"Gerçekten" haber verir 07 Temmuz 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Küresel bir dünyada saadet asrı



Son birkaç gündür Barla’da Yeni Asya Vakfı tesislerinde Sağlık Elemanları Vakfı Elemanları ile çok verimli bir çalışma dönemi geçirdik. Temel olarak üzerinde durulan konu sağlıkçılar ve doktorlar olarak iman ve Kur’ân dâvâsının insanlara nasıl ulaştırılabileceği idi. Bu endişenin programa katılanlar arasında daha belirgin hale gelmesi yakınlarımızın ve insanlığın imanını yangın içinde olarak görüp kurtarma telâşının bir yansıması olarak yansıyordu.

Bu müzakereler sırasında en belirgin şekilde ortaya çıkan durum genel bir dünyevîleşme rüzgârının iman ehlini ve hatta hizmet ehlini tesiri altına aldığı idi. Bunun karşısında bir meslekî organizasyon olarak ciddî çalışmalar ve tezler üretilmesi gerektiği ve sağlıklı çözümler üzerinde durulması gerektiği vurgulandı. Bu insanlığın manevî hastalıklarına kendi hastalıklarını teşhis edebilmiş bahtiyar doktorlar tarafından bir çözüm arayışı idi. Bu hastalıkların başında da dünyevîleşmenin ön planda olduğu anlaşılıyordu.

İnsan zaman içinde dünyaya aşık olacak bir noktaya geliyor. Özellikle kapitalizmin hakim olma eğiliminde olduğu son çeyrek asırda beşer sahip oldukları ile mutlu olmaya çalışıyor. Tabiî ki burada sahip olduklarından kasıt mal ve mülk şeklinde algılanmalı. Reklâmları izleyen insanın hayal dünyasında insanların mutlu olduğu bir âlem empoze ediliyor. Sanki bir sanal âlem var ve insanlar orayı televizyon penceresinden seyrediyorlar ve o pencereden seyrettikleri âlemde insanlar hep mutlular ve hep gülüyorlar. Koltuk takımı alanlar, tıraş olanlar, giyecek alanlar, kozmetik eşya alanlar öyle mutlular ki, sırf şu dünya gözü ile öyle bir mutluluğu izleyebilmek için insanın o malı alası geliyor. Hele dondurma yerken, hazır çorba içerken gözlediğimiz neşe ve mutluluk dolu aileler sanki cennetten dünyaya ışınlanmış gibi bir hal içindeler.

İşte bu tabloya muhatap olanlar sanki cenneti kazanmak istercesine dünyaya saldırıyorlar. Bütün enerji ve gayretlerini onu elde etmeye hasrediyorlar. Bu gayretten insanın temel gayelerinden birinin mutluluk olduğu anlaşılıyor. Hiç bitmeyecek bir mutluluk... Zamanla dünyanın fani yüzü ortaya çıkınca ölümler ve musibetlerle o televizyon penceresindeki sahte dünya kırılıveriyor. Büyük bir hayal kırıklığı ve belirsiz bir geleceğin sonucunda güvensiz, avare, çaresiz bir beşer sanki dünya insanlığının genel tablosunu ifade ediyor. Dünyaya olan bu meyil, ahiretin tarlası olan ya da Âlemlerin Rabbi’nin isimlerinin ayinesi olan bir dünya mânâsına dönüşmezse hep yaralayıcı ve hep mutsuzluk, çaresizlik kaynağı olacak. Bu maksatla asrın manevî hastalıklarının reçeteleri olan şifa kaynağına müracaat ettiğimizde şöyle bir çözüm önümüze konuyor:

“DÖRDÜNCÜ SUAL: Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikîye inkılâb ettiği gibi, acaba ekser nâsda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı mecazî dahi bir aşk-ı hakikîye inkılâb edebilir mi?

Elcevab: Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmaya muvaffak olursa, o gayr-ı meşrû mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve hayatıyla bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup âfâka dalıp, umumî dünyayı hususî dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur. Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir için şu temsile bak.

Meselâ: Şu güzel zînetli odanın dört duvarında, dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakikî ve umumî, dördü misalî ve hususî... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasıyla, hususî odamızın şeklini, heyetini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hakeza.. âyinede tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok şekillere koyabiliriz. Fakat haricî ve umumî odayı ise kolaylıkla tasarruf ve tağyir edemeyiz. Hususî oda ile umumî oda hakikatta birbirinin aynı iken, ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir taşını bile kımıldatamazsın.”

Bu noktada fertlerin yaşadığı en temel problemlerden birinin dünyayı değiştirmek arayışı yaşadığı sıkıntı olduğu ortaya çıkıyor. Halbuki ferdin kendini değiştirebilmesi dünyayı değiştirebilmesinden daha kolay. Üstelik bu değişim ile ferdin kendi âleminde yansıyan dünya da değişmiş olacak. Duygular ve algılar âlemindeki bu değişim aslında hayatın her anına bir çözüm sunacak ve kaybolmayacak bir mutluluğun da anahtarlarını kişilerin önüne koyacaktır. Bunun için ferdin âleminde dünyanın mûsibetler ve ölümlerden önce gerçek konumunda algılanması gerekiyor. Ölümü hatırlamak ile buna bir adım atılmış ve bilinçaltında mülkün gerçek sahibi hissedilmiş oluyor. Bu özel günlerde kişinin en büyük kazancı mal ve mülk sevgisinin, dünyaya yönelen aşkın gerçek sahibine yöneltilmesi ve dünyanın hiç elden çıkmayacak şekilde kazanılması olacaktır.

Sağlık Elemanları Vakfı’nı insanlığın manevî hastalıklarına reçete arayışı bu anlamda çok önemli ve mensubu oldukları şahs-ı manevînin asıl gayesinin bir parçası. Bu önemli duâ gerek dünya ve gerekse ahiret mutluluğu açısından önemli açılımlara vesile olacaktır. Barla’da saatlerce ve ihsanların bol olduğu Regaip Gecesinde dile getirilen Risâle-i Nur hakikatlerinin yeni bir Kur’ân medeniyetinin ortaya konması olduğu mânâsı gelecek yıllarda daha belirgin hissedilecek gibi. Bu mânâ ön plana çıktığında oluşacak yeni medeniyet inşallah varlığın doğru algılanıp yorumlanmakla insanlığın iki cihan saadetine vesile olduğu küresel bir saadet asrına girmemiz an meselesi demektir.

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

İmtihan(lar)ım



İmtıhan olmasaydı bazı karamsarlıklar ruhumuzu sıkmak için sıraya girmezdi herhalde. Huzurlu bir hayat için çırpınışım bana musallat olan sıkıntılara engel olamamaktadır ne yazık ki... Demek olumsuzluklarla yaşamaya alışmam gerekiyor. Olumsuzluklardan nasıl güzellikler çıkaracağıma alışmam gerekecek artık. Aksi takdirde fitne odaklarının isteği yerine gelecek, dünyam adeta karanlıklara bürünecektir.

Bu dünya hanında yalnız olmadığımı, başıboş bir şekilde dünya sahrasında gezinmem için bu âleme gönderilmediğimi iyi bilmem gerekiyor. Şu kâinat Sultanının mutlak bir murakabesi altında olduğumu bilerek yaşamaya kendimi alıştırmalıyım.

Hayatıma musallat olan karanlıklardan aydınlıklara çıkmam için Sahibim beni sınamaktadır. Bana verilen yüce duyguları en iyi bir şekilde işletmem için bu gerçekleri unutmamam gerekmektedir.

Dünyamda en büyük gibi görünen güneşten başlamak üzere en küçük mahlûka kadar bütün var olanları yaratan, idare eden ve intizamlı bir şekilde yaşatan elbette o kudreti nihayetsiz olan Rabb-i Rahimden başkası değildir. O her varlık gibi beni de idare etmekte, bana da rızık vermekte, beni de bu dünya hanında yaşatmaktadır. O duygularımın en gizlisini bile bilmektedir. Bu gerçekleri düşündüğüm zaman hayatımdaki karanlıklar yok olmakta, aydınlıklı bir âlem dünyamı şenlendirmektedir.

Ruhumda fırtınalar meydana getiren, dünyama karanlıkları hakim kılan elemlerle, sıkıntılarla meğer o yüce Sultan beni imtihan etmektedir. O istiyor ki, en güzel bir şekilde yarattığı insanoğlu, kötülükleri, sıkıntıları, elemleri, kederleri hayatından silsin. İstiyor ki, yaratılanların en şereflisi olan insanlar bir mücadele neticesinde dünyalarını şenlendirsin, âlemlerine huzur kazandırsınlar.

Anlıyorum ki, yaratılışıma yerleştirilen duygular O’nu tanımak ve emirlerini yerine getirmek içindir. O duygular düşman saldırılara karşı koymalı, kendilerini aslî görevlerinden ayırmak isteyen şeytanî duygularla baş edebilmeli. Ancak o zaman duygular muzaffer bir eda ile yüce Rablerine yönelebilir, o yüce İlâhî dergâha lâyık bir şuurla kul olma şerefine nail olabilirler.

Anladım ki, bu dünya hayatında ‘gayret’ büyük iş yapmakta, ‘çaba’ değerli sonuçlar meydana getirebilmektedir. Demek hayat gerçekten bir mücadele imiş. Şeytanlarla ve nefislerle yapılması gereken mücadeleden bahsetmek istiyorum. Yoksa kâinattaki varlıkların mücadelesini dillerine pelesenk edenlerin dar ve çürütülmeye mahkûm olan görüşlerini kuvvetlendirmek değildir maksadım.

Artık sıkıntılarımı Rabbime arz etmeye alışma yolundayım çok şükür. Kendilerine bile en küçük bir hayrı olmayan aciz insanlara niye şikâyetlerimi arz edeyim ki? Her şeye rağmen Rabbimin beni sevdiğine yürekten inanıyorum. Başıma getirdiklerinin bütünüyle istidatlarımı geliştirmek istediğini biliyorum. O beni en güzel bir şekilde terbiye etmek istiyor. Nasıl kaçınma nankörlüğünü gösterebilirim bu yüce ilgiden?

Başka hangi bir güç Rabbim gibi benim bütün ihtiyaçlarımı giderebilir? Hangi şefkat eli O’nun merhamet eli kadar benim imdadıma yetişebilir? O’ndan başka mülk sahibi, güç sahibi, merhamet sahibi başka kimse yok ki ona müracaat edebileyim... Nihayet anladım ki, başka arayışlar sadece bana zaman ve enerji kaybettirmekte, beni serserice ortalıkta gezdirmektedir.

Tahammülüm kalmadı boş sözlere, şeytanî ve nefsanî telkinlere. Rabbimden gelen her şeye, “baş-göz üstüne” demeye alıştırmalıyım kendimi. Zira ki, O yüce Yaradanın izni ve iradesi olmadan hiçbir şeyin başıma yerleşme imkânı bulunmamaktadır. Kendimi o Mutlak Kudrete teslim etmeden rahat edemeyeceğimi anlamam gerekiyor. Çünkü O’ndan başka her şey helâk olacaktır mutlaka bir gün. O’nun baki oluşu bana müjdelerin en büyüğüdür. Elbette, hiç şüphesiz ben de bâkî bir hayata namzet olarak yaratılmışım ve o sonsuz hayatı kazanmak için bu dünya hanında misafir edilmekteyim...

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Büyük Cevşen



Celcelutiye ilâveli Büyük Cevşen ve Türkçe açıklaması yeni çıktı.

Hizb-i Envari’l-Hakaikı’n-Nuriye veya diğer adıyla Büyük Cevşen, bizzat Bediüzzaman Hazretleri’nin Mecmuâtü’l-Ahzab’dan ve Risâle-i Nur’daki hakikatlerden derlediği bir duâ mecmuâsıdır.

Eser bir kaç bölümden oluşmaktadır.

Birinci bölümde, okunması çok sevaplı ve faziletli olan Yasin, Fetih, Rahman, Mülk ve Nebe Sûreleriyle, Haşir ve Bakara Sûrelerinin son âyetleri yer almaktadır.

İkinci bölümde, Cebrail’in (as) Peygamberimize (asm) vahiyle getirdiği, “Zırhı çıkar, bunu oku” dediği, içerisinde Cenâb-ı Hakkın bin bir ismiyle yapılan kıymettar duâların yer aldığı “Cevşen” bulunmaktadır.

Üçüncü bölümde, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin (ks) tanzim ettiği “Evrâd-ı Kudsiye” yer almaktadır. Bu evrâdın yüz hasiyetinin ve faydasının bulunduğunu belirten Bedîüzzaman Hazretleri, Şâh-ı Nakşibend’in bu duâyı, Peygamberimizden (asm) mânâ âleminde ders aldığını belirtmektedir.

Dördüncü bölüm, Peygamber Efendimize (asm) mânâ yönünden en mükemmel ve en câmî salâvâtların bulunduğu “Delâili’n-Nur”dur.

Beşinci bölüm, Bediüzzaman’ın “esmâ-i sitte-i meşhure” olarak tâbir ettiği altı İsm-i A’zam’la birlikte bazı âyetlerin yer aldığı “Sekîne”dir.

“Münâcât-ı Veyse’l-Karâni” isimli altıncı bölümde ise, Veysel Karanî Hazretlerinin münâcâtı bulunmaktadır.

“Duâ-i Tercüman-ı İsm-i Azam” ve “Duâ-i İsm-i Azam” isimli yedinci ve sekizinci bölümlerde, Cenâb-ı Hakk’ın pek çok ismi zikredilerek yapılan duâlar yer almaktadır.

Dokuzuncu bölümde, Hazret-i Osman’ın (ra) tanzim ettiği “Münâcâtü’l-Kur’ân” bulunmaktadır. Bu evraddaki duâ cümleleri, doğrudan doğruya âyetteki ifâdelerden alınmıştır. Bedîüzzaman bunun hakkında, “Bu münâcât aynen Cevşen ve Celcelutiye gibi gayet kudsîdir ve âyetlerin sarîh lâfızlarını alması cihetiyle onlardan daha yüksektir” demektedir.

Onuncu bölüm, “Tahmidiye”den meydana gelmiştir. Allah’ın ihsan ettiği nîmetler için çok geniş ve küllî hamdleri içine alan bu duânın, pek çok maddî ve mânevî hastalığa da şifâ olduğu belirtilmektedir.

Onbirinci bölümdeki Hülâsatü’l-Hülâsa, Allah’ın varlık ve birliğine, kâinatın ve içindeki mevcudâtın şehâdetini ihtivâ etmektedir. Âyetü’l-Kübrâ Risâlesinin özeti hükmünde olan bu bölüm hakkında Bediüzzaman, “Ara sıra bazı vakitte okunsa güzel olur, îmana kuvvet verir” demektedir.

“Tazarru ve Niyaz” başlıklı dört adet duânın da içinde yer aldığı Büyük Cevşen, Hz. Peygamber’in nazım şeklinde Hz. Ali’ye yazdırdığı, aslı vahiy olan Celcelûtiye kasidesi ile sona eriyor. Celcelûtiye’nin Süryânice bedî’ (eşsiz güzel) anlamına geldiğini söyleyen Bediüzzaman, bu duânın pek çok sırları sakladığını, gelecek zamana baktığını, istikbalden ve hatta Risâle-i Nur’dan haber verdiğini de ifade eder. (Mektûbât, s. 448)

Arapça metinler sağ, Türkçe mealler sol sayfada yer alacak şekilde tanzim edilen Büyük Cevşen şamua kâğıda baskılı, renkli, altın varaklı cilt bezli kapağıyla Yeni Asya Neşriyat tarafından okuyucuların istifadesine sunuldu.

***

Örnek Metinler’de kampanya

Yeni Asya Neşriyat, yaz aylarını okuma mevsimi yapmak isteyen okuyucularına katkısını kampanyalarla sürdürüyor. Son kampanya ile üç ciltlik Örnek Metinler şok fiyatlarla satışa sunuluyor. Birinci hamur kâğıda basılmış, tamamı renkli, bol fotoğraflarla desteklenmiş eser, Risâle-i Nur Külliyatını ilk ve orta öğretim öğrencilerinin anlayışına sunacak ders ve eğitim tekniği uygun olarak hazırlanmış. Risâle-i Nur Enstitüsü tarafından hazırlanan eserde orijinal metinle birlikte metni anlama çalışmaları, tamamlayıcı bilgiler, sorular, vecizeler ve lügatçe yer alıyor. Ünitelere ayrılmış eserde Risâle-i Nur’daki sistematiğe uygun bir sıra takip edilmiş.

1 Temmuz’da başlayıp 31 Temmuz’da sona erecek kampanyaya katılanlar üç ciltlik esere 45 lira yerine 25 liraya sahip olabilecekler.

Hepinize hayırlı haftalar diliyor, manevî ticaret mevsimi hükmündeki Üç Aylarınızı bir kez daha tebrik ediyoruz.

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Enbüyük hedefimiz Allah’ın rızasıyla yaşamak ve ölmek



İnsan için en büyük hedef ölümsüz, gerçek bâkî olan Allah’ın sevgisini, marifetini, rızasını kazanmak, ona uygun yaşamak ve öylece ölmektir. Su testisi su yolunda kırılır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. Eğer insan organ, duygu, cihaz ve kabiliyetlerini Allah’a verirse, daha açıkçası Allah yolunda kullanırsa bunların herbiri baki birer elmas olurlar. Eğer Allah’a vermez, O'nun yolunda kullanmazsa, fânî birer şişe olurlar.

Hem, “Bâkì-i Hakikînin muhabbet, marifet, rızası yolunda bir saniye, bir senedir. Eğer O'nun yolunda olmazsa, bir sene bir saniyedir. Belki O'nun yolunda bir saniye lâyemuttur [ölümsüzdür], çok senelerdir. Ve dünya cihetinde ehl-i gafletin yüz senesi bir saniye hükmüne geçer.” Hem de, “Kayyûm-u Bakì olan Zât-ı Zülcelâle verilen ve O'nun yolunda sarfedilen şu ömr-ü zâil [gelip geçici ömür], bakìye inkılâp eder. Bakì meyveler verir.”

Bu hareket, bu davranış Allah rızasını kazanma yolunda olmak demektir. Bunu başarmak zor değil şüphesiz. İnsan nasıl olsa yaşıyor; ya nefsin hoşnut olacağı şekilde yaşayacak, ya da Allah’ın razı olacağı şekilde.

Nefse uymanın bin bir türlü sıkıntı, acı ve ıztırabı var. Hani dünya bir üzüm tanesi yedirse yüz tokat vurur ya! Bir üzüm tanesi uğruna yüz tokata kim razı olur? Sonra Allah için olmayan dünya lezzetleri zehirli bir bal hükmündedir. On beş dakika bal tadı alacaksın, buna karşılık on beş saat karın sancısı çekeceksin. Kim razı olur buna?

En iyisi helâl dairede yaşamak. Helâl daire, Sözler’de (Altıncı Söz) dikkat çekildiği gibi geniştir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur. Hem Allah’ın emirleri kolaydır. Bu yapıldığı takdirde Allah’ın rızası kazanılmış olacaktır. O zaman insan rıza-ı İlâhî dairesinde yaşadığı gibi öyle de ölür. Şu hadis-i şerif buna nasıl ulaşılacağını gayet net olarak şu şekilde açıklıyor:

“Kim hiçbir şeyi Allah’a ortak koşmadan, tam bir ihlâsla Allah’ın birliğine inanarak, O'na ibadet ederek, namazı dosdoğru kıldığı, zekâtı da eksiksiz verdiği halde dünyadan ayrılırsa Allah kendisinden razı olarak ölmüş olur.”

Demek Allah’ın rızası ne kadar kolay!

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Doğru söyleyen tarih konuşuyor (4)



MENFİ CEREYANLARLA HİÇBİR ALÂKASI

BULUNMADIĞI HALDE

Yakın tarihte yaşanmış gerçekler, kelimenin tam anlamıyla ters–yüz edilerek Said Nursî'ye olmadık iftiralar atılıyor. Üstelik, bu iftiralar bilerek, isteyerek ve kasıtlı bir şekilde yapılıyor.

İnsanlık tarihi içinde ikinci bir emsâline rastlayamadığımız bu müfterilerin isnat ve iftirası şöyledir: Onlara göre, Said Nursî Millî Mücadele taraftarı değil, aleyhtarıdır. Aynı şekilde, işgalci İngilizler'in müttefiki olup, istilâcı Yunan askerlerinin vurulmasına karşıdır. Dahası, aynı sıkıntılı dönemde işgalcilerin himayesiyle kurulmuş olan Kürt–Teâli Cemiyetinin de üyesi ve müdafaacısıdır. Vesaire...

Müfteriler, Said Nursî'nin böyle bir şahsiyet olmadığını aslında gayet iyi biliyorlar. Fakat, bile bile karalamaktan ve iftira atmaktan da geri durmuyorlar.

* * *

Yazımızın bir önceki bölümünde, Said Nursî'nin 1922 yılı Kasım'ında Ankara'ya gittiğini, Meclis'te kendisi için karşılama merasimi yapılarak takdir edildiğini delilli, ispatlı şekilde ifade etmiştik.

Esasında, bu hadise tek başına müfterilerin yukarıda sıraladığımız bütün iftiralarını çürütmeye yeter de, artar.

Zira, o günlerin Türkiye'sinde saflar tamamen ve en keskin bir şekilde ayrılmış durumdaydı. Ortada durmak dahi hemen hiç mümkün değildi. Hele hele, işgalcilere taraftar, yahut ayrılıkçı cemiyetlere üye olan bir kimsenin, o günkü hengâmede Ankara'ya gidip üstelik Meclis'te görünmesi, dahası takdir edilerek kürsüden konuşturulması imkân ve ihtimal haricidir.

Ayrıca, müfterilerin iftirasına itibar edenler bilmelidir ki, bu iftira Said Nursî ile sınırlı kalmaz, o günkü Meclis'in bütün üyelerini içine alır. Onları —hâşâ ikili oynayan—Bediüzzaman'ı hiç tanımayan, anlamayan, kör, sağır, cahil ve aldanmış kişiler sınıfına sokar.

Öyle ya, Said Nursî işgal taraftarıydı da, bunu Millî Hareketin merkezindeki iki yüz mebustan hiçbiri mi anlayamadı?

Dolayısıyla, şimdiki "ulusalcılar" cephesinde görülen söz konusu iftira, Kuvva–yı Millîye penceresinden bakıldığında da son derece çirkin, iğrenç ve aşağılık bir derekede görünüyor.

Bu hüküm, Said Nursî'nin 1925'ten sonra sürgün edilmesi ve 1935'ten sonra mahkemelere sevk edilmesi hadiselerine de tatbik edilebilir. Zira, söz konusu iftira ve isnatlar, ne sürgün, ne de mahkeme gerekçelerinin içinde yer alıyor. Bunlar, sonradan ve maksatlı olarak türetilmiş şeylerdir. Tutmadı, tutmayacak.

MÜFTERİLERİN YÜZÜ KIZARACAK

Said Nursî'ye ima yoluyla "Kürtçülük" isnadının 1934 senesinde ortaya çıktığı anlaşılıyor. Said Nursî, o tarihte Barla'dan Isparta'ya celp edilmesi esnasında bu iftiranın farkına vardığını ifade ile şu cevabı veriyor: "...Baktılar, ben öyle fitnelere âlet olamıyorum ve öyle her cihetçe vatana, millete, dine zararlı olan akim teşebbüslere hiçbir meylim yoktur; anladılar. Ki, o vakit, planlarını değiştirdiler." (Bkz: Tarihçe–i Hayat, 1935'teki Eskişehir Mahkemesi Müdafaanâmesi.)

Mahkemede aklanan Bediüzzaman, bu tarihten on yıl kadar sonra bu kez Meclis'te karalanmaya çalışılır. Bu karalamayı ise, fikren ve itikaden Said Nursî'ye muarız olan Adalet Bakanı Fuat Sirmen bertaraf eder. Sirmen, Meclis kürsüsünden şu cevabı verir: "Said Nursî'nin hüviyeti gibi faaliyeti de siyasî değildir." (Eşref Edip; Risâle–i Nur Hakkında İlmî Bir Tahlil, s. 21, İstanbul: Sebilürreşad Neşriyatı, 1965)

Kürt–Teâli iftirasının bir kez de 1950'li yılların sonlarında İsparta İmam–Hatip Lisesinde ders veren "Devrim Tarihi" hocası tarafından yapıldığını görmekteyiz.

O tarihte öğrenci olan Ahmet Gümüş, sözlü imtihanda bu meselenin sorulduğunu ve Üstad Bediüzzaman'ın imâ yoluyla da olsa itham edildiğini fark ederek, bu konuyu Üstad'ına açar ve aynen şu cevabı alır: "Benim menfî cereyanlarla alâkam olmamıştır. İspat edilememiştir. İftiradır. Risâle–i Nur, 650 milyon Müslümanın uhuvvetini, hürriyetlerini müdafaa etmiştir. Bir gün İslâm birliği teessüs edecek, bu müfterilerin yüzü kızaracak." (Son Şahitler–4, s. 157)

Tarihin yorumu

İsmet'in has adamı Refik Saydam

Eski başbakanlardan Dr. Refik Saydam, İstanbul'a yaptığı bir gezi esnasında öldü.

1881 doğumlu Saydam, Askerî Tıbbîye'den yüzbaşı olarak mezun olduktan sonra, bir müddet yurt dışında vazife gördü.

1920'den sonra kurulan hükümetlerde çeşitli bakanlıklarda bulundu. Daha ziyade yakınlık duyduğu İsmet Paşa ile çalıştı.

M. Kemal'in ölümünden sonra yapılan ilk seçimlerde derhal kabine değişikliğine gidilerek, Refik Saydam başbakanlığa getirildi.

Bayar'la arası iyi olmayan İsmet Paşa, Saydam'ı tercih etti ve ölünceye kadar da onu bu görevde tuttu.

İkisi de Atatürkçü olan Bayar'la İsmet, ancak 75 gün birlikte çalışabildi. İlk fırsatta Bayar'ı devre dışı bırakan İsmet, 1944'te kendisini Cumhurbaşkanlığı makamına taşıyan Fevzi Paşayı emekliye sevk etmek sûretiyle diskalifiye etti.

Dr. Refik Saydam'ın en has, en gözde adam durumuna yükselmesi ise, M. Kemal'in ölümcül hastalığının anlaşılmasına dayanır. Saydam, doktor olduğu için, yakında öleceğini tahmin ettiği M. Kemal'e yakın durmak yerine "ikinci adam" İsmet Paşaya yakın durmayı tercih etti. Hatta, Saydam'ın İsmet Paşayı büyük bir sûikastten kurtardığı dahi rivâyet ediliyor.

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Mecazî muhabbet ve düşmanlık



Sevgi de, düşmanlık duygusu da iki türlüdür: Hakikî ve mecazî. Mecaz nedir?

Mecaz, kelimelerin gerçek değil, başka anlamlarda kullanılmasıdır. Meselâ, birisine “yüreksiz’’ denildiğinde gerçekte “yüreği olmayan” değil, “korkak’’, “eli sıkı”, “cimri’’ anlamlarında kullanılır.

Duygular da böyledir. Gerçekten bir kalbte hakikî sevgi bulunsa, o vakit düşmanlık mecazî olur, acımak sûretine dönüşür.

Eğer düşmanlık sebebi galebe çalıp, düşmanlık, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, gösteriş ve temellûk sûretine girer. Mecazî sevgi, bizzat nefis ve madde hesabına, onun fani, solan, yok olan yönüne olan sevgidir.1 Meselâ, bir elmayı, Allah’ı anmadan, O’nun isimlerinin yansımalarını düşünmeden şuursuzca yemek...

Aslında sevgi ile dümanlık duyguları zıttır; ışık ve karanlık gibi gerçekte bir araya gelmezler. Hangisinin sebebi galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunur; onun zıddı gerçekte olmaz. Meselâ, sevgi hakikatiyle bulunsa, düşmanlık şefkate, acımaya dönüşür. Şayet düşmanlık hakikî olarak bir kalpte bulunsa, o vakit sevgi mecazi olur. Sevgi; yapmacıklığa, dalkavukluğa dönüşür.2

Sevginin de yaydığı bir enerji vardır. Gerçek veya mecazi sevgi “dalgaboyları” muhatabın kalbinin radarına çarpar ve onun seviyesini hisseder. Sevgi, ışıktan hızlıdır. Işık, dünyayı saniyede yedi kez dolaşabiliyorsa; sevgi yedi yüz kez dolaşır ve her seferinde sahibinin sevgisine sevgi katar! Zira, Allah’ı seven, sonsuz bir sevgiye kavuşur. Böyle bir kalp de Allah için sever. Gerçekten Habib olan Allah için seven kalp, Allah’ın evidir. Beytullahta ise düşmanlık duygusu bulunamaz. Fakat insanda bu olumsuz duygu da var.

İşte bu Allah sevgisi ile mecazî olur ve acıma sûretine dönüşür. Çünkü, iman ışığıyla dolan kalbe, karanlık olan düşmanlık duygusu giremez.

Düşmanlık, karanlık ve kirlilik olduğuna göre, onu ancak sevgi ışığı ile yok eder, muhabbet suyu ile arındırabiliriz. Yakıtı iman nuru olan sevginin ışığı içimize girse, diğer duygularımız da aydınlanır. Dışımıza aksederek muhataplarımıza ulaşır.

Eğer hakikî sevgi, yani Allah hesabına sevgi yoksa, mecazidir. Böyle bir sevgi gayr-i meşrûdur. Ki, onun da göstergeleri;

• Başkasına düşmanlık besleyerek telkin edilen;3

• Yalnız maddeye, nefse, hasis çıkarlara hizmet eden;

• Sevgiyi verene, sevgilileri yaratana yönelmeyen haksız, yersiz sevgi gayr-i meşrû bir sevgidir.

• Düşmanlığa,4 aç canavara ve nefse beslenen sevgi de gayr-i meşrûdur.5

Gayr-i meşrû sevgi, tabiî olmadığından, sonucu, merhametsizce azap çekmektir.6 Yerinde, ölçüsünde sarf edilmediğinden incitir, yaralar, soldurur ve acı verir.

Uhuvvetin zedelenmesi veya tezahür etmemesi; sadece düşmanlık edenler arasında değil, bütün insanlık için zehirdir. O takdirde İslâmiyete ayna olunmamış ve perde olunmuş olur.

“Küre-i arzın benî âdemden, bahusus ehl-i imandan beğenmediği bir kısım etvâr-ı gafletin sıklet-i maneviyesinden omuz silkmeye benzeyen zelzelenin”7 bir sebebi de uhuvvetin ve sevginin yokluğu; dolayısıyla düşmanlığın bulunması değil mi?

Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 107.; 2- Mektubat, s. 254.; 3-Münâzarât, s. 118.; 4- Hutbe-i Şâmiye, s. 27.; 5- Sözler, s. 648.; 6- Sünûhat, s. 74.; 7- Sözler, s. 157.

07.07.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Şükrü BULUT

Avrupa’da, ateş hattındaki aile...



Son zamanlarda Avrupa´daki aileyle ilgili tartışmalar büyük boyutlar kazanmaya başladı. Bir köye dönüşen dünyada sür'atli medya organlarıyla bu tartışmayı bütün kıt'alarda duymak artık, zor değil. En yüksek seslerin ve belki de tarrakaların yükseldiği coğrafya yine Avrupa… Hıristiyan demokratların tekrar aileyi vazgeçilmez değerleri arasına yerleştirmeyi ve aile karşıtı hücumlara mukabil beyanatları bunu gösteriyor. Papa 16. Benedikt’in; insanî değerleri savunma sadedinde eşcinselliğin sıradanlaşmasına karşı çıkmasının ailede sorumluluk ve fedakârlık esasını öne çıkarması ve Latin Amerika’ya da aynı mesajlarla beraber kürtajın gayr-ı insanî boyutuna vurgu yapması, aile ve nikâh karşıtlarını epeyce paniğe sürüklemiş durumda. Dinsiz, İkinci Avrupa´nın gerek kilisenin ve gerekse siyasî partilerin sert çıkışları karşısındaki şaşkınlıklarını araştıranlar, Avrupalı Hıristiyanların, Müslümanların mücadelesinden kuvvet aldıklarının altını çiziyorlar. Bilhassa son karikatür tartışmaları, Kur´ân'a ve Efendimize (asm) sataşmalar, Hıristiyanların temel değerlerine olan bağlılıklarını adeta kamçılamış görünüyor.

Aile etrafındaki tartışmanın geçmişi insanın geçmişi kadar eski olmalı. Hayır ile şerrin mücadelesi, Adem Babamızdan başlayıp kıyamete kadar devam edecekse, bu çerçevede aileye taraf olanlarla karşı olanların da kavgaları elbette kıyamete kadar sürecektir. İnsanlığın bilinen tarihi süreci içinde aile kurumuna lerzeler yaşatanlar ve fikrî cereyanlar zikredilirken; Hz. Lut döneminden sonra en çok İran'daki mezdekilikten bahsedilir. İslâm âlemine “İştirakiyyun” ismiyle sıçrayan bu marazın Fransız İhtilâlinden sonra semavî dinlere karşı çıkan felsefe ile birlikte Avrupa´da bulaşıcı bir hastalık gibi yayıldığını yakın tarihçiler anlatıyorlar. Hatta Selanik´te Mukim meşhur Derviş efendinin, İslâm toplumunda bile aileye ihtiyaç olmadığını iddia noktasına kadar gelinmiş. Sigmund Freud ve o dönemin dinsiz feylesoflarından ders alan binlerce felsefecinin Ondokuzuncu Yüzyılda aileyi ortadan kaldırmak maksadıyla; iffete, nikâha ve dolayısıyla aileye büyük bir savaş açtığını o dönemi inceleyenler net bir şekilde görebilirler. Wilhelm Reich´in aileyi faşizmin çekirdeği olarak nitelemesiyle birlikte bütün bolşeviklerde aile düşmanlığının başladığını görmekteyiz.

Şairlerin ve düşünürlerin ülkesi Almanya´da doğumunun 150. yılında anılan Freud´la birlikte, saldırgan medyadaki aile karşıtı yayınlardan Müslüman aile de nasibini almıştı. Spiegel dergisi, Freud ve şakirtlerini medhetmeye çalışırken, İslâm dünyasındaki ailenin faşizm ve terörizm için münbit bir zemin olduğunu iddia ediyordu. Zihinlerin henüz berraklaşmadığı, Avrupa efkâr-ı âmmesinin cehaletten tam kurtulamadığı ve Amerika üzerinden tekrar Avrupa´ya geçen İslâm düşmanlığı dalgasının etkisini hâlâ devam ettirdiği bir zamanda, bu iftiralara cevap vermek elbette kolay olmayacak. Cevap verildiği takdirde de tarafsızca değerlendirilip değerlendirilmeyeceği şüpheli. Bununla birlikte Kur´ân ve Sünnetin çerçevesinde gerekli cevapta Müslümanlar gecikmemelidirler. Aile etrafındaki kavganın istatistiklerden kaynaklandığı zannediliyor. Yerli nüfusun küçük kıt'ada hızla düşmesi, gençlerin evlilik ve nikâhın defterini kısmen dürmeleri ve ahlâksızların girişimleriyle eşcinsellerin korunma altına alınması, Hıristiyan Avrupa ailesini hedefleyen şahıs ve kuruluşları harekete geçirmiş olmalı. Bu arada Hıristiyan Birinci Avrupa´nın bu endişe ve hassasiyetini “ti”ye alan Bild gazetesiyle Spiegel Dergisi gibi yayın organlarının karşı mücadelesini de unutmuş olmayalım. Çocuk edinmeye hayvansal yolla ulaşacağını zanneden bu dengesiz ve artniyetli yayınlara henüz istenilen cevabın verilmediği de bir vakıa. 20. Yüzyılın başında bolşevik Rusya´sındaki metazori çocuk çiftliklerinin kurulamayacağını bilen “yeni bolşevikler”, aileyi koruyan bütün unsurlara da ateş açmış durumdalar.

Gelinen noktanın tarihçesini veya yakın geçmiş sürecini burada hikâye etmenin mümkün olmadığı kanaatindeyiz. Yalnız Avrupa Medeniyetinin kadın hususunda tefritten ifrata düştüğünü söyleyebiliriz. Büyük ihtilâl öncesine kadar kadına doğru dürüst insan muamelesi yapmayan bu medeniyette, dinsiz felsefenin yardımıyla “kadın hürriyetleri” adı altında yapılan çalışmayla, kadın fıtrî sınırlarının dışına çıkarılarak yeni bir esarete maruz bırakılmış. Aile reisliğini erkekten alan bu medeniyetin kadını da aslî vazifesinden uzaklaştırmasıyla birlikte, bu toplumda ailenin temelleri çatırdamaya başlamış. Gazeteci Eva Herman'ın dediği gibi, kadını dominant hale getiren bu medeniyet, erkekle kadını aile içinde çatışmaya yöneltiyor. Erkek ise çatışma yerine geri çekilmesi, yani ne çocuk sahibi olmayı ve ne de aile kurmayı düşünmüyor. Erkeğin geri çekilmesi aileyi yok ediyor. Düzeni bozulan aileye bundan böyle yapılan müdahaleler, çökme ve dağılmayı maalesef hızlandırıyor. Zira ortada, aileye bilinçli bir şekilde saldıran İkinci Avrupa´nın tahribatı dururken, Birinci Avrupa´nın felsefî ve geleneksel metodlarla aileyi kurtarması çok zor görünüyor. Müteveffa Papa´nın aile hususunda “Müslüman aileyi” örnek göstermesi, birinci Avrupa´ya bu dehşetli labirentten kurtuluş yolunu göstermesinden başka bir şey değildi.

İslâm âlemindeki aile ile ilgili söyleyeceklerimizi bir başka zamana tehir ederken, birinci Avrupa´nın ailenin kurtuluşu meselesinde de Müslümanlardan yardım beklediğini belirtmiş olalım. İslâma olan düşmanlığını bu kez Müslüman aile ile müşahhaslaştıran bir bayan bakan, yüzde kırkbeş Müslüman ailelerin Avrupa ile entegre olmak istemediklerini sanal raporlarıyla iddiaya kalkıştı. Diğer politikacı ve hükümet yetkililerinden gerekli tepkiyi alan bu şimalli kadın, Avrupa içinde bütün otoriterlere başkaldırmayı itikad edinmiş bolşeviklerin yeni çizgilerini de izhar ediyordu. Aileyi parçalara bölerek tüketim çılgınlarına teslim eden bu medeniyetin; babalar, anneler, çocuklar ve sevgililer günü gibi icadları da, İkinci Avrupa´nın insanlıkla istihzasından başka bir şey olmasa gerek. Her gün bir tarafını çökertmeye çalıştığı ailede bu gidişle ne baba, ne anne ve ne de çocuklar kalacak. İkinci Avrupa’nın gayet şatafatlı, cazip ve vazgeçilmez olarak lânse ettiği “nikâhsız beraberliklerin” ise, ne kadar sürdüğü ve akibeti esasında çok önemlidir. Fakat aileyi tahribi hedefleyen ekseri medya, bu resim ve istatistikleri vermeyi Avrupa ailesinin bu dehşetli akibeti şimdiden görmeye başlayan basiretli Hıristiyanlarla insaniyetperver Avrupalılar ikinci Avrupa ile dişe diş mücadeleyi göze almış görünüyorlar. Güzel sesler yükseliyor ve güzel haberler geliyor. İnşallah, Türkiye medyasındaki demokrat Müslümanlar da bu insanî seslere cevap verip destek vererek, insanlığın sosyal çekirdeği aileyi dağılmaktan kurtaracaklardır.

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Sebepler susar, ölüm konuşur



Başta spor camiası olmak üzere kamuoyu, ‘şok’ bir ölümle sarsıldı. Cumartesi günü akşam saatlerinde ‘kalp krizi’ geçiren ve anında tıbbî müdahalede bulunulan Futbol Federasyonu Başkanı Hasan Doğan, ‘tüm çabalara’ rağmen kurtarılamadı. Her ölüm gibi, bu ölüm de “Her nefis ölümü tadacaktır” âyetini hatırlattı. Merhuma Allah’tan rahmet yakınlarına sabır diliyoruz...

Önceki akşam, “Ergenekon operasyonunda hangi safhaya gelindi?” diye merak edip radyoyu açınca, bir anda bu haberle karşılaştım. Radyolarla ortak yayın yapan bazı TV kanalları anında ‘canlı yayın’a geçmiş, ard arda ‘tanıyanların dilinden’ merhumu anlatıyorlardı.

‘Şok ölüm’ haberiyle ilgili değerlendirme yapanların ortak bir noktası vardı. Onlara göre her türlü sebep, merhumun yaşaması için hazırdı, ama yine de kurtarılamamıştı. Otelde kriz geçiren merhuma, anında iki doktor müdahale etmiş, akabinde ambulansla gecikmeden hastahaneye kaldırılmış. Burada da yapılan her türlü gayrete rağmen yine de vefat etmiş. TV’lerin haberlerine bakılırsa, müdahaleye katılan yabancı bir doktor, “Hasta geri dönmek istemiyor” demiş.

Aslında ölüm anı, ‘sebeplerin sustuğu’ bir andır. İşte bu ‘şok ölüm’ de insanlara bunu bir defa daha gösterdi, hatırlattı. Her ölüme bir sebep bulunur ya, merhumu tanıyan ve hadiseye şahit olanlar neredeyse bu ölüme ‘sebep’ bulamıyordu.

Elbette konuşanların çoğu ‘kader’e teslim olmuştu, ama içten içe ‘nasıl olur?’ diyenler de vardı. Vefat üzerine değerlendirme yapan millî futbolcular ise ilk fırsatta “Allah’tan rahmet dilemeyi” unutmadılar. Futbolcuların bu tavrı, elbette bazılarını ‘üzmüş’tür, ama hakikat budur. Ölüm sonrası başka ne denilebilir ki?

‘Kader’in değişmeyeceğini bilenler, ölüm hakikati karşısında çaresiz kalmazlar. Çünkü bilinse de, bilinmese de ‘ölüm kuşu’ her dakika başımızda dolaşır. Ve ölüm için her zaman ‘uygun sebep’ de olması gerekmez. Çoğu zaman, ‘ambulans geç geldi, doktor yetişemedi, yanlış teşhis konuldu’ gibi ‘bahane’lerle ölümü açıklamaya çalışırız. Ama bilmeliyiz ki bunların hepsi ‘sebep’tir ve sebeplerin netice olarak hakikî tesiri yoktur. Şimdiye kadar ölümleri ‘sebep’lerle açıklamaya alışanlar, ‘her türlü sebebin lehte olduğu’ bu ölüm karşısında konuşmakta zorlandılar.

Hepimiz, her an ölebileceğimizi gerçek anlamda kavrayıp kabul etsek, yine de dünya malı için ‘kavga’ eder miydik? Her şeyin dünyevîleştiği günümüzde, “Her canlı ölümü tadacaktır” âyetini ve “Lezzetleri tahrip edip acılaştıran ölümü çok zikrediniz” hadis-i şerifini hatırlamaya çok ihtiyacımız var. ‘Ölüm’ her an aklımızda olsa, ölümleri ‘şok’ olarak görür müyüz?

Malûm olduğu üzere ölüm, dünyanın fani ve geçici olduğunu hatırlatan en güzel, en tesirli nasihattir. Nasihatlere kulak verelim...

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Türkiye’nin ruhu üzerine savaş



Yüzyılımızda en büyük iki savaştan birincisi, İslâm’ın ruhu, kimyası veya tanımı veya kimilği üzerine savaştır. İkincisi de, Clinton’ın deyimiyle 21’inci yüzyılın kaderini belirleyecek olan Türkiye’nin ruhu ve kimliği üzerine savaştır. Huntington ve Papa 16’ıncı Benediktus bu çatışmada Türkiye’nin müstakbeldeki yerini kendilerine has tayin eden zevat arasında yer alıyor. Bu savaşla ilgili tesbitlerimiz işkembe-i kübra ürünü değil. Selman Rüşdi yıllar öncesindeki bir makalesinde İslâm’ın ruhu, yani kimlik tanımı üzerine İslâm içi ve dışı küresel bir mücadele yaşandığını yazmıştı. Bu kimlik savaşının ana malzemelerinden birisi modernistlerin kullandıkları hermenötik veya tevil kapısıdır, ki bunun geçmişi Mutezile anlayışına kadar geri gitmektedir. İkinci büyük savaş ise, Türkiye’nin ruhu ve tanımı üzerine savaştır. Bunu söyleyenlerden birisi de New York Times yazarlarından Roger Cohen’dir. Cohen bu hususta şunu söylemektedir: “Türkiye’nin ruhu için yapılan mücadele bitecek gibi değil: Ancak yapıldığı sürece sağlıklıdır (Türkiye çözerek değil de içinde çatışarak Araf’ta veya Tih’te debelendiği müddetçe ve vakit kaybettiği oranda bizim için ne gam demek istiyor. İşte Türkiye Araf’tan ve arızî dönemden çıktığında kendisiyle birlikte dünyanın, gelecek yüzyılının şeklini tayin edecektir. Clinton aslında 100 yıl önce Arnold Tonbyee’nin durdurulmuş Osmanlı medeniyetine zımnî atıfta bulunmuştur. Durdurulmuşluğu, yani fetreti bittiğinde dünyanın merkezi olacak, dünya da onun mihveri üzerinde deveran edecektir). Batı, bu açıklığın korunması için elinden gelen her şeyi yapmalı zaman zaman bir ‘laik faşizm’ dozu içerse de (Cohen bu cümlesiyle Abdurrahman Yalçınkaya’nın Sovyet tipi laiklik yaftasını reddetmesini reddetmektedir)...” Türkiye’nin ruhu üzerine bu ağır mücadeleyi biraz daha açanlardan birisi stratejik analist Nejad Eslen’dir. Cohen’e iyi tercüman olmuş, belki de Cohen’in yarım ve mücmel bıraktığını tafsil etmiştir.

***

Emekli General Nejat Eslen, Cohen’den sonra şunları yazıyor: “Türkiye’de ciddî ve kaçınılmaz bir güç mücadelesi var ve bu mücadele Türkiye’nin geleceğini belirleyecek. İslâmcılar, ulusalcılar ve liberaller bu mücadelenin tarafları ve bu mücadele Soğuk Savaş sonrası süreçte ‘Türkiye’nin jeopolitik kimliğinin yeniden tanımlanması’ ile ilgili. Mücadele sona erdiğinde Türkiye yeni kimliğini tanımlayabilecek; bir Avrupa ülkesi veya Ortadoğu ülkesi ya da Avrasya ülkesi olabilecek.

...

Giderek şiddetlenen bu mücadele sadece iç dinamiklere bağlı değil ve dış yönlendirmelere de açık. Çünkü, Türkiye’nin Doğu eksenine kayması Batı’nın jeopolitik çıkarlarını zora sokabilir. Mücadelenin ne kadar süreceği ve nasıl sona ereceği belli değil. Bu mücadele sadece Türkiye’nin jeopolitik kimliğini değil, aynı zamanda kaderini ve rejimini de belirleyebilecek.” Bence de öyle.

***

Buradan baktığımızda, kaderin bir remzi gibi, vatandaşlara hitap eden Deniz Baykal her vesile ile hilâfete çatmaktadır. Ve AKP ile her girdiği polemik ve sürtüşmeden sonra soluğu bir cemevinde almakta ve orada hitap etmektedir. Mesut Yılmaz’ın imam hatiplerin orta kısmının kapatılmasından sonra Hacı Bektaş ilçesine giderek ‘müjdeci’ bir konuşma yapması gibi. Aslında bunlar hem sembolik, hem de şuuraltı hareketlerdir. Bu bağlamda, ‘Aygün ve karineler’ başlıklı yazısında Nazlı Ilıcak yazısının bir yerinde bu kimlik çatışmasının taraflarından birini temsil eden Sinan Aygün’ün duruşuyla ilgili şu notlarını aktarmaktadır: “Gelelim konunun Sinan Aygün ile ilgili kısmına: Aynı tarihlerde, Ankara Ticaret Odası’nda üst üste iki toplantı düzenlendi. Hilâfetin kaldırılmasıyla ilgili olan toplantıda, ev sahibi Atatürkçü Düşünce Derneği idi. Kuvvet komutanları panele tam kadro katılmıştı. Salona alkışla girip, 10. Yıl Marşıyla çıkmışlardı. O zaman, Şener Eruygur henüz emekliye ayrılmamıştı. Anlaşılıyor ki, emeklilik sonrası faaliyetlerini sürdürmek üzere, taa o tarihte Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurdurmuştu. Panelin sonuç bildirisinde şöyle deniliyordu: “Karşı devrim yol buldu; yöntem buldu; mevziiler ele geçirdi; şimdi yeniden toparlanma vaktidir...” Toplantılar herkesin ilgisini çekmişti. Meselâ ben şöyle yazmıştım. Yazının başlığı şuydu: “Sinan Aygün neyin peşinde ?”

Bir başka yazının konusu olmakla birlikte şimdiden sormak lâzım: Baykal nereye koşuyor?

***

Kemalistler gerektiği zaman geri çekilmedikleri ve esnemedikleri için bu savaşı sonunda kaybetmeleri mukadderdir. Aslında, Batı da onların inatlaşmaları yüzünden Türkiye üzerindeki tezlerini kaybedecektir. Tezad, ama Batılılaşma projesini Batılılaşma projesinin yerli mimarları veya taşeronları yüzünden kaybedeceklerdir. Akıl yerine çılgınlığı seçtikleri için bu böyle olacaktır. Batı maksadının aksiyle tokat yiyecektir. Batıcılar veya aymazlıkları yüzünden Türkiye’nin Batılılaşma projesi çökecektir.

07.07.2008

E-Posta: [email protected]




Fahri UTKAN

Müşteriyi aldatma



İnsanlarla gerek insan olarak, gerekse müşteri veya satıcı olarak hayatımızın her bölümünde münasebette bulunmaktayız.

Peki bu tür durumlarda bir Müslüman olarak davranışlarımız nasıl olmalıdır?

Ebû Hûreyre (radıyallahu anh) anlatıyor:

Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm, çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet bulaştı. Adama:

“Ey satıcı nedir bu?” diye çıkıştı. Adam:

“Ey Allah’ın Resûlü, yağmur ıslattı” deyince:

“Bu yaşlığı üste getirip, herkesin görmesini sağlayamaz mıydın? Kim bizi aldatırsa o bizden değildir” buyurdu.

Ebu Dâvud ve Tirmizî’nin rivayetlerinde (yukarıdaki hadiste) şu fazlalık mevcuttur: “Resûlullah Aleyhissalâtu Vesselâm’a ‘elini yığına daldır’ diye vahyedildi, o da elini daldırdı. Yığın ıslaktı. ‘Aldatan bizden değildir’ buyurdu.”

Başka bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulmaktadır:

Ukbe İbnu Âmir (radıyallahu anh) rivayet etmiştir ki: “Müslüman bir kimsenin, bir malda kusur olduğunu bildiği halde, müşteriye haber vermeden satması haramdır.” Buhârî, bunu bir bâbın başlığında kaydetmiştir. (Büyû: 19)

Bu rivayetler, Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın devlet reisi vasfıyla zaman zaman çarşı pazarı teftiş ettiğini göstermektedir.

Bununla beraber, çarşıya alış veriş için gelmiş bulunsa da, bu esnada kontrol ve murakabe işini de yürüttüğünü ve dolayısıyla, devletin ve devlet adamlarının bu gibi işlere ehemmiyet vermesi gerektiğini ifâde eder.

Şu halde bağ-bağ, sandık-sandık, sepet-sepet, çuval-çuval, toptan satışlarda üst kısma kalitelisini, kusursuzunu koyarak, müşterinin nazarından bazı kusurlarını gizlemek haram olmaktadır. Üst kısımla alt kısım arasında fark büyük olduğu takdirde müşteri anlaşmayı bozabilir.

Bazı âlimler, bu hadisten, büyük ve fazilet ehli kimselerin alış veriş için pazara gitmelerinin sünnet olduğu hükmünü çıkarmışlardır. Nitekim İmam Mâlik: “Eskiden insanların âdeti, pazar yerlerine çıkmak ve oralarda oturmak idi. İbni Ömer çok defa pazara gelip orada otururmuş” der.

Yahya İbnu Sâid de: “Ben Saîd İbnu’l-Müseyyeb ile Sâlim Mevlâ İbnu Ömer’in (radıyallahu anh) bir kısım rivayetlerini, onlar çarşıda oturup sohbet ederken aldım” demiştir.

Bu durumu te’yid eden bir rivayet, ashabdan Abdullah İbnu Büsr en-Nasrî ile ilgili: Bu zat (ra), cuma namazını kıldıktan sonra, hemen çıkar, çarşı-pazarı bir dolaşır, tekrar camiye girip ibâdetle meşgul olurmuş. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca: “Müslümanların Efendisi Aleyhissalâtu Vesselâm’ı böyle yapar gördüm de ondan” cevabını vermiştir.

Yukarıdaki açıklamalardan anlaşıldığı kadarıyla, metinde yalnızca müşteri kelimesi geçmektedir. O halde alış verişlerde, Müslüman olsun veya olmasın, müşteriyi aldatan bizden, yani inanan insanlardan olamaz şeklinde anlaşılmalıdır.

Bunun sonucu olarak, bizim gerek satıcı, gerekse alıcı olma durumlarında bulunmamıza göre alış verişlerdeki davranışlarımızın esasları ortaya çıkmaktadır.

Demek ki, bir insan ve bir Müslüman olarak görevimiz, karşımızdakini aldatmamaktır. Bu kural da yeni kalite yönetim sistemlerinde “müşteri memnuniyeti” olarak ifadesini bulmuştur.

Konuyu te’yîden son söz olarak, Üstad Said Nursî’den bir cümle ile yazımı tamamlamak istiyorum:

“Evet sıdk ve doğruluk İslâmiyetin hayat-ı içtimâiyesinde (toplum hayatında) ukde-i hayatiyesidir (hayat çekirdeğidir). Riyakârlık (ikiyüzlülük-yalancılık), fiilî bir nev'î yalancılıktır.” (Hutbe-i Şamiye)

07.07.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır | Site yöneticisi | Editör