Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Abdil YILDIRIM

İstinat noktamız



İnsan olarak, ne kadar âciz ve çaresiz olduğumuzu anlamak için, nazarımızı ruhumuza çevirip kalbimizin hatırını sormak yeterlidir. Kalbimizde binlerce elemlerden gelen feryatları işitecek, ruhumuzda tonlarca yükün ağırlığını hissedeceğiz. Hayat yolculuğumuza kendi akıl fenerimiz ve cüz’î ihtiyarımızla devam ettiğimiz müddetçe, bu ağır yükler ve kederler bizi terk etmeyecektir. O zaman hayat bir azaptan ibaret olacaktır.

Arkamıza baktığımızda, geçmiş hayatımız gözümüzün önüne gelecek. Çekmiş olduğumuz sıkıntılar, geçirmiş olduğumuz badireler, yaşamış olduğumuz acılar, hafızamızın yakasına yapışmış olduğu halde, bize azap vermeye devam edecektir. Neşeli oyunlar ve güzel oyuncaklar arasında geçen çocukluğumuzun çok gerilerde kaldığını, güç ve kuvvet kaynağı olan gençliğimizin bizi terk ettiğini, çok sevdiğimiz annemiz, babamız ve dostlarımızın toprak altında çürüyüp gittiklerini düşünerek, arkamızda ağır bir yükün asılı olduğunu fark edeceğiz.

İleriye baktığımızda, geleceğe dair endişeler, korkular, bizi bekleyen ihtiyarlık, hastalık ve ölüm gibi musibetlerin yolumuzu gözlediğini göreceğiz. Gelecekte fakir düşmek, aç kalmak, perişan olmak, düşkün ve zelil bir vaziyette kimsesiz kalmak endişesi gibi senaryolar da hayalimizin sahnesinde canlanacak. Böylece hayattan dehşet almaya devam edeceğiz. Bu da ağır bir yük olarak ruhumuzun omuzlarında yerini alacak.

Yukarıya baktığımızda başımızın üzerinde durmadan dolaşan sayısız gök cisimlerini, ateşten bir kılıç gibi parlayıp sönen şimşekleri görecek, kalbimizi titreten gök gürültülerini işiteceğiz. Korkuların ağırlığı da kalbimize karabasan gibi çökecek. Bunların karşısında ne kadar âciz olduğumuzu anlayacak, korku ve endişeden geceleri uykularımız kaçtığı gibi, gündüzleri de huzurumuz kaçacak.

Aşağıya baktığımızda, kabir bir ejderha gibi ağzını açmış, bizi yutmak için bekliyor olduğunu göreceğiz. Veya da, bizden öncekilerin düşüp kaybolduğu bir dipsiz kuyu gibi görünecek. Velhâsıl, hangi yöne baksak, vahşet, dehşet, korku ve endişeden başka bir şey göremeyeceğiz. Bütün bu korkuların ağırlığı altında ezilip gideceğiz.

Bu kadar ağırlık altında, bir azap içinde yaşamak mümkün olmadığına göre, bu yükleri kalbimizin ve ruhumuzun omuzlarından kaldıracak bir kaldıraca ihtiyacımız vardır. Ünlü fizikçi Arşimed, “Bana bir istinat noktası gösterin, dünyayı yerinden kaldırayım” demiş. Demek ki istinat noktamız kuvvetli olursa, biz de ruhumuzun ve kalbimizin üzerindeki çok ağır yükleri kolaylıkla kaldırıp, o yüklerin altında ezilmekten kurtulacağız.

İstinat noktası olarak, kendi gençliğine, güç ve kuvvetine güvenenler, bir süre sonra gençliğin de, gücün de ellerinden çıktığını görüyorlar. Kaldı ki, gençliğin gücü de hayatın yükünü kaldırmaya yetmiyor. Parasına, servetine, şöhretine güvenenler, bir süre sonra onları da kaybediyorlar. Yoksulluğun ve yalnızlığın ağır yükü altında ezilmeye başlıyorlar.

Öyleyse, insana öyle bir istinat noktası lâzım ki, ona dayandığı zaman dünyanın ağırlığını kolaylıkla kaldırıp üzerinden atabilsin. Bu istinat noktası ise, Bediüzzaman’ın ifadesi ile, “her mü’mini tek başıyla dalâletin cemaatle hücûmuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî” olabilir. İstinat noktası Allah’a iman olanlar, hiçbir yükün altında ezilmeyecek, hiçbir zorluğun karşısında yılmayacak ve yıkılmayacaktır.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin EREN

Dün oldu, yarın doğmadı



Dünya bize gülmüyorsa oturup ağlayalım mı? Ağlamaya değen nedir, gülmeye değen nedir değişen dünyada? İzafîliğin resimleri, değişimin sesleri; sevinçleri deliyor, kederleri lezzetlere çeviriyor… Çepe çevre saran üzüntü veya lezzet; bir rüzgârlık serap… Silik sahiplenmeler, sahici olmayan hallerden hallere dönüyor dünya… Durmuyor gidiyor; uzak iklimlere, uzak dünyalara…

Dün ya oldu, yarın daha doğmadı… Bugünün sıkışmışlığında kâh o yana kâh bu yana kıvranıp duruyoruz, elde var; hiç… Hiç; hiçbir zaman varlığını bu zaman kadar hissettirmedi… Maddenin zirvesinde, görüntünün zevksiz ve hissiz şatafatında dönen kısır döngü; mânâyı, zarafeti, gizemin güzelliğini gizledi… Gülenlerin ve ağlayanların sesleri birbirine karıştı, ne sevinen sevindiğiyle kaldı ne de dertli derdiyle… İyi ki dönüyor, iyi ki dönmekle birlikte ileri gidiyor dünya, yoksa gamlı olan neşeyi bilmez, neşeli olan gamı bilmezdi… Siyahta olanlar siyahta kalır, beyazda olanlar beyazda; aradaki rengârenk renkler bilinmezdi…

Tek düze, tek ses, tek renk akardı hayat; acı veya tatlı… Acının tadı, tadın acısı bilinmezdi durgun duygularda… Durduk yerde durulur bir adım atılmazdı, kemale… “Çaresi olan şeyde acze, çaresi olmayan şeyde cezaya düşülmez” düşünülmezdi… Ezen ezdiğiyle kalır, ezilen ezildiğiyle… Reziller ve azizler, aşağıdakiler ve yukarıdakiler, güçlüler ve zayıflar, zenginler ve fakirler, idare edenler ve idare edilenler, aldatan ve aldananlar hep aynı kalırdı dönmeseydi dünya…

Dönersen dön, gidersen git; Esmasız, ahiret mezrası olmayan yöne… Tutan yok, sana olan tutku azaldıkça hürriyet ve hiffet artıyor… Seni yetişmek, seni tutmak mümkün mü? Bir tekmede atıyorsun aşağılara… Zahir aldatman zehirli bal gibi; yemeyen iştahlı, yiyen bin pişman…

Karnın ateş dolu, yüzün güllerle gülüyor, kuşlarla ötüyor, çiçeklerle renk veriyor olsa da… Derin bir karanlık kaplı neşenin hemen altında, ağlayanların seslerini duymuyor sağır sultanlar… Servet, saltanat, şehvet düşkünleri düşmüşler çukuruna bir şekilde; ne çıkabiliyorlar, ne de tam yerleşebiliyorlar...

Dünya durmuyor gidiyor; güleni ağlayanı, başaranı başaramayanı, sevinçlisi kederlisiyle karışık… Akıyor anlar, geçiyor günler… Zaman rüzgârı tozları ve tohumları karışık savuruyor; üzülmek üzülmek değil, neşe neşe değil…

Gerçek, geldik gidiyoruz… İyi ki kalıcı değil, dert de deva da… Ne dertsiz olunuyor, ne de dertle… Ne elemsiz, ne de lezzetsiz… Hızlı dönüyor dünya; hızına ve hazına yetişemiyoruz… Boşlukta yürümeye alıştık, nasıl dönersen dön, gidersen git. Belki de boşlukta yürümek kanatlanmamız için gerekli, sen bize güle güle demeden biz sana Allah’a ısmarladık demek; özlemimiz güzellik.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Mısır’ın gizemi: Piramitler



Mısır deyince akla ilk Piramitler gelir şüphesiz… Piramitler, kartpostallardaki azameti, kitaplardaki gizemi ve tarihteki yeriyle, her yıl yüz binlerce turistin, dünyanın dört bir yanından akın akın Mısır’a gelmesinin başlıca sebeplerindendir.

Tabiî, bu arada Piramitlerin yapılış sebebinin ne olduğunu bilmeden gelen çok insan var buraya. Turistik gezi amacıyla gelen, işin gizemine kapılanlar için zaten çok önemli de değildir bunlar. Anlatılanları, rivayetleri dinlerler, kafa sallarlar, ama yine de onlar Mısır’a gelmiştir, Piramitleri görmüştür. Öyle ki, Piramitlerin dünyanın yedi harikasından biri olduğunu bilmeyen insanlar bile vardır bu ziyaretçiler içinde.

Mısırlılar; Kahire’ye geldikten sonra, insanın yemeden, içmeden; oteline gitmeden ilk olarak Piramitleri görmek istemesini pek anlayamazlar. Mısırlılar içerisinde, Kahire’de yaşayıp da hâlâ Piramitleri görmemiş çok fazla insan vardır. Bu belki elindekinin kıymetini bilememekten, belki de “Orada duruyor Piramitler, elbet bir gün giderim” anlayışından kaynaklanmaktadır.

Mısır’a ilk geldiğimde, her turistin yaptığı gibi Piramitlere gidiyordum. Hayalimde uçsuz bucaksız bir çöl, o çölün ortasında yükselen devasa piramitler vardı. Şehri biraz geride bıraktık, yer yer varoş mahalleler, ya da yeni yerleşim birimleri kendini göstermeye başlamıştı. Derken, o kargaşanın ortasında, orada, birkaç apartmanın, birkaç çatısız evin arkasında gördüm onları. Sanki oraya sonradan monte edilmiş gibi, sessiz sedasız duruyorlardı. Ben hâlâ onların Piramitler olduğuna inanamıyor, acaba daha gidecek miyiz diye düşünüyordum. Fakat onlar Piramitlerdi. Hayallerimdeki çöl, çarpık şehirleşmenin ve turist kapısı otellerin esiri olmuştu bir kere. Piramitlerse yorulmuş, biraz dinlenmek, biraz da dertleşmek istercesine, bütün azametiyle kartpostallarda gördüğünüz yapıların ta kendisiydi. Etraftaki seyyar satıcılara, zorla deve ya da at turu yaptırmak isteyen adamlara, “Ben size birşey olmasın diye sizi izliyordum, sizin gözleyicinizim, para isterim” diyen kişilere rağmen, yani kendisinden olabildiğinde rant almaya çalışan herkese ve her şeye rağmen, Keops, Kefren ve Mikerinos; bölgedeki irili ufaklı 110 kadar piramidin en büyükleri ve en bilinenleri olarak gururla ayakta durmaya devam ediyorlar.

Yıllar önce insanlar dünyanın dört bir yanından yine Piramitleri ziyarete geliyor, fakat herkeste en yüksek noktaya tırmanma hevesi ve hayali de bulunuyormuş. Gelen herkes de istedikten sonra bunu başarabiliyormuş. Fakat bir ara insanlar arasında Piramitlerin üzerine çıkıp intihar etmek bir moda halini alınca ve dünyanın dört bir yanından Piramitleri görmeye değil, bu anlamsız, çılgın hayali gerçekleştirmeye gelenlerin sayısı arttıkça, yetkililer oldukça yerinde bir kararla Piramitlerde belli bir seviyeden yukarısına çıkılmasını yasaklamışlar. Kurunun yanında yaş da yanıyor, ama bu bir yandan da Piramitlerin dokusunun korunmasını sağlıyor.

Şimdi artık Piramitler günlük hayatımın bir parçası oldu. Bazen çevre yolundan giderken aniden uzaktan belirivermeleri, ya da eğer hava çok bulutlu değilse, kaleyi ziyaret ettiğimde belli belirsiz siluetleri ile beni selâmlamaları Piramitleri ilk gördüğüm andan çok daha fazla etkiliyor beni. Güneş doğarken dimdik, güneşin sıcağında dimdik, gün batımında dimdik; belli belirsiz tebessüm eden Piramitler, yıllara ve koskoca bir medeniyete şahitlik etmiş olmanın ve Mısır’ın gizemini ve sırrını göğüslerinde taşımanın gururunu taşırlar.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İmanla kabre girmek



Tatip Mehmed yaşlı, ciddî bir Nur talebesi. Onca yaşına rağmen insanların dünya ve ahiret saadetlerinin vesilesi olan Risâle-i Nur isimli Kur’ân tefsirlerini yazmakta. Çünkü o yıllarda Kur’ân öğrenmek yasak, Kur’ân’la ilgili her şey yasak. Matbaalarda henüz basılamıyor. Hatip Mehmed mum ışığında, lambalar altında, hizmet aşkıyla, zevk ve şevkle yazmakta. Elinde İhtiyarlar Risâlesi var. On Birinci Rica isimli bölüme gelmiş. Burada Kelime-i Tevhid’den bahsediliyor. Hatip Mehmed tam bu kelimeyi yazarken ağzıyla da Kelime-i Tevhid’i söyleyerek ruhunu Rahman’a teslim ediyor. Kimbilir bu hakikatler muhtaç kaç kişinin imanının kurtulmasına vesile olacaktı. O başkalarının imanının kurtulması için didinmekte. Cenâb-ı Hak da onun imanını kurtarmakta. Bu olaya bir eserinde yer veren Bediüzzaman Hazretleri, bu ciddî ihtiyar talebesinin “Lâ ilâhe illâ Hû” yazıp diliyle de “Lâ ilâhe illallah” diyerek hüsnü hatime hatemiyle hayat sayfasını mühürlediğini belirtiyor.1

Îman-ı tahkikîye ulaşmak, insanın dünyasını da Cennete döndürmek, hayatın gerçek zevkine vardırmakla kalmaz ebedî saadetin anahtarını da verir insanın eline. Çünkü şeytan böyle îman sahiplerinin îmanını çalamaz. “Îmanı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine [çalınmayacağına] ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki, ‘Sekerât vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.’ Bu nev'î îman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin îmanı zevâlden mahfuz kalıyor.”

Bu açıklamayı yapan Bediüzzaman, bu yolun ehassı havassa ait olduğunu söylüyor. “Risâle-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu ve hakikatini teşkil eden ikinci yol ise akıl ve kalb işbirliğiyle zarûret ve bedahet derecesine gelen ilmelyakîn ile îman hakikatlerini tasdik etmektir. Risâle-i Nur bu konularda öyle ispatlar getirmiştir ki, îman hakikatlerine ters düşen yolların ne kadar akıl dışı ve imkânsız olduğunu göstermiştir.”2

Demek ki Risâle-i Nur, insana tahkikî îmanı kazandırarak hem dünyasını, hem de imanla kabre girmesini sağlayarak âhiretini îmar etmektedir. Daha imanın sayısız nur ve faydaları var. İnsan bunların farkına vardığında ne kadar büyük bir nimet ihsan ettiği için Rabbine nasıl şükredeceğini bilemez.

Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası, s. 22.,

2. A.g.e., s. 16

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Dünyada ve mahşerde İsm-i Adlin tecellîsi



İzmir’den okuyucumuz: “Mahşerde ameller tartıldığı zaman, iyiliklerin ve kötülüklerin ağırlık durumuna göre hüküm verileceği; her kötülüğün zerre kadar da olsa cezasının verileceği, her iyiliğin de zerre kadar da olsa mükâfatı verileceği ne demektir? Adaletin tecellîsi bakımından dünya ahiret dengesi gözetiliyor mu?”

Cenâb-ı Hak Âdil’dir; yani adalet sahibidir. Adaletle iş yapar, adaletle muâmele buyurur, haksızlık ve zulüm yapmaz. Allah ne hükümlerinde, ne emirlerinde, ne kahrında, ne gazabında, ne celâlinde, ne cezasında zulmetmez; her işinde ve her fiilinde mutlak adalet sahibidir.

Âdil-i Hakîm olan Rabbimiz, adaletinin gereği olarak insana, sevaba ve cezaya esas olacak bir ihtiyar ve irade vermiş, insanı iradesinde hür bırakmış; ama mesuliyeti de omuzuna yüklemiştir.1 Âdiliyet tabirinin Cenâb-ı Hakk’ın hem ismine, hem fiiline, hem sıfatına, hem de şe’nine (mukaddes hallerine) işaret ettiğini beyan eden2 Bedîüzzaman Hazretleri, zalimin de mazlûmun da ruhunu alarak her ikisini de eşitleyen ölümden sonra; Allah’ın adaletinin zorunlu bir gereği olarak Mahkeme-i Kübrâ kurulacağını, hakkın yerini bulması bakımından Adl isminin âhireti ve haşri ispat eden isimlerden olduğunu kaydeder.3

Mahşer günü, büyük adalet günüdür. Bir diğer ifadeyle, adaletin eksiksiz tahakkuk edeceği büyük buluşma günüdür. Hükümlerini esasen dünyadan itibaren icraya koyan İlâhî adalet, Mahşer gününde artık son sözünü söyler; o gün hak yerini tamamen bulur. O günden geriye, tartılacak bir husus, görülecek bir dâvâ, hüküm verilecek bir mesele kalmaz.

Kur’ân, mahşeri “İlâhî adalete” vurgu yapan söz ve kelimelerle gündemimize çok sık taşır. “O gün tartıları ağır gelen kimse, hoşnut olacağı bir yaşayış içinde olacaktır. Mizanı hafif gelenlerin ise sığınacağı yer haviyedir, Cehennemin kızgın ateşidir”4 buyuran Cenâb-ı Hak, bir diğer âyette ise, “Kim zerre kadar hayır yaparsa onun mükâfatını görecek, kim de zerre kadar kötülük yaparsa onun cezasını görecektir”5 buyurmaktadır.

Bu âyetler adaletin tam tahakkuk edeceğini, hiç kimsenin hiçbir davranışının görmezden gelinmeyeceğini, her davranışın muhakkak bir bedeli olduğunu ısrarla dile getirir.

Allah’ın adaletinin tahakkuk yeri sadece mahşer değildir elbet. Yaşadığımız, nefes alıp verdiğimiz her bir günde de adaleti İlâhî’nin tecellileriyle karşı karşıya bulunmaktayız. Burnumuzun kanamasından, başımızın ağrımasına ve işimizin yolunda gitmemesine kadar her tecellînin, bir bakıma adaletin tahakkuku olduğu hadislerce de bildirilmiştir.

Öyleyse unutmamalıyız ki, Allah’ın adaleti dünyada da tecellî eder. İlâhî adalet, yaşadığımız hayatı her boyutuyla kucaklar, bütün canlıları kuşatır. Halk arasında, “Eden bulur”, “Gülme komşuna, gelir başına”, “Ne ekersen onu biçersin” gibi sözler İlâhî adaletin gerek beşerî ilişkilerimizde, gerekse hayatımızın her kesitinde önemli bir yere sahip olduğunu gösterir. Üstad Saîd Nursî, Semûd, Ad ve Fir’avun kavimleri gibi geçmiş kavimlere gelen dünyevî musibetleri Âdil isminin bir tecellîsi olarak zikreder ve bu musibetlerin, o kavimlerin Peygamberlere isyanlarına mukabil başlarına geldiğini belirtir.6

Adaletin tecellisi bakımından dünya-âhiret dengesini elbette Cenâb-ı Hak kurar.

* Ebû Ümâme (ra) bildirmiştir: Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şu beş şey ne güzel, ne güzel! Bunlar mizanda ne kadar da ağır gelirler! Lâ ilâhe İllallah, Sübhân’allah, Elhamdülillah, Allahü Ekber ve Müslüman bir kişinin salih bir evlâdı vefat ettiğinde sabredip sevabını Allah’tan beklemesi.”7

* Enes (ra) bildirmiştir: Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Allah hiçbir mü’mine bir tek iyiliğinde bile haksızlık etmez. İyiliğine karşılık dünyada birçok nimetler verir. Âhirette ise ayrıca buna karşılık mükâfatlandırır. Kâfirin ameline gelince: İyiliklerine karşılık dünyada rızıklandırılır. Âhirete kavuştuğunda ise, karşılık verilecek bir iyiliği bulunmaz.”8

Demek, Allah’ın adaleti dünya ile mahşerde bir bütün olarak tecellî etmektedir. Öyleyse adaletin tecellîsi açısından dünya ile mahşer, tıpkı bir terazinin iki kefesi gibi birbirini tamamlamaktadır.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 430; 2- Şuâlar, s. 72;

3- Sözler, s. 66, 67, 80, 81, 82; Şuâlar, s. 193–195; M. Nuriye, S. 36; Mektûbât, s. 244, 399. 4- Kâria Sûresi, 101/6, 7, 8, 9. 5- Zilzâl Sûresi, 99/7,8. 6- Şuâlar, S. 534. 7- Câmiü’sSağîr, 2/1697. 8- Riyâzu’sSâlihîn, 427.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

“Eskiyi dinamitle temelden söküp atmalı!”



Türkiye’de din değiştirme çabaları sonuçsuz kaldı. Ancak, bunun yerine gayet münafıkane hareket ederek, dinde reform adı altında aynı hedefe varılmak istendi ve isteniyor da.

M. Kemal'in reform siyaseti, dinin bir rol üstlenmesinin reddedildiği bir düzen içinde yeni bir kollektif kimlik oluşturmaktı.1 Cumhuriyet, resmen pozitivizmi bir ideolojik temel olarak kabul eder.

Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında “sosyalizm ve bolşevizm” prensipleri yerleştirildiğini Bediüzzaman şöyle deşifre etmiştir: “Ehli dünya tarafından deniliyor ki: ‘(...) Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor...’”2

Dinî reformlar da bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Topluma sosyal ve kültürel cepheden yön verme projesinin bir ismi olan “yüce önderlik”, 1789’larda Fransız İhtilâlinden gelip “deccalizmin” etkisinin sürdüğü başka ülkelere resmen sıçrar. Değişik isim ve ideolojiler altında o toplumların yapısına göre de şekillenir. Tabiî ki, adı “din” değilse de, diğer yerleşik dinlerin yerini aldı. “Resmî” kanaldan, “resmî din” olarak... Eski SSCB’de Stalin, Çin’de Mao, Arnavutluk’ta Enver Hoca, Kore’de Kim İl Sung, Türkiye’de M. Kemal tarafından temsil edildi “yüce önder”lik.

“Siyasal din”in en karakteristik özelliği, yerleşik dinin yerine, “mitolojik bir soyun mitolojik değerlerini” yerleştirme faaliyetidir. Stalin’in devrimleri, Mao’nun kültür devrimi, M. Kemal’in ilke ve inkılâpları, yâni CHP’nin “altı oku” bunun tipik örnekleridir. İlkeler, “siyasal din”in inanç ve nerede ise ibâdet manzûmesi idi. M. Kemal de, Gündüz Aka’nın, “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter!” gibi benzer sözleriyle, “yüce önder” ilân edilmişti. Ders kitapları, resmî çevreler hep şunu terennüm ede gelmişti: “Yurdu kurtaran M. Kemal’dir. Türk ulusunu o yeniden yaratmıştır!” Zaten, ilk okullardan üniversitelere kadar onun efsâne, mitolojik kişiliği nazara veriliyordu. Her vesîle ile, “saygı duruşu”na geçiliyor, takdis ediliyor, karşısında kıyamda duruluyordu... Müslümanlık yerine, “Atatürkçülük” ikame edilmek isteniyordu: “Atatürk’ü sevmeyen Türk değildir, Müslüman da değildir”5 deniyordu. “Atatürkçülük Manifestosu”nun 5. ve 12. sayfalarına bakanın nazarına hemen ilişir: “Öz dinimize gelince, o da Atatürkçülükle tüm bağdaşmaktadır. Öz Müslümanlık, pırıl pırıl bir Avrupalılıktır. Ezan ve ibâdetler öz Türkçe olsun. Camiler Atatürkçülük eğitim yuvaları olmalıdır. Vaiz yazıları Ankara’dan gönderilmelidir.“ Aynı kitabın ikinci sayfasına göz attığımızda, “Hiç unutmam, bir akşam Atatürk, ‘Eskiyi temelinden dinamitle söküp atmalı ki, yerine yenisi kurulabilsin...” cümlelerinin yer aldığını görürüz. Bilhassa 1924’lerden 1950’lere kadar, ondan sonra da “Atatürkçü” çevrelerin, okullarda, kitaplarında, dünyalarında, M. Kemal’i, “yüce önder”, “efsane, mitolojik değer” şeklinde algıladığı ve öyle de lânse ettiği müşahede edilir. Müslüman Türklerin hayatında önemli mevkilere sahip olan tarihî şahsiyetlerin türbe ve mezarlarının ziyaretlerinin yasaklanıp, Anıtkabir ziyâretlerinin resmî bir teâmül, bir görev hâline getirilmesi, hiç şüphesiz ki bu inanışın sadece bir parçasını yansıtmaktadır.

Dipnotlar:

1-Prof. Dr. Şerif Mardin, Türkiye’de Din ve Siyaset, İletişim, İst., 1998, s. 71. 2- Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 174.; 3- Dr. Engin Arın, Atatürkçülük Manifestosu, s. 9.

27.05.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İktidar şansı olan partiler (2)



Millet ekseriyetinin oyunu alarak 1950'de tek başına iktidara gelen Demokratlara talebeleriyle birlikte istinat noktası olan Üstad Bediüzzaman, bu fikir ve misyon hareketini eski Ahrar Fırkasının devamı mahiyetinde görüyor ve aynen şunları beyan ediyor: "...Hürriyet başında (1909) bizimle, yani ...İttihad-ı Muhammedî ile müttefik olan (1914'ten evvel kapatılan) Ahrar Fırkası, yine otuz beş sene sonra dirildi (1950), yine uyandı. Birden şeâir-i İslâmiyenin başında olan ezan-ı Muhammedi`yi farmasonların zincirlerini kırıp ilân etti." (Beyanat ve Tenvirler, s. 202)

35 yıl müddetle siyaseti terk eden ve işte bu harikulâde dirilişle yeniden siyasete bakan Üstad Bediüüzzaman, Demokratlar'ın karşısında iktidara aday iki partiden (Halk Partisi, Millet Partisi) daha söz ediyor ve bunların vereceği muhtemel zararlara dikkat çekiyor.

Bu meyandaki düşünce ve kanaatini de, öyle sırf kendi muktesebatının bir eseri olarak görüyor değil, belki "Kalbe ihtar edilen hakikatler" manzumesi olarak görüyor ve ona göre izahatta bulunuyor.

Yoksa, böylesine netameli, girift ve çetrefilli meselelere sathî ve zahirî bir nazarla bakarak doğru tahliller ve isabetli analizler yapabilmek adeta imkânsız.

Dolayısıyla, halden istikbâle doğru uzayıp giden siyaset koridorunu kafa feneriyle değil, Kur'ânî dürbünlerle aydınlatarak yürümek gerekiyor.

* * *

Evet, Bediüzzaman Said Nursî, her ne kadar "Bu vatanda şimdilik dört parti var" diyor olsa da, aynen bu ifadelerle başlayarak telif ettiği o meşhûr mektubun devamında, siyaset meydanına çıkan üç ana partiden bahsediyor ve bunları hem birbirinin rakibi, muarızı olarak gördüğünü, hem de bunların iktidara gelme şansına sahip bulunduklarını açıkça beyan ediyor.

Şu farkla ki, bu üç ana partiden biri olan Halk Partisini bu milletin tek başına—inşaallah—iktidara getirmeyeceğini ifade ederken, diğer iki parti olan Demokrat Parti ile Millet Partisi için aynı tarz bir düşünce ve kanaati izhar etmiyor.

İşte, kendi orijinal ifadeleri: "Eğer Demokrat Parti düşse, ya Halk Partisi veya Millet Partisi iktidara gelecek. ...Bu asil Türk milleti ihtiyarıyla o partiyi (Halk Partisini) kat’iyyen iktidara getirmeyecek." (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 386, 422)

Aynı lâhika mektuplarında, Demokratların düşmesi halinde iktidara gelebilme şansına sahip olarak gördüğü Millet Partisini de kategorik olarak ikiye ayıran Üstad Bediüzzaman, bunları da "İslâmiyet milliyeti" ile "Türkçülük" mânâsındaki milliyetçilik taraftarları şeklinde isimlendiriyor.

Türkçülerin iktidara gelmesi halinde, Allah korusun, bu vatanın adeta kan deryasına döneceği uyarısı yapılıyor. Zira, bu ırkçı cereyanın başka ırkçı cereyanları uyandıracağı ve ancak yüzde otuzlar civarında kalacak "hakikî Türkler"in de gidip hariçteki bir ecnebi boyunduruğu altına girmeye mecbur olacağı ifade ediliyor ki, maazallah...

Milletçilerin "dindar" kısmı ise, bunlar tek başına iktidara gelme şansına sahip olmakla birlikte, bu yolu ihtiyar etmemelerini tavsiye eden Üstad Bediüzzaman, onlara Demokratlara iltihak etmeleri ve yerine geçmeye, yahut iktidara gelmeye çalışmamaları tavsiyesinde bulunuyor.

(Devamı var)

Tarihin yorumu : 27 Mayıs 1960

Hürriyete, demokrasiye darbe

Uzun zamandır alttan alta darbe plânını yürüten bir askerî cunta, nihayet 27 Mayıs günü halkın hür iradesiyle işbaşına gelmiş olan Demokrat Parti iktidarını yıkarak ülkenin idaresine el koydu.

Orduyu sinsî emellerine âlet eden bu cuntanın başını iki kişi çekiyordu: Biri, solcu–ırkçı "Haşin Korgeneral" Cemal Madanoğlu, diğeri ise sağcı–ırkçı "Kudretli Albay" Alparslan Türkeş idi.

Ankara'da askerî hiyerarşinin dışına çıkılarak bir darbe yapıldığı haberini alan 3. Ordu Komutanı Org. Ragıp Gümüşpala, merkezdeki Millî Birlik Komitesine şu tehdit mesajını gönderir: "Darbe yapan bu komitenin lideri kimdir? Bilmek istiyorum. Eğer lider kişi bir orgeneral değilse, emrimdeki 3. Ordu ile Erzurum'dan Ankara'ya yürüyüp isyanı bastırmak durumunda kalacağımı bilmenizi isterim."

Darbeciler, kendileriyle aynı fikirde olmayan Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun'u tutuklamışlardı. Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel'i de emekliye sevk edip İzmir'e göndermişlerdi. Org. Gümüşpala'nın tehdit yüklü mesajını alınca da, korkup telâşa kapıldılar ve hemen İzmir'e bir askerî uçak göndererek Gürsel Paşayı apar topar Ankara'ya getirdiler. Madanoğlu'nu geri çekip, yerine Gürsel'i geçirdiler, onu MBK'nın başına getirmiş oldular. Ardından da, Gümüşpala'yı Ankara'ya dâvet ettiler ve onu Genelkurmay Başkanlığına getirdiler.

Ne var ki, niyeti başka olan MBK, 3 Haziran'da Genelkurmay Başkanlığına getirmiş olduğu Org. Gümüşpala'yı 2 Ağustos'ta istifa ettirip emekliye zorladı.

Onun yerine, sonradan Cumhurbaşkanı olacak olan Org. Cevdet Sunay getirildi.

* * *

Bütün bu olup bitenler gösteriyor ki, darbeciler sadece siyasî iktidarı devirmekle kalmamış, en tepedeki mensuplarının da dahil olduğu binlerce subaya karşı da affedilmez cinayetlere tevessül etmiştir.

Nitekim, darbe taraftarı olmayan Erdelhun Paşanın kendisi de 27 Mayıs günü tutuklandı ve bilâhare "Yassıada Mahkemesi"nde yargılandı, hatta idama da mahkûm edildi. Ancak, bu hüküm daha sonra ömür boyu hapse çevrildi.

Ordu ile ilişiği kesilen Gümüşpala ise, 1961 Şubat'ında kurulan Adalet Partisinin ilk Genel Başkanı oldu. 1964'te vefat etmesi üzerine, yerine Süleyman Demirel geçti.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ali OKTAY

Adnan Menderes ve bir devlet adamının san'atçıya karşı nezaketi



Güzel Söz...

’’Anladım işi san'at Allah’ı aramakmış,

Marifet bu, gerisi yalnız çelik çomakmış‘’

Necip Fazıl Kısakürek

Bugün 27 Mayıs. Ne yazık ki hafızalarda pek de iyi izler bırakmayan bir tarih bu. Demokrasiye darbe geleneğinin başlangıcı aynı zamanda. Demokratlar için ise hüzün demek, acı hatıralar demek, kapanmayan yara demek. Aşağıda yaşanmış bir olay okuyacaksınız. Darağacına yolladıkları bir başvekilin nezaketini, insancıllığını, mûsıkî zevki ve kültürünü yansıtan basit ama oldukça anlamlı bir hatıra. Yıllar önce gazeteci yazar Beşir Ayvazoğlu yazmıştı. Ona da Türk Müziğinin yaşayan en önemli bestekârlarından Alaeddin Yavaşça Hoca anlatmış. Ben de sizinle paylaşmak istedim:

1952-1953 yılları... Halk Partisinden bir hanım milletvekili Demokrat Parti’ye geçmek istemektedir. Bunun için babasının yakın dostu Refik Koraltan’dan aracı olması için ricada bulunur. Tertip edilen yemekli bir toplantıda Refik Koraltan, bestekâr ve ses san'atkârı Dr. Alaeddin Yavaşça’dan da bir konser vermesini rica eder. Bu yemekli toplantıya Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan, bakanlar, milletvekilleri ve hanımları iştirak etmişlerdir. Menderes yaptığı etkili ve güzel konuşmayla, hanım milletvekilinin Halk Partisinde devam etmesinin daha uygun olacağını söyler ve demokrasi kültürü açısından da örnek bir tavır sergiler...

Sıra mûsıkîye gelmiştir. Alaeddin Yavaşça birkaç eser okuduktan sonra, Menderes’in kalktığını görür ve fena halde alınarak “Hiç konserin yarısında kalkılır mı, sevmiyorsan mûsikî istemeseydin” diye geçirir içinden. Fakat tam o sırada kulağında birinin nefesini hisseder ve bir fısıltı:

“Sayın doktor, acaba repertuarınızda ‘Bu imtidad-ı cevre kim bahtın şitab-ı var’ şarkısı var mı?”

Dönüp baktım ki Adnan Menderes. Meğerse arkadan dolaşmış.

‘Var efendim’ dedim.

‘Lütfen okur musun. Rica edeceğim’.

‘Hay hay efendim’ dedim.

Gitti yerine oturdu ve bu sefer aynı şarkıyı yüksek sesle istedi. Düşününüz, bir san'atkârı istediği şarkının repertuarında bulunmaması ihtimalini düşünerek, kalabalık önünde küçük düşürmemek için önce kulağına fısıldıyor. Varsa isteyecek. Ne büyük incelik. Doğrusu içimden geçirdiklerimden utandım.”

Adnan Menderes’in bu şarkıyı istemesinin maksadı şudur: Akrabasından Dr. Nazım, İzmir suikastına karıştığı iddiasıyla İstiklâl Mahkemesi tarafından idama mahkûm edildikten sonra mutad olduğu üzere son arzusu sorulur. Ünlü İttihatçı der ki:

“Gidin Paşa’ya söyleyin: ‘Bu rüzgâr-i bi-mededin inkılâbı var.’ Bu söz, Menderes’in istediği Uşşak makamındaki şarkının 4. mısraıdır. Dr. Nazım’la ilgili idam kararı bir balo sırasında Mustafa Kemal’e imzalatılır. Refik Koraltan’ın Alaeddin Yavaşça’ya anlattığına göre Dr. Nazım’ın son arzusunun ne olduğunu sorar. Söylediklerini aynen naklederler. Bunun üzerine şarkı repertuardan çıkarılıp yasaklanır. Lem’i Atlı’nın uşşak şarkısı üzerindeki yasak bu yemekli toplantıya kadar sürecektir.

Menderes şarkıyı bir kez daha Alaeddin Yavaşça’ya okuttuktan sonra: ‘Çok rica ederim doktor, bunu bir radyo emisyonunuzda okuyunuz ve okuyacağınız zamanı bana da bildiriniz’ der.

Yavaşça, bu şarkıyı radyoda bir öğle yayını için repertuarına alır ve bunu Adnan Menderes’e bildirir. Yayın biter bitmez Yavaşça’yı arayan Başbakan heyecanlı bir sesle şunu söyleyecektir.

“Ağzınıza sağlık aziz doktor, çok memnun ve mahzuz oldum. Çok rica ediyorum, arkadaşlarınıza da eğer kendilerinde yoksa notalarını veriniz, repertuarlarına alsınlar.”

Yukarıda ki hikâyeye konu olan, Lem’i Atlı’nın Uşşak Şarkısının sözleri şöyledir:

‘’Bu imtidad-ı cevre kim bahtın şitabı var,

Mihnet-medar olan feleğe intisabı var.

Eyler nesim-i subhu bize gird-bad-gam

Bu rüzgâr-ı bi-mededin inkılâbı var. ’’

Necip Fazıl Kısakürek’in vefat yıl dönümü

İki gün önce, Necip Fazıl Kısakürek’in vefat yıldönümüydü. Vefatının üzerinden 25 yıl geçmiş. Şair, 25 Mayıs 1983’de vefat etmişti. Yine enteresandır 26 Mayıs 1904 yılında da doğmuş. Hayat hikâyesi zaten malûmunuz. Benim en çok dikkatimi çeken yanı ise, bestelenmeye oldukça uygun bir şiir dili kullanmasıdır. Hep, ‘’acaba neden böyle büyük şairlerin şiirleri bestelenmez, albüm yapılmaz‘’ derdim. Yıllar önce böylesine hayırlı bir işi İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Ürünleri Ticaret A.Ş gerçekleştirdi. Necip Fazıl’ın bestelenen şiirlerini bir albümde topladı.

Şimdi bulabilir misiniz ve baskısı var mıdır hâlâ bilemiyorum, ama raflarda epeydir göremiyorum. Bu cd’de benim en çok beğendiğim şarkılardan biri olan ve Sadun Aksüt'ün bestelediği, şaire ait ‘’Akşamı getiren sesleri dinle / Dinle de gönlümü alıver gitsin. Saçlarından tutup kor gözlerine / Yaşlı gözlerine dalıver gitsin‘’ diye devam eden şiiri olduğu gibi, ‘’Bu akşam o kadar durgun ki sular‘’, ‘’İçerimde koca bir dağ gizlidir’’ , "Bu Yağmur’’, ‘’ Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar’’, ‘’Elimde sükûtun nabzını dinle’’, ‘’Zindan iki hece Mehmedim‘’ gibi şiirlerinin bestelerini dinlemek de mümkün.

İstanbul Belediyesi Kültür Müdürlüğünü geçmişte yaptığı bu hayırlı işten dolayı kutlarken bu albümleri tekrar piyasaya sunmanın önemli bir kültür hizmeti olacağını hatırlatmak isterim.

27.05.2008

E-Posta: alioktay@alioktay. net




Kazım GÜLEÇYÜZ

“Laik azınlık”



AB’nin Türkiye’deki azınlıklara gösterdiği yakın ilgi ve duyarlılık bilinen bir husus. Aslında azınlık denildiğinde devletimiz Lozan Andlaşmasında tâdât edilen Rum, Ermeni ve Yahudileri bu kapsamda görüyor. Ama onları bile “Ne mutlu Türküm diyene” demeye mecbur sayan ilginç bir siyaset takip ediyor.

Bu tavrın bir uzantısı olarak, cumhuriyetin başından bu yana azınlık haklarına yönelik ciddî ihlâller söz konusu. Azınlık vakıf ve mülkleri, patrikhane ve ruhban okulu olarak özetlenebilecek maddelerdeki ihlâller halen de gündemde.

Devlete hakim olan zihniyet, bu ihlâlleri kaldırmaya bir türlü yanaşmıyor. Zira azınlık haklarının önü açılırsa, Müslüman çoğunluğa uygulanan yasak ve kısıtlamaları kaldırma zorunluluğu da gündeme gelecek. Bundan korkuluyor.

Söz gelişi, ruhban okuluna izin verilirse, tarikat ve cemaatlerin de kendi okullarını kurmak için baskı yapacağından; ruhban okulunda tahsil görecek rahibe adaylarına kıyafet özgürlüğü tanınırsa, Müslüman kızlara uygulanan başörtüsü yasağının zora gireceğinden; veya Papa’nın Ayasofya’da dua etmesine göz yumulursa Müslümanların orada namaz kılma talebini geri çevirmenin iyice zorlaşacağından kaygı duyuluyor.

Ve bu konular, statükonun yumuşak karnı olarak dayatmacıları giderek daha fazla zorluyor.

Ancak geçtiğimiz günlerde, bu bağlamda çok ilginç bir gelişme oldu. Laiklik tartışmalarının iyice tırmandığı son günlerde laikçi cenahtan bazıları, “demokratik laiklik” vurgusunu ısrarla tekrarlamaya başlayan AB’ye şöyle seslendiler:

“Türkiye’deki azınlık haklarını büyük duyarlılıkla takip ettiğinize göre, azınlık durumuna düşen laik kesimin kaygılarına da kulak verin...”

İşin bir başka enteresan tarafı, bu talebi seslendirenlerin, yakın zamana kadar, belki halen de AB’yi “yeni yeni azınlıklar ihdas ederek Türkiye’yi parçalamak istemek”le suçlamaları. Ve kendilerini, “Aleviler, Kürtler, Romanlar” gibi, hakları çiğnenen azınlıklar olarak gösterilenler listesine yeni bir madde olarak ilâve etmeleri.

Azınlık veya çoğunluk ayırd etmeden koca bir milletin en temel haklarını gasp etmekte beis görmeyen bir zihniyetin düştüğü şu durum başlı başına bir ibret tablosu değilse ne olabilir?

Buram buram çaresizlik kokan bu başvurunun, her tarafından dökülen samimiyetsizlik ve ikiyüzlülük nişaneleri de işin aynı bir vechesi.

Umarız, AB, ancak iyice sıkıştığı ve zora düştüğü için kendi kapısına dayanan bu samimiyetsiz tavrın arkaplanındaki gerçeği görür ve tuzağa düşmez. Ve aynı cenahın haftalardır boy hedefi haline getirip yaylım ateşine tuttuğu Lagendijk’in son beyanlarında gözlenen tereddüt ve yalpalama işaretleri AB’nin tavrına yansımaz.

Artık tedavülden kalkmış gibi görünen yeni anayasa taslağının hazırlayıcılarından Doç. Dr. Serap Yazıcı, “laikçi azınlık” vâkıasını, 27 Mayıs faciasının 48. yıldönümünde şöyle tarif ediyor:

“Cumhuriyetin kurucuları 1950-60 arasında artık iktidarda değillerdi. Hem toplumsal, hem siyasal anlamda azınlık oldular.” (Taraf, 26.5.08)

Neşe Düzel’e verdiği mülâkatta, bunun sonucu olarak 1961 Anayasasının, seçilmiş iktidarları sınırlamak isteyen bir anlayışla hazırlandığını hatırlatan Yazıcı, Batıda eşit konumda olan yasama, yürütme, yargı arasında bizde hiyerarşi oluşturularak yargının tepeye yerleştirildiğini belirtiyor.

Amaç, yasama ve yürütme iktidarının yargı organları eliyle sınırlanıp engellenmesi. 27 Mayıs sonrasındaki süreçte hep bunun sıkıntıları yaşandı. Meclis kararları Anayasa Mahkemesi, hükümet icraatları Danıştay tarafından denetlendi.

Son dönemde olanlar bunun yeni örnekleri.

Yazıcı bu yaşananları “hukuksuzluk savaşı” olarak niteliyor ve yargının hukuktan değil, seçkinlerden yana tavır aldığını, çünkü zihniyet olarak kendisinin de seçkinci olduğunu söylüyor.

Çare yargı reformu ve daha önemlisi zihniyet değişimi. Ama bu nasıl olacak ve kim yapacak?

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Kötülükleri savunun!



Bütün kötülüklerin anası olan ‘alkollü içkiler’i savunanları gördükçe insan şaşırıyor. Yoksa alkollü içkiler insanlara ‘fayda’ mı veriyor? Bu savunmanın, ‘sigara’ karşısında verilen ‘büyük savaş’ esnasında yapılması da ayrıca dikkat çekiyor.

Kartel medyası, “irtica görüntüleri”yle süslenmiş haberler ilgi görmeyince, yeni bir konu buldu. Hemen her gün, ‘Alkollü içki içmemize izin verilmiyor’ anlamına gelecek haberler manşetlere taşınmaya başladı. Bu hadiseler yaşanmış olsa da, asıl maksadın yeni 28 Şubat ara dönemlerine ‘su’ taşımak olduğu hemen anlaşılıyor.

Yeni moda ‘irtica’ haberlerine göre, bazı oteller; alkollü içki içmek isteyen ‘yerli’ turistlere bu ‘hakk’ı vermiyormuş. Günah keçisi olarak da Sultanahmet’te faaliyet gösteren bir otel seçilmiş. Ard arda yayınlanan manşetlere bakılırsa, ‘muhabir’ler bizzat ‘olay mahalli’ne gitmiş ve alkollü içki istedikleri halde kendilerine ‘kola’ verilmiş. Turist arkadaşları gönül huzuruyla (!) alkollü içki içebildiği halde, ‘araştırmacı gazeteciler’imiz bu ayrıcalığa kavuşamamış. (Hürriyet, 26 Mayıs 2007)

İstanbul’u bilen bilir, bilmeyenler de tahmin eder ki; maalesef ‘adım başı’ alkollü içki satan/sunan her türlü ‘ticârî işletme’ vardır. Yine maalesef ki, bakkalından marketine, alış veriş merkezinden lokantasına pek çok yerde ‘beyni uyuşturan’ içkiler rahatlıkla satılıyor. Adı geçen otelde bu ‘hizmet’ verilmiyorsa buna saygı duymak ve tebrik etmek lâzım gelmez mi?

“Alkollü içki muhibleri” asgarîden şunu düşünmeli: İçki içmek onların hakkı ise, içmeyenlerin de bir hakkı var. Sözgelimi, Sultanahmet’te yüzlerce otelde içki servisi yapılıyor. Bırakın bir otelde de bu servis olmasın, o otel de ‘alkollü içki içmeyenler’e öncelikli hizmet versin, ne kaybedersiniz?

Türkiye’yi idare etmeye talip olanların benzer yanlış tavırlarını burada da görüyoruz. İlgili bakan hemen bir açıklama yapmış ve bunu ‘ayrımcılık’ olarak görüp, hemen emir vermiş ve otel hakkında ne gerekiyorsa onun yapılmasını istemiş. Kanun ya da yönetmeliklerdeki ayrıntılar bir yana, ‘alkollü içki içmeyen’ bir vatandaş olarak, böyle otellere dokunulmamasını, hatta ve hatta, girişlerinde müşterilerin meselâ ‘Bu otelde içki servisi yoktur’ şeklinde ikaz edilmesini de talep etmeliyiz. Nasıl ki belli konularda uzmanlaşmış turizm yatırımları var, aynı şekilde içki servisi yapmayan oteller de vardır ve kesinlikle de olmalıdır. İçki içenlerin ‘hak’ları hak da, içmeyenlerinki ‘hak’ değil mi? Niçin öncelikle olarak ‘içki içilmeli, servis de yapılmalı’ şartını kabul edelim? Yerli ve yabancı turiste iyi hizmet vermek için illâ akılları iptal etmek mi gerekiyor?

İş icabı bir iki defa gittiğim Sultanahmet’teki bu otel, gerçekten de cazip bir mekân. Bu şekilde karalanmak istenmesi çok garip. Tabiî işin içinde başka sebepler, hesaplar ve çekişmeler olup olmadığını bilmiyoruz; ama insaf ehli yöneticilerin ve sivil toplum kuruluşlarının bu işletmeciye sahip çıkmasını arzu ederiz.

Tekrarlamakta fayda var: Sigaraya savaş açıp da, aklı iptal eden, uyuşturan, devre dışı bırakan ve bütün kötülüklerin anası hükmünde olan alkollü içkileri savunanları kınıyoruz. Madem böyle bir tartışma yaşanıyor, alkollü içki servisi yapılmayan ‘özel otel’ler tesis edilmeli ya da etmek isteyene zemin hazırlanmalıdır.

Alkollü içki başta da, sonda da zararlıdır ve ne kadar uzak durulsa yeridir. Türkiye’yi idare edenlere düşen, iyi niyetli turizm yatırımcılarını küstürmemek, pişman ettirmemektir. Kötülükleri savunmak kimseye fayda vermez.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“27 Mayıs” dersi...



Bediüzzaman, “Kalbe ihtar edilen içtimâî hayatımıza âit bir hakîkat” başlıklı lâhika mektubunda, Türkiye’deki dört temel siyasî zihniyetin tahlilini yapar.

“Demokratlığı”, “memuriyet, emirlik, reislik değil, millete hizmetkârlıktır” hadis-i şerifiyle açıklayıp, İslâm’ın temel yasasına dayandırarak kuvvetin kanunda olması olarak tanımlayan Bediüzzaman, bu cihetle “demokratlık” târifini, “hürriyet-i vicdan” ekseninde izâh eder.

“Meşrutiyet” denilen günümüzdeki demokratik cumhuriyeti, “adalet (yargı), meşveret (meclis) ve kanunda inhisar-ı kuvvet (icranın kanun kuvvetiyle iş yapması)” olarak tasrih eder. Demokrasinin zembereğinin “efkârı amme” denilen millet irâdesi olduğunu belirtir. Bu olmadığı takdirde istibdat ve mutlak keyfîliğin hükümferma olacağını, kuvvetin kanun yerinde şahsa geçeceğini ikaz eder. (Emirdağ Lâhikası, 386- 387)

Aslında Bediüzzaman, aynı ikazları daha önce de iktidardaki Halk Partisi’ne yapar. Halkçılara yaptığı tembihin esası da “istibdad”a karşı temel hak ve hürriyetlere riâyete dâvettir. Milletin inanç ve mânevî değerlerine saygıdır. Bediüzzaman bu saygıyı bu ülkede idâreye tâlip bütün siyasî partilerden bekler. Bunu yönetimin bir şartı olarak belirler. Aksi halde maddî ve mânevî barış, huzur ve kalkınmanın sağlanamayacağını bildirir…

Dönemin Halk Partisinin Genel Sekreteri’ne yazdığı mektupta, “Bin seneden beri, âlem-i İslâmiyeti kahramanlığı ile memnun eden ve vahdet-i İslâmiyeyi (Müslümanların birlik ve bütünlüğünü) muhâfaza eden ve âlem-i beşeriyetin (insanlığın) küfr-ü mutlaktan ve dalâletten şanlı bir sûrette kurtulmasına büyük bir vesîle olan Türk milleti ve Türkleşmiş olanların din kardeşleri”ne yaptığı tavsiyenin mânâsı budur: “Eski zaman gibi, kahramancasına Kur’ân’a ve hakaik-ı îmâna sahip çıkmazsanız ve doğrudan doğruya hakaik-ı Kur’âniye ve îmâniyeyi tervîce (yükseltip yapışmaya) çalışmazsanız, size katiyen haber veriyorum ve katî hüccetlerle ispat ederim ki, âlem-i İslâmın muhabbet ve uhuvveti (kardeşliği) yerine, dehşetli bir nefret ve kahraman kardeşi ve kumandanı olan Türk milletine bir adâvet ve şimdi âlem-i İslâmı mahva çalışan küfr-ü mutlak altındaki anarşiliğe mağlûp olup, âlem-i İslâm’ın kal’ası ve şanlı ordusu olan bu Türk milletinin parça parça olmasına ve şark-ı şimâlîden çıkan dehşetli ejderhanın istilâ etmesine sebebiyet verecek…” (Tarihçe-i Hayat, 437). Bediüzzaman’ın bu tavsiyesini Demokratlar yerine getirmeye gayret ederler. “Milletin inanç ve mânevî değerleri”ne hürmeti esas alarak, çeyrek asırlık tek parti diktasını “birden mağlup ederler.” “İnkılâp kusurlarını üç dört adamlara vermeye” çalışıp, “umûmî harb vesâir inkılâpların icbârıyla (zoruyla) yapılan tahribâtları-husûsan an’ane-i dîniye (dinî gelenek ve esaslar) hakkında tâmire çalışır.” “Millet karşısında gâyet ehemmiyetli vazifesi”ni yerine getirmeye uğraşır. “Hamiyetperver ve milliyetperverler” olarak, tek parti döneminde, cereyan eden “medeniyet hesâbına mukadesâtı çiğneyen usûller”i ıslâha yönelir.

14 Mayıs 1950’de “Demokrat çıkar”; “millet kendi mukadderâtına hâkim olur” daha iktidarı ilk ayında Ezân-ı Muhammedî aslına çevrilir. Başvekil’in, “Türk milleti Müslümandır ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvela kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esâsını ve kâidelerini öğretmesi, Müslüman kalmasının münâkaşa götürmez bir şartıdır. Müslüman çocuğu dinini öğrenmek gibi pet tabiî bir haktan mahrum edilmemek icâb eder” ifadesiyle mekteplere din dersleri konulur. Dinî eğitim öğretime önem verilir. Demokrat Parti ve devamı partilerin iktidarı döneminde, 570’in üzerinde imam hatip okulu, onlarca yüksek İslâm enstitüsü ve ilâhiyat fakültesinin yanısıra yurt sathında binlerce Kur’ân kursunun hizmete açılır. Diyanet’e 80 bini aşkın kadro tahsis edilir. Diğer yandan maddî kalkınmanın temelleri atılır. 1950’de Türkiye’de bir tek termik - hidroelektrik santrali yoktur. Maltepe’de iki tane dizel motoruyla Başkent Ankara’nın elektriği üretilir. Demokrat Parti döneminde barajlar, hidroelektrik santralleri, elektrik ve suyun 40 bin köye ulaştırılması, ülkenin karayolları ağıyla örülmesi, demir çelik fabrikaları, sanayinin gelişmesi ve on yıllar boyunca yüzde 5-6 enflasyonla 7-8 kalkınma, Türkiye’yi zirveye taşır. 27 Mayıs’la engellenen Boğaz Köprüsü ve Keban gibi eserler, bilâhare Adalet Partisi tarafından tamamlanır…

Hürriyetçiliği esas alan ve “Ahrarlar”ın devamı olan Demokratların, “siyasî meslek” ve “misyonları”nca Halk Partisi ve Millet Partisi bünyesindeki siyasî zihniyete ve bu perdede gelen “müthiş cereyanlar”a karşı “siyasetlerince muarız” olarak verdikleri demokrasi mücadelelerindeki başarının sırrı budur. Merhum Menderes’in, 27 Mayıs kanlı ihtilâlinin “gerekçeleri”nden biri olduğu söylenen, Meclis’te Halk Partililere, “Sizin çeyrek asırdır benimsetemediğiniz, millete mal edemediğiniz inkılâpların dayatılmasını bizden beklemeyin” sözü bu anlama işarettir…

Bu bakımdan, 27 Mayıs darbesi, yüzde 57 oy almış, milletin teveccühüne mazhar olmuş bir partiye değil, millete darbedir. Millet irâdesinin hazmedilememesidir. Adaletin, hakkın, hukukun, halkın olmadığı Yassıada Mahkemeleri ve idamlar, tam bir siyasî cinayettir.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet DURSUN

Ankara kriterleri



Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde daralmaların yaşandığı, ilişkilerin kopma noktasına geldiği anlarda Başbakan’ın Kasımpaşalı edasıyla sık sık tekrarladığı “Kopenhag Kriterleri’ni Ankara kriterleri yapar, yolumuza öyle devam ederiz” sözleri Türk demokrasi tarihinin umut verici ifadelerinden biriydi.

AKP, Türkiye’nin 28 Şubat sonrası demokratikleşme-normalleşme sürecinde yoğun sıkıntılar yaşadığı bir dönemde iktidar oldu. Başbakan’ın Kopenhag Kriterleri’ne vurgu yapan konuşmaları bu sebeple umut vericiydi. Nitekim AKP’nin ilk yıllarındaki AB yolunda attığı adımlar umutları arttırmıştı.

Avrupa Konseyi’nin Kopenhag’da 1993 yılında aldığı bir kararla “Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve azınlıklara saygı gösterilmesini ve korunmasını garanti eden kurumların varlığı” olarak belirlediği siyasî kriterler AB’ye aday ülkelerin tam üyeliğe kabul edilmeden önce yerine getirmesi gereken yükümlülükleri ifade etmekteydi. Bu kriterlerin gösterdiği doğrultuda kendi insanına yaşama alanları açamayan ülkelerin tam üyeliği kabul edilmeyecek, askıya alınacaktı. Doğrusu, Bediüzzaman’ın insanlığın ‘beşinci devresi’nde hürriyetlerin hakim olacağı şeklindeki öngörüsünü doğrulayan bu kriterlerin ülkemiz için de geçerli olması ihtimali heyecan verici bir durumdu.

3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana yaklaşık altı yıl geçti. Temmuz 2007 seçimlerinden de neredeyse bir yıl. AKP’nin, söylediklerinin aksine, temel meselelerde Kopenhag Kriterleri yerine devletçi ve statükocu reflekslerle hareket etmesi, AB ile ilgili çalışmaları deyim yerindeyse savsaklaması, statükonun elini güçlendirdi, kendisini de bir kapatma dâvâsıyla karşı karşıya bıraktı. Kopenhag Kriterleri’nin yerini “Ankara kriterleri” aldı. Değişmekten korkan, yerini daha şeffaf bir yapıya bırakmak istemeyen statükonun temsilcisi durumundaki kurumlar, ‘yüzde kırk yedilik’ bir oranla milletin iradesini temsil yetkisini ele alan AKP’nin elindeki inisiyatifi alarak yol haritasını tayin etmek istiyor. Bu harita iki yola işaret etmektedir. Birincisi: çağdaş, hürriyetçi, insancıl bir dünya kuran, ferdî hak ve hürriyetleri önceleyen, her halükârda insanı merkeze yerleştiren bir anlayışı temsil etmektedir. İkincisi de, hukuk devletinin prensipleriyle uyuşmayacak tarzda insan ve onun hukukunu erteleyen bir yoldur. Çatışma, “Kopenhag Kriterleri mi, Ankara Kriterleri mi” sorusu etrafında, bu tercihlerin taraftarları arasında devam etmektedir.

Kopenhag Kriterleri’ne göre ferdin temel hak ve hürriyetleri diğer kavramların ve anlayışların önündedir. Kurumlar bu hak ve özgürlüklerin önünde değil, savunucusu ve koruyucusu konumundadırlar. Ankara kriterlerine göre ise fertler statükonun tayin ettiği sınırlar içinde özgürlüklerini yaşarlar. Fertler, askerî veya sivil otoritenin hükümranlık sahalarına göz dikmedikleri kadar özgürdürler.

Ankara kriterleri çeşitli üst kurumlara “âlî görevler” yükler. Siyasî partilerin aldıkları oy oranları, milletin değerleri, milletin vicdanı-hissiyatı bu âlî görev karşısında teferruattan ibarettir. Türkiye’nin son günlerde maruz kaldığı muhtıra niteliğindeki bildirileri de bu âlî görev çerçevesinde değerlendirmek gerekir. “Devletin yüksek menfaatleri” insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi sonradan icat edilmiş kavramların ve anlayışların önündedir. Bu anlayışa göre bir tarafta “milletin efendileri” vardır, diğer tarafta da ötekiler. Ötekiler, ötekidir sadece; aydın olamazlar, talep edemezler, doğruyu seçemezler.

Küresel Huzur Endeksi (GPI) adlı kuruluşun raporuna göre “dünyanın en huzurlu ülkeleri” sıralamasında 140 ülke arasında 115. sıradayız! Listenin başında Kopenhagcı bir (İzlanda) ülkenin, sonunda da bir İslâm ülkesinin (Irak) yer alması çok acı ve düşündürücüdür. Ankara kriterlerinin sıralamada bize tayin ettiği yeri yukarılara taşıyacak, genlerinde demokratik kodların hakim olduğu siyasî bir iradeye ihtiyacımız var; “Ben Kopenhag Kriterleri yerine Ankara kriterlerini tercih ediyorum” demiyorsanız eğer.

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Ahmet Raysuni ve maslahat



Ahmet Raysuni, Fas’ın ulema geleneğinin en son temsilcileinden birisidir. Osmanlı’da saltanat günlerinde huzur uleması diye bir gelenek vardı. Temayüz etmiş alimler özellikle Ramazanlarda otağı hümayunda padişaha müteveccihen dersler verirlerdi ve bu tarza huzur dersleri denirdi. Bilindiği gibi, huzur iki anlamda kullanılıyor. İtminan anlamında huzur veya sufilerin deyimiye huzur-u kalbi mecazi bir ifadedir. Fas’da da bizdekine benzer bir huzur dersleri geleneği vardır. Ahmet Raysuni de bu gelenek silekinde (halkalarında) dersler veren alimlerden birisidir. İhtisas alanı ‘makasıdu’ş şeria ve maslahat’ meselesidir. Bizde maalesef bu tarzda ihtisas ehli alimler yok denecek kadar azdır. Bizde dinî ilimler yerine daha ziyade din mühendisliği egemen hâle gelmiştir. Sözgelimi, İhsan Eliaçık maslahat adına Necmettin Tufi’yi öne çıkarmaktadır ki; o maslahatı mutlaklaştırıyor ve nasları izafileştiriyor. Dolayısıyla onun tarzıyla Nasr Hamid Ebu Zeyd ve benzerlerinin tarzı arasında hiçbir fark yoktur. Ahmet Raysuni ise müteşerri maslahatı benimseyen bir çizgidedir. ‘Makasıdu’ş şeria ve maslahat’ konusundaki tahlilleri de gayet tatmin edici düzeydedir. El Cezire’de Osman Osman’ın yapmış olduğu programda din ve maslahat ilişkisini dinledim. Raysuni konusuna gayet hakim ve muktedirdi. Bazı yazılarını okusam da ilk defa bir kanalda kendisini sanal olarak da olsa vicahen dinleme imkânı ve fırsatı buldum. İbni Hazm’ın ‘meratibu’l icma’ kitabında kastettiğine benzer bir şekilde Raysuni de maslahatın meratibi olduğuna temas ediyor. En yüksek maslahat şariinin tarif ve tahsis ettiği maslahattır. Diğerleri ise tali maslahattır.

***

Maslahatın tayininin tek kademeli olmadığını ulema ile ehli zikr yani ihtisas ehlinin ortak zemininde tayin edilmesinin daha isabetli olacağını kaydetmiştir. Sözgelimi şer’i ve ulvi maslahatlardan birisi içki yasağıdır. Kur’ân-ı Kerim içkinin bazı faydaları olduğuna temas eder ama zararının daha büyük olduğunu ve bundan dolayı da tahrim edilmesi gerektiğini vazeder. Tedricilikle ama kararlılıkla bu maslahat-ı şer’i meriyete sokulmuştur. Dolayısıyla kimse içkide bazı faydalar var diyerek onu helâl addedemez. Turizm sektörüyle ilgili de benzeri bir suâl soruldu. Sözgelimi içki serbestisinin durumu soruldu. Raysuni de: “O zaman turist promosyonu olarak uyuşturucuya da geçit vermek gerekir. Her türlü menhiyatı teşvik etmek lâzım o zaman ülkelerimiz fesadın kıblesi olmaz mı?” diye sordu. Buradaki maslahatçılık aslında Burgiba tarzı bir maslahatçılığı akla getirmektedir. Sözgelimi, Fransa’nın boykot etmesinden dolayı Tunus’un içkileri mahzenlerde kalınca millî ekonomiyi desteklemek babından Burgiba müskiratın içilmesinin lüzumuna kail olmuş idi. Keza hem Burgiba hem de Hasan Bakuri yine ağır işlerde çalışan insanların millî ekonomiye katkıları dolayısıyla orucu askıya alabileceklerini vazetmişlerdi. Bundan dolayı Ahmet Raysuni maslahatın üç nev’i ve çeşidi bulunduğunu ifade etmiştir. Mesalih-i mürsele, mesalih-i mutebere ve mesalih-i mülgat. Yani muaddil ve musahhih olarak İslâm hukuku önceki şeriatlardaki bazı maslahatları kaldırmıştır. Bazı yasakları kaldırdığı gibi maslahat nevinden bazı ruhsatlara da son vermiştir. Raysuni makasat-ı külliyeyi üçe ayırmaktadır. Dinin, nefsin ve malın korunması. Aklın, neslin korunması gibi hususları nefsin korunması bağlamında tali unsurlar olarak görmektedir. Haksız da sayılmaz. İslâm gerçekten de mal emniyetine yani özel mülkiyete çok önem vermiştir. Bununla birlikte zaman zaman İslâm tarihinde özel mülkiyet hakları sultanlar tarafından ihlâl edilmiş ve sahipleri zulme maruz bırakılmıştır. Keza bazen aieleler de akıllı çocukları yerine -haceten fi enfusihim/kendi arzuları istikametinde- mallarını akılsız ve sefih çocuklarının tasarrufuna bırakmışlardır. Halbuki Hanefiler hariç diğer mezhepler bu tarz sefihlere kendi mallarının bile teslim edilmeyeceğini ancak vasi üzerinden mallarında tasarruf hakkını kullanabileceklerini öngörmektedirler. Kur’ân açık bir şekilde ‘akılsızlara mallarınızı teslim etmeyin’ buyuruyor. Bu ayet ışığında, İslâm hukukunun mal emniyetine ne kadar önem verdiğini anlaşılmaktadır.

***

Naslar ile maslahat çatıştığında ne yapmalıyız? Ahmet Raysuni haklı olarak akıl ile nas çatışmayacağı gibi maslahat ile nasın da çatışmayacağını ortaya koymuştur. Her şer’i kuralın veya nassın mutlaka bir maslahat bağlantısı vardır. Hanbelilerden İbni Akil: “Maslahat nerede ise şeriat oradadır’ diye özetlenen bir görüşü seslendirmiştir. İbni’l Kayyım da ‘adalet nerede ise şeriat oradadır’ demiştir. Bu anlamda en büyük maslahat aslında adalettir. Maslahat meratibindeki çatışmada öncelikler gözetilir. İcma, maslahat ve bilgi konularında hep meratip vardır. Üst bilgi hikmettir. Üst maslahat maslahat-ı şer’idir. Üst icma sükutî değil kavlî icmasıdır. Bu anlamda maslahatta çatışma olduğunda öncelik dinin korunması ikincisinde nefsin ve sonuncusunda da malın korunmasıdır. Bizde, ‘mal canın yongasıdır’ denmiştir ama tercihte elbetteki mal candan sonra gelir. Ahmet Raysuni maslahat meselesinin sadece muamelatta geçerli olduğunu ibadat alanına sirayet edemeyeceğini söylemiştir. İbadetler tevkifî bir alandır. Dolayısıyla ibadetlerin ahkâmı sabittir ve değişmez. Bununla birlikte, Hazreti Ömer’in teravih namazını cemaatle kıldırması veya Hazreti Osman’ın cumada ikinci defa ezan okutması sorulduğunda şunu söyledi: Aslında Hazreti Ömer bu uygulamasıyla Peygamberimizin yaptığı ama daha sonra tatil ettiği uygulamaya geri dönmüştür. Mut’a yasağında olduğu gibi... Dolayısıyla burda bid’i bir durum sözkonusu değildir. Zaten biz de hulefa-i raşidin’in sünnetine ittiba etmekle mükellefiz. Maslahatların zaman zaman gözden geçirilmesi gerektiğini de söyleyen Raysuni cumhuru ulemanın da geçmiş dönemlerdeki hükümlerinin zaman zaman gözden ğeçirilebilineceğini kaydetmiştir. Bu hususta Taha Cabir Alvani gibiler de aynı düşünüyorlar. Bu hususta siyaset-i şer’iyyede maslahat meselesi soruldu. Sözgelimi siyaseten katlin caiz olup olmadığı sorulduğunda; Raysuni katlin doğru olmadığını ama Hazreti Ali’nin yaptığı gibi bağilere karşı kıtal ve mukatele yapılabilineceğini söyledi. Buna dair çarpıcı misallerden birisi de Zenbilli Ali Efendi’nin ipek tüccarlarını katletmek isteyen Yavuz’u durdurmasıdır. Fas Kralı İkinci Hasan da kimi Maliki ulemasına atfen raiyyenin üçte ikisinin maslahatı için üçte birinin öldürülebilineceğine dair bir fetva aktarmıştı. Halbuki gerek Muhammed Abduh ve gerekse bazı Maliki ulemasından tam tersi hükümler de aktarılmıştır. 99 kişiyi kurtarmak için bir kişinin dahi feda edilemeyeceği gibi... Abdusselam Yasin Kral Hasan’ın sözkonusu fetvasını, İslâm veya Tufan adlı kitabında, ‘cehennemî bir fetva’ olarak nitelendirmişti. (El İslâm evi’t Tufan, s: 18).

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Yaratılışta israf yoktur



Ferdin, imkânlarını ihtiyaçlarına uygun dengeli bir şekilde kullanmaması ve aşırıya kaçması israftır. Kâinata baktığımız zaman yaratılışta hiçbir israf görmediğimiz gibi, faydasızlık ve gereksizlik de göremeyiz. Her şey yerli yerinde ve bir amaca hizmet edecek şekilde yaratılmıştır. Bunun için Bediüzzaman “İsraf, abesiyet, faidesizlik fıtratta yoktur. Bütün kâinatın en esaslı düsturu iktisattır”1 der.

Dinimizde israf yasaklanmıştır. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’de “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz”2 emreder. İslâmiyet’in yasakları genellikle insanı israfa sürükleyen, malına ve sıhhatine zarar veren şeylerdedir. Başta içki ve kumarın yasaklanması3 buna en güzel örnektir. Bunlar hem insanın sıhhatine, hem de malına zarar vermektedir. Sigara gibi İslâm bilginlerinin çoğuna göre mekruh olan şeylerin yasaklanmasında da yine iktisadî bir yönün olduğu gerçektir. Bu bağlamda dinin yasakladığı bütün kötü alışkanlıklar, gerçekte insanı israfa sürükleyen gereksiz harcamalardır.

İktisadî hayatta ortaya çıkan israfın daha çok zengin çevrelerde görülmesi doğru ve faydalı bir harcama kültürünün oluşmamasından kaynaklanmaktadır. Bir önemli husus da, zenginlerin fakir ve muhtaçları düşünmemeleridir. Dünyada bilhassa İslâm ülkelerinde zenginlik artmaktadır; ancak dengeli bir ekonomik yapı oluşmadığı ve gelirlerin âdil paylaşımı yapılamadığı için servetler belli ellerde ve belli sektörlerde toplanmaktadır. Çok kazanan zenginler eğlenceye ve israfa yönelmektedir. Bundan da çok gereksiz eğlence sektörleri oluşmakta ve büyük israflar yaşanmaktadır. Toplum zenginleştikçe bireylerin ihtiyaçları çoğalmakta ve fertler fakirleşmektedir.

Bu hususları dikkate alan Bediüzzaman, Müslüman zenginleri uyararak şöyle demektedir: “Eskiden ekser İslâm aç değildi. Tereffühe bir derece ihtiyar vardı. Şimdi açtır, telezzüze ihtiyar yoktur.”4 Gerçekten de eskiden ziraat, sanat ve bunların mübadelesini sağlayan ticarette dengeli bir iktisadî hayat vardı. Maddî sıkıntıdan günümüzdeki gibi bahsedilmesi mümkün değildi. Bundan dolayı da dengeli bir iktisadî politika kolayca kurulabilirdi. Zengin ile fakir arasında bu derece uçurum söz konusu değildi. Bu zamanda ise nüfus artışı ile beraber teknolojinin gelişmesi ve şehirleşmenin artması, insanların ihtiyaçlarını çoğaltmıştır. İslâm ülkeleri, uzun süre sömürgecilerin elinde kalmasıyla da maddî ve yeraltı kaynaklarının çoğunu kaybetmiştir. Bu durumda İslâm dünyasında büyük bir fakirlik ve sefalet yaşanmaktadır. Bundan dolayı zenginlerin maddî imkânlarını toplumun yararını düşünerek kullanmaları gerekmektedir. Çok lüks ve refah içinde yaşamaları ve paralarını oyun ve eğlenceye harcamaları gerçekten israf ve büyük bir vebaldir.

Bütün bu gerekçelerden dolayı İslâm ülkeleri ve bu ülkelerin zenginleri aşırı tüketime gitmemelidirler. Malın bu şekilde israfı ve fakirlerin de düşünülerek temel ihtiyaçlara harcanmaması sefaletin artması ile sonuçlanır.

İsrafı önlemek, bütün toplumların ve devletlerin önemli bir meselesi olmuştur. Siyasîlerin de en önemli gündemlerini teşkil etmekte ve buna göre çözüm önerileri ortaya koymaktadırlar. Her siyasî sistem kendi prensiplerine uygun bir metotla israfa karşı tedbirler aramaktadır. Sosyalizm zecrî tedbirlerle ve tüketimi kısarak tedbir almaya çalışır. Öte yandan kapitalizm israfı daha da körüklemektedir. İnsanın yapısı harcamaya, lükse ve eğlenceye daha meyyal olduğu için hükûmetlerin aldıkları tedbirler de istenen sonucu verememektedir.

Bu konuda yapılacak en güzel uygulama iktisadî bilgileri ve tedbirleri ferdlere kadar indirmek, onları bu konuda bilgilendirmek ve aklına, vicdanına hitap edebilmektir. Ferdin vicdanına tesir etmeyen hiçbir tedbir, hukûkî müeyyidelere dayansa da tesirli olmaz. Ferd, israfın zararını bizzat idrak etmeli, toplumu ve ötekini de düşünebilecek bir sorumluluk duygusuna sahip olmalıdır. Ancak bu şekilde ferdin hürriyetini de kısmayacak şekilde gerçekçi bir yol takip edilebilir. Üretimi ve tüketimi yapan bizzat ferdin kendisidir. Öyle ise bunların dengeli kullanımını da ferdin kendisi yapacaktır. Hükûmetler politikalarını buna göre düzenlemeleri gerekir.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, 2005, s. 200, 878, 890

2- Â’râf, 7:31

3- Mâide, 5:90

4- Mektubat, 2004, s. 807

27.05.2008

E-Posta: [email protected]




Hasan GÜNEŞ

İktidarın esareti



Meşhur Fransız filozofu Sartre, bir yazısında “Hiçbir zaman Alman işgalindeki kadar hür olmamıştık” der. İfade, İkinci Dünya Savaşında ülkesini işgal eden Almanlara karşı mücadele eden birisi için tezat gibi görünse de, hürriyet ve devlet kavramlarıyla ilgili fikirlerini çekinmeden ifade etmesi ve yine en önemli eserlerini de bu dönemde neşretmesi onun ne demek istediği hakkında bize bir fikir verir.

Filozofun felsefî pek çok fikirlerini beğenmesek de, kendisinin savaş karşıtlığı takdire şayandır. Vietnam’ın işgaline karşı çıktığı gibi, şoven milliyetçiliği kenara iterek Cezayir’in işgaline de şiddetle karşı çıkmıştır. Aynı zamanda ideolojisini bir yana koyup Macaristan’ın işgaline de karşı çıkmıştır.

Sartre anlaşılan, İkinci Dünya Savaşı bile olsa savaş ve işgalin bir gün mutlaka biteceğini ama fikir bazında boyun eğmekle ya da yayınlanmamış ve yaşanmamış fikir ve davranışların kendisiyle birlikte ölmesiyle, esas savaşın işte o zaman kaybedileceğini fark etmiş olmalı.

Şimdi aynı dönemler için Türkiye’ye dönecek olursak; bir önceki dünya savaşında Ruslarla savaşırken at üstünde bile İşârâtü’l-İ’câz adlı meşhur eserini telife devam eden Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Dünya Savaşıyla haber olarak bile ilgilenmez ve “zalimlerin satranç oyunu” olarak değerlendirir. Talebelerine şöyle der: “Bu Cihan Harbinden daha büyük bir hadise ve bu zemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.” Evet o dâvâ yerküre genişliğindeki bir cennet mülkünü ihtivâ eden ebedî bir hayatı kazanma veya kaybetme dâvâsıdır.

Sartre ve Bediüzzaman Said Nursî’ye göre fikirler ve dâvâ, savaştan çok daha önemli! Savaşlar da en nihayetinde bir araç. Alman işgalinden kurtulan Fransa, daha sonra Cezayir’i işgal edip milyonları katlettiğinde savaşı gerçekte Sartre, hürriyet ya da insanlık değil zulüm kazanmıştı. Sartre Alman işgalinde nasıl hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını savunuyorsa Cezayir işgalinde de, eline silâh alamadı ama yine de aynı çizgiyi en azından düşünce olarak devam ettirdi. Ancak pek çok Fransız, pek çok aydın ve iktidar sahipleri aynı çizgiyi devam ettiremediler, zulme ve haksızlığa karşı duramadılar. Çünkü onlar da iktidar, kurulu düzen, mevcut statü gibi pek çok araçlarla zulümden, sömürüden ve emperyal ilişkilerden, dolaylı ya da dolaysız pay alıyorlar, ya da almayı hesaplıyorlardı.

Sartre’nin kalbini ve kalemini Nazi orduları her türlü ceberutiyetine rağmen bağlayamamıştı. Hatta esir kampında bile oyun yazıp oynatmıştı. Fakat savaş sonrası, vitrindeki kahramanlara karşı fikirleri ifade etmek öyle kolay değildi. Onun elini-kolunu ve kalemini bağlayan artık kendi vatandaşları ve vatan-millet gibi kavramlardı. O yine de yazdı ama iktidar nimetine kavuşanlar yazamadılar, konuşamadılar. Nazilerin Fransa’da yaptığı zulmün yüz katını Fransızlar Cezayir’de yaptı. Anlaşılan mağlup edilen Naziler değil; Almanlarmış. Risâle-i Nur’da geçtiği şekliyle “kurt gövdeye girmiş”.

Bediüzzaman Said Nursî’nin kendi memleketimizde maruz kaldığı baskıları anlatmak için kullandığı: “Üç sene Rusya’da, esaretimde çektiğim zahmet ve sıkıntıyı, burada bu dostlarım bana üç ayda çektirdiler” ifadesi, Sartre’ninki kadar radikal değildir, ancak mühim bir hakikatın ironik bir ifadesidir.

Peygamberimizin (asm), “Bir elime güneşi, diğer elime ay’ı verseniz, yine de bu dâvâdan vazgeçmem” diyerek kendisine teklif edilen bütün iktidar imkânlarını elinin tersiyle itmesi, kurulu düzene ve statükoya teslim olunmaması açısından çok önemli bir prensiptir. Yine Bediüzzaman Hazretlerinin, kendisine teklif edilen mebusluk, şark umum vaizliği gibi bir çok imkânı reddetmesi de aynı prensip doğrultusunda statükoya teslim olmamak, zulme ortak olmamak ve kaleminin önündeki bütün engelleri kaldırabilmektir. Vicdanını ve kalbini prangaya mahkûm etmemektir.

“Taç giyen baş akıllanır” diye meşhur bir söz vardır. Devlet sorumluluğunu alan kişinin daha ılımlı hareket edip maceralardan uzak duracağını ifade etmek için söylenmiş bir söz. Ancak iktidar nimetini kaybetmemek için statükoya uyup bütün iddialarından vazgeçenler görüldüğünde, “iktidarla terbiye etmek” taktiğinin zamanımızda da uygulamada olduğunu görmek zor değildir! Yapıyor, ya da yapmak istiyor görünüp de hiçbir şey yapmayanlar için, iktidar nimetlerinin uysallaştıran ve ehlileştiren cazibesi ve kaybetme korkusu gerçekten nelere kâdirmiş dememek mümkün değil!

Risâle-i Nur’da, zulme uğrayarak devlet yönetiminden uzak tutulan Ehl-i Beyt için, murad-ı İlâhî ve kaderin hikmetlerinden birisi şöyle ifade edilir: “Âdi vâliler yerine, evliya aktablarına mercî oldular”. Gerçekten de Ehl-i Beytten vâliler, mezheb imamlarından kadılar olsaydı; kalbleri bu kadar hür, başları bu kadar dik, halkın onlara teveccühü bu kadar kalbden olur muydu? Gönüllerdeki tahtları bu kadar yüksek olur muydu? Ya da İslâm dünyası istikametini bu kadar uzun süre muhafaza edebilir miydi?

27.05.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Zeynep RUHAN

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır