Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


İsmail TEZER

Keneyle mücadelede Kur’ânî metod



“Prof. Dr. Miktad Doğanlar, Amanos Dağlarında bulunan ve bir yıl yaşayıp 100 civarında yumurta bırakan çekirge ailesinden endemik bir böceğin günde 20 civarında kene yediğini tesbit ettiklerini, bunun keneyle mücadelede değerlendirilmesi gerektiğini bildirdi. Böceğe, Amanos ile özdeşleşmesi için ‘Eremiaphila Dagi’ adının verildiğini belirten Doğanlar’a göre, böylelikle Kırık Kongo Kanamalı Ateşi hastalığı ile etkin bir şekilde biyolojik yolla mücadele gerçekleştirilebilir.” (aa)

Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye (aklî delillere) istinat eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” der Bediüzzaman.

Sözkonusu haber de, Kur’ân’ın aklî delillere dayandığının ve hükümlerini akla tesbit ettirdiğinin bir ispatı niteliğinde.

Nasıl mı?

Neml Sûresi’nin 16. âyetinde şöyle buyrulur: “Bize kuşların dili öğretildi.”

Ve ayrıca Sâd Suresi’nin 19. âyeti: “Kuşlar da onun etrafında toplanırdı.”

İlk bakışta, keneye karşı çekirge türü bir böcekle mücadele etmenin bu âyetlerle bağlantısı kurulamayabilir. Ancak Kur’ân’ın herbir âyetinin açık mânâsının yanında, bir de—her asra bakan—işârî mânâlarının olduğu gerçeği dikkate alınırsa, mesele daha iyi anlaşılır.

Bediüzzaman Hazretleri, “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır” âyetinin, Kur’ân’da herşeyin olduğunu ifade ettiğini söyler. Hatta bu sırdandır ki, Hz. Peygamber’in “Ya Rabbi, ona Kur’ân’ın inceliklerini, sırlarını anlamayı nasip et” dediği İbni Abbas (ra) “Ayakkabımın bağı kaybolsa, onu Kur’ân’da ararım” demiştir. Kısacası Kur’ân’da herşey—açık veya gizli olarak—yer almaktadır. Gizli olarak yer alanlara, “işârî mânâlar” denilmiştir.

İşte, eserlerinde bazı âyetlerin bu işârî mânâlarını da beyan eden Bediüzzaman Hazretleri, yukarıdaki âyetlerle ilgili olarak şöyle demiştir:

“‘Kuşlar da onun etrafında toplanırdı’, ‘Bize kuşların dili öğretildi’ cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma kuşlar envâının lisânlarını, hem istidadlarının (kabiliyetlerinin) dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu cümleler gösteriyorlar.

“Evet, mâdem hakikattir, mâdem rûy-i zemin (yeryüzü), bir sofra-i Rahmân’dır (Rahman’ın sofrası), insanın şerefine kurulmuştur; öyle ise, o sofradan istifade eden sâir hayvanât ve tuyûrun (kuşların) çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki, en küçüklerinden bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bâzı işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri ilâve etmiştir; öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad (kabiliyet) dili bilinirse, çok tâifeleri var ki, karındaşları hayvanât-ı ehliye (evcil hayvanlar) gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler.”

Evet, Kur’ân, sözkonusu âyetlerin işârî mânâsıyla, insanoğlunu, hayvanların kabiliyet dillerini öğrenmeye ve bu sayede onları insanlığın faydasına olacak bazı mühim işlerde istihdam etmeye teşvik etmektedir.

Hatta Bediüzzaman, bununla ilgili olarak aynı yerin devamında şöyle bir örnek de verir: “Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette, ücretsiz olarak istihdam edilebilir.”

Ne dersiniz, insan sağlığına zararlı olan kenelere karşı çekirge ailesinden endemik bir böcekle veya bir başka canlı türüyle mücadele etme düşüncesi de, bu mânâları hatırlatmıyor mu?

Aslında bilimin, ‘hayvanların kabiliyet dilini ve ne işe yaradıklarını’ çözmek ve insanlığın hizmetinde kullanmak adına ortaya koyduğu ve koyacağı tüm gelişmeler, sözkonusu âyetlerin işârî mânâları kapsamındadır ve ona hizmet etmektedir.

Evet, “Zaman ihtiyarlandıkça, Kur’ân gençleşiyor.”

Bilim, varlığın dilini çözdükçe Kur’ân’ın sırlarını ortaya koyuyor ve mu’cizeliğini de ispat ediyor.

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Kavl-i leyyin



“Risâle-i Nur’un mesleği, nezihâne ve

nazikâne ve kavl-i leyyindir”

(Bediüzzaman)

Kavl-i leyyin”, yumuşak ve tatlı şekilde konuşmak anlamına gelmektedir. Peygamberimizin (asm) konuşma metodu ve peygamberlerin tebliğ usûlünü ifade eden bir terimdir. Yüce Allah, Hz. Musa (as) ve Harun’a (as) Firavun’un yanına gittikleri zaman nasıl konuşmaları gerektiğini ders verirken şöyle buyurur: “Firavuna gidin. Çünkü o azmış ve yoldan çıkmıştır. Ona ‘kavl-i leyyin” ile konuşun ve yumuşak söz söyleyin, tâ ki öğüt alsın ve korksun.” (Taha, 20:43-44)

Leyyin, huşunet ve sertliğin zıddıdır. Peygamberimizin (asm) tebliğ metotlarının başında “kavl-i leyyin” gelmektedir. Nitekim yüce Allah, Peygamberimize (asm) “Allah’ın rahmeti ile ey resûlüm sen onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba ve katı yürekli olmuş olsaydın onlar senin etrafından dağılırlardı. Sen yine onları affet. Onlar için Allah’tan af dile. İş konusunda onlarla istişare et. Bir de karar verdiğin zaman artık Allah’a güvenerek kararlı şekilde hareket et. Şüphesiz Allah kendisine güvenenleri sever” buyurur. (Âl-i İmran, 3:159) Bu âyet Uhud savaşında Peygamberimizin (asm) sözünü dinlemeyerek yerlerini terk eden okçuları affetmesi üzerine nâzil olmuştur.

Musa (as) kavl-i leyyin ile Firavun’a şöyle nasihatte bulundu:

“Biz Rabbinin elçileriyiz. Rabbimizden deliller ile geldik. Allah bana vahiyle bildirdi ki, selâm ve kurtuluş hidayete tabi olanlaradır. Hak ve hakikatten yüz çevirenlere ise azabım çetindir.”

Bunun üzerine Firavun, Hz. Musa’ya:

“Ya Musa! Sizin Rabbiniz kimdir?” diye anlattıklarına değer verdiğini gösterdi.

Musa (as) onun dinlediğini görünce şöyle devam etti:

“Rabbim, her şeyi yaratan ve her şeye fıtratının gereği hakkını veren ve onları hayra sevk edendir.”

Firavun, o zaman şöyle dedi:

“Peki öncekilerin durumu ne olacak?”

Musa (as) cevap verdi:

“Onların durumu Allah’a kalmıştır. Allah hiçbir zaman yanılmaz ve asla hiçbir şeyi ihmal etmez ve unutmaz. Elbette onların durumu da katındaki bir kitapta yazılı olduğu şekildedir. Görmez misiniz Rabbim yeryüzünü size beşik yapmıştır. Her nevî rızkınızı buradan vermektedir. O Allah size gökten yağmur yağdıran ve yeryüzünü o yağmur ile dirilterek her çeşit bitkileri çıkarandır. Siz de hayvanlarınız da bunları kendinize rızık edinirsiniz. Allah bizi topraktan yaratmıştır. Sonra tekrar toprağa inkılâb ettirecektir. Sonra tekrar ilk yarattığı gibi yeniden diriltecektir” dedi. (Tâhâ, 20:44-55)

Hz. Musa (as) bu şekilde “kavl-i leyyin” ile deliller getirerek nasihatlerde bulundu ama Firavun bütün bu sözleri işitip mucizeleri gördüğü halde yalanladı, kabul etmedi ve reddetti.” (Taha, 20:56)

Hz .Musa’nın (as) bu şekilde hak ve hakikati tebliğ etmesi, her ne kadar Firavunun kalbini yumuşatmamış ise de sarayda bulunan başkalarına tesir etmiştir. Firavun’un eşi Âsiye ve amcası, Hz. Musa’ya (as) iman etmişlerdir. (Mü’min, 40:28) Yine Hz. Musa’ya karşı sihirlerini gösteren sihirbazlar da Hz. Musa’nın (as) ortaya koyduğu deliller ile iman etmişler ve Firavunun öfkesini çekmişlerdir.

Demek ki “kavl-i leyyin”, yumuşak bir üslup ile deliller getirerek akıl ve kalbe hitap ederek konuşmaktır. Musa (as) böyle hareket etmiştir. Peygamberimiz (asm) de, Uhud Savaşı gibi stratejik önemi büyük bir savaşta Müslümanların büyük bir mağlubiyet yaşamalarına sebep olan sahabelerini dahi affederek onlara yumuşak davranmıştır.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri “Risâle-i Nur’un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir” (Lem’alar, 23. Lem’a, 2005, s. 420) buyurarak Peygamberimizin (asm) bu tebliğ metodunu ve mesleğini takip ettiğini beyan etmiştir. Ayrıca Barla Lâhikası’ndaki bir mektubunda, bir müftüye atfen “..envâr-ı Kur’âniyenin suhûlet-i intişarları için irşad ve nasihatinde ‘Ona kavl-i leyyin ile söyleyin’ âyetindeli lütf-i irşadı kendine rehber etsin” (No: 210, s. 405, 2006) demesi de, bizlere mühim bir ders vermektedir.

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Güzel görmek, güzel yorumlamak



Hicret günleriydi. Allah Resûlü (asm), Hz. Ebû Bekir’le birlikte Medine yollarındaydı. Sehm Oğullarının yurdu civarındaki Amim denilen mevkiye gelmişlerdi. Onlar da duymuştu Peygamberimizi (asm) ölü veya diri yakalayanlara yüz deve ödül verileceğini. Reisleri Büreyde bin Huseyb yanına seksen kadar adamını alıp Resûl-i Ekrem’in (asm) yanına geldi.

Allah Resûlü (asm) her zamanki gibi son derece sakindi, telaşsızdı, soğukkanlıydı. Reislerine, “Sen kimsin?” diye sordu. “Ben, Büreyde’yim” dedi reisleri.

Büreyde Arapça serinlik anlamına gelen bir kökten geliyordu. Hiçbir şeyi şerre yorumlamayan, bunu yasaklayan Allah Resûlü (asm) hayra yorumlamayı ise severdi. Büreyde ismini duyunca da hayra yorumlamış, “Ey Ebû Bekir işimiz serinledi ve düzeldi” buyurmuştu.

“Kimlerdensin?” sorusuna, “Eslem kabilesinden” cevabını alınca da, “Selâmete erdik” buyurmuştu. Çünkü Eslem selâmet kökünden geliyordu. En selâmetli demekti. “Eslem’in hangi kolundansın?” sorusuna da “Sehm Oğullarından” karşılığını alınca, “Ey Ebû Bekir, okun çıktı” buyurdu. Sehm ok anlamındaydı.

Görüldüğü gibi Allah Resûlü (asm) Büreyde’yle karşılaşmasını hayra yorumlamıştı. Gerçekten de öyle oldu, olaylar öyle gelişti. Büreyde de Efendimize (asm) kim olduğunu sormuş, Efendimiz de (asm) kendini tanıttıktan sonra Allah’ın Resûlü (asm) olduğunu söylemiş, onu imana davet etmiş, Büreyde de Resûl-i Ekrem’in (asm) sima ve tavırlarındaki emniyeti görüp tereddüt etmeden beraberindekilerle birlikte Müslüman olmuştu.1

Büreyde sadakatle bağlanacaktı Resûlullah’a (asm). Onu bir gölge gibi takip edecek, sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağlayıp bayrak gibi yapıp Medine’ye gireceklerdi. Allah Resûlü (asm) bu sadık Sahabîsini kastederek, ashabından bir zatın bir memlekette vefat edeceğini, onun Kıyamet gününde o memleketin nuru ve halkının rehberi olacağını müjdelemişlerdi.2

Hicretin altıncı yılında Medine’ye hicret eden, Allah yolunda cihada büyük önem veren, “Benim kanlarımda cihad kanı akar. Hayatım at sırtında geçer” diyen bu kahraman Sahabî, hicretin 63. yılında ruhunu Rahman’a teslim edecek, Resûlullah’ın müjdesine nail olacaktı.

Dipnotlar:

1- İbni Sa’d, Tabakat, s. 241-242; 2- İbni Esir, Üsdü’l-Gabe, 1:176.

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Tesirli bir duâ metni: Evrâd-ı Kudsiye



Abdülkadir Bey: “Evrad-ı kudsiye virdinin içeriği nedir? Nelerden bahseder? Ne zaman ve nasıl okuyabiliriz?”

Adına “Evrâd-ı Bahâiye” de denilen Evrâd-ı Kudsiye, Bahâeddin Şah-ı Nakşıbend Hazretlerinin Peygamber Efendimiz’den (asm) mânâ âleminde ders aldığı kuvvetli ve tesirli bir duâ metnidir. Bedîüzzaman Hazretleri, genellikle “Evrâd-ı Kudsiye” nâmıyla andığı bu duâ metni için, “Şah-ı Nakşıbend’in kudsî bir evradıdır ki, Hazret-i Peygamber Aleyhisselâtü Vesselam’dan âlem-i manada ders almış”1 der.

Baştan sonuna kadar Peygamber Efendimiz’in (asm) duâlarının özel bir düzenleme ile bir araya getirilmesinden meydana gelmiş olan bu yüksek evrad, çok geniş bir niyazı ve çok kudsî bir yalvarışı ifade eder. Duâlarının hemen tamamı âyet ve hadis-i şeriflerde mevcuttur.

Evrâd-ı Kudsiye’de başlangıç Allah’ın isimlerine ayrılmıştır: Allah’ın Melik, Hayy, Kayyum, Hak, Mübîn olduğunu, O’ndan başka ilâh olmadığını, O’nun bizim Rabbimiz olduğunu, bizim yaratıcımız olduğunu, bizim O’nun kulu olduğumuzu ve gücümüz yettiğince O’nun ahdi ve vaadi üzerine bulunduğumuzu, yaratıklarının şerrinden Allah’a sığındığımızı, Allah’ın üzerimizde bulunan nimetlerini kabul ettiğimizi, günahlarımızı itiraf ettiğimizi ifade ederek, “Ey Ğaffâr, ey Ğafûr olan Allah’ım, günahlarımı bağışla. Şüphesiz inanıyorum ki, Sen’den başka hiç kimse günahları bağışlayıcı değildir” niyazı ile bu duâya devam ediyoruz.

Allah’ı tenzih, Allah’a hamd, Allah’tan başka ilâh olmadığını ve Allah’ın en büyük olduğunu söyleyerek, O’ndan başka hiç kimsede güç ve kuvvet de bulunmadığını ifâde ile, O’nun Evvel, Âhir, Zâhir, Bâtın olduğunu ve O’nun her şeyi bildiğini zikrediyoruz. Allah’ın muhtelif isimleri ile Allah’ı tenzih ve tesbih ifadeleri ile duâ devam ediyor. Allah’ın Evvel olduğu, Allah’tan önce hiçbir şeyin olmadığı; Allah’ın Ahir olduğu, Allah’tan sonra hiçbir şeyin olmayacağı; Allah’ın Zahir olduğu, hiçbir şeyin Allah’a benzemediği; Allah’ın Batın olduğu ve Allah’ın görmediği hiçbir şeyin bulunmadığı; Allah’ın çok olmayıp Bir olduğu, vezirsiz Kadir olduğu zikirleri ile duâ devam ediyor.

Duâ, Ta ha, Ta sin mim, Ta sin, Ya sin, Ha mim, Ayn sin kâf gibi sure şifrelerinden hareketle yüce sûreleri Allah’ın bizi kulluğuna kabulüne, Allah’a imanımızın kemale ermesine, şirksiz ve isyansız bir inanç içinde olmamıza, kâmil bir iman ve istikametli bir amel-i sâlih içinde bulunmamıza şefaatçi yapar. Bu makamda Âyete’l-Kürsî’yi zikrederek duaya ve isteklere kuvvet verir.

Duanın diğer bir orijinal yanı, Kur’ân-ı Kerim’in kırkıncı sûresinden kırk altıncı sûresine kadar olan ve başlarında Hâ mîm şifreleri bulunan yedi sûreyi, yani Mü’min, Fussilet, Şûrâ, Zuhruf, Duhân, Câsiye ve Ahkaf sûrelerini, başlarında bulunan Hâ mîm ifâdeleri ile zikrederek ayrı ayrı anmış olması ve Allah’ın emrini kabûlümüze, Allah’ın yardımına ihtiyacımızın şiddetli olduğuna, günahlarımızın bağışlanmasına, tövbemizin kabûlüne, cezâsından affedilmemize, azabından korunmamıza bu sûrelerin şefaatini istemiş olmasıdır.

Allah’ın bizi şükredici, zikredici, Kendisini isteyen ve Kendisine itaatkâr kılması, Allah’ın tövbemizi kabul etmesi, kalbimizi arındırması, günah ve isyanlara karşı bizi koruması, kalbimizden manevî hastalıkların, riyanın, gösterişin, kinin, nefretin, ihanetin, Allah’ın rızası haricinde olan her şeyin sevgisinin ve yönelişinin kaldırılması istekleri ile Cenâb-ı Hakka yönelişe devam edilir.

Yüksek ve faziletli bir duâ metnini dar bir çerçevede özetlemeye ne imkânımız, ne gücümüz vardır. En iyisi bu duâ ile bire bir muhatap olmak ve bu dua ile Allah’ı kendimize muhatap ederek Allah’a yalvarmaktır.

İki salâvat ortasında yapılan duâların makbul olması ciheti ile Üstad Bedîüzzaman Hazretlerinin Evrâd-ı Kudsiyeyi, yüksek bir salâvat metni olan Delâilü’n-Nur’un ortasında okuduğunu, Evrad-ı Kudsiye bittikten sonra tekrar Delâilü’n-Nur okumaya devam ederek Delâilü’n-Nur’u bitirdiğini yakın talebelerinin bildirdiğini burada ifade edelim.

Bu duâ metnini her sıkıntımızda, her ihtiyaç hissettiğimiz zaman okuyabilir ve böylece yüce Allah’ı imdadımıza çağırabiliriz.

Dipnotlar:

1- El-hakâiku Hizb-ü Envâri’n-Nûriye, s. 76

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Yüzüncü yıl sancıları



Sultan II. Mahmud'un tahta geçtiği 1808'den bu yana, Türkiye her yüz yılın başında şiddetli bir sancıya tutulur oldu. Bunlar, birer doğum sancısıydı.

1808'deki sancı, kötü ve sakat bir doğumu netice verdi. Avrupa hayranı ve mukallidi olan Sultan Mahmud, gerek askerî ve siyasî, gerekse içtimaî ve medenî hayatta çok büyük inkılâplar yaptı. İstanbul'u adeta kan deryasına döndürerek, mâzisi fütûhatla dolu 400 yıllık Yeniçeri Ocağını söndürdü. Ardından, bir ucûbe kılık–kıyafet inkılâbına girişti ki, kendi milletinden öldürttüğü insanların haddi hesabı bilinemiyor.

* * *

Sultan II. Mahmud'un devr–i saltanatından tam yüz sene sonra (Temmuz 1908) yeni bir siyasî inkılâp oldu. Adına "Hürriyet ve Meşrûtiyet İnkılâbı" denen bu muazzam hadise, hiç olmazsa merkezde kansız, darbesiz, çatışmasız oldu.

Oysa, hadise pek mühimdi; yine de ucuza atlatıldı. Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle "Bu milletin yarı efradı uğruna fedâ edilseydi, yine ucuz olurdu."

Nâzenin Meşrûtiyet, iç ve dış düşmanlarının ittifakıyla boğulmaya çalışıldı. İşbaşına gelen hükümetler, hürriyet yerine diktaya yöneldi.

Bu sebeple, maddî–mânevî belâ ve musibetler, sıkıntı ve buhranlar sökün etti, , birbiri ardına üstümüze sel gibi geldi.

Asrın ortalarına gelindiğinde (1950), sıkıntıdan iyice bunalan, daralan bu aziz millet bir parça rahat nefes aldı, memleket bir terece olsun tenneffüs eyledi. Ardından, yeniden bir karanlık perde gerildi. İnişli çıkışlı, badirelerle dolu bir elli yıl daha geride kaldı.

* * *

Bediüzzaman Said Nursî, Münâzarât isimli eserinde, Meşrûtiyet'in yüzüncü yılından müjdeli bir şekilde söz eder.

Bu eserinde, yapılan her türlü yanlış, ihmal ve engellemelere rağmen, yüz yıl sonra "Meşrûtiyetin tam cemâli"nin görüleceğini haber verir.

Bu haberi, aynı zamanda yeni ve sağlam bir doğum müjdesi şeklinde değerlendirmek de mümkün.

Günümüzde giderek şiddetlenen siyasî ve demokratik sancılanmaların, nur topu gibi cemâli güzel ve mükemmel bir meşrûtiyeti doğurmasını temenni ediyoruz.

Tarihin yorumu = 12 Haziran 1945

"Dörtlü takrir"den dörtlü kurbana

Yakın tarihimizde "Dörtlü takrir" ismiyle yer alan ve altında dört milletvekilinin imzası bulunan önerge, CHP Meclis Grubuna takdim edildi.

Bütün hür dünyanın demokratik bir sisteme geçtiğini, 1876'da demokratik bir anayasayı (Kànun–u Esâsî) kabul eden Türkiye'nin de bundan geri kalmamasının gerektiği vurgulanan bu önergenin altında şu isimlerin imzası bulunuyordu: Celal Bayar, Refik Koraltan , Adnan Menderes, Fuat Köprülü.

Türkiye, bu tarihte tek parti oligarşisi ile idare ediliyordu. Hürriyet ve demokrasi taleplerine geçit verilmiyordu.

Bu sebeple, söz konusu önerge şiddetli bir hiddet ve öfkeyle karşılandı. İmza sahipleri birer birer dışlandı ve partiden ihraç edildi.

Boyunları kesildi, lâkin eğilmedi

Türkiye, BM kurucu üyesi olması şartı karşılığında, çok partili sisteme geçmeye—kerhen de olsa—söz vermişti.

Bu durumdan istifa eden "dörtlü takrir" sahipleri, 7 Ocak 1946'da Demokrat Partiyi kurdu. Aynı yıl yapılan "ayıplı seçim'de 60 kadar milletvekili ile Meclis'te grup kuran DP, 1948'de Millet Partisi tarafından ilk bölünme hadisesine mâruz bırakıldı.

1950 seçimlerinden zaferle çıkan DP, 1954 ve 1957 seçimlerini de aynı zaferle kazandı.

Bu partiyi demokratik yoldan mağlup edemeyeceğini anlayan oligarşik zihniyet, 1960'ta kanlı bir darbe gerçekleştirdi.

Ülke idaresini ele geçiren bu darbeci cunta, önce (30 Mayıs 1960) İçişleri Bakanı Namık Gedik'i intihar süsü vererek katletti. (İsmi bizde mahfuz, görgü şahidi bir muhtar anlatıyor.)

Cunta, bilindiği gibi yüzlerce DP'liyi işkenceden geçirdikten sonra partinin üç liderini (Menderes, Zorlu, Polatkan) de idam ettirdi.

Dörtlü takrir ile "hürriyetçi demokrasi" hareketini başlatan Demokratlar, sonunda kadar aynı istikamette gittiler ve zalimlere asla boyun eğmediler. Evet, boyunları gitti, lâkin hiç eğilmedi.

İşte hakiki Demokratlar böyledir. Kendileri zarar görür, fakat dine ve millete zarar vermez, verdirmezler. Hatta, canlarını bile fedâ ederler, fakat devlete ve millete zarar vermemeye âzami gayret ve hassasiyet gösterirler.

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Şimdi anlaşıldı mı?



Daha önce demiştik: “İç ve dış odaklar; 22 Temmuz’da AKP üzerinden bir tuzak kurdu; bozalım. Neydi bu tuzak? Başta başörtüsü, imam-hatip ve katsayısı adaletsizliği, Kur’ân kursları yaş sınırı vs. pek çok hak ve hürriyetler meselesinde hiçbir iyileştirme, icraat yapmayan, hatta söz dahi vermeyen; ancak belli çevrelerin ve dış bağlantılarının ekonomisini/menfaatlerini inanılmaz derecede iyileştiren, gözeten; siyaseten tecrübesiz AKP’yi iktidara getirecekler ve istedikleri tavizleri koparacaklar! Bunlarla istedikleri gibi siyasî kamuoyu oluşturuyorlar... Nasıl oldu da, dış çevreler; AKP’ye inanılmaz derecede böylesine bir destek verdi? Babalarının hayrına mı; Türkiye’nin hayrına mı? Zafer sarhoşluğunu bir kenara atıp, hepimiz ve özellikle AKP’liler hassasiyetle tahlil etmeli, ona göre stratejiler geliştirmeli; oyunlarını bozmalı!”1

Geriye doğru kısa bir siyasî gezinti yapalım: Siyasî iktidarı ele geçirme düşüncesiyle yola çıkan MNP-MSP-RP-FP hareketi, “30 yıl süren siyasî savaş” sonunda, hareketlerinin çıkmaz yol olduğunu görmüş. Bu sefer “Din gömleğini çıkardık!” deyip, tüm gücüyle dinî duyguları âlet ederek AKP ile yine siyasetin labirentlerine girmiş…

Bu, beynelmilel bir tuzak mıydı? Yani, dış mihrakların, para çevrelerinin, yerli holdinglerin, “kartel medyası”nın, gazete ve televizyonların beyin yıkamasıyla alay-ı vâlâ ile AKP’yi iktidara getirmesi… Altı yıl süren AKP iktidarında mütedeyyin çoğunluğun lehinde hiçbir icraat yapamaması; başörtüsünü halletmeye kalkınca, kapatma ile karşı karşıya kalması! 367 oyunu, Anayasa Mahkemesi’nin, milletin, Meclis’in iradesini hiçe sayan kararı vs…

Bunlar da gösteriyor ki; dindarlar iktidar olmaya çalışmamalıdır. Bediüzzaman’ın tesbit ettiği gibi; Kur’ân ve hadîsçe haber verilen ve bütün peygamberlerin ve asırların Allah’a sığındığı âhirzamanın dehşetli hâdiseleri içindeyiz. Şeytandan Allah’a sığındığımız gibi, siyasetten de sığınmalıyız. Çünkü, Deccalizm, her tarafı kasıp kavuruyor. Ona siyasetin malzemeleriyle değil, ancak imân ve Kur’ân nurlarıyla mukabele edilebilir.2 Evet, felsefenin tahribatçı fikirlerini siyasetin günlük, değişken, hissî doneleri çürütemez, durduramaz; imân ve İslâm esaslarını izâh edip ortaya koyamaz.

Şimdi anlaşıldı mı, AKP’yi niye iktidara getirdiler, niye gazetelerde, televizyonlarda övgüler dizdiler? Şimdi sorun kendinize: Nerede istikrar, nerede AKP’ye övgü yağdıran cümle dalkavuk ve dahi mutabasbıs, yağdancı gazeteler, köşe yazarları, televizyonlar? Dessas ehl-i dünyanın propagandalarına nasıl aldandık? Demek ki, adamlar altı yıl boyunca kendi işlerini yaptırdılar, ne zaman çoğunluğun işine el atınca; tu-kaka, gel beru!

Herkes vicdanıyla baş başa kalınca düşünmeli: Madem 22 Temmuz bir tuzak değildi, AKP demokrattı da, niye çoğunluğun işini halledemedi? Üstelik, 6 yıl sonunda “Başörtüsüne serbestiyet” diye yola çıkan AKP, öngörmediği biçimde “Türbana yasak getiren” parti oldu!

28 Şubat’tan sonra “dini referans alıp ortaya çıkmanın zararlarını” anladık. Keşke Bediüzzaman’ın, dünya çapındaki sosyal tesbiti olan, “İttihad-ı İslâm Partisi yüzde altmış yetmiş (toplumu, devleti oluşturan tüm katmanlar) tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır”3 meselesi de anlaşılıp ona göre hareket edilseydi!

Dipnotlar:

1-Yerin Kulağı, Yeni Asya, 24.07.2007.; 2-Tarihçe-i Hayatı, s. 131.; 3-Emirdağ Lâhikası, s. 386.

12.06.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Kadir AKBAŞ

Askerî vesayetten yargı vesayetine



Geçen haftalarda Yargıtay Başkanlar Kurulunun açıklamasından hareketle “27 Mayıs yüksek yargıda mı?” diye sormuştuk. Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerine ilişkin olarak verdiği karar bu yargımızı haklı çıkardı. Anayasa Mahkemesi üyelerine sinmiş “halka ve halkın seçtiklerine güvensizlik” duygusu, mahkemeyi bu denli tartışmalı hale getirdi. Anayasanın 4. maddesinin 3. fıkrasında, ‘Hiçbir kimse veya organ kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisini kullanamaz” hükmü yer almıştır. Anayasa Mahkemesinin anayasa değişikliklerine ilişkin denetim yetkisinin tarihi gelişimi dikkate alındığında, Anayasa Mahkemesinin içtihatlarıyla bu konudaki yetkilerini genişletme çabasına karşı bu içtihattan kurtulmak için 12 Eylül Anayasası ile mahkemenin anayasa değişikliklerini denetim yetkisinin daha da kısıtlandığı ve bu amaçla şekil denetiminden ne anlaşılması gerektiğinin açık açık yazıldığı görülecektir.

Anayasa Mahkemesi, değişiklikleri esas yönünden incelemek suretiyle anayasaya aykırı bir biçimde kendi yetkisini ciddi biçimde genişletmiştir.

Anayasa Mahkemesi anayasa koyucunun özellikle vermek istemediği ve öngörmediği böyle bir yetkiyi kullanarak parlamentonun ‘tali kurucu iktidar’ olma yetkisini adeta elinden almıştır. Mahkemenin değişiklikleri esas yönünden incelemesi Türkiye’yi alışılmadık bir problemle karşı karşıya bırakmıştır. Bugün Türkiye, Anayasa Mahkemesini yeniden anayasal sınırlar içerisine çekmek gibi bir problemle karşı karşıyadır. Bu sanıldığı kadar kolay olmayabilir. Ancak kararın CHP ve DSP dışındaki siyasî partilerde ve toplumun geniş kesimlerinde uyandırdığı tepki umut vericidir.

Türkiye uzun bir dönemden beri yargı organlarından, özellikle de Anayasa Mahkemesinden kaynaklanan krizleri aşmakla uğraşıyor. Bir askerî ihtilâl döneminin psikolojik ortamında, militer bir anlayışla hazırlanmış 1982 anayasasının kısmen öngördüğü temel hakları bile daraltmayı şiar edinmiş bir anayasa yargısı hukuk adına endişe vericidir. Temel hakların ancak açık bir kanunî düzenleme ile sınırlandırılabileceği ve kamu hizmetlerinden yararlanmada eşitlik ilkesine vurgu yapan bir anayasa değişikliğinin iptali hukuk zemininde anlaşılamaz. Temel hak ve özgürlükler alanında yasama organının oldukça gerisinde bir zihniyet yapısına sahip ve özgürlükleri genişletmek değil, aksine daraltmayı ve anayasa ile tanınan güvenceleri ortadan kaldırmayı misyon edinmiş bir anlayış hukukla telif edilemez. Anayasa Mahkemesi, tek parti döneminden miras kalan ve laikliğe dinle mücadele misyonu yükleyen anlayışını, demokratik bir laiklik anlayışıyla değiştirmekle yükümlüdür. Ve elbetteki artık kaçınılmaz hale gelen yeni anayasa çalışmaları sırasında demokratik anlam ve içeriği ile laiklik ilkesinin yeni anayasada yer alması önemlidir. Anayasa Mahkemesinin son kararıyla görünürde, askerî vesayetin yargı vesayetine dönüşmesi ihtimamla belirlenmiş bir strateji ile hareket edilmesini gerektiriyor.

BAŞÖRTÜLÜ MUHABİRE HAKARET EDEN

CHP’LİYE HAPİS CEZASI

Kırşehir Belediye Meclis toplantısına takip etmek için belediyeye giden Kırşehir Çınar Gazetesi’nin başörtülü muhabiri Fatma Alkan’a hakaret ve tehdit içeren cümleler kullanıldığı iddia edilen CHP’li Kırşehir Belediye Meclis Üyesi Saadet Balcı’ya 135 gün hapis cezası verildi. Mahkeme Saadet Balcı’nın sabıkasının olmaması nedeniyle hapis cezasını idarî para cezasına çevirdi. Hakarete uğrayan başörtülü muhabir Fatma Alkan, CHP’li Balcı’ya yüklü miktarda tazminat dâvâsı açmaya hazırlanıyor.

Genel Sekreter Önder Sav’ın hac ibadeti ve peygamberimize hakaret dolu sözleri ve bir merkez valisi ile yaptığı siyasî konuşmaların kamuoyuna yansımasıyla zor günler geçiren CHP’ye bir kötü haber de Kırşehir’den geldi.

Geçen yıl Mayıs ayında Kırşehir Belediyesinde yapılan encümen toplantısını takip eden yerel Çınar Gazetesinin başörtülü muhabiri Fatma Alkan’a ‘Göz zevkimi bozuyorsun’, ‘Seninle sonra görüşeceğiz’ gibi sözlerle hakaret ve tehditte bulunan CHP Kırşehir Belediye Meclis Üyesi Saadet Balcı’ya mahkemeden hapis kararı çıktı.

Başörtülü muhabiri tehdit etmekten 60 gün, hakaretten ise 75 gün hapsine karar verilen alan CHP’li Balcı’nın iyi hali ve sabıkasının olmaması nedeniyle cezası idari paraya çevrildi.

Saadet Balcı 135 günlük hapis cezası yerine 2 bin YTL para ödeyecek. Hakarete uğrayan Çınar Gazetesi Muhabiri Fatma Alkan ise Saadet Balcı’ya yüklü miktarda maddî ve manevî tazminat dâvâsı açmaya hazırlanıyor.

Fatma Balcı’nın avukatı Muhammed Emin Hekimhan, davanın temyiz yolu açık olmak üzere sonuçlandığını söyledi. Avukat Hekimhan, mahkemenin davalı Saadet Balcı’nın 135 günlük hapsini idari para cezasına çevirdiğini belirterek şunları söyledi, “Dava sonuçlandı. Saadet Balcı hakaretten 75 gün, tehditten ise 60 gün hapisle cezalandırıldı. İyi hali ve sicilinin temiz olması nedeniyle ceza 2 bin YTL paraya çevrildi.”

Öte yandan CHP’li Saadet Balcı, geçen yıl yaşanan olayın çarpıtıldığını ileri sürmüştü. Saadet Balcı, zaman zaman kendisinin de başını kapattığını belirtmiş, türbana karşı olduğunu ifade ederek “Ben örtüye karşı değilim. Türbana karşıyım. Belediye encümen salonu bir kamusal alandır. Aynı bayanı daha önce de uyarmıştım. Bu toplantıda da kendisini uyardım. Bayan muhabir dışarı çıktı. Başkan gelince tekrar içeri girince başkanı uyararak başörtülü muhabirin ya başını açmasını, yada dışarı çıkmasını istedim. Ben ‘Göz zevkimi bozuyor’ ifadesini kapalı muhabire değil, encümen üyelerine söyledim. Gerektiğinde ben de kapanıyorum. Benim annem de kapalı. Ben türbana karşıyım. Dışarı çıktığım zaman benim başörtüsünü çekme gibi bir teşebbüsüm olmadı” iddiasında bulunmuştu.

Çınar Gazetesi Yazı İşleri Müdürü Seda Kızıltepe, gazete olarak muhabirlerine yapılan hakaretin mahkemece onaylanmasıyla birlikte maddi ve manevi tazminat açmaya hazırlandıklarını ifade etti.

KİRACINIZ AİDATLARI ÖDÜYOR MU?

Kiracınız aidatları ödemiyorsa, mülk sahibi olarak aidatların ödenmesinden siz sorumlusunuz. Kat Mülkiyeti Kanununa göre kat maliki; gider ve avans borcu ile gecikme tazminatından, kiracısı ile birlikte müştereken ve müteselsilen sorumludur. Bu sebeple kiracının aidatları düzenli ödeyip ödemediğinin titizlikle takip edilmesi gerekmektedir. Kiracının aidatları ödemeden işyerini veya meskeni terk etmesi durumunda ödenmemiş aidatların tamamı mal sahibinden talep olunacaktır. Aidat ve diğer ödemelerin gecikmesi durumunda aylık yüzde 10 gecikme tazminatı ödenmek durumunda kalınacaktır. Mal sahibi kiracının ödemediği aidatlarla ilgili gecikme faizini olayın kendisine bildirildiği tarihten başlayacak şekilde ödeyecektir.

12.06.2008

E-Posta:




Mehmet KAPLAN

Bavullarınızı dolduracağınıza



Bu gün:

Bir karar verseniz…

Kararınız da şu olsa;

Artık:

Bavullarımı doldurmayacağım…!

İnsana değer vereceğim.

Bavul doldurup;

Seyahate çıkacağıma..

Başka türlü bir seyahate çıkacağım:

Bundan böyle;

Gönülleri dolduracağım!

Yeni yolculuğum:

Daha önemli!

Hayatıma..

Yeni bir düzen...

Ruhuma;

Yeni bir anlayış katacağım…

***

Bizden;

Söylemesi:

Kendimizi yeni bir süzgeçten geçirmenin tam zamanı!

Kalp kırmamanın.

Gönüllere girmenin..

Yalan ve geçici yolculuklara çıkmak yerine; insanların gönlüne seyahat etmenin üstüne yok…

Bu günden tezi de yok!

Böyle bir seyahate çıkmak için geç kalmak diye bir şey de yok…!

Şu an tam zamanı!

Karar vermeli.

Bize yakın olan..

Ama;

Çok zamandır kapısını çalamadığımız insanlara:

“Ben geldiii…iiiimm!” diyebilmeliyiz.

***

Bu gönül yolculuğuna;

Canımız kadar çok sevdiğimiz..

Ama;

Birazcık canımızı sıktı diye yüzüne bakmadığımız yakın çevremizdeki dostlarla başlayabiliriz…

“Bu zamanda dostluk mu kaldı?” diyenimiz varsa…

Kendi etmiş kendi bulmuştur.

Unutulmamalı ki:

Dünya insanla güzel.

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Keşke haklı çıkmasaydık



Dokuz aydır başörtüsü meselesinde yaşanan sıkıntılı sürecin farklı aşamalarında bu köşede çıkan yorumlardan aktaracağımız bölümleri bugün

noktalıyoruz:

***

Başörtüsü meselesini anayasa ve kanun değiştirerek ve de sadece üniversitelerle sınırlı olarak “çözme” girişiminin yol açtığı kargaşayı hep birlikte üzüntü içinde takip ediyoruz. Yasalarda dayanağı olmayan sorunu yasal düzenlemeyle çözme girişiminin yol açtığı en büyük sakıncalardan biri, meseleyi bu “mayınlı alan”a taşıyarak, bundan sonraki süreci ve çözüm arayışlarını da ciddî şekilde zora sokması. Başörtüsünü, kılık kıyafeti anayasa ve kanunla tanzim etmek yerine, yasağı akılcı stratejilerle uygulamada sona erdirme yolu tercih edilmiş olsaydı, bu sıkıntıların hiçbiri gündeme gelmezdi. (5.3.2008)

***

Başörtüsü tartışmalarında, birbirini izleyen sivil bildirilerden birinde ifade edilen ve sanırız, genelde tasvip gören şöyle bir tesbit vardı:

“Hak ve özgürlüklere bir bütün olarak sahip çıkılmalı. Eğer iktidar AB sürecinde bu yaklaşımı ortaya koymuş ve üç yıldır reformları ihmal etmeyip aynı hızla sürdürmüş olsaydı, başörtüsü yasağı dahil olmak üzere birçok sorun daha kolay ve sancısız bir şekilde çözüme bağlanırdı.”

Ne yazık ki, AKP bunu yapamadı. 17 Aralık 2004’te, AB’den müzakerelere başlama günü olarak 3 Ekim 2005 tarihini “kopardıktan” sonra reformlara daha fazla asılması gerekirken, tam tersine inanılmaz bir rehavetin içine girdi.

AKP’nin ikinci iktidar döneminde de ümit veren bir başlangıç yapamadığını, eski hataları tekrarlamayı sürdürdüğünü, geride kalan sekiz aya yakın sürenin reformlar açısından yine boşa geçtiğini, zaman ilerledikçe ve hadiselerin gelişme seyri temâşâ edildikçe, bundan sonrası için de ümit beslemenin pek isabetli olmayacağını ifade etmek, üzücü dahi olsa, yanlış olmasa gerek.

AKP, girdiği ilk seçimde üçte ikilik Meclis çoğunluğunu alarak müthiş bir fırsat yakalamıştı, değerlendiremedi. Buna rağmen halk 22 Temmuz’da bir fırsat daha verdi. Ama galiba o da kaçıyor. Peki, iddia ettikleri gibi yeni bir seçimde yüzde 60-70 oy alsa durum değişir mi? (22.3.2008)

***

Anayasanın iki maddesi değiştirilerek atılan adım, söz konusu değişiklik Meclisten geçerek Köşk onayından çıktıktan sonra yürürlüğe girdi. Ancak üniversitelerdeki yasak kalkmadı. AKP ve MHP’nin anayasa paketiyle birlikte gündeme getirdikleri YÖK ek 17. madde ise hâlâ beklemede. Son gelişmelerin ışığında görünen o ki, artık askıdan inmesi mümkün değil. (4.4.2008)

***

AKP ve MHP, iki maddelik anayasa değişikliğine ilâveten, YÖK Kanununun ek 17. maddesinde, “çenealtı formülü”nü içeren ayrıntılı bir düzenleme daha yapmayı da öngörmüşlerdi.

Ama bilâhare bu konuda AKP’nin içine bir kurt düştü ve işi yavaştan almaya başladı. MHP bir süre ısrarını sürdürdü. Ancak AKP’ye açılan kapatma dâvâsı herşeyi alt üst etti. Zaten tereddütlü olan AKP’nin, bu aşamadan sonra ek 17’yi gündeme getirme ihtimali tamamen rafa kalkarken, son âna kadar ısrarını devam ettiren MHP de sessizce çark etmek zorunda bırakıldı.

Çünkü durum ciddî. AKP’nin başına gelen, MHP için de pekâlâ mümkün ve muhtemel. O da okkanın altına girebilir. Zira işin şakası yok.

Dolayısıyla, başörtüsü meselesinde tam bir kilitlenme hali söz konusu. Öyle ki, AKP bu konuda ne ileri, ne de geri adım atabilecek halde.

Geri adım atmanın bile, kendi irade ve inisiyatifiyle yapıldığı takdirde bir anlamı olabilir.

Ama bu hadisede o dahi yok... (5.4.2008)

***

Bütün bunlardan sonra son sözümüz:

Keşke haklı çıkmasaydık ve keşke Türkiye böyle derin bir sıkıntının içine sürüklenmeseydi...

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Zorla baş açtırdınız, ne oldu?



Hayatın, Türkiye’nin ve dünyanın gereklerinden habersiz olanlar; hâlâ, zorla baş açtırarak ‘kazanacaklarını’ zannediyorlar. Bu ‘zan’ o kadar yanlış ki, ayrıca izaha gerek duymuyoruz.

Anayasa Mahkemesinin aldığı karar, ‘teknik’ yönleriyle tartışılıyor. Ama asıl, fiilî neticelerinin tartışılması gerek. Mahkemenin kararını ‘sevinçle’ karşılayan bazı üniversiteler, bütün işlerini-güçlerini bir yana bırakıp ‘başörtülü öğrencileri yakalama’ya başladılar. Televizyonlara da yansıdığı üzere, Van’daki üniversite yöneticilerinin emriyle görevliler öğrenci servislerini durdurup başörtülü öğrencilere başlarını açtırdı, açmayanları da otobüsten indirdi. Bu uygulamada o kadar ileri gidildi ki, serviste bulunan ve okulun ‘lojmanları’na giden, öğrenci olmayan başörtülüler de otobüslerden indirildi. Bu uygulama hen insan haklarına aykırıdır, hem de insafla, iz’anla ve iyi niyetle izah edilemez.

Kanunsuz şekilde uygulanan “Başörtülü öğrenciler üniversiteye giremez” kararını ne hakla “başörtülü veliler de üniversiteye giremez” haline getiriyorsunuz? Vicdanları yaralayan bu uygulama ile ne kazandığınızı zannediyorsunuz? Hatırlatalım; sadece ‘beddua’ ve ‘ah’ kazanıyorsunuz. Son tahlilde, ‘kazanmanız’ mümkün değil, çünkü kökten haksızsınız!

Herkes mahkemenin aldığı kararı tartışıyor, ama asıl tartışılması gereken “Bu çağda, üniversite öğrencisi sırf başı örtülü diye kapı dışarı edilebilir mi?” sorusu olmalıdır. Dünyada eşi ve benzeri olmayan bu uygulama ile Türkiye’nin iyi noktalara gitmesi mümkün değildir.

Tabiî ki bu noktalara bir günün yanlışıyla gelinmedi. Zamanında yapılan uygulamalar ‘küçük meseleler’ olarak görüldü, ikâzlar dikkate alınmadı. Mesela, İstanbul Üniversitesi merkez binasına girmek isteyen başörtülü ‘veli’ler içeri sokulmadı. İlave olarak aynı üniversite davet ettiği bir yabancı ‘uzman’ı, daha sonra sırf başörtülü olduğu için reddetti, geri çevirdi. Bu ve benzeri yanlışlar bütün üniversitelerde yaygınlaşırken, Türkiye’yi ‘idare’ ettiğini zannedenlerden ses çıkmadı. Sustular, sustular ve maalesef kanunsuz yasak uygulayanlar yanlışlarını daha ileri noktalara taşıdılar.

Van’da yaşanan hadiseyi, koltuğunda oturup ‘rahatça’ izleyen ya da “Bunca ‘fetva’ya rağmen hâlâ başlarını açıp okumuyorlar ve bizi zor durumda bırakıyorlar” diyen siyasetçiler varsa Allah onlara insan ve iz’an versin!

Gün gelip yasakçılar da anlayacak ki, zorla baş açarak insanların kalplerini fethetmek mümkün değil. Anlayacaklar ki, ‘kazandık’ diye düşündükçe kökten kaybediyorlar. Anlayacaklar ki, bu uygulamalar ‘atmaca’nın ‘serçe’ye tasallutu gibi başörtülülerin daha şuurlu hale gelmesine sebep oluyor. Anlayacaklar ki, ‘ikna odaları’ ile bir yere varmak mümkün değil. Anlayacaklar ki, zorla baş açtırarak, anaları ve bacıları ağlatarak ‘demokrat’ olmak mümkün değil. Anlayacaklar ki, dünya da uzun süre bu haksızlık karşısında susmayacak. Anlayacaklar ki, son kaybeden kendileri olacak.

Umalım ve dua edelim ki, mağdurlar daha fazla bedel ödemesin...

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Demokrasi sınavı



nayasa Mahkemesinin son kararına kararlılıkla karşı koyması gereken siyasî iktidarda kırılmalar birbirini tâkip ediyor. Bu “kırılmalar,” ekonomi dahil Türkiye’nin gerçek gündemini öteliyor. Ve en garibi Türkiye’nin en fazla ihtiyaç duyduğu bir süreçte demokrasi ve özgürlük alanındaki düzenlemeleri erteliyor.

Sürece bakıldığında kargaşa ve kararsızlık açıkça görülüyor. Önce AKP Genel Başkanvekili, kararın “siyasî değil hukukî olduğu”nu söyledi. Cumhurbaşkanı, “hukukî süreç”ten bahsetti. Başbakan Yardımcısı, “gerekçeli kararın açıklanmasının beklenmesi”yle, Dışişleri Bakanı, “Mahkemenin kararları kesindir, saygı duymak lâzım” diye geçiştirdiler…

Ardından AKP’nin Merkez Karar Kurulu toplandı ve asıl “Meclis’in muhatap olduğu” belirtilerek Meclis Başkanının Anayasa Mahkemesine “yasama yetkisi”nin gasb edildiğini bildirmesi istendi. Başbakan’ın gece yarısı Meclis Başkanıyla görüşmesinin ardından “karar”dan iki gün sonra Meclis Başkanı Toptan düzenlediği basın toplantısında, bu hususu dile getirdi. Ancak Anayasa Mahkemesinin “yetkisini aştığı”nı açıklayan Toptan’ın “senato” önerisinin yanısıra “iptal” kararı için söyledikleri, diğer tespitleriyle uyuşmadı.

Tıpkı Başbakanın anayasanın 6. ve 7. maddelerine göre millet adına “egemenliğin kullanılması”nı ve Meclisin “yasama yetkisi”ni nazara verip 148. maddesindeki Mahkemenin “görev ve yetkileri”ne çekerken, 153. maddesindeki "kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceği”ni yine gözden kaçırması gibi.

Anayasa Mahkemesinin bir kanunu “iptal” ederken “gerekçesi”ne yazdığı “yorum”un “yasa” yerine konulamayacağına dikkat çekmemesi gibi…

“FARKLI YOL”UN ANLAMI…

Vaziyet, AKP’nin baştan beri saplandığı yasadışı yasağı “yasal” görme yanlışının tekrarladığını bir defa daha ortaya koymakta. Diğer yandan “Mahkeme kararının bu kadar çok tartışılmasını beklemiyorum” diyen Toptan’ın, “Farklı bir yol bulunabilirdi, örneğin yorumlu ret kararı verilebilirdi” görüşü, vahâmetin bir başka boyutunu su yüzüne çıkarmakta. (Şükrü Küçükşahin, Hürriyet, 9.Haziran.2008)

Zira bu “farklı yol”, Mahkeme’nin Anayasal değişiklikleri kabul edip, tıpkı Yüksek Öğretim Kanunu ek-17’de olduğu gibi “gerekçesi”ne yazacağı “başörtüsünün laikliğe aykırı olduğu” yorumuyla “yasaklanması” anlamına gelmekte. Dahası yasağın “yasakçılar” nezdinde “yasallaştırılması”na bahaneler vermekte…

Ne var ki Toptan’ın beklentileri, AKP’nin başını çekip MHP ve DTP’nin desteğiyle çıkardığı anayasal değişikliklerin yanlışlığını vurgulamak yerine, gereksiz yasaların “iptal” edilmemesi bedeline en temel bir insan ve inanç hakkı olan başörtüsünü baştan mahkûm eden yasağı âdeta “onaylatma” saplantısıyla bitmiyor.

Bu söylem, partisinin “kapatma dâvâsı”yla ilgili umutları da sağlam bir demokrasi ve hukuk açısından ciddî mahzurlar taşıyor. Daha baştan “partinin kapatılması”nı kabullenildiği “teslimiyetçiliği”ni yayıyor…

Daha önce de açıkladığı gibi “kapatma dâvâsı”nda “Mahkemenin herkese ‘oh’ çektireceğine dair ümidi” de aynı kapıya çıkıyor.

Toptan’ın bir nevi teklif ettiği bu “orta yol” çokça tartışıldı. İlk akla gelen, İddianâmede aralarında Erdoğan’ın da bulunduğu 71 AKP’li milletvekili, belediye başkanı ve parti yöneticisinin siyaset yapmasının yasaklanmasına ve Hazine yardımının kesilmesi cezâsına mukabil partinin kapatılmaması…

Bu durum siyaset kulislerinde ister istemez Erdoğan’ın yasaklanmasıyla AKP’de ya da yerine ikame edilecek “post AKP”de siyaset hazırlığı şeklinde yorumlanıyor.

Lâkin önceki gün Meclis grubunda Erdoğan’ın da düşük profilli konuşma ile âdeta buna “râzı” olduğu sinyalini vermesi, tuhaf bir tablo olarak satır aralarında okunuyor. Başbakan’ın krizi, “iptal” için başvuran CHP’ye yükleyerek “yasama ile yargı erklerini karşı karşıya getirdiğini” söylemesi, bunun ilk işâreti.

Keza “yapıcı değil yıkıcı siyaset tarzı yürütmenin, ne Türkiye’ye ne siyaset kurumuna ne de bunu yapan siyasetçilere bugüne kadar hiç bir şey kazandırmadığını bildirmesi” de milletvekillerini gerginlikten sakındırma ötesinde başka anlamlar taşıyor.

Belli ki AKP “kapatma”ya kitlenmiş; hesaplar kapatma sonrası için. “Millet, bugünlerin de çetelesini gün gün tutuyor’’ cümlesiyle “kapatma”ya karşı “yeni AKP” mesajını vermesi, teslimiyetçi tavrın bir diğer politik ifâdesi…

Bundandır ki siyasî iktidar, söz konusu dayatmaları “fırsat” bilerek demokrasi ve özgürlükleri geliştirmekten ziyâde, siyasî geleceğini kurtarmayı yeğliyor…

Doğrusu sadece iktidar değil, topyekûn siyaset ve Türk demokrasisi Başbakanın ifâdesiyle ciddî bir “sınav”dan geçiyor. Ne yazık ki demokratik sınavı kazanmanın yolunun yine demokratik direnç ve iradeden geçtiği unutuluyor.

Ülke için de, siyaset için de…

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Yargı, yargılanmalı



Kantarın topuzunu kaçırmakta üzerimize yoktur. Bizim gibi birkaç istisnai ülkede ordu ülkeyi koruma görevinden başka rejimin de vasisi sayılır. Geçmişte Endonezya bu yönüyle bize benzeyen ülkelerden birisiydi. Michael Rubin gibi neoconlar Türkiye’nin bu yönünü seviyorlar ve çarpık yapısının devamını temsil ettikleri çevrelerin lehine sayıyorlardı. Çok ilginç bir şekilde, muvazzaf subayların 19 Mayıs’ta Cumhurbaşkanının resepsiyonunu bir şekilde boykot ederken tam kadro olarak İsrail’in kuruluş resepsiyonuna katıldıkları görülüyor. Keza Türkiye’deki iç kavganın tarafı ve dolayısıyla tartışmalı hatta menfur bir isim haline gelmiş olan Michael Rubin’in düzenli ve mutad bir şekilde Genelkurmay’ın düzenlemiş olduğu stratejik toplantılara davet edilmesi de yine istifhamlarla dolu. Bence Rubin illa çağrılması gerekiyorsa içeriden de Emin Çölaşan ve Tuncay Özkan gibilerin de çağrılması yerinde olurdu. Maalesef ülkemizde ordunun çifte şapkası var. Bunlardan birisi ülkenin ve sınırların korunması. İkincisi de rejimin niteliğinin korunmasıdır. Bu şapka geçici olarak jüritokrasi olarak anılmaya başlayan yargı organlarına devredilmiş bulunuyor. Birçoğu arada bir işbölümü tasavvur ediyor. Maalesef Türkiye’de rejimin gerçek sahibi olmadığından ikide bir kimi kurumlar veya bu kurumları temsil eden kimi isimler durumdan vazife çıkarıyor. Bu periyotlarla devam ediyor. Zaman zaman durumdan vazife çıkaran kesimlerin bileşkesine derin devlet deniliyor. Bundan dolayı Hüsamettin Cindoruk derin devleti muayyen şartlarda ortaya çıkan refleks olarak değerlendiriyor. Ve bu refleks uyandığında da sözkonusu çevreler müdahale için ordu çevrelerini kışkırtıyorlar.

***

Sözgelimi kavramlarda da ceza yasalarında da hep durumdan vazife çıkartılıyor. Laiklik, demokrasi gibi aslında teknik bir düzenlemedir. Amacı erkler ve güçler arasında ahengi sağlamaktır. Yani hakim değil hakem bir kuraldır. Ama bu ideolojikleştiği oranda hakim bir kural hâline gelmektedir. Böyle olunca da diğer hakları da müsadere etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin başörtüsü meselesini esastan görüşmesinin temelinde de bu anlayış ve yaklaşım yatmaktadır. Laiklik, devlet kurumları arasında ahengi sağlayacağı yerde ahenksizliğe sebep olmakta ve Batı’da hiç rastlamadığımız bir tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Demokrasi ve laiklik ikilemi. İlişkileri nasıl olacak? Atbaşı mı gidecekler yoksa birisi diğerinin ayağına mı basacak?

***

Anayasa Makemesi, anayasaya tecavüz ederse ne icap eder? Şimdi bu sorunun cevabı aranıyor. MHP Genel Başkanı Bahçeli başörtüsüyle alakalı olarak kabul edilen anayasa değişikliğini CHP’nin başvurusu üzerine iptal etmesi sonrasında mahkeme için ‘çizmeyi aştı’ yorumunu yapmıştır. Bundan dolayı kimileri ‘cüppeli darbe’ ifadelerini kullanırken kimileri de bizzat Anayasa Mahkemesi’nin anayasayı ihlâl ettiğini ifade etmiştir. Dolayısıyla İyimaya gibiler bu durumda Mahkeme kararının bloke edilmesini ve askıya alınmasını istemiştir. Kimileri de hadlerini aştıklarını ve durumdan vazife çıkardıklarını ve kendilerine kaynağı anayasada olmayan güç devşirdiklerini ve dolayısıyla yargılanmaları gerektiğini savunmuşlardır. İşte bu noktada insiyatif almak gerekiyor. Hukukçular da kanun üzeri olmadıkları için yasaları ihlâl ettiklerinde kanun onların da yakasına yapışmalı ve haklarında gereken işlem neyse yapılmalıdır. Aksi takdirde, Türkiye periyodik olarak karşılaştığı bu badireleri atlatamaz.

***

Bahçeli de Anayasa Mahkemesi’nin durumdan vazife çıkarmasını Meclis kayyumluğuna benzetmiştir. Meclis kayyumiyeti veya halk kayyumiyeti, ne fark eder? Dolayısıyla millet vesayetlerden birisini seçmekle karşı karşıya kalıyor. Ya darbeler dönemindeki gibi ordu vesayeti ya yargı vesayeti (jüritokrasi)! Yani millet hiçbir şekilde reşit sayılmıyor. Peki milleti reşit saymayanlar gerçekten de kendileri reşit mi? Darbeler dönemi gösterdi ki Türkiye’nin en kötü yönetilen dönemi darbeler dönemi olmuştur. Mesela, PKK’nın ortaya çıkması darbeler döneminin bir mahsulüdür. Müzmin problemlerin tamamı darbeler döneminde yaşanmıştır. 28 Şubat sürecinde Türkiye hem mâli olarak hem de sosyolojik olarak çözülmüştür ve sorumlularından da hiç hesap sorulmamıştır. Mesut Yılmaz, Güven Erkaya’yı danışman alarak ödüllendirirken Çevik Bir’i de aynı şekilde (belki ilk dönemlerde) danışman olarak alan AKP de aynı süreci ve yolu izlemiştir. Halkı cezalandıranlar halkın seçtikleri tarafından ödüllendirilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’de demokrasinin caydırıcılığı yerleşmemiştir. Herkes ve her çevre ihlâl ettiğinde yaptıklarının yanına kâr kalacağını bittecrübe görmüştür.

***

Türkiye’de ceza maddeleri de birbirinin yerine ikame edilmektedir. Kaldırılan 163’üncü maddenin boşluğu diğer alakasız maddeler üzerinden giderilmeye çalışıldı. Açık hale gelen oyunun bozulmasının ilk adımı redd-i hakimdir. Son sözü baştan söyleyecek olursak sabiteler ve halkın kaygılarını dikkate almayan ve sadece partiyi, pıtırtıyı ve liderlerinin geleceğini kurtarmaya yönelik bütün çabalar hüsranla noktalanacaktır. Hem milletin meseleleri için bedel ödemeyeceğim diyeceksin hem de kendin için gerilimi tırmandırmaya çalışaksın; bu yol çıkmaz…

12.06.2008

E-Posta: [email protected]




Ahmet ARICAN

BAĞ-KUR'DAKİ BEŞ YIL VE DAHA ÜZERİ BORÇLARINI DONDURANLAR PRİM AFFINDAN YARARLANAMIYORLAR



29.05.2008 tarihli bu köşedeki yazımızda, 26.05.2008 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5763 sayılı kanunla Bağ-Kur ve SSK prim borçlarına yeni bir “af” ve “yapılandırma” imkânı getirildiğinden bahsetmiştik. 5763 sayılı kanunla Bağ-Kur ve SSK’lılara getirilen bu prim affı uygulaması, prim borçlarında hemen hemen yüzde 50’den daha fazla bir indirim sağladığı için, bu zamana kadar getirilen prim affı kanunlarının en avantajlısı olduğunu söyleyebiliriz.

Bilindiği üzere Bağ-Kur’lulardan aşırı prim borcu altında ezilen ve mağdur olan vatandaşlarımız 1479 sayılı kanunun ek 19’uncu maddesi ve Sosyal Güvenlik Kurumunun (SGK) 2007/47 sayılı genelgeleri gereği, Bağ-Kur’a olan 60 ay (beş yıl) ve üzeri prim borçlarını yeniden ihya edebilecekleri umuduyla dondurmuş ve bir anlamda Bağ-Kur’daki prim borçlarından kurtulmuşlardı. Bu defa 5763 sayılı kanunla Bağ-Kur ve SSK’lılara getirilen böyle avantajlı bir prim affı imkânından, Bağ-Kur’a beş yıl ve daha üzeri sürelere tekabül eden borçlarını donduran kişiler de yararlanmak istemektedirler. Çünkü eğer bu durumda olan kişiler 1479 sayılı kanunun ek 19’uncu maddesi gereği dondurdukları borçlu sürelerini af kanunu ile yeniden kazandıkları takdirde daha ucuz yollardan hizmet kazanacak ve emekli olacaklardır.

Ancak, 5763 sayılı kanunla 26.05.2008 tarihinden itibaren getirilen ve 28 Temmuz 2008 tarihinde son bulacak olan prim affı ve borç yapılandırma imkânından daha önce Bağ-Kur’a beş yıl ve daha üzeri sürelerdeki borçlarını donduran kişiler yararlanamamaktadırlar. Çünkü 5763 sayılı prim affı ve borç yapılandırma kanununun uygulanmasıyla ilgili olarak çıkarılan 2008/50 numaralı genelgede; “Bu uygulamaya, 5458 sayılı kanunun 13’üncü maddesi ile değiştirilen 1479 sayılı kanunun ek 19’uncu maddesi hükümlerinden faydalanmak üzere müracaat edenler ile 5458 sayılı kanun hükümlerine göre yapılandırma talebinde bulunup da yapılandırma anlaşmaları bozulanlardan 5510 sayılı kanunun geçici 23’üncü maddesi hükümlerinden faydalanmak üzere yapılandırma anlaşmalarını ihya ettirenler (ihya kapsamındaki borçları için), geçici 24’üncü madde kapsamına müracaat edemeyeceklerdir” hükmü bulunmaktadır.

Bahse konu genelgedeki bu hükümlerin gereği olarak, daha önceki dönemlerde Bağ-Kur’a olan beş yıl ve daha üzeri sürelerdeki prim borçlarını donduran kişilerin dondurdukları süreleri yeniden canlandırıp 5763 sayılı af kanununa göre Bağ-Kur prim borçlarını sildirme imkânları bulunmamaktadır. Aslına bakılacak olduğunda Bağ-Kur borçlarını 1479 sayılı kanunun ek 19’uncu maddesi hükümlerine göre donduran kişilere de 5763 sayılı af kanunu gereği olarak dondurdukları süreleri canlandırmaları ve prim affından yararlanmalarının son derece yararlı olacağını düşünmekteyiz.

ÖZÜRLÜ ÇOCUĞU OLAN KADINLARA ERKEN

EMEKLİLİK MÜJDESİ

Sosyal güvenlik reform yasası diye

adlandırdığımız 5510 sayılı kanunla, daha önceki Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı mevzuatlarında yer almayan ancak vatandaşın yararına olan birçok hüküm ve yenilik getirildi. Bu hüküm ve yeniliklerden birisi de, özürlü çocuğu olan annelere erken emeklilik imkânının tanınmasıdır.

5510 sayılı kanunun 28’inci maddesinde; “Emeklilik veya yaşlılık aylığı bağlanması talebinde bulunan kadın sigortalılardan başka birinin sürekli bakımına muhtaç derecede malûl çocuğu bulunanların, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonra geçen prim ödeme gün sayılarının dörtte biri, prim ödeme gün sayıları toplamına eklenir ve eklenen bu süreler emeklilik yaş hadlerinden de indirilir” hükmü bulunmaktadır. 5510 sayılı kanunun bu maddesi 1 Ekim 2008’den itibaren yürürlüğe girecektir.

Madde metnindeki bu hükümlerin gereği olarak, başka birisinin sürekli bakımına muhtaç derecede malül çocuğu bulunan kadınlara 1 Ekim 2008 tarihinden sonra geçirdikleri prim ödeme gün sayılarının dörtte birisi, emeklilikleri için hesaplanacak ve prim ödeme gün sayılarına ilave edilecek. Ayrıca, eklenen bu süreler emekli olmaları için gerekli olan yaş hadlerinden de düşülecek. Ancak, başka birisinin sürekli bakımına muhtaç çocuğu bulunan annelerin 1 Ekim 2008 tarihinden önce geçirdikleri çalışma sürelerine ilave süre ve yaş indirimi yapılmayacaktır.

Yalnızca başka birisinin sürekli bakımına muhtaç çocuğu bulunan kadınlara getirilen bu erken emeklilik imkânından babaların ya da diğer kişilerin faydalanmaları mümkün olmayacaktır. Ayrıca, bu erken emeklilik imkânından Bağ-Kur, SSK ya da Emekli Sandığı ayrımı yapılmaksızın aynı durumda olan tüm anneler ve kadınlar yararlanacaktır.

Okurlara kısa cevaplar

İsmi mahfuz; 01.04.2004 tarihinde tarım Bağ-Kur’lusu olarak çalışmaya başladım. 23.02.1971 tarihinde askere gittim ve 20 ay askerlik yaptım. Şu an beşinci basamaktayım. Askerlik borçlanması yapmak istediğimde hangi basamaktan yapabilirim? En kısa sürede nasıl emekli olabilirim? SSK’ya geçmemi tavsiye eder misiniz? Tarım Bağ-Kur’una prim yatıran kişilerin aylık prim ödeme gün sayıları 15 gün mü sayılıyor?

Sayın okurum, tarım Bağ-Kur’lusu olarak kalırsanız ya, 25 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda ve 60 yaşını doldurduğunuzda ya da, 15 tam yıl hizmet süresine sahip olduğunuzda ve 62 yaşını doldurduğunuzda Bağ-Kur’dan emekli olabilirsiniz. Askerlik borçlanmanızı borçlanma tarihinde bulunduğunuz basamak üzerinden yani beşinci basamaktan yapmak zorundasınız. Tarım Bağ-Kur’una yatırdığınız primler SSK tarım kanunundaki bir ay 15 gün üzerinden değil, tam ay (30 gün) üzerinden hesap edilmektedir. SSK’ya geçerseniz daha erken yaşta ve daha az hizmet süreleriyle emekli olabilirsiniz. Ancak size tavsiyemiz tarım Bağ-Kur’unun prim miktarları düşük olduğu için 6 veya 7 yıl tarım Bağ-Kur’unda kalın daha sonra emekliliğinize son üç buçuk yıl kala SSK’ya geçin.

İsmi mahfuz; 02.01.1986–03.02.2006 yılları arasında esnaf ve sanatkârlar odasına kayıtlı olan bir kişi bu süreleri Bağ-Kur’a borçlanma yapıp

hizmet olarak kazanabilir mi?

Sayın okurum; eğer belirttiğiniz tarihlerde esnaf ve sanatkârlar odasının dışında vergi dairesi veya ticaret sicil gibi başka yerlerde üyelik kaydınız yoksa ve bu zamana kadar Bağ-Kur’a kayıt ve tescil olmadıysanız 02.01.1986–03.02.2006 yılları arasındaki süreleri Bağ-Kur’a borçlanarak hizmet olarak kazanamazsınız. Şayet bu meslek odası kaydından dolayı Bağ-Kur’a tesciliniz varsa bu süreleri sigortalılık süresi olarak elde edebilirsiniz. Ancak, vergi kaydınız varsa ya da şirket ortağıysanız ve bunlara ilişkin kayıtlarınız aralıksız günümüze kadar devam ediyorsa Bağ-Kur’a 04.10.2000’den bu tarihe kadar sigortalı olup bu süreleri hizmet olarak kazanabilirsiniz.

NOT:

Sosyal güvenlik reformu neler getiriyor? Neler götürüyor? Bağ-Kur, SSK ve Emekli Sandığı konularında bilmek istediğiniz her şey için her hafta Perşembe günleri bu köşede buluşalım. Faks ve e-postalarınızı bekliyoruz. E-posta: [email protected] Faks: 0212 515 67 62

12.06.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır