile bakmıyorlar. İngiltere’de yaşayan Hind Altkıtası veya Pakistan asıllı ex-müslümanlardan Maryam Namazie, Rowan Williams’a şiddetli bir şekilde çatmakla kalmıyor, aynı zamanda İslâm’a ve Müslümanlara karşı durmanın ve topyekûn hareket etmenin vakti geldiğini savunuyor. Bu ifadeleri sözde kalmıyor eyleme de dökülüyor. Williams şeriat hukukuna da müsamaha ile yaklaşırken Namazie ise İslâm’a sadece hukuk cephesinden değil bütün cephelerden saldırıyor. Türkiye’de İslâm’a karşı cephe alan kimi ulusalcılar da aslında Maryam Namazie kategorisine giriyorlar. Namazie 2008 sonlarında büyük bir mürtedler veya eski Müslümanlar kongresi tertip etmek istiyor. İslâm’a en azgın bir şekilde saldıranların bu tarz insanlar olması tesadüf mü?

Mesela Bangladeş’te Teslime Nesrin... Bunlar yatışmaz bir psikolojik yapıya sahipler ve durdukları yerde duramıyorlar ve durdukları yeri karıştırıyorlar. Çıngar çıkartıyorlar. Bundan dolayı Teslime Nesrin bir kez daha Hindistan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Ve kendisine iyi misafirperverlik örneği göstermediklerinden dolayı Hindistan hükümetine de çatıyor. İstiyor ki; kendisi için binlerce Müslümana zorbalık yapsın ve hatta masumların kanlarını döksün. Güya onun dinsizlik hakkı için binlerce insanın kanı aksın. Umurunda bile değil. Besle kargayı oysun gözünü misâli. Veya Arapların deyimiyle ‘Semmin kelbek ye’kulek/köpeğini besle seni ısırsın...” misâli. Bunların topu böyle. İşleri güçleri fitne fücur kaynatmak ve İslâm’la ve onun ötesinde dinle savaşmak ve hesaplaşmak. Londra’nın kendi namına bilvekâle İslâm’la hesaplaşmasından dolayı Lordluk pâyesi verdiği, ödüllendirdiği Salman Rüşdi de bu tiplerden birisiydi. Ama onun gölgesinde kalan biri daha var ki; anılmaya değer: Vidia Naipul... Buna da Londra ‘sir’ ünvanını vermiş. Zamanında İngiltere’de okumuş ve şimdi hatırâtından ne menem bir adam olduğunu daha iyi anlıyoruz. Karakterinin kareköklerine vakıf oluyoruz. Nobel edebiyat ödülüyle taltif edilen bu adam yıllar yılı eşini aldatmış ve ona kötü muamele etmiş. Ve sonunda çıkmış: “Hayat arkadaşımın ölümünden ben sorumluyum. Vicdansızlık ve yaptığım zulümler onun ölümüne sebep olmuştur” diyor (Bak: Sir Vidia Naipaul admits his cruelty may have killed wife / Daily Telegraph, 21/3/2008).

***

Bundan dolayı dinsizlikten ziyade dinsizlik suretine bürünen din düşmanlığı zararlıdır. Yoksa kendi hâlinde dinsiz adamın varlığı veya yokluğu bile anlaşılmaz. Onun dinsizliği tabir caizse kendisi ile Allah arasındadır. Bu itibarla o, mütecaviz değildir ve İslâm fukahasının cezalandırılmasını istediğinin bu sınıf olduğunu zannetmem. İkincisi ise mütecavizdir ve herkesin dinsiz olmasını ve onun ötesinde dinle savaşmasını ister ve bunun için de kışkırtmalardan kaçınmaz ve toplumun ahengini, düzenini ve huzurunu bozar ve ihlâl eder. Toplumu ifsad eder. Şimdi dinsizlik suretinde görünen din aleyhtarları ve din düşmanları aynen bunu yapmaktadır. Bu durum sadece İslâmiyetle de alâkalı değildir.

***

Hıristiyanlık âleminde de din düşmanları, bozguncu ve yıkıcıdır. “Don’t Believe in Atheist (Ateistlere inanmayın)” adlı kitabın yazarı Chris Hedges, Amerikan dinsizlerinde de bu durumu fazlasıyla gözlemlemiştir. Onlar da yıkıcı ve tahripkârdırlar. Geçen yıl Amerikan sağını Nazizme benzeten ve onları Amerikan faşistleri olarak damgalayan Chris Hedges akabinde de ateistleri yazmıştır. Türkiye’de son darbe kalkışmalarının ve çığırtkanlarının arkasında da bu dinsiz ve menhus ruh ve güruh yok mudur? Yazar, dinsizlerin de Irak savaşı gibi savaşları tetikleyen Hıristiyan sağ cenahtan hiçbir farkları olmadığını ve bilâkis daha aşırı olduklarını ortaya koymaktadır. Onların da aynı derecede ve belki de fazlasıyla müsamahasız, acımasız ve şovenist olduklarını zikretmektedir. Seküler Sol’un da Hıristiyan Sağ’dan bir farkı olmadığı kanaatine bizzat onların literatürlerini tetkik ederek ve dahası onlarla tartışarak varmış. Yazar Hedges, bizde Celâl Şengör’ü andıran Sam Harris ve Richard Dawkins, Christopher Hitchens gibi yeni ateizm akımının öncülerini ve sözcülerini ütopyacı olmakla ve bilim kültüne tapınmakla ve perestiş etmekle suçluyor. “Tanrı Aldatmacası (God Delusion)” kitabının yazarı olan Dawkins gibilerin esasında kendilerini aldattıklarını ifade ediyor. Velhasıl bunlar bilim suretinde dinsizlik yapıyorlar. Laiklik veya seküler Sol maskesi altında da dinsizlik cereyanını tervic ediyorlar. Bilimi, laikliği velhasıl herşeyi manipüle ve istismar ediyorlar (Bu enfes konuşma ile alâkalı olarak bkz: I don’t believe in atheists Foreign correspondent and intellectual provocateur Chris Hedges explains why New Atheists like Christopher Hitchens are as dangerous as Christian fundamentalists. By Charly Wilder/ March 13, 2008, Salon.com).

Bu adamlar basit bir tehlike değil. Ülke huzuru açısından olduğu gibi dünya barışı için de oldukça ve fevkâlade tehlikelidirler. Zira dinsizlikleri, bilimsel olduklarını iddia etseler de zaruri olarak dogmatiktir.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Büyüklerin ibadetleri de farklı



Kişi ibadette mesafe katettikçe değer kazanır. İnsan bu dünyaya Yaratıcısını tanımak ve Ona kullukta bulunmak için gönderilmiştir. Kulluk ise Allah’ın emirlerini tutup yasaklarından kaçınmaktan ibarettir.

Allah dostlarının ibadetlerinin de sıradan değil, çok daha farklı, insanı hayret ve takdire sevk edecek boyuttadır. Her konuda olduğu gibi ibadette de harikadırlar.

Otuzdan fazla dünya diline çevrilen, meraklı ve iştiyaklı insanların harıl harıl okuduğu, altı bin sayfalık Risâle-i Nur Külliyatı gibi seçkin eserleri insanlığa, özellikle Müslümanlara armağan eden Bediüzzaman’ın ibadet hayatına baktığımızda, bu eserleri nasıl kaleme aldığının sırrını daha iyi anlıyoruz. Manevî bataryaları dolu bir kalemin ucundan dökülmüş bu hakikatler.

Gençlik yıllarından, hatta çocukluk yıllarından itibaren onun mükemmel, göz kamaştırıcı, farklı bir ibadet, zikir, fikir, dua, istiğfar, vird hayatı olduğunu görüyoruz. Vaktini aslâ boş geçirmeyen, ya okuyan, ya yazılan risâleleri tashih eden, ya dua eden, ya namaz kılıan, mutlaka birşeylerle meşgul bir insan Bediüzzaman.

Onun namazında, tesbihatında, yazdığı hakikatlerin bir nev'î tatbikatını buluruz. İbadetlerin başı, hakiki bir insanlık görevi, son derece fıtrî, münasip bir yaratılış neticesi, bütün ibadet çeşitlerini içerisine alan nuranî bir fihriste, bütün mahlukat sınıflarının ibadet renklerine işaret eden kudsî bir harita, kalbin gıdası, ruhun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyenin hava-ı nesimini cezb ve celbeden, sonsuzluk yolculuğunda son derece mühim, değerli, revnektar bir bilet, bir nur-u kabir, define anahtarı hükmünde olan bir bilet, yüzde doksan dokuz ihtimal ile sonsuz bir hazineyi kazandıran, hakiki bir hayat-ı ebediyenin saadetine vesile olan; hoş, güzel, rahat ve rahmet bir hizmet, “Kulun dergâh-ı İlâhîde kendi kusur, acz ve fakrını görüp kemal-i Rubûbiyetin, kudret-i Samedaniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmesi demektir”1 diye tarif ettiği namaz kılışına, namazdan sonra yaptığı tesbihata hayran kalıyor her gören. İlk talebelerinden Molla Hamid diyor ki: “Tesbihata başladık. Derdi ki: ‘Namazın sonundaki tesbihat, namazın tohumu, çekirdekleri hükmündedir.’ Hazin bir sada ile bizden çok ağır bir şekilde tesbihat yapıyordu. Sübhanellah, Sübhanellah… Çok içten ve yavaş tesbihat yapardı. Biz âdetâ Süb, Süb diyoruz. Ben çok namaz kılanlar gördüm. Fakat böyle hazin, huşû içinde, heyecan verici bir tarzda namaz kılanı görmedim. Onun Lâ ilâhe illallah demesi, âdetâ top güllesi gibiydi. Orada ehl-i tarik birisi olsaydı, heyecandan cezbeye kapılırdı.”2

Emirdağ Çarşı Camiinde imamlık yapan Bozuhöyüklü Hafız Nuri Güven, namaza durmasının belki beş dakika sürdüğünü söylüyor. “Çok heybetli, haşmetli bir şekilde namaza dururdu”3 diyor. 1935 Eskişehir Hapishanesinde birlikte namaz kılan talebelerinden Yüzbaşı Refet Barutçu, “Üstadın arkasında kılınan namazın hazzı bambaşkaydı. İlk tekbir aldıklarında, âdetâ yer gök sarsılır. Aman ya Rabbi! O ne huşû, o ne mûnis sada tarif edilmez”4 diyor ve “Kendisi namaza dururken biz arkasında çok heyecanlanırdık. Heybet ve huşû içinde huzura bir girişi vardı ki, tarifi mümkün değil. ‘İlâhî ya Rab! İlâhî ya Rab! İlâhî ya Rab! Allahü ekber’ diyerek sarsılır ve haşyet içinde sallanarak, süratle namaza girerdi. Biz arkasında korkardık, ürperirdik”5 diye ekliyor.

Evet, büyüklerin hayatları olduğu gibi ibadetleri de farklı.

Dipnotlar:

1. Sözler, s. 45., 2. Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar, s. 69-70., 3. Son Şahitler, 4:38 (1988 Baskısı)., 4. Bediüzzaman’ın İlk Talebelerinden Hatıralar, s. 32., 5. Son Şahitler, 1:385.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Gönüllerde taht kuran mütefekkir



Ogün Şanlıurfa semalarından yağmur ve kar yerine çamur yağıyordu.

Kafile halindeki çeşitli kuşlar, Urfa’nın semalarında tedirgin bir halde uçuşuyorlardı.

İşte o gün, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri seksen küsûr yaşında hayata veda etmişti.

Yaşadığı çalkantılı hayat gibi, vefatı da çalkantılı olmuştu.

Devlet, onun ölümünde bile tedirgin ve yasakçı idi. O ise, hayatını bu milletin imanı için fedâ etmişti.

“Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki nâmına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esâret zindanlarında, yâhut memleket hapishânelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefâ, görmediğim ezâ kalmadı” diyordu.

Böyle bir hayat yaşadı Bediüzzaman.

Eza, cefa ve tarassutlar devam ederken, kendisinin ülke dışına çıkarılması teklifinde bulunan sevdiklerine verdiği cevap oldukça enteresandı:

“Biz îmânı kurtarmak ve Kur’ân’a hizmet için, Mekke’de olsam da buraya gelmek lâzımdı; çünkü, en ziyâde burada ihtiyaç var. Binler rûhum olsa, binler hastalıklara müptelâ olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin îmânına ve saadetine hizmet için burada kalmaya—Kur’ân’dan aldığım dersle—karar verdim ve vermişiz” diyordu.

Her müceddid, böylesi musibet ve sıkıntılara muhatap olmuştur. Kaderin garip bir cilvesidir bu.

“Bizler kışta geldik, sizler cennet âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları zemininizde çiçek açacaktır” derken de, imandan gelen basiret ve ferasetiyle istikbali müşahede ediyordu.

O, baharın kıpırtılarının başladığı bir mevsimde ve günde dünya hayatına veda etti. Ama hayata vedâ etmesi, yeni hayatlarda yeni baharların yeşermesine vesile oldu.

Kendisini kasaba kasaba dolaştıranlara, kendisine hakaret edenlere, zindanlarda yer hazırlayanlara bile hakkını helâl ediyordu. “Ölürsem, dostlarım intikamımı almasınlar” diyordu.

İşte o çetin günlerde verilen mücadelelerden, toprağa girip yeryüzünde yeşillenen bitkiler misâli, şimdi ülkemizin ve dünya ülkelerinin çarşılarında, pazarlarında, üniversitelerinde eserleri daima okunan, kırkın üzerinde çeşitli dillere kitapları tercüme edilen bir büyük insan olarak, gittikçe tanınan ve mesajları ile gönüllerde taht kuran bir mütefekkir olarak anıldığı günlere gelindi.

Said Nursî, bu ülkenin maddî ve mânevî malumatlarını bize hatırlattı.

Yirminci asrın fikir karanlıklarına karşı mânevî aydınlıkları yakmış oldu.

Herkesin ümidini kestiği zamanlarda “Ümitvâr olunuz” müjdesini verdi.

Cennete gitme özgürlüğünün engellendiği günlerde, imanın verdiği cesaret ve ümit ile ehl-i imana öncü oldu.

Tahrip yolunu değil, ıslâh ve tamir yolunu gösterdi. Ruhu şâd olsun.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Siyaset değirmeni öğütüyor



Bir idare sanatı olan siyaset, ülkeler ve milletler için hem çok faydalı, hem de çok zararlı fonksiyonlar icra edebiliyor.

İkinci Dünya Savaşı öncesi, büyük faydalar sağlayacağına inanıldığı için, Hitler ve Mussolini’nin partilerine büyük teveccühler oldu. Bu iki diktatörün partisi, normal seçimler sonucu İtalya ve Almanya’da iktidara geldi.

Savaştan sonra ise, durum tam tersi yönde değişmeye başladı. İtalyan halkı, beş sene evvel iktidara taşıdığı Mussolini’yi bu kez tutup linç etti. Aynı akıbete uğrayacağını düşünen Hitler ise, dehşete kapılarak çıldırdı ve sonunda intihar etti.

Çoğu insanın uğrunda hayatını ve herşeyini feda ettiği siyaset, işte böyledir. Bir bakarsın başlar üstünde, bir bakarsın yerlerde sürünüyorsun.

Bilhassa günümüz siyasetinin bir başka hususiyeti, tesir sahasına giren hemen her şeyi öğütüp un ufak eden bir değirmene benzemesidir. Menfaat üzere dönen, yalana revaç veren ve zaman zaman canavarlaşan günümüz siyaseti, bir bakıyorsun en değerli insanları öğütüp tüketirken, bazan en mukaddes değerlere de büyük hasar verebiliyor.

Siyaset bazılarına büyük paralar, büyük mevkiler de kazandırabiliyor. Fakat, bunun hiçbir garantisi yok. Bir de bakmışsın ki, durum tersine dönmüş ve elde ne makam-mevki kalmış, ne de para-pul.

Siyaset çarkı, işte böylesine acımasız, merhametsiz bir şekilde de dönebiliyor. Şahıslara gelen zarar-ziyanın ıztırabı, duruma göre yıllarca hissetmek mümkün. Fakat, dine ve mukaddesata gelen zararın sıkıntısı çok daha büyük ve çok daha dehşetlidir. Çünkü, hem geniş daireye ve uzun bir zamana tesiri var bu zararın, hem de sayısız insanı etkileme durumu söz konusu.

O halde siyasete atılan veya siyaset sanatını icra eden bir kimsenin, bütün bu sürprizlere ve değişkenliklere önceden kendini hazırlamış olması gerekir. Ancak, bu da yetmez. Zira, başına gelecek bir sıkıntı, sadece onun hayatı ve icraatı ile sınırlı kalmaz. Millete ve ülkeye de sirayet eder. Bundan dolayı da, son derece dikkat, ihtiyat ve teyakkuz içinde hareket etmesi icap ediyor.

Dolayısıyla, bir siyasetçinin milletin hukukunu ilgilendiren bir meselede, kendi hatası veya tedbirsizliği sebebiyle tökezlemesi veya bozguna uğraması halinde, ortaya çıkıp mazeret üretmesinin hiçbir kıymeti yoktur. Mesela, böylesi bir durumda şu tarz bir mazeretle milletin huzuruna çıkılmamalı: “Ey halkım. Bakın, ben elimden geleni yaptım. Fakat, gördüğünüz gibi bu işi başaramadım. Bırakmadılar, arabanın tekerine taş koydular ve bizim çok tutarlı politikalarımızı sekteye uğrattılar. Vesaire...”

Kaderin hissesi ve hikmeti başka... Buna kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak, kendini haklı ve üstün bir davaya adadığına inanan bir kimsenin, şu değişmez hayat prensibine göre hareket edip etmediğini de, her zaman düşünmesi ve muhasebe etmesi gerekir: Maksada vasıl oluş, usule riayet edişledir.

Evet, usule riayet etmeyenin, maksada vasıl olduğunu tarih-i beşer kaydetmiyor. İşte, siyaset değirmeninde öğütülüp telef olanların ekseriyetini de, daha çok usul hatası yapanlar teşkil ediyor.

Tarihin yorumu

NATO gücü Kosovalıların yanında

Sırplar, Müslüman Boşnaklara karşı yapmış olduğu dehşetli katliâmların acısı bütün sıcaklığıyla ortada dururken, bu kez Müslüman Kosovalılara yönelik şiddetli bir katliâm harekâtına başlattı.

Saldırıların ikazlara rağmen devam etmesi üzerine, ABD Başkanı Bill Clinton’un öncülük etmesiyle harekete geçen NATO gücü, Sırpların silah ve mühimmat üslerine karşı 24 Mart 1999 günü şiddetli bir hava harekâtı başlattı.

Bu şiddetli çıkışla derhal anlaşıldı ki, azgınlaşmış Sırplar ancak bu lisandan anlayabiliyormuş. Nitekim, Bosna Hersek’teki durum da böyle olmuştu. Sırplar, ne zamanki kendilerinden üstün bir kuvvetle karşılaştılar, hemen yelkenleri indirip geri çekilmeye koyuldular. Ne var ki, yine de Sırplar sinmiş değil. İlk fırsatta aynı tür saldırılarda bulunacaklarına muhakkak nazarıyla bakılıyor.

Mesela, halen iki milyon iki yüz bin kadar nüfusu bulunan Kosova halkı, Sırpları saldırı tehdidi altında bulunuyor. Bir ay kadar evvel bağımsızlığa adım atmalarıyla birlikte, Sırpların tahriklere başladılar ve yeniden saldırmak için fırsat aramaya koyuldular.

Bereket ki, Kosova halkı halen de NATO askerî gücünün koruması altında bulunuyor. Aksi halde, Balkanlarda yeni bir katliâm harekâtının yaşanması kaçınılmaz olacaktı. Ancak, bu koruma desteğine rağmen, yine de Sırpların bir yolunu bulup coğrafyayı kana bulamasından endişe ediliyor.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cennet Allah'ın lütfu iledir



İsmail Bey:

* “Risâle-i Nur’da geçen ‘Allahü Teâlâ’nın cennete koyması fazlından, cehenneme koyması adaletindendir’ sözünü açıklar mısınız? Sevabı günahından fazla bir insanın cehenneme gitmesi mümkün mü? Bu adalet mi oluyor?”

1- Ahirette takdir, hüküm ve emir Allah’a aittir. Bunu Kur’ân, “O gün emir yalnız Allah’a aittir”1 âyetiyle bildiriyor. Kullara düşen Allah’a teslim olmaktan ve Allah’ın zulmetmeyeceğinden emin olmaktan başka bir şey değildir.

2- İyilik ve hayır Allah’a aittir. Çünkü isteyen de, emreden de, iyilik ve hayır fırsatları veren de, iyilik ve hayır araçları yaratan da, iyiliğe ve hayra yönlendiren de, hidayet veren de, sebep olan da Cenâb-ı Allah’tır.

İyilik ve hayırda fâil Cenâb-ı Allah’tır. Fakat şer ve kötülük kullara aittir. Çünkü şerde ve kötülüklerde, günahta ve seyyiâtta fail kuldur.

Kur’ân bildiriyor ki: “Sana her ne iyilik erişirse Allah’tandır. Sana her ne kötülük gelirse o da kendi kusurun sebebiyledir.”2

Keza biz mü’minler dünyada da, âhirette de iyiliği ve hasenâtı doğrudan Cenâb-ı Allah’tan istiyoruz.

Keza Cehennem’den de doğrudan Cenâb-ı Allah’a sığınıyoruz.

Şu âyet de mü’minleri bu vasıflarıyla övüyor: “Ey Rabbimiz,” derler, “Bize dünyada da iyilik ve hasenât ver, âhirette de iyilik ve hasenat ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azabından koru.”3

İyilik ve hayır Allah’a ait olduğu ve kulun bunda hiçbir dahli, hiçbir hakkı bulunmadığı için, adalete göre hükmedilmiş olsaydı, kulun sevabı ya birebir olacak, ya da hiç olmayacaktı. Şer ve kötülük ise kula ait olduğundan ve bütün şartlar insanı iyiliğe yönlendirdiğinden, kulun şer yapması ise adalete göre aleyhine dönecek ve kula en az bire bin günah kazandırması gerekecekti.

Oysa bakın âyet ne kadar rahmet müjdeleriyle doludur: “Kim Allah’ın huzuruna bir iyilikle gelirse, kendisine on kat sevap vardır. Kim bir kötülükle gelirse, o da o kötülüğün misliyle cezâlandırılır. Onlar haksızlığa uğratılmazlar.”4

Bir diğer âyet ise bir iyiliğe en az yedi yüz sevap müjdeliyor: “Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli bir daneye benzer ki, ondan yedi başak sümbüllenir. Her bir başakta da yüz dane bulunur. Allah, dilediği kimseye yaptığı iyiliğin karşılığını böyle kat kat verir. Allah’ın lütfu geniştir ve ilmi her şeyi kaplar.”5

Görüldüğü gibi Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’ın adaletinden önce, Allah’ın rahmeti, merhameti ve lütfu ön plandadır. Bedîüzzaman Hazretleri, Yirmi Üçüncü Sözün İkinci Mebhasında bu âyetleri tefsir eder ve der ki: “Bak Cenâb-ı Hakkın fazlına ve keremine. Seyyieyi bir iken bin yazmak, haseneyi bir yazmak veya hiç yazmamak adalet olduğu halde; bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bazen yetmiş, bazen yedi yüz, bazen yedi bin yazar. Hem şu nükteden anla ki, o müthiş Cehenneme girmek cezâ-i ameldir, ayn-ı adldir. Fakat Cennete girmek mahz-ı fazldır.”6

Dipnotlar:

1- İnfitar Sûresi: 19

2- Nisâ Sûresi: 79

3- Bakara Sûresi: 201

4- En’âm Sûresi: 160

5- Bakara Sûresi: 261

6- Sözler, s. 512

24.03.2008

E-Posta: [email protected]




Abdurrahman ŞEN

Âşık Veysel çizgisine ihtiyaç var!



Halk şiiri geleneğimizin 20. yüzyıldaki en önemli halkası olan Âşık Veysel Şatıroğlu, başta doğduğu yer olan Sivas’ın Sivrialan Köyünde olduğu gibi yurdun çeşitli bölgelerinde düzenlenen törenlerle anıldı. Âşığın, bedenen aramızdan ayrılışının 35. sene-i devriyesinde İstanbul’da da çeşitli törenler yapıldı.

Günün ilk programı, -her yıl olduğu gibi- Âşığın anıtının bulunduğu Gülhane Parkı’nda, sevgili Ahmet Özdemir Ağabeyimin yönetiminde, Âşık Veysel’in kızı sevgili Hayriye Özer Ablamız, damadı Hüseyin Özer Ağabeyimiz, koca Veysel’in torunları, torunlarının çocukları ve sevenlerinin katılımıyla yağmur altında gerçekleştirildi…Sevgili Ahmet Özdemir ağabeyimin kısa bir biyografi sunmasından sonra çeşitli konuşmalarla ustanın ânıları paylaşıldı bir kere daha. Konuşmaların ardından halk ozanları ustalarına seslendiler, Âşık Veysel’in eserlerini seslendirdiler.

Âşıklar koca Veysel’den eserler seslendirdi, kendi eserleriyle koca ustaya seslendiler dedik ama… Elbette kolay değil Veysel gibi saz çalabilmek! Koca Veysel sazın bir noktasından tutar ve elini oynatmazmış... Bir gün sormuşlar: “- Başka âşıklar sazın üzerinde gezinip duruyorlar çalarken... Sen ise bir noktayı tutuyor ve bırakmıyorsun!”

Veysel’in cevabı muzipçedir: “- Onlar benim tuttuğum yeri arıyorlar!”

O günlerde Âşık Veysel’in şiirlerini ve türkülerini, batı sazlarıyla ilk söyleyenlerden ve kısa süre önce yitirdiğimiz Fikret Kızılok da sormuş bir gün Âşık Veysel’e; “- Şu sazımı akort et de ver Veysel baba... Ben sizden ilham almak istiyorum.” Veysel’in cevabı, gelenekten beslenmeyi düşünen herkese ders niteliğindedir: “- Ben sazımı halka göre akort ediyor ve ilhamımı Hakk’tan alıyorum. Siz de böyle hareket ederseniz, sazınız akortlu demektir!”

Aramızdan bedenen ayrılışının her yıldönümünde Âşık Veysel’i anlamaya, tanımaya her zamankinden de fazla muhtaç olduğumuz gerçeğini de daha bir iyi anlıyoruz aslında.

Âşık Veysel bu ihtiyacımızı giderebilmenin yollarından sadece biri... Ama önemli biri... Vefatı üzerinden geçen 35 yılda yaşadıklarımızı şöyle bir düşününce görüyoruz ki; gerçekten Âşık Veysel’in fikirlerine, şiirlerine olan ihtiyacımız her geçen gün daha fazla artıyor...

Evet… Türkiye’mizin “birlik çimentolarından” biri olan, halk ve Hakk aşığı Âşık Veysel Şatıroğlu’nun vefatının üzerinden tam 35 yıl geçmiş durumda.

Türkiye’yi bölmek isteyenlerin en çok kullanmak istediği -yumuşak karnımız haline getirilmiş- sorunların önde geleni olan Alevî-Sünnî bölünmüşlüğünden, yumuşak bir yorum farklılığına gelebilmenin yolu olarak Âşık Veysel’i anlamaya, tanımaya olan ihtiyacımız her geçen gün ziyadesiyle artıyor. Bu yolda atılan adımlarla olumlu gelişmeleri, yakınlaşmaları görmek insanları mutlu ediyor…

Âşık Veysel, ülkede birlik ve beraberlik yolunu sağlamanın anahtarını mısralarıyla milletine vermiş biri... Ama önemli biri...

Bu gün geriye doğru baktığımızda; Veysel’i anlama noktasında yeterli duyarlılığı gösterdiğimiz söylenemez. Benliklerindeki kurtçuğa teslim olmuş olanların Âşık Veysel’i anlamaları da mümkün değil zaten! Ama onları bulundukları noktada bırakıp, âşığın sazının neşesinde, sözünün peşinde olanların kazançlı çıkacağı kesin.

Bütün toplumun Âşık Veysel çizgisine gelmesinden zararı olanların, çıkar çarkları zedelenecek olanların Veysel’in anlaşılmasından rahatsızlık duymaları da normal değil mi?

“Senlik benlik nedir bırak” şiirini hatırlamak bile, birlik-beraberlik düşmanlarının fotoğrafını berraklaştırıyor: “Allah birdir Peygamber Hak/ Rabbül âlemindir mutlak/ Senlik benlik nedir bırak/ Söyleyim geldi sırası

Kürt’ü Türk’ü ve Çerkes’i/ Hep Âdem’in oğlu kızı/ Beraberce şehit gazi/ Yanlış var mı ve neresi

Kur’ân’a bak İncil’e bak/ Dört kitabın dördü de Hak/ hakir görüp ırk ayırmak/ Hakikatte yüz karası

Binbir ismin birinden tut/ Senlik benlik nedir sil at/ Tuttuğun yola doğru git/ Yoldan çıkıp olma âsi

Yezit nedir, ne Kızılbaş/ Değil miyiz hep bir kardaş/ Bizi yakar bizim ateş/ Söndürmektir tek çâresi

Kişi ne çeker dilinden/ Hem belinden hem elinden/ Hayır ve şer emelinden/ Hakikat bunun burası

Şu âlemi yaratan bir/ Odur külli şeye kâdir/ Alevî Sünnilik nedir/ Menfaattir varvarası

Cümle canlı hep topraktan/ Var olmuştur, emir haktan/ Rahmet dile sen Allah’tan/ Tükenmez rahmet deryası

Veysel sapma sağa sola/ Sen Allah’tan birlik dile/ İkilikten gelir belâ/ Dava insanlık dâvası…”

Evet… Aslında işin püf noktası burası: İnsanlık dâvası…

“İnsan” olmanın hiçbir gereğini yerine getirmeden, başka başka şeyler olmaya niyetlenenler yüzünden bu gün insanlarda huzur kalmadı!

“İnsan” olamadıktan sonra da konuşulacak ne kalıyor ki?

Son nefesini verme vaktinin yanaştığını fark eden oğlu teybini açıp sormuş: “- Baba... Vakit doluyor gibi... Sesin bizlere hâtıra kalacak! Bize bir şeyler söyle...”

Âşık Veysel’in sesi yorgun, cümleleri kesik kesiktir ama... Tam da Âşık Veysel’e yakışacak güzelliktedir: “- Ne diyeyim oğul ? Ne diyeyim? Birbirinizle, konu komşuyla iyi geçinin... Dirliğiniz, düzeniniz bozulmasın... Herkesin günahı kendine... Keçiyi keçi bacağından asarlar, koyunu koyun bacağından...”

Bir süre susar Âşık Veysel... Yumuşak, sıcak ama halsiz bir ses tonuyla Allah’a (cc) yönelir... Niyâzı Yaradan’adır: “-Külli şeye kaadirsin ya Rabbiiiim... Sen bağışlayıcısın ya Rabbiiiim... Sen affedicisin ya Rabbiiiim...”

...Ve; Âşık Veysel Şatıroğlu, bu sözlerden birkaç saat sonra, 1894 yılında dünyaya geldiği tarla yoluna gömülmek üzere, 21 Mart 1973’ün sabaha karşı saat 03.00’ünde son nefesini verir, ruhunu teslim eder...

Ruhu şâd olsun.

24.03.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri