"Gerçekten" haber verir 08 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Halil USLU

Yaylalar dönemi ve önemi



ÇEŞİTLİ rüzgârlar var, çeşitli rüzgârlar olduğu gibi, fikir rüzgârları da vardır. Türkiye’mizde ve dünyada bir zamanlar sahiller rüzgârı vardı ve insanlar birbirini çiğniyor ve rekabet için her taraf talan ediliyor, yakıp yıkılıyordu. Zaman seyli içinde akl-ı selîmin ve özellikle ilim dünyasının sağlık kesimi, artık sahillerin sıhhatli olmadığını beyan etmeleriyle, insanlar yüksek rakımlı yerlere ve hepimizin hayran kaldığı yaylalara akın etmekte, bir gün dahi olsa oraların mis kokan muhteşem manzaralı yerlerinde konaklamak istemektedirler.

Bazı yayla toplantıları, artık geleneksel, yani daimîlik haline geldi. Bunlardan bir tanesi Kargı Yaylasıdır. O beldenin münevver insanları, uzun yıllardan beri her yıl “Ağustos ayının ilk Pazarı” şartlar ne olursa olsun, bir araya geliyor ve sabah namazından akşama kadar, her saniye ve dakikayı değerlendiriyorlar. Buralara yatmaya gelmiyorlar, her dönemde çeşitli fikir adamlarını dâvet ediyorlar ve o zevât da Kur’ân nurunun ışığı altında, orada toplanan yüzlerce can dostuna, yeni bir şeyleri vermenin hazzı ve fikri içinde oluyorlar. Bu yıl yine başta Çorum olmak üzere, görebildiğim ve tanıdığım kadarıyla, Kırıkkale, Samsun, Kastamonu, Tosya, İnebolu, Sungurlu, Osmancık, Alaca il ve ilçelerinden iştiraklar vardı.

Bu nev’î faaliyetlerin mutlaka alt yapısı olmalıdır. Pek çok organizede ve hatta uluslar arası organizelerde bulundum. Her şeyin bir erbabı vardır, nitekim Nisa Sûresi 58. âyette “İşi ehline verin” emri İlâhîsi vardır. Bunu Avrupa devletleri kullanırken biz neden kullanmıyoruz? Her yerde demişimdir, yine diyorum: “Acaba âyetler mi bizden küstü, yoksa biz mi âyetlerden uzaklaştık? Umumu alâkadar eden bu nev’î faaliyetler, artık işin erbabına verilmeli, istişare edilmeli ve saygı duyulmalıdır. Çorum, Kargı ve diğer kazaların değerli insanları bunu becermekte ve örnek hareketlerdir. Bir gün önce öncü kafile oraya gidip, müthiş soğuk havada gece orada kalıp, sabahında bütün organize yapılmaktadır.

Türkiye’yi adım adım gezen bir kişi olarak görüyorum ki, artık insanlar yaylalara koşmaktadırlar. Şimdi böyle bir temayül var ve alabildiğine gitmektedir. 3 Ağustos günü yapılan Kargı pikniği, keşke seyahat güveninin olduğu mevkilerde ve Türkiye’nin en az 100 yerinde bu mânâda yapılsaydı, daha çok verime, gelişmelere ve bütünleşmelere vesile olacaktır. Bire bir görüşmeler, rahat zemin ve hür bir ortam ve fevkalâde bir organize, elbette meyve verecektir. Gönül ister ki, bu günler, birkaç günü veya bir haftayı içine alsın ve çadırlar kurulsun. O vakit, verim daha çok artacaktır. Çünkü, yüksek yerlerdeki temâşâ, tefekkür ve huzur anlatılmaz, ancak yaşanır.

Çeşitli bürokrat ve meslek sahiplerinin iştirak ettiği ve Yeni Asya Çorum Temsilciliğinin üstlendiği bu yayla pikniğine dâvet edilen değerli kardeşim Şaban Döğen “Âlemi İslâmın dünü, bugünü ve istikbali”, yine dâvet edilen Seyfeddin Bulut kardeşim de “Lisanı hâl ile kâinata bakmak ve spor dünyası ile kıyaslar” üzerinde durdu. Biz de “Hz. Bediüzzaman ve sosyal münasebetler” başlıklı bir hitabede bulunduk.

Buradaki konuşmamda da ifade ettiğim gibi; yaptığım araştırmada, Hz. Bediüzzaman’ın bir asra yakın ömründe beşerî münasebetlerdeki başarı sırrının bir tanesi “hiç kimseyi kendinden üstün görmemesi ve hiçbir kimseyi de kendinden hakir ve küçük görmemesi”. Bunlara insan ve kâinat sevgisini de katınca, ulaşılması zor olan ve ancak Allah’ın velilerine, mücedditlere ve müctehitlere nasip olan zirve-i kemâlâta çıkmıştır. İnsan sevgisindeki geniş mânâ “milletimizin birlik ve beraberliği” içinde tecellî etmiştir.

Bizleri buralara dâvet eden başta Sn. Ömer Güney, Seraceddin Küçükdingil, M. Kovancı Beylere, Çorumlu ve Kargılı kardeşlerime ve diğer can dostlarına ve o zirvelere kadar bana arabasıyla refakat eden hukukçu Ömer Peker ve Kaval Hocamıza, emeği geçen herkese ayırt etmeden, en derunî tebrik ve şükranlarımı sunuyorum.

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Bir bu eşref-i mahlûkata bakın, bir de şu esfel-i mahlûkata!



İNSAN eşref-i mahlûkat. Varlıkların en şereflisi.

Bütün haklarıyla birlikte doğar. Ve karıncayı ifnâ etmemek için fetva sorar…

Ve şu da esfel-i mahlûkat:

İnsan haklarını gasbeder, insana hayvan kadar önem vermez!

İslâmiyet, bütün hakları bir bir sıralamış, haksızlıkları sıralamış; hiç kimsenin, kimseye zulmetmemesini istemiş, haklara saygı duyulmasını emretmiştir.

İslâmın ruhlara sindirilmesini istediği şefkat anlayışı, yalnız insanları değil, bütün canlıları, hattâ bitkileri de içine alır.

Evet, Allah hayvanları da, insanlığın hizmetine sunmuştur. Onların akıl ve şuurdan mahrum, buna rağmen genelde güçlü olmaları ve insanların onların tepeden tırnağa her şeylerinden istifade etmeleri bunu gösteriyor.

Ancak, hayvanların insanlığın hizmetine sunulması, onlara eziyet edilmesini gerektirmez. Ki, İslâm, canlılara, hayvanlara eziyeti şiddetle men etmiştir. Hayvanlara eziyet etmeyi, canlarını acıtmayı, incitmeyi, aç-susuz bırakmayı, onları eğlenmek ve oyalamak kastıyla avlamayı, nişan eğitimi için hedef yapmayı, yavrularını annelerinden ayırmayı kesinlikle yasaklamıştır.

İslâm, sadece hayvanlara karşı nâhoş hareketleri yasaklamakla kalmamış, onlara karşı yapılacak iyi muamelenin mükâfatlandırılacağını, Cennete girmeye vesîle olabileceğini de nazara vermiştir. Bu gerçek, Allah Resûlünün dilinde şöyle ifadesini bulmuştur:

“Kendisinde hayat eseri bulunan her yaş ciğer sahibini sulayan için büyük ecir, sevap ve mükâfat vardır.”

“Dilsiz hayvanlar konusunda Allah’tan korkun. Onlara uygun şekilde binin, etini uygun şekilde yeyin.”

“Kedisini ölünceye kadar hapseden, yemek ve su vermeyen, yerdeki böcek ve fareleri de yemesine müsaade etmeyen kadını Allah, cehennemine attı.”

Hz. Ebûbekir’in, Tebük seferine çıkacak olan askerlere, “Kadınları, çocukları öldürmeyiniz. Hayvanları telef etmeyiniz, ağaçları kesmeyiniz!” meâlindeki hitâbesi de meşhurdur.

İslâm tarihi boyunca, değil sadece insan haklarına, hayvan haklarına riâyeti esas alan Müslümanlardan, Avrupalı seyyah ve araştırmacılar bile sitayişle bahsediyorlar. Elise Reclus, Claude Ferrere, Orneille Le Brayn, Comte de Bonneval, La Martin bunlardan sadece birkaçı.

Bunlar, eserlerinde, Müslümanların hayvanlara karşı gösterdikleri şefkat, yardım, koruma; hatta onlar için kurdukları vakıflardan uzun uzun söz ederler.

Bugün medenî Avrupa, son olarak, Irak’ta, Çeçenistan’da, Filistin’de, Keşmir’de, Cezayir’de, Karabağ’da ve dünyanın muhtelif yerlerinde, Müslümanlara, karınca kadar hayat hakkı tanıyor mu?

Müslümanlardan başka bir milletin tarihinde, hayâli bile mümkün olmayan “karıncaların hayatını koruma”ya bakınız. Bu bir masal değil, hikâye değil, ayniyle gerçek:

Kırk altı yıl, Osmanlı tahtına oturan, kuvvetli, kudretli, dirâyetli, heybetli padişah Kanûnî Sultan Süleyman (1512-1556), sarayının bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi'den şu beyitle fetvâ ister:

“Dırahta ger ziyân etse karınca

Zarar var mıdır ânı kırınca?”

Ebussuûd Efendinin cevabı menfî ve kesindir:

“Yarın Hak’kın divânına varınca

Süleyman’dan hakkın alır karınca.”

Bu nasıl eşref-i mahlûkat! Akıl hayretten donar, vicdân meftun olur bu hak anlayışına.

İster günümüzde, isterse tarihte, insanlara karınca kadar ehemmiyet vermeyen Batı medeniyeti nerede, karıncaya bile insan gibi kıymet veren İslâm medeniyetinin “hak ve hayat” anlayışı nerede?

Ya yerli batıperestler?

Öz vatandaşına nasıl muamele ediyor?

Ne okuma hakkı, ne din ve vicdan hakkı, ne düşüncelerini açıklama hakkı, ne eleştiri hakkı tanıyor!

Ve bu nasıl esfel-i mahlûkat!

08.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cuma günü oruç



Kırklareli’nden Şükran Hanım: “Haftanın Cuma günü tek gün oruç tutulur mu? Cumayı oruçlu geçirdiğimizde Perşembeyi ya da Cumartesiyi de oruçlu geçirmemiz gerekiyor mu?”

Yüce dinimiz Cuma gününü, Müslümanların haftalık bayramı olarak tahsis etmiştir. Bayramlarda ise oruç tutmak değil, helâlinden yiyip içmek teşvik ve tavsiye edilmiştir. Nitekim helâlinden yiyip içmekte şükür ve ibadet sevabı vardır.

Ramazan Bayramında ve Kurban Bayramında oruçlu bulunmak haramdır. Fakat Cuma gününde böyle bir haramlık söz konusu değildir. Cuma günü Müslümanların bayramı olmakla beraber, Cuma günü oruç tutulabilir. Fakat haram anlamında olmasa da, bayram olma hikmeti gereği olarak, hiç gerekçe yok iken sadece Cuma günü oruçlu bulunmaktan sakındırma vardır.

Resulullah Efendimiz (asm) buyurdular ki: “Sizden hiç kimse, yalnız Cuma günü oruç tutmasın. Ancak bir gün önceden veya sonradan oruç tutuyorsa bu takdirde Cuma günü de oruç tutabilir.”1

Bir diğer rivayette Peygamber Efendimiz (asm): “Cuma gününü diğer günler arasında oruç günü olarak tayin etmeyin. Ancak tutmakta olduğunuz oruç arasına denk gelirse o hariç”2 buyurmuştur.

Bu hadislerden anladığımız; gerekçe var ise, Cuma günü oruç tutmakta bir sakınca yoktur. Gerekçe yoksa mekruhtur.

Gerekçelere birkaç misâl verelim:

1- Ramazan ayında bulunmak bir gerekçedir. Ramazanda Cuma günlerinde oruç tutmaya yasaklama yoktur.

2- Kefaret oruçları Cuma gününe denk geldiğinde ara verilmez, tutulur.

3- En az iki gün ya da üç gün süreyle peş peşe oruç tutmaya niyetlenmiş olmak bir gerekçedir. İçinde Cuma günü varsa diğer günlerle birlikte oruç tutulur.

4- Adak orucu Cumaya rastlamışsa o gün oruç tutulur. Meselâ bir kimse ‘Oğlum askerden geldiği gün oruç tutacağım’ dese, oğlu da askerden Cuma günü gelse; o kişinin, oğlunun askerden geldiği gün olan Cuma günü oruç tutmasında bir sakınca olmaz. Çünkü adağının şartı bu şekilde gerçekleşmiştir.

Bunların dışında başka gerekçeler varsa da Cuma günü oruç tutulur. Fakat gerekçe yok ise Cuma gününü bayram saymak ve o gün oruç tutmamak daha evlâdır. Nitekim Cenâb-ı Allah, Cuma Sûresinde: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah’ın zikrine koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan nasibinizi arayın. Allah’ı çok zikredin ki kurtuluşa eresiniz”3 buyurmuştur.

Bu âyetler gereğince Cuma günü Allah’ı çok zikretme, çok duâ etme, yeryüzünde helâl rızkını aramak, bunun için çalışmak, Allah’ın lütfu olan maddî manevî nimetlere ulaşmaya gayret etmek gibi Cuma gününe mahsus işler vardır. Bu işler şevk ve neşe içinde yapılmalı, usanma ve yorgunluk hissi olmamalıdır. Bu hikmete dayalı olarak tek gün ve gerekçesiz şekilde Cuma gününe orucun tahsis edilmemesi Peygamber Efendimiz (asm) tarafından tavsiye edilmiştir.

Ancak tekrar edelim: Gerekçemiz var ise, Cuma günü oruç tutmakta sakınca yoktur.

Dipnotlar:

1- Buharî, Savm 63; 2- Müslim, Sıyâm 147, 148; Ebu Dâvud, Savm 50, (2420); Tirmizî, Savm 42, (743); 3- Cuma Sûresi: 9, 10

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Emirdağ Hatıraları (11)



Demokrat Nur talebesi

Emirdağ’ın asil ve asaletli Nur kahramanlarından biri de merhum Hamza Emek’tir. Allah rahmet eylesin, 1991’de vefat etti. Biz ise, kendisiyle 1980’li yıllarda mükerrer defalar görüşüp sohbetini dinledik. Görüşmelerimiz hep İstanbul’da oldu.

Üstad Bediüzzaman’ın “Ahrar-Demokrat” çizgisine yaptığı esaslı vurgulara olan dikkat ve merakımız sayesinde, aynı çizginin müşahhas bir timsali olarak gördüğümüz Hamza Emek Ağabeyi de pür dikkat dinler, söylediklerini hakkıyla anlamaya çalışırdık.

Kendi lisanından derlediğimiz hatıra notlarının bir kısmı şöyledir:

“Hazret-i Üstad ile tanışmamız, lise yıllarında oldu. 1944’te İstanbul’daki Vefa Lisesinde okuyordum. Üstad’ın Emirdağ’a geldiğini duymuştum.

“Okulu bitirip memleketime döndüğüm aynı gün, ikindi namazı için Çarşı Camii’ne gittim. Baktım, Üstad üst kattaki mahfilde namaz kılıyor. Namazdan sonra yanına gidip tanışmak istedim. Çekine çekine merdivenlerden çıkarken, beni fark etti ve cesaretlendirici bir eda ile beni yanına çağırdı. Gidip ellerinden öptüm ve İstanbul’dan bir zatın selâmını söyledim. Kısa bir tanışmadan sonra, müsaade isteyip yanından ayrıldım.

“Üstad’a alışmamız ve onun hizmetine girmemiz kolay olmadı. Zira, biz henüz usûl, adap, erkân nedir bilmezdik. O ise, her hal ve hareketinde prensip sahibiydi. Patavatsız hareketlerimiz sebebiyle, zaman zaman bize hiddet eder, bağırır, sonra tekrar gönlümüzü alıp teselli ederdi. Neyse ki, zaman içinde kendisine alıştık, hizmetine bizleri kabul etti. Allah’a sonsuz şükürler olsun.

“1950’ye kadar Üstad’ın hep imanî derslerini, sohbetlerini dinlemiştik. Siyasetten, partilerden hiç ama hiç bahsetmiyordu. Bu tarihten sonra ise, siyasî, içtimâî sohbetlere de başladı. Biz önceleri çok şaşırdık. Sebebini, hikmetini anlamakta zorluk çekiyorduk.

“Hazret-i Üstad, bir beni ve Mehmet Çalışkan’ı çağırdı, aynen şunları söyledi: ‘Bakın kardeşim. Sizler hem benim, hem de Risâle-i Nur’un bedeline Demokrat Partiye gidip kaydınızı yaptırın.’ Biz de aynen dediğini yaptık.

“Bir müddet sonra, bize DP Emirdağ İlçe Başkanlığı teklifi geldi. Biraz düşünmek istediğimi söyledim. Bu sırada Üstad Isparta’ya gitmişti. Tam o sırada, Zübeyir Ağabey bir telgraf gönderdi. Telgraf metninde Üstad’ın şu ifadesi yazılıydı: ‘Kardaşım, sana teklif edilen vazifeyi kabul et.’

“Böylelikle, Üstad’ın emir ve müsaadeleriyle DP İlçe Başkanı olduk.

“Üstad’ın Adnan Menderes hakkındaki düşünce ve kanaatleri son derece müsbet idi. Ona dindar bir demokrat ve dindar bir başbakan nazarıyla bakıyordu. Hatta, Menderes’in İttihad-ı İslâmı kuran Sultan Selim kadar bu millete ve bu vatana hizmet ettiğini söylüyordu.

“1957 senesinde, Menderes, seçim gezisi vesilesiyle Emirdağ’a geldi. Meydana vardıklarında, üstü açık arabadan Hz. Üstad’ın tam karşıdaki evin penceresinde olduğunu gördü. Her ikisi arasında samimî, içten bir selâmlaşma oldu. Sonra biz yolumuza devam ettik. Ben Menderes’in yanındaydım.

“Daha sonraları, Akis Mecmuasında Metin Toker’in aleyhimizde yazılar yazması sebebiyle, parti ilçe teşkilâtımız feshedildi. Üstad, bu durumu öğrenince önce hiddet etti, sonra hiddetini geri aldı ve şunları söyledi: ‘Kardaşım, bunlar kuvveti nereden aldıklarını bilmiyorlar. Biz elimizi çeksek, bunlar yıkılır, ortalık karışır, alt üst olur. Ben de onları azledecektim, fakat şimdilik kalsın.’” Tarihin yorumu = 8 Ağustos 1916 Bitlis'in kurtuluşu Birinci Dünya Harbinde 1 Mart 1916 tarihinde Rusların işgaline uğrayan Bitlis, aynı yılın 8 Ağustos'unda yeniden kurtarıldı. Gönüllü Alay Kumandanı Fahrî Albay (Miralay) olarak milis kuvvetlerinin başında çarpışan Bediüzzaman Hazretleri de, kuşatmanın ardından yaşanan şiddetli çatışmalar sırasında Ruslara esir düştü. O vakte kadar talebelerinin çoğu şehit düşmesine rağmen şehrin tahliye edilmesini sağladı. Çok az sayıdaki bir grup fedai ile göğüs göğüse çarpışmalara katılan Bediüzzaman, şehrin girişinde talebesi ve yeğeni olan Ubeyd'i de kaybetti. Ardından, yaralı halde 36 saat kar ve buz ile kaplı bir su kanalı içinde ayağı kırık bir vaziyette kaldıktan sonra durumu fark edilerek esir alındı. Bediüzzaman esir edildiği esnada düşman kumandanına hitaben, "Bitlis'i geçemeyeceksiniz ve burayı da kısa zamanda terk edeceksiniz" diyordu. Söyledikleri ayniyle vâki oldu. İşgalden evvel çok parlak bir dönem yaşayan Bitlis'in o zamanki nüfusu 30.000'in üzerindeydi. Şehirde muallim mektebi, askerî ve sivil lise ile bir Amerikan koleji bulunmaktaydı. Bitlis, şarkın gözde bir ilim ve kültür merkeziydi.

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

XVI. Benedikt’in feryadı



İman-küfür mücadelesine mevzi bakmak, genellikle insanı yanıltır. Her hadisenin cihanşümul olarak değerlendirildiği bir zamanda, “iman küfür mücadelesi de” elbette ki küresel değerlendirilecektir. Böyle bir değerlendirmede bulunabilmek için, dünyanın her yerinden haber alacak, oradaki hadiseleri takip edecek, dünyanın ücra köşelerindeki iman küfür çatışmasını resimleyecek imkânlara sahip olmayı gerektiriyor. Papanın, dinsizlik ve ahlâksızlığa karşı giriştiği mücadelede, İslâm coğrafyasının tesirli katkılarda bulunamamasını azıcık da olsa bu imkânsızlıklara bağlamak gerekiyor. İslâm âleminin boğuştuğu badireler, başındaki dumanlar, her coğrafyada misyonunun olmaması, küfrün ana merkezlerinden uzak olması ve maddî imkânsızlıklar; Müslümanları küresel dinsizlik ve ahlâksızlık karşısında zayıf bırakıyor. İnsanlığın genel hatlarıyla imansızlık ve ahlâksızlıktan kurtarılması çalışmalarında, kilisenin çabalarını görmemezlikten gelmek; hem aşırı tarafgirlik, hem de haksızlık olur.

Avrupa ve Amerika’daki din karşıtı medyanın, kilisenin serrişte edilebilinecek hiçbir ayrıntısını kaçırmadıklarını biliyorsunuz. Alman asıllı Papa’nın Müslümanlara saygısızlık işmam eden Reginburg konuşmasını, Müslüman Hıristiyan çatışması için kullanan sözkonusu basının, son bir sene içinde Ratzinger’in karşısında sessizliğe gömülmesi, birçok çevrenin dikkatini çekiyor. Freud’un 100. yılını kutlayan, 68 kuşağını kahraman ilân eden ve o neslin fikir kaynaklarını kutsayan basının susması, Benedikt’in konuşmalarının muhtevalarıyla da alâkalıdır. Günümüzün en can alıcı dertlerini, gençliğin problemlerini ve giderek kaosa sürüklenen Batı toplumunun çıkmazlarını dünya gündemine taşımaya çalışan Papa’ya karşı sessizlik, aynı zamanda karşı hücumu azaltma anlamına da geliyor.

Avrupa ve Amerika gençliğini günümüz felâketlerine yuvarlayanların, dünkü inançsız feylesoflar olduğunu açıktan ifade ile Batı dünyasını iman ve ahlâka çağıran Papa’yı istihzaya almak, elbette ki Frankfurt mektebinin günümüz şakirtlerini kurtarmıyor. Bugüne kadar insanlığı tahrip, insanî değerleri yok etme ve kamusal alanı dinsizleştirmede saldırganca hareket edenlerin Papa karşısında susmaları, mevcut durumu muhafazaya yöneliktir.

Benedikt’in feryadını, onun Avustralya Gençlik toplantısındaki mesajında görmek mümkün. Yeni Asya’nın kısmen ele aldığı Dünya Katolik Gençlik günündeki konuşmalar; dinsiz neoliberal ile neoconları kızdıracak cinstendi. Bilhassa sivil-toplumu alet ederek sefalet, ahlâksızlık ve isyanı yaygınlaştırmaya çalışan Açık Toplum Enstitülerinin faaliyetlerinin Romaca yakın takibe alındığını da bu çerçevede müşahede ediyoruz. Ratzinger’in, İslâmî prensiplerle örtüşen konuşmalarının yansımalarını, inşaallah önümüzdeki zamanlarda Batı cemiyeti içinde birlikte müşahede edeceğiz.

Müslümanların giriftar olduğu felâketi hazırlayanların, aynı zamanda Papa XVI. Benedikt’in de karşıtları olduklarını biliyoruz. Papa’nın mesajları Katolik kilisesinin geleneksel mesajlarından epeyce farklı... Sefahete, dinsizliğin ve imansızlığın sebep olduğunu bu kadar açık seçik ifade eden belki de ilk Papa’dır. İmansızlığın, yanlış kullanılan hürriyetle sefahate sebep olduğunu sefahatin ise dünyayı yaşamamız pisliklere kaos ve çılgın tüketime vesile olduğunu, Batı dünyasında bu denli vurgulu ifade eden henüz başka siyasetçi, fikir adamı ve din adamı da görünmüyor. Mutlaka vardır, fakat sahneye çıkarılmıyorlar.

Papa’nın İsevîlik adına bayrak açtığı global dinsiz ve şehitlerin, bütün insanlığın karşıtları olduğunda ittifak edenlerin; imansızlığa, ahlâksızlığa, çevre felâketine, cinselliğin istismarına, hürriyetlerin istismarına ve tüketim canavarlarına karşı seslerini yükseltmeleri gerekiyor. “Küfür tek millettir” hakikatinin binler mânâsından bir mânâsı da; insaniyet ve İslâmiyet düşmanı olan mütecaviz dinsizliğe karşı inananların ittifakıdır.

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Adı ne olursa olsun!..



“Biçare hocalar, nurların kıymetini bilmiyorlar değil, belki derd-i maişet veyahut o heyet-i ulemadaki büyük hocalara itimat edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dini kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayt kalıp, ruhsatla amel etmeyi kendine fetva buluyor.”

Evvela maşallah şimdiki zamanda herkes hoca olmuş ve hocalar mesabesinde fetva vermeyi kendisine düstur ittihaz edecek kadar pervasız olmuş… Delil, ispat, izah rastgele…

İlmi olan ve ilmi ile amel etmeyenler, kanatlarını kendisi kıran kuşlar gibi çaresiz ve fakat bunu bilmiyorlar biçaresizlik içinde uçmaya devam ediyorlar… Zannediyorlar kendilerini.

Ben şu kadar zamandır mektep medrese gördüm, şu kadar zamandır şu şu eserleri okuyorum kulakları çınlasın Mustafa Şahin’in Vanlı arkadaşının dediği gibi: “… sen daha hâlâ kitap okuyup talebelik mi yapıyorsun? Ben artık âlim oldum… Ulemadanım…” âlimlerden ilim ehlindenim diyenlerden geçilmiyor… Sebep nefsi enaniyetin terbiye ve tezkiyeden yoksun kalarak, ilmi enaniyetin eline düşmesi…. Okumayan ve okuduğu zaman da başkalarına okuyanların kulakları çınlasın.

Derd-i maişet… Herkesin başında. Maşallah ağlamayan yok gibi… Zengin de ağlıyor, fakir de ağlıyor… Hamd, şükür, iktisad, kanaat ve sabır noktalarından işin künhünü bilen, âyet ve hadisler ışığında yeri geldiği zaman en kesin ve sarsılmaz bilgileri cemaate aktaran hocalara ne oluyor dersiniz? Ayırım yok demek ki, bu ahir zaman hadisatı içinde vurgun ve yangın rüzgârlarına kapılmayan yok. Garip değil hocalar da ağlar. Garip olan ağlamaması gereken konuları bildikleri halde ağlamalarıdır…

Nasıl olsa büyük hocaların ilm-i dini hakkında ki malûmatları ve bilgileri dahilinde yorumlarda olsa çok çok önemli ve sınırda bir hedef olan imanlarının kurtulacağı haberi kendilerinden rivayet ve varid olmakla bir rahatlık içindedirler. Ve bu rahatlık bazen akıl almaz tavır ve şekillerde; çok önemli fıkhî ve dinî konularda uçarı ve kaçarı fetvalara kadar varabilmektedir… Kısaca buna ruhsat da diyebiliriz. Eh mü’min ve muvahhid Müslümanlara da ‘kaçak ruhsat’la amel etmek kalıyor.

Kimse ruhbanlığa özenmemeli. Asr-ı Saadet ve benzeri zamanların uygulamaları hiç kimseye, bu hoca bile olsa, eksik, az ve tedbirsizmiş gibi mütalâa edilmemelidir. Gösterilmemelidir…

Bilmediğimizi bilmek kadar güzel bir bilgi yoktur. Hiçbir konu bilgiyle birlikte olup da bilmiyormuş gibi anlatılamaz. Mugalâta, mukaşkışlık ve cerbeze hakikatten çok çok uzaktır… Hakikat ise ehil lisanlarla ve tekrarla milyon defa dile getirilmiştir. Kimse zavallı ve biçare konum ve durumlara düşmeye kendisini mecbur hissetmemelidir. Adı ne olursa olsun…

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Zındıka komitesi



Bediüzzaman’ın Risâlelerde yer yer bahsettiği zındıka komitesi veya cereyanı şimdilerde Ergenekon operasyonu kapsamında su yüzüne çıkıyor ve anlamı şimdi anlaşılabiliyor. Bu, zaman zaman herkesi kendisine âlet eden bir cereyan. Bu bağlamda, Ergenekon soruşturması gizli zındıka komitesini ele veriyor ve bu derin oluşumlara bir nebze ışık tutuyor.

Aslında, Ergenekon gibi oluşumlar geçmişte, Bediüzzaman’ın da işaret ettiği oluşumların bir ucu ve günümüze izdüşümü, yansımasıdır. Ergenekon yapılanması adeta bir Masonik örgütlenme biçimi. Ümit Sayın gibilerin isimlerinin de Masonik yapılanmalar arasında anılması herhalde bir tesadüf eseri olmasa gerek. Kendi aralarındaki elektronik yazışmalarda bu derin dinsizlik cereyanı ap açık bir surette sırıtıyor. Zaten zındıkanın anlamı şudur: İslâm toplumlarında gizli dinsizlik akımı. Bu zevatın elektronik postalarında da adeta bu akımın izlerini sürüyorsunuz. Adamlar dini insan aklına bir tecavüz ve onun iğdiş edilmesi olarak görüyorlar. Güya aklı tecavüzden Kemalizm kurtarmış (Bakın: Gölge İktidar, Şamil Tayyar, s: 227).

Adamlar, Kemalizm ile dini barıştırmaya çalışan, başta ‘21’inci yüzyıl İslâm faşizmi yüzyılı olacak’ diye kehanette bulunan Cemal Kutay, Kenan Evren ve Toktamış Ateş gibileri bile ‘sahte Atatürkçü’ olarak görüyorlar. ‘Sahte Atatürkçülük’ kavramını bir kod ve şifre haline getirmişler ve bilûmum kendi yandaşı muhaliflerine karşı kullanıyorlar. Buna mukabil, İlhan Arsel’i model olarak gösteriyorlar. Tabiî ki Turan Dursun da üst pirleri olsa gerektir. Zaten İlhan Arsel de, kulakları çınlasın Ergün Göze’nin yazdığı gibi pir ile pireyi birbirine karıştırmıştı. Geçmişin Özdemir İnce’si gibiydi.

Dinin aklı iğdiş ettiği iddiasına gelecek olursak. Bu hususta onlara ancak Mevlânâ’nın diliyle cevap verebiliriz. Mevlânâ, Allah yerine Moğollardan korkan korkaklara şöyle hitap eder: “Biz Moğollardan değil, onların yaratıcısından korkuyoruz...” Yaratıktan değil Yaratıcıdan korktuğunu söylüyor. Biz de akla değil, onun sahibine ve yaratıcısına inanıyoruz.

***

Bu takımın yazışmalarından anlıyoruz ki, Hasan Sabbah gibi dailer zinciri veya hiyerarşisi, skalası kurmuşlar ve dinsizliklerini tepki çekmemek için alt tabakadakilerden gizliyorlarmış. Ancak kendi içlerinde beş yıl kalarak; fikirleri içinde yoğrulanlara ve eriyenlere gerçek düşüncelerini ve niyetlerini açıyorlarmış. Dini anlayışla alâkalı sırlarını ancak beşinci dairedekilere aktarıyorlarmış. Dolayısıyla zındıka komitesi gizlinin de gizlisi bir cemiyet. Heyula gibi her kabın rengini alabiliyor. Bunlar aynen Hasan Sabbah ve Cennet Fedaileri düzenini hatırlatıyorlar. Başlarında bir dailer daisi var. Acaba, ‘birinci adam’ diye ona mı diyorlar? Zaten Şamil Tayyar’ın kitabından öğreniyoruz ki birbirlerine ‘Öldürdün mü Hasan Sabbah gibi öldüreceksin’ diyorlarmış! Hablemitoğlu gibiler böyle ölmediler mi?

Ergenekon operasyonu sayesinde zındıka komitesinin de kodlarını ve şifrelerini çözmeye başladık. Bunlar illimunati tarzı bir örgüt. Zaten İlhan Selçuk gibiler belki organik olmasa bile konumları gereği Bektaşi illimunatisini temsil ediyor. Organik olmasa bile fikrî düzeyde bunu böyle kabul edebiliriz. Ekber Şah dönemindeki zındıkanın merkezinde de ruşeniye gibi akımların olduğunu biliyoruz.

***

İmamı Gazali de birçok eserinde zındıka komitesine temas ediyor ve bütün İslâm fırkalarının cennete gidebileceğini, ama tevilde yalana sapanların ( hazreti peygamberin yalan söylemesi ihtimaline cevaz verenlerin ve bu yönüyle tebliğde ismetini inkar edenlerin) ve zındıka komitesinin ehl-i necattan yani kurtulanlardan olmayacağını haber veriyor. Nedeni münafikane hareket tarzları ve aldatmakla iş görmeleri ve milleti bu surette dinsizliğe âlet ve sevk etmeleridir. Zira bu cereyan İslâm toplumları içindeki gizli dinsizlik cereyanıdır. Çeşitli kalıplara girerek insanları yoldan çıkarmayı hedeflemektedir. Dolayısıyla illimunati veya batinî aydınlanma ABD’den Türkiye’ye ve Ergenekon’a kadar dalgalanan küresel bir hakikattır. Tehlikesi manevî surette tecelli etmesidir. Materyalizmin manevî cephesidir.

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Komplekse gerek yok, AB’ye devam!



AKP’nin kapatma dâvâsını hızlandırmasındaki en önemli amaç Türkiye’nin önünü tıkayan belirsizliğin bir an önce ortadan kalkmasını sağlamaktı. Öyle de oldu. Kapatma dâvâsı rekor bir hızla sonuçlandı. Belirsizlik ortadan kalktı. Şimdi gözler Anayasa Mahkemesinin Eylül ayında tamamlayacağı gerekçede. Gerekçenin muhtevası etrafında dile getirilen endişelerin haklılığını görmek için bir ay daha bekleyeceğiz.

Bekleme safhası tembelliği gerektirmiyor. Artık bahane kalmadı. Kamuoyunda hükümetin demokratik ve ekonomik atılımları yapması hususunda büyük bir beklenti var. Birbiri ardına gelen ve gelmeye devam eden zamlar ekonomideki umutları azalttı. Ancak iktidardan gelen mesajlar en azından demokratik atılım beklentilerinin karşılanacağı yönünde.

**

Demokratik atılımların başında Avrupa Birliği süreci geliyor. Demokrasinin Türkiye’de ayakta kalması ve kök salması için AB süreci önemli bir dayanak noktasını oluşturuyor. Yakın geçmişte yaşadığımız gerginliklerde bile AB’nin olumlu etkisini hep birlikte gözlemledik.

İstisnai birkaç olayı nazara vererek kuru bir milliyetçi söylemle değerlendirenler hem kendini, hem kamuoyunu kandırıyor. AB’nin Türkiye açısından taşıdığı önemi anlamak için fotoğrafın tamamını görmek lâzım.

**

Dışişleri Bakanı Ali Babacan, AB süreci için “düğmeye basmanın an meselesi olduğunu” açıkladı. Bu konuda daha kararlı oldukları izlenimi veren Babacan’ın “Türkiye’nin özel şartları var’ deme lüksümüz yok. Demokrasimizi AB standartlarına yükseltinceye kadar uğraşacağız” sözleri de dikkate değer.

Bu mesajdan “Ankara Kriterleri” söylemine son verildiği anlamını çıkarmak mümkün.

Hatırlanacağı gibi Başbakan Erdoğan, “AB’nin Ergenekoncuları”ndan Sarkozy gibi Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkan birkaç kişinin sözlerine karşılık “Kopenhag Kriterleri’ni Ankara Kriterleri yapar ve yolumuza devam ederiz” karşılığını veriyordu.

**

AKP, kapatma sürecinde yaşanan olaylardan sonra Ankara Kriterlerinin ne anlama geldiğini yaşayarak öğrendi.

Duygusal bir tepki ile Kopenhag Kriterleri’ni Ankara olarak değiştirmeye niyetlenen Erdoğan, kapatma dâvâsında AB’nin parti kapatmayı zorlaştıran “Venedik Kriterleri”ne sarılmıştı.

AB’nin bugün sahip olduğu demokratik değerler evrensel değerlerdir. Hiç kimsenin tekelinde de değildir. Dolayısıyla bu değerlere ulaşmada komplekse girmeye gerek yok.

Dün Avrupa’ya insanlık dersi veren ecdadımızdı. Kendi hatamızla bu konumdan uzaklaştık. Avrupa bu değerlere sahip çıktı. Şimdi o değerlerle tekrar buluşmak zamanı. AB süreci bu bakımdan büyük önem taşıyor.

08.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Fâciayı istismar (2)



onya Taşkent’e bağlı Balcılar beldesindeki yurt binasının çökmesini çarpıtanlar, velilerin, “Çocuklarımız balede, diskoda ölmedi, hepsi şehittir” sözlerini bile hazmedememekte; manşetlerden âdeta “öfke” kusmaktalar.

Ve bu “öfke”, tıpkı 28 Şubat postmodern darbe sürecindeki gibi, “laiklik” perdesinde “irtica” uydurmasıyla dini ve dindarları tezyife varan ilkelliğe vardırılmakta; müessif kaza, “kaçak Kur’ân kursu” yakıştırmasıyla Kur’ân öğrenimine karşı bir propaganda aracı olarak istimal edilmekte.

Aslında mâlûm medya demagogları da biliyor ki Türkiye’de devlet, üzerine aldığı “din eğitimi ve öğretimi görevi”ni yeterince yerine getirmiyor. Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarına ve camilere getirilen “Kur’ân öğretiminde yaş yasağı”na yeni cezalar eklenmiş.

Meselâ AKP iktidarınca çıkarılan yeni ceza yasasında “izinsiz eğitim kurumları açmak” maddesiyle, evlerinde, yazlıklarında, mahalle, apartman veya komşu çocuklarına meccânen Kur’ân öğretenleri sorgulayıp yargılayacak, hatta hapis cezasına çarptıracak kayıtlar konulmuş.

Oysa 12 Eylül 1980 darbesi ürünü 82 Anayasası, temelde dini, din eğitimini ve öğretimini devletin kontrolüne almak hesabıyla da olsa, okullardaki “din eğitimi ve öğretimi”ni devlete yüklemekle kalmamış; “bunun dışındaki din eğitimi ve öğretimi”ni de “kişilerin kendi isteği, küçüklerin kanunî temsilcisinin talebi”yle devlete yüklemiş.

“Herkesin dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu” belirleyen “din ve vicdan hürriyeti”ne dair anayasanın 24. maddesi, “din ve ahlâk eğitim ve öğretimini devletin denetim ve gözetimi altında yapılması”nı tamamen devlete yüklemekte. Yetersiz de olsa “din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri” bu gerekçeyle “zorunlu” kılınmakta…

KUR’ÂN ÖĞRETİMİ VE

DİN EĞİTİMİ DEVLETİN GÖREVİ…

Yalnız anayasa ve iç mevzuat değil; anayasanın 90. maddesiyle, “kanun hükmünde” olan ve “Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacağı” açıkça belirtilen “milletler arası antlaşmalar”ın başında gelen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde de, din eğitimi ve öğretimi, devletin üzerine aldığı görevlerin başında sayılmakta.

Nitekim Türkiye’nin AB müzâkere sürecinde taahhüd ettiği sözkonusu “sözleşme”nin Ek Protokol 2. maddesinde öncelikle “hiç kimsenin eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılmayacağı” belirtilmekte; “devlet, ebeveynlerin çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” hükmünü getirmekte.

Bundandır ki “Türkiye’nin AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin ulusal program”da ve “katılım ortaklığı belgesi”nde, inanç ve ibadet özgürlüğü şartı koşulmakta. Devletin vatandaşların talep ettiği din eğitimi ve öğretimini vermesi, hak ve hürriyetlerin başında zikredilmekte.

Yine bundandır ki Anayasanın 136. maddesiyle genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı Kanununun başındaki “kuruluş ve görevleri”ne dair ilk maddesi, “İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” yetki ve vazifesini Diyanet’e vermekte…

Kısacası, devletin Diyanet aracılığıyla okullardaki “din dersleri” dışında toplumdan gelen “din eğitimi ve öğretimi talepleri”ni karşılaması, öncelikli anayasal görevi.

Nitekim, daha önce de anayasada yer alan bu fıkraya göre, 12 Eylül öncesi Adalet Partisi azınlık hükûmeti tarafından tatilde okullarda Kur’ân öğrenimi ve dinî bilgiler verilmesine dair düzenlemeler ve gerekli yasal hazırlıklar yapılmıştı.

“YURT FÂCİASI”NI

İSTİSMARA VERİLECEK CEVAP

Bir sohbetimizde dönemin Millî Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Abdullah Nişancı, yaz aylarında okullarda Kur’ân öğretimi ve din eğitimi ile ilgili bazı mahfillerden gelen “itirazlar”a, “Bodrum katında illegal bir Kur’ân öğretimi mi, dördüncü katta devletin denetiminde bir din eğitimi ve Kur’ân öğretimi mi?” diye sorduklarını ve muhataplarının ikna olduğunu anlatmıştı. Ne var ki 12 Eylül darbesi, birçok hayırlı icraatın önünü kestiği gibi bu hizmeti de inkıtaa uğratmıştı.

Keza, Meclis Millî Eğitim Komisyonu Başkanlığı yapan Diyanet İşleri eski Başkanı Tayyar Altıkulaç, bir röportajımızda devletin okullardaki “din dersleri” dışındaki Kur’ân öğretimini ve din eğitimini vermesinin anayasa ve yasalar gereği olduğunu belirtmişti.

Millî Eğitim Bakanlığının on binin üzerinde pedagojik formasyona sahip din dersi öğretmeninin ve Diyanet’in seksen bini aşkın yeterli din görevlisinin yaz aylarında görevlendirilebileceği teklifini getirmişti.

Başta imam hatip okulları olmak üzere, ilköğretim okullarının yaz aylarından boş duran binalarında “yaz kursları” düzenlenerek isteyen vatandaşlara ve çocuklarına en azından Kur’ân-ı Kerim öğretilebileceğini ve gerekli din eğitiminin verilebileceğini söylemişti.

Peki, AKP siyasî iktidarı, niçin bir türlü bu tekliflere yanaşmıyor? Neden hâlâ “yaş yasağı”nı kaldırmıyor? Anayasa’da ve uluslar arası anlaşmalarda açıkça devlete tevdi edilen bu “görev”in ifâsından kaçınıyor?

Millet, temel hak ve hürriyetleri, inanç ve eğitim hakkını hep erteleyip ötelesin diye mi irâdesini emânet etti?!

Hükûmet günübirlik siyasî rant hesapların peşini bırakıp artık Türkiye’nin gerçek gündemine bakmalı. “Yurt fâciâsı”nı istismar eden mihraklara verilecek en iyi cevap budur…

08.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır