İNSAN eşref-i mahlûkat. Varlıkların en şereflisi.
Bütün haklarıyla birlikte doğar. Ve karıncayı ifnâ etmemek için fetva sorar…
Ve şu da esfel-i mahlûkat:
İnsan haklarını gasbeder, insana hayvan kadar önem vermez!
İslâmiyet, bütün hakları bir bir sıralamış, haksızlıkları sıralamış; hiç kimsenin, kimseye zulmetmemesini istemiş, haklara saygı duyulmasını emretmiştir.
İslâmın ruhlara sindirilmesini istediği şefkat anlayışı, yalnız insanları değil, bütün canlıları, hattâ bitkileri de içine alır.
Evet, Allah hayvanları da, insanlığın hizmetine sunmuştur. Onların akıl ve şuurdan mahrum, buna rağmen genelde güçlü olmaları ve insanların onların tepeden tırnağa her şeylerinden istifade etmeleri bunu gösteriyor.
Ancak, hayvanların insanlığın hizmetine sunulması, onlara eziyet edilmesini gerektirmez. Ki, İslâm, canlılara, hayvanlara eziyeti şiddetle men etmiştir. Hayvanlara eziyet etmeyi, canlarını acıtmayı, incitmeyi, aç-susuz bırakmayı, onları eğlenmek ve oyalamak kastıyla avlamayı, nişan eğitimi için hedef yapmayı, yavrularını annelerinden ayırmayı kesinlikle yasaklamıştır.
İslâm, sadece hayvanlara karşı nâhoş hareketleri yasaklamakla kalmamış, onlara karşı yapılacak iyi muamelenin mükâfatlandırılacağını, Cennete girmeye vesîle olabileceğini de nazara vermiştir. Bu gerçek, Allah Resûlünün dilinde şöyle ifadesini bulmuştur:
“Kendisinde hayat eseri bulunan her yaş ciğer sahibini sulayan için büyük ecir, sevap ve mükâfat vardır.”
“Dilsiz hayvanlar konusunda Allah’tan korkun. Onlara uygun şekilde binin, etini uygun şekilde yeyin.”
“Kedisini ölünceye kadar hapseden, yemek ve su vermeyen, yerdeki böcek ve fareleri de yemesine müsaade etmeyen kadını Allah, cehennemine attı.”
Hz. Ebûbekir’in, Tebük seferine çıkacak olan askerlere, “Kadınları, çocukları öldürmeyiniz. Hayvanları telef etmeyiniz, ağaçları kesmeyiniz!” meâlindeki hitâbesi de meşhurdur.
İslâm tarihi boyunca, değil sadece insan haklarına, hayvan haklarına riâyeti esas alan Müslümanlardan, Avrupalı seyyah ve araştırmacılar bile sitayişle bahsediyorlar. Elise Reclus, Claude Ferrere, Orneille Le Brayn, Comte de Bonneval, La Martin bunlardan sadece birkaçı.
Bunlar, eserlerinde, Müslümanların hayvanlara karşı gösterdikleri şefkat, yardım, koruma; hatta onlar için kurdukları vakıflardan uzun uzun söz ederler.
Bugün medenî Avrupa, son olarak, Irak’ta, Çeçenistan’da, Filistin’de, Keşmir’de, Cezayir’de, Karabağ’da ve dünyanın muhtelif yerlerinde, Müslümanlara, karınca kadar hayat hakkı tanıyor mu?
Müslümanlardan başka bir milletin tarihinde, hayâli bile mümkün olmayan “karıncaların hayatını koruma”ya bakınız. Bu bir masal değil, hikâye değil, ayniyle gerçek:
Kırk altı yıl, Osmanlı tahtına oturan, kuvvetli, kudretli, dirâyetli, heybetli padişah Kanûnî Sultan Süleyman (1512-1556), sarayının bahçesindeki armut ağaçlarını kurutan karıncaların öldürülebilmesi için Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi'den şu beyitle fetvâ ister:
“Dırahta ger ziyân etse karınca
Zarar var mıdır ânı kırınca?”
Ebussuûd Efendinin cevabı menfî ve kesindir:
“Yarın Hak’kın divânına varınca
Süleyman’dan hakkın alır karınca.”
Bu nasıl eşref-i mahlûkat! Akıl hayretten donar, vicdân meftun olur bu hak anlayışına.
İster günümüzde, isterse tarihte, insanlara karınca kadar ehemmiyet vermeyen Batı medeniyeti nerede, karıncaya bile insan gibi kıymet veren İslâm medeniyetinin “hak ve hayat” anlayışı nerede?
Ya yerli batıperestler?
Öz vatandaşına nasıl muamele ediyor?
Ne okuma hakkı, ne din ve vicdan hakkı, ne düşüncelerini açıklama hakkı, ne eleştiri hakkı tanıyor!
Ve bu nasıl esfel-i mahlûkat!
08.08.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|