"Gerçekten" haber verir 23 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Selim GÜNDÜZALP

Kalbinin sesini dinle



“Kim duâsının kabul edilmesini istiyorsa,

zorda olan birinin işini kolaylaştırsın.”

Hz. Peygamberimiz (asm). (Ebu Ya’la, Müsned, 5-143)

Çiçekler nasıl her sabah güneş gibi açarsa, kalbimiz de her seher, bir emir bekler... Açmak ve güne başlamak için... Kalbin gıdası gecelerde, seherlerde gizli. Sesten ve kalabalıktan uzak yerlerde… Kaybolan var mı tenhada?

Asırlar önce kutlu bir ses, tenhadan uyandırmadı mı insanlığı? Oradan, Hira’dan.

Bir köşede kalmaktan değil, asıl kalabalıklar arasında kaybolmaktan korkmalıyız. Allah (cc.) ile olmadan, insanlarla olamazsın.

İçimin tâ içinde, ne hazineler gizli kim bilir? İzin verirse Allahım. Ben de nasibimi ararım. Her kalbe açık bir sofradır seherler. Her kalbi besler. Kalp doymaz, başka şeyle tatmin olmaz.

Kalbin sesini dinle...Aldanmazsın. Her kalbin güçlü bir anı, asil bir yanı vardır. Hangi sestir acep, o sesi dinleyelim bir, kalbimize girip.

Madem her nefeste, bir nasip var herkese. Rızkımız, neşemiz içimizde. Kalbinin sesini dinle. Yanılmazsın. Bir çocuk gibi yalvardığını duyacaksın. Ne olur, bir defacık bana kulak ver diye. Eteğinden çeken, delice isteyen bir çocuk gibi, inleyen sesini duy artık kalbinin ne olur?..

Çiftçiler durmadan ne ararsa o toprakta, balıkçılar ne ararsa karanlık gecede denizin içinde. Sen de o sesi ara, ey nefsim.

Uykulara, rüyalara kıymadan olmuyor. Uyanmadan evvel o ses duyulmuyor. Geçen günler, kaybolan vakitler için ağlayalım. “Bir damla gözyaşı nedir ki?” deme. Bir damla gözyaşı, bir kalbin uyanışıdır. Gül gibi açışı, tövbeyle yanışıdır. Sakın küçümseme. Kalbe ait her şey kıymetlidir. Bir kalbe sahip olmaktan çok, o kalbin sırlarına yakın olmaktır aslolan. Tuhaf şeyler oldu son zamanlarda. Kalbin sesi kaybedildi. Nasıl bir çağdayız, nasıl bir zamandayız şair de hayrette zaten:

“Kuş maviye acıkmıştı / mavilik içinde. /Balık susamıştı / su içinde. / Tohum çatlamıyordu / toprak içinde. / İnsan yolunu seçemiyordu / ışık içinde.” (Gökhan Evliyaoğlu)

Şükür ki, sulardaki mavilik, semadaki derinlik gibi, o ses bizi kendine çekiyor. Kalbinin sesini dinle. O ses seni; sahibine, Rabbine götürür. O sesi izle.

Sevgiyle, besmeleyle başlayalım hayatımıza yeniden. Rabbim izin verince, ona uygun bir sürece de girince, kalbimizin sesini, dinleyeceğiz inşaallah.

Nasıl aldanmış bunca insan hayata? Nasıl kaptırmış da kendini yaşamaya, ölüme hiç aldırmıyor? Acıyı, kalbinde duymadan, nasıl yaşıyor bunca insan? Hangi masallar, hangi arzular aldatıyor kalbimizi? Bu kadar çabuk kırılıp, bu kadar çabuk üzüldüğüne göre, hayra alâmet bir yanı kalmış demek. Kalbimiz, en çocuk ve en saf yanımız.

...

“Yakın, bazen uzak olur” diyor Hz. Ali (kv.).

Her bir insanın hayatı, dünyanın merkezini, orta noktasını oluşturur.

Rivayet edilir ki, bir gün merhum Nasreddin Hocamızı imtihan kasdıyla bir grup ziyaretine gelir. “Hocam” derler, “dünyanın merkezi neresi?” Hoca Efendi; “Eşeğimin ayaklarını bastığı yerdir,” deyince, “nerden bildin?” derler bu defa. Hocamız; “İnanmazsanız ölçün gelin” der.

Bu fıkrada çok hikmetler var.

Her insanın hayatı, kendi dünyasının merkezidir. Böyle olunca, her hayat kıymetlidir. Dünya, her insanın çevresinde bir Mevlevi gibi döner, raks eder. Bizden hayırlı bir davranış bekler. Uslu uslu dolanır. İnsanı bulunduğu yerden, ibretle seyre davet eder. Yaşadığı her gün, her insan için bu dünya tarihinde en son ve en doruk noktasını oluşturur. Binlerce yıllık insanlık tarihi geridedir artık.

İşte o insanın, önünde ve elinde yaşanılan andan, yani bir şimdiden başka hiçbir şey bulunmamaktadır. Bundan önce, dünya sahnesinde rol alanların hepsi, hesap alemine göçmüşler. Sıra bu asrın insanları olan bizlerdedir.

Dünya tarihinin o büyük çarkları, bir şimdinin ve bir de şu anın tepe noktasına hizmet eder gibidir âdeta...

Bu dünya, perdeleri açılıp kapanan bir sahne gibidir. Fakat oynanan oyunların hepsi gerçektir. Herkes hayat filminin başrol oyuncusudur. Yaşadığımız sürece, küçük büyük, az çok her söz ve hareketimizi melekler kaydedip, yazar. Ölünce filmimizin çekimi bitecek ve ahirette gösterime girecek. Bunu düşündükçe, hayatımıza ve davranışlarımıza ne kadar dikkat etmemiz gerektiğini daha iyi anlarız. Kalbimizin çekicisi ne kadar güçlüyse, bu mesajı o kadar çabuk alırız.

Kalbimize güç ve kuvvet ver Allahım. Ot gibi yaşamaktan kurtulalım. Kalbimizi sen topla yâ Rab. Rahmetinden ümitvarız, boşa çıkarma Allahım.

...

Bazen içimizden bir ses; bu gün başka, bugün güzel şeyler olacak diye fısıldar ya, çoğu defa da yanılmaz o ses. Kalbime gelen mesajlara güvenirim. Onları Rabbimden bilirim. Bu dünyanın keşmekeşleri içinde en güçlü yanımız orasıdır. En kestirmeden dönüp dolaşacağımız ve doğru cevaba ulaşacağımız yer orasıdır.

Bir de o kalp, şiddetli bir acz ve fakr içindeyse... Kalbine giren, Rabbini bulur. Kim ne derse desin ey kalbim; Biz Allah der gideriz. Rabbimizden geleni dinleriz.

Hüzün ve keder bulutlarımızı dağıtmak için Saadet Asrına bir yolculuğa var mısınız?

Bir gün Hz. Peygamberimiz (sav.) mahzun mahzun otururken Cebrâil (as) gelerek, şöyle haber verdi:

“Yâ Hz. Muhammed (sav.) niçin böyle kederlisin? Yüce Allah, daha önce hiç kimseye nasip etmediği beş şeyi senin ümmetine verdi:

1. ‘Ben kulumun zannı üzereyim’ buyuruyor.

2. Dünyada günahını yüzüne vurmayıp örttüğü gibi, kulunu kıyamet günü mahcup düşürmez.

3. Son nefesine kadar tövbe kapısını açık bırakır.

4. Senin ümmetin yer dolusu günahla gitse yine bağışlanır.

5. Dirilerin duaları ile ölülerin azaplarını kaldırır.

...

Allah Resûlü (sav.) Cebrail’e (as.) son anlarında sordu:

“Ey Cebrail! Kıyamet günü ümmetim ne olacak?”

Cebrail (as.) cevap verdi:

“Sana şunu müjdeleyim ki, Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Muhammed! Sen girene kadar cenneti diğer peygamberlere haram kıldım. Ümmetin girene kadar da diğer ümmetlere yasakladım.”

Hazret-i Muhammed’in (sav.) ümmeti olmak kadar, hiçbir mutluluk tasavvur edilemez.

Hazret-i Mûsa gibi, Hazret-i İsa gibi büyük peygamberler, peygamberlik hırkalarını bir yana bırakıp Hazret-i Muhammed’in ümmeti olmayı arzulamışlar ve Allah’a öyle duada bulunmuşlardı.

Allah Resûlü, ashabına bir gün:

“Kardeşlerimi çok özledim,” buyurduğu zaman ashab-ı kiram sorarlar:

“Yâ Resulallah! Bizler senin kardeşlerin değil miyiz?”

Allah Resûlü o zaman şöyle buyurdu:

“Hayır. Sizler benim ashâbımsınız. Benim kardeşlerim; sizlerden çok sonra dünyaya gelecekler ve beni görmedikleri halde iman edeceklerdir.”

Resulûllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizi görmeden inanan milyarlarca insan vardır. Bu inananlar O’nu görmek için can atan talihli insanlardır. Bir kısmı rüyalarında görmenin hazzını duymuşlardır.

Kur’ân, gayba iman eden takva sahiplerinden bahseder.

Hz. Peygamberi (sav.) görmedikleri halde inanan insanların apayrı bir özellikleri işte bu tasdiktir. Allah sevgisinin, Hazret-i Muhammed (sav.) muhabbetinin bir ispatıdır.

Sevgili Peygamberimize (sav.) her an selâmlar göndermek, salâvatlar söylemek bu samimi ve içten bağlılığın bir ifadesidir. Resulullah Efendimiz (sav.) buyurdular:

“Ben vefat ettiğimde Allah bir meleği benim kabrimde bekletir. Bana salâvat getireni o melek adıyla, sanıyla bana haber vererek selâmını bildirir. Ben de o mü’minin selâmını kabul eder, ona duada bulunurum.”

Kâinatın sultanının huzurunda isminizin geçmesi ne büyük bir saltanattır. Selâmınızın Resûller sultanına ulaşması ne güzel bir bahtiyarlıktır.

Hele o mahşerin şefaatçisinin duasını kazanmak nimetlerin en büyüğüdür. Bir salâvat hem adınızın zikredilmesine, hem de günahlarınızın silinmesine sebep teşkil ediyor. Bu konuda Peygamberimizin müjdesini dinleyelim:

“Ümmetimden kim ki ihlâsla bana salât ü selâm getirirse, Allah ona on salâvat sevabı yazar. On hasenat verir. O kişiden on kötülüğü siler.” (Muhtârü’l-Ehâdis: 133)

Size, isminizin unutulmaması nimeti verilmiştir. Daha ne istiyorsunuz, daha ne duruyorsunuz? “Esselâtu vesselâmu aleyke yâ Rasulallah.”

Rivayetlerde vardır ki; Hz. Cebrâil (as.) Hz. Âdem Peygambere oniki defa, Hz Nuh Peygambere onbeş defa, Hz. Musa’ya dörtyüz defa gelmesine rağmen Hz. Muhammed’e (sav.) ise, yirmi yedi bin defa gelmiştir.

O’na ümmet olmak ne büyük bir şeref:

“Ümmetimden bir kişi cehennemde kalacak olursa asla razı olmam” diye Allah’tan merhamet talep eden bir Peygamberin ümmeti. Her an ümmetini düşünen bir Peygamber (sav.).

“And olsun, size, içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz Onu incitir. Ve üzer. Size çok düşkündür. Mü’minlere çok merhametlidir. Onlara hayırlar diler...” (Tövbe Sûresi, 128)

İşte, ümmetine düşkün bir peygamber. Onun ümmeti olma şerefi, şereflerin en güzelidir. Miraç’ta Allah ile olan ânı anlatırken Hz. Peygamberimiz (sav.) şöyle der:

Allahu Teâlâ bana:

“Konuş yâ Muhammed!” buyurdu. Ben hayretten donakaldım. Sonra, Allah benim kalbime ilham etti. Ben de:

“Ettahiyyâtü lillahi vessalavâtü vettayyibât (Bütün tazimat ve dualar, bütün ibâdetler Allah’ım sana mahsustur)” dedim. Bunun üzerine Allah (cc.):

“Esselâmu aleyke eyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekâtühü (Ey Peygamber! Selâm, rahmet ve bereketler senin üzerine olsun)” buyurdu.

Ben de mukabele olarak:

“Esselâmu aleynâ ve alâ ibâdillâhis sâlihîn (Bize de selâm olsun. Allah’ın sâlih kullarına da selâm olsun)” dedim.

Allahu Teâlâ:

“Yâ Muhammed! Ben Cebrail’i aramızdan çıkardım. Sen ümmetini aramızdan çıkarmadın,” buyurdu.

Esselâtu vesselâmu aleyke yâ Rasulallah.

...

Allahım! Bu kelimelerini salât için adet, geniş rahmetini de selâm için medet kıl!

Allahım! Peygambere salât ettim, adedin birçok çeşidini saydım ve mededin türlerini tükettim; uyandım ve anladım ki, Senin adedin sayıya gelmez ve mededin nihayete ermez.

Allahım! Hesaba gelmez adedini ve sonu gelmez mededini O’na salât etmekte tüket!

Allahım! Efendimiz Muhammed’e salât eyle, Ona Vesîle derecesini, fazileti ve yüksek dereceyi ihsan et. O’nu vaat ettiğin Makâm-ı Mahmûd’a ulaştır, muhakkak Sen vaadinden dönmezsin!

...

Not: Dava kardeşimiz, sevgili Halim Subaşı Ağabeyimizin eşi Nevin Ablamızı bu mübarek günlerde ahirete uğurladık. Dâvâmızın gönülden destekçisi olan ablamızın mekânının cennet olmasını Rabbimizden niyaz ediyor, sizlerden duâ ve birer Fatiha bekliyoruz.

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Meryem TORTUK

Kendi gerçekliğini inkâr edenler



YOLCULUK yaparken bir aileyle tanıştım. Daha doğrusu ailenin küçük kızı, yanımdaki koltuk boş olduğundan gelip yanıma oturdu. Yedi-sekiz yaşlarında sevimli bir kız çocuğu. Saçları iki numara tıraşlandığı için önce erkek zannettim. Öyle de muâmele ediyordum ki, “Abla ben kızım” diye uyardı. “A öyle mi? Kusura bakma tatlım” di-yerek, durumu kurtarmaya çalıştım tabiî.

Yol boyunca sohbet ettik minikle. Ama baktım ki, çocuk benim suyuma göre sorularıma cevap veriyor ve verdiği cevapların çoğu da bir önceki durumuyla çelişiyor. Aslında zekî bir kız. Hani zekâsında bir kusur yok. Önce bu duruma üzüldüm, sonra “Acaba anne ve babası nasıl?” diye merak ettim.

Sohbetimizin başında nereli olduğunu, nereye gittiklerini, nerede oturduklarını ve neler yapmaktan hoşlandığını konuştuk. O da bana bunları sordu. Benim verdiğim cevaplara göre kendini bana sevdirmek, şirin göstermek için, benim hoşlandığımı söylediğim şeyleri kendisi de yapmaktan hoşlandığını söylüyor, ama başka bir konu açıldığında da, bir öncekiyle çelişiyordu.

Hassa’ya anneannesinin yanına gittiklerini söyledi. Kendisi de Hassa’da anneannesinde kalıyormuş kışın ve orada okula gidiyormuş.

Kadıköy’de oturuyorlarmış ve altı kardeşlermiş. Beşi kız, bir erkek kardeşi varmış ve kendisinin de bir ikizi. Ben, kitaplardan söz açtım. Kitapları çok sevdiğimi, okumanın insanı en çok mutlu eden şey olduğunu söyledim.

O da hemen, “Ben her gün kitap alırım. Arkadaşlarımla sokağa çıkmam, oturur o kitabı okurum” dedi. Ben, İstanbul’da en çok gemilere binerek karşıdan karşıya geçerken martılara simit atanları seyretmeyi ve zaman zaman da atmayı sevdiğimi söyledim. O da hemen, “Ben de her gün karşıya geçiyorum. Martılara simit atıyorum” dedi.

İlk molada, lavaboya gittik. Annesinin yanındaydı bizim minik. Annesine, “Yol arkadaşımın annesi siz misiniz?” dedim. “Evet” dedi. “Ben de, Antakyalı’yım. Sanırım siz de Hassalıymışsınız” dedim. Orta boylu, kilolu ve esmer bir hanım. “Hassa’ya gidiyoruz, ama ben Hassalı değilim. Ben İstanbul’luyum” “Hım ne güzel” dedim. Başka da bir şey deme ihtiyacı duymadım tabiî ki.

Çocuğun niçin böyle olduğunu da anlamış oldum böylece. Annesi kendi gerçekliğini inkâr eden bir çocuk, nasıl kendi gerçekliğini kabul edebilir ki? Tatil boyunca daha bir çok yerde bu duruma şahitlik ettim. Başka başka olaylar üzerinden ve aslında şunu gördüm ki, toplum olarak bu konularda ciddî anlamda problemlerimiz var. Oysa kendi gerçekliğini inkâr eden birinin, köksüz ve havada kalmış duygularıyla neye tutunacağını bilmeden bir o yana, bir bu yana savrulup durması kaçınılmaz. Her şeyi kendi çıkarına ve ihtiyaçlarına göre yaşaması da. “Burnu kaf dağını gözlüyor, samanların içinde büyümüş Ayşe!” durumlarından da kurtulamayız.

Aslında gerçekliğini inkâr etmek, kendini de inkâr etmek. Ben köyde doğup büyümüşsem ve sonra doğup büyüdüğüm yeri kabul edemiyorsam. Ya da, hayatımda bir çok eksikliklerimi görüp kabul edemiyor ve onları inkâr ediyorsam sürekli bir kompleks içinde olmam da kaçınılmaz. Zaten bu tarz insanlarla bir arada olduğumuzda ruhumuza bir sıkıntı girer. Oturup iki kelâm edemeyiz.

Sonra bu insanların çocuklarında da aynı gelenek devam eder. Çünkü, kendi gerçekliğini inkâr eden anne babanın çocuklarının da, aynı köksüzlüğü devam ettirmesi kaçınılmazdır. Görgü denen kavramın da önemi burada açığa çıkar zaten.

En tepeden en aşağısına bu tutumda insanlarla hepimiz karşılaşıyoruz. Ama son zamanlarda sanırım biraz fazlalaştı. Yoksa benim mi yeni dikkatimi çekiyor, ondan mı öyle görüyorum bilmiyorum. Nerede kendini beğenmiş biri karşıma çıksa, altında ne yazık ki böyle bir şey yatıyor. Ruhuna ve gerçekliğine ulaşamadığı için narsisizmini besleyen insan kimlikleri yani…

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Cenaze ile ilgili sorumluluklarımız



Sami Bey: “Cenazeyi teşyi etmenin hükmü nedir? Bu esnada neler yapılır? Cenazeleri taşırken tabuta önden girip arkadan çıkmak; mezarlıkta toprak atarken, küreği yerden alıp yere bırakma gibi âdetlerin İslâmî bir yönü var mı? Yoksa hurafe veya İsrâiliyât mı?”

Sevdiklerimizin dünya açısından son; âhiret cihetinden ise ilk yolculukları olan kabir yolunda omuzlarımız üstünde bulunmalarının manevî değeri yüksektir. Çünkü ölüm bir tebdil-i mekândır.1 Sevdiklerimiz tebdil-i mekân ederken, onları başımızın üstünde taşıyarak uğurlamak, onlara olan son görevlerimizdendir. Onları taşırken gösterişten, alâyişten, nümayişten uzak bulunmalı; derin bir tefekkür ve tezekkür hâli içinde bulunmalıyız.

Cenazenin namazını kılmak da, kabre kadar teşyi etmek de büyük sevaptır. Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayetine göre Resûlullah (asm) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Namaz kılınıncaya kadar cenazenin yanında bulunana bir kırat; defn edilinceye kadar hazır bulunana da iki kırat sevap vardır.” Ashab-ı Kiram: “iki kırat nedir Ya Resûlallah?” diye sorduklarında ise Allah Resulü (asm): “İki büyük dağ gibidir.” buyurmuştur.2

Cenazeyi kabre kadar taşımak; tıpkı yıkanması, kefenlenmesi ve namazının kılınması gibi farz-ı kifâyedir. Cenazenin kabre nasıl taşınacağı hususunda mezhepler muhtelif sünnet ve mendup davranışlar tesbit etmişlerdir. Bu yaklaşımlara işaret etmeyi, mes’ele üzerinde geniş bir ufuk ve zenginlik kazandıracağı düşüncesiyle faydalı buluyoruz: Hanefî ve Hanbelî Mezheplerine göre; cenazeyi dört yanından dört kişinin taşıması sünnettir; her birinin tabutun dört bir yanından takriben onar adım, toplam kırk adım taşımaları müstehaptır. Bu mezhepler, en faziletli taşıma şeklini şöyle tesbit etmişlerdir: Cenaze taşınırken mümkünse önce önden başlanır ve cenaze sağ omuza alınır; sonra geriden gelen kişi kendi yerinde bırakılarak ayak tarafına geçilir ve yine sağ omuza alınır; sonra yine ön taraftan, bu defa sol omuza alınır; sonra da ayak tarafından ve tekrar sol omuza alınarak taşınır. Ancak bu esnada kargaşaya meydan verilmemelidir. Eğer kargaşa olacaksa, bu tertip sırası gözetilmeksizin, bir taraftan tutularak taşınabilir. Sünnet olan, cenazeyi her dört kişinin de bir taraftan tutarak taşıması; mümkünse sırayla dört taraftan da taşımaya çalışmasıdır. Yukarıdaki tertip sırasını kargaşaya meydan vermeden gözetmeye çalışmak ise, maslahata daha uygun bulunmuştur. Göz etmek mümkün olmazsa, kolayına geldiği gibi taşıyabilir.

Malikî Mezhebine göre, cenazeyi dört, olmazsa üç, bu da olmazsa iki kişiyle taşımak kerahetsiz olarak caizdir. Taşımaya tabutun belli bir tarafından başlanılması gerekli değildir. Hangi taraftan yaklaşılmışsa, o taraftan taşımaya başlamalıdır.

Şafiî Mezhebine göre ise; üç kişi ile taşındığında, bir kişi öne geçer ve tabutun iki kolunu iki omuzuna alır; iki kişi de arka taraftan tabutun birer kolunu birer omuzuna alırlar. Dört kişi ile taşındığında ise; iki kişi tabutun ön tarafından tabutun birer kolunu birer omuzlarına; iki kişi de tabutun arka tarafından birer kolunu birer omuzlarına alırlar. Sağ tarafta bulunanlar tabutu sol omuzlarına alırlar; sol tarafta bulunanlar tabutu sağ omuzlarına alırlar.

Dört mezhebe göre de; büyük yaştaki cenazeler tabutsuz olarak elde veya omuzda, değerini küçük düşürecek şekilde taşınmaz. İnsan, âhiret evinin kapısına eşya veya herhangi kıymetsiz bir şey taşır gibi taşınmaz. Kadınların naaşı kubbemsi bir örtü ile örtülmelidir. Mezaristan yakınsa cenaze omuzlarda taşınmalıdır. Uzaksa tabut içinde arabaya konulmasında bir sakınca yoktur.

Cenazeyi takip edenler vakar içinde olmalıdırlar; gerekmedikçe konuşmamalı ve gülmemelidirler. Sesli olarak bağırıp çağırmak, tekbir getirmek, zikir yapmak, çalgı çalmak, çelenk yaptırmak, alkışlamak bid’attir. Bu esnada yapılacak en faziletli iş; içinden sessizce duâ etmek, ölü için istiğfarda bulunmak, tefekkür ve tezekkür etmek; yani ölümü hatırlamak, dünyanın fâni olduğunu, âhiret yurdunun baki olduğunu, herkesin Allah’a döneceğini hatırlamak; bir gün ölümün kendisine de gelebileceğini düşünmek, ölüm için neler hazırladığını gözden geçirmek, kendisini muhasebeye çekmek, dünyada iyi insan olarak yaşamanın gereğini bir kez daha kabullenmek, Allah’ın rızasını kazanmanın önemini bu hüzünlü kabir yolunda tekrar benimsemektir.

Allah’a isyan edecek ölçüde ağlamak, bağırmak, saç-baş yolmak caiz değildir. Ancak kalben gözyaşı dökmek, kederlenmek ve sessizce ağlamakta bir kerahet yoktur. Ölü, kendisine ağlayanlar yüzünden kabirde azap çekmez; ancak sağlığında ağlanılmasını istemişse, bu kendisi için azap konusu olabilir.

Dipnotlar:

1- Mektûbât, S. 13

2- Buhârî, K. Cenâiz, 654

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Yabancı olan kim?



OKUMAK istemeyen şöyle bahaneler uydurur:

“Risâle-i Nur muhteşem bir tefsirdir, ama, çok ağdalı bir dil kullanıyor, çok ağır, okuyamıyorum!”

Üstelik bunu zaman zaman bazı İlahiyatçılar da seslendirmesin mi?

Evvelâ, Risâle-i Nur ağır değil, hafif olan biziz. Ağdalı bir dil kullanmıyor, iman dilini şiirleştirmiş…

Aslında bu tipler, sadeleşmiş eserleri bile okumazlar. O sadece bir bahane. Yine medreselerde okumuş bir arkadaş şöyle demişti:

“Risâle-i Nur’da çok yabancı kelimeler var!”

Allah insaf versin, yabancı olan Risâle-i Nur kelimeleri mi, yoksa biz mi?

Risâle-i Nur, binbir Esmâ’yı kullanıyor. Onlar mı yabancı! Kur’ânî, Sünnetî, tasavvufî, kelâmî, bütün mânevî ve İslâmî ilimler literatüründeki kelimeleri, mefhumları bize açar, onlar mı yabancı!

Risâle-i Nur, bizi, İslâm harsıyla, yani kültürüyle buluşturur. Zira, ömrümüz kısa, 15-20 sene medreselerde okuyamayız. İkincisi, medreseler fonksiyonunu icra edemez oldu, tekke ve zaviyeler kapatıldı. Bu sahada insanlar eğitilemiyor, terbiye edilemiyor.

Üçüncüsü, sekülarizm havası ile dine ve maneviyâta karşı cephe alındı. Fen ve Felsefe ile nazarlar İslâm ilimlerinden geri çekildi. İşte Risâle-i Nur, 15 senede medreselerde öğrenilen ilmi, 15 haftada veriyor. Bütün İslâm ilimleriyle bizi buluşturuyor.

Tarihe, maziye ait olan her şeye cephe alındı, silinmek istendi. İşte Bediüzzaman, Risâle-i Nur ile, kültür tarihimize, iman tarihimize, Kur’ân tarihimize bir köprü kuruyor.

“Dil sadeleşse okuyacağım!”

Aslında bu da bir bahanedir. Zira, sade eserler var, onları da okumuyorlar!

İki, sadeleştirmeyi istemek, “ifsat komitelerinin tuzağına” düşmektir, oyununa gelmektir.

Sadeleştirme, bir felâkettir; nesiller arası kültür kopukluğudur. Bugün sadeleştirilse, bir nesil sonra, yine sadeleştirmeyi gerektirir. Buyurun: Kitap, dergi, gazete ve benzeri süreli yayınların adı önceleri “matbuât” idi. Sonra sadeleştirildi. Ne mi oldu dersiniz? “Basın-yayın” Burada kaldı mı; hayır. Şimdi oldu “medya!” Sonra ne olacak? Bilemiyoruz… İşte, sadeleştirme, böyle bir maskaralığı gerektirir.

Sadeleştirme, müellife, yazara saygısızlıktır. Fennî ince meselelerin yanında, onlarca sene sonra meydana gelebilecek yüzlerce fennî-sosyal olayları teşhis ettiği halde; Türkçe’nin eski ağdalı uslûbundan uzaklaştığını, gittikçe sadeleştiğini, hattâ, uydurukçaya kaçtığını, Osmanlıca’nın unutulmaya yüz tuttuğunu, tutturulduğunu Bediüzzaman görmemiş midir?

Eğer öngörmüşse neden sade, günlük dili değil de, tarihin derinliklerinde kalmış, 15 asırlık eski ağır mefhûmları / kavramları, tâbirleri, tamlamaları kullanmıştır?

Bunun birçok gerekçeleri sıralanabilir. Bizce iki temel sebebi vardır:

- Birincisi; her kültür, her ilim dalı kendi diline has mefhumları, literatüründe yer alan orijinal tâbirleri, kelimeleriyle anlatılır; anlatılmalıdır.

- İkincisi; Risâle-i Nur, Kur’ân ve Hadîsin günümüze bakan yönlerini yorumlayan; onlardan doğan kelâm, tasavvuf, fıkıh, ahlâk ve benzeri bütün İslâm ilimleriyle fen ve sosyal ilimleri harmanlayarak sunan bir tefsirdir. Böylece, 15 asırlık İslâm tarihindeki ilmî birikimi özelde Müslüman, genelde insanlık dünyasına aktarmayı hedeflemektedir.

Öncelikle dinin iki temel kaynağı Kur’ân ile Hadîsin / Sünnetin, İslâm ilimleri literatüründe yer alan mefhûm ile kelimeleri, yâni, Arapça, Farsçalarını kullanır. Ardından, kimi zaman aynı cümle içinde, kimi zaman aynı paragrafta, kimi zaman ise diğer paragraflarda, dönüşümlü olarak Türkçelerini verir. Her zaman bunu yapmasa da, cümlenin akışından, kurgusundan mânâsını rahatlıkla çıkarabiliyoruz. Adeta, matematikî bir formül, cebirdeki bilinmeyenli denklem gibi çözümü sağlayacak kelimeleri dizer. Öylesine enteresan bir üslûp geliştirir ki, anlayamadığımız kelimelerin üzerini kapatsak bile mevzu yine anlaşılıyor.

Bir de bu gözle okumayı deneyin, sadeleştirmeye ihtiyaç olmadığını göreceksiniz.

Bir de bu gözle okumayı deneyin, göreceksiniz!

23.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Vehbi HORASANLI

Meçhul kahraman



Bediüzzaman, külfetli meşakkatli hizmetlerde öne çıkmayı, ücret ve istifade etme noktasında ise geride kalmak gerektiğini öne sürmüştür. Bu temel kaideyi hem kendisi yaşamış hem de dostlarına tavsiye etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı başlar başlamaz en birinci vazifenin vatanı korumak olduğunu görerek “Gönüllü taburlar” teşkil etmiş Ruslara karşı şiddetli taarruzlara girişmiştir. Hatta bu savaş esnasında çok değer verdiği birçok talebesi şehit düşmüş kendisi de yaralı olarak Ruslara esir olmuştur.

Üç yıllık esir hayatından sonra firar ederek gelmiş olduğu İstanbul’da bu sefer başka bir savaşın, İstiklâl savaşının içine girmiştir.

İngilizler başta olmak üzere müttefik orduları İstanbul’u işgal etmişler ellerinden gelen bütün imkânları kullanarak Müslümanları Avrupa’dan tamamen çıkarmaya çalışıyorlardı.

Bu maksatla İstanbul’da Şeyhülislâm ile hocaları hatta İtilâfçı-İttihatçı fırkalarını birbirleri ile mücadele etmeye zorluyorlardı.

İş yine başa düşmüş işgalcileri vatanın bağrından söküp atmak için her türlü tehlikenin altına girmek zamanı gelmişti.

İşte böyle dehşetli bir zamanda Bediüzzaman vazife başına geçerek İngiltere ve Yunanistan aleyhine Hutuvatı Sitte eserini telif etmişti. Bu eser Teşkilâtı Mahsusa’nın önderlerinden Eşref Edip’in gayretleri ile basılmış ve ülkenin birçok önemli merkezinde dağıtılmıştı.

Bu sayede İngiliz İşgal Kuvvetleri komutanının sinsi planları akim kalmış Türkler birbirine düşmekten kurtarılmıştı.

İngiliz Reislerine “Tükürün o ehli zulmün merhametsiz yüzüne” diyerek mücadele eden Bediüzzaman’ın aleyhinde takibat yapılmış hatta görüldüğü yerde “vur emri” çıkarılmıştı.

Fakat bütün bu tehlikeli durum içinde dahi Bediüzzaman vatanın kurtarılmasında görevden kaçmamış büyük bir cesaretle Millî Kuvvetlerin başarısı için fedakârca hizmetine devam etmişti.

Ankara’da bulunan komutanlar ve Millî Mücadele Reisleri defalarca İstanbul’dan ayrılmaya ve Ankara’ya gelmesine dâvet ettikleri halde o cephe gerisinde değil en önemli savunma noktasında savaşa devam etmiş kendi ifadesi ile Ankara’ya kaçmamıştır.

Mustafa Kemal’in şifreli telgraf ile yapmış olduğu dâvete “ben, tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu’dan ziyade burayı daha tehlikeli görüyorum” demiştir. Onun İstanbul’daki tesirli faaliyetleri sayesinde İngilizler savaşa girmekten kaçınmış yalnız başına kalan Yunan Ordusunu mağlûp etme imkânı doğmuştu. Nitekim gerekli yardımları alamayan Yunan Ordusu büyük bir bozguna uğratılmıştı. Bu zaferde İstanbul’dan Anadolu’ya giden yardımların büyük bir rolü olmuştur.

Bediüzzaman, Zaferden sonra Eski Van Valisi Milletvekili Tahsin Bey’in dâvetini kırmayarak Ankara’ya gelir ve “hoşamedi” adı verilen törenle alkışlarla karşılanır. Bediüzzaman ücret ve ganimet dağıtılırken geride kalmaya özen göstermiştir. Hatta kendisine çok yüksek maaş, Şark Umum Vaizliği ve Milletvekilliği teklif edildiği halde bütün hepsini reddetmiştir. Zira o dünya makam ve mevkisini düşünmüyor, Allah rızası için çalışıyordu. Allah, Haşir Sûresinde “Allah’ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah’ta onlara kendi akıbetlerini unutturmuştur” buyurmaktadır. İşte Bediüzzaman ve onun yolundan gidenler vazife ve külfet zamanında öne çıkmışlar ücret alma zamanında ise geride durmuşlardır. Onlar hiçbir zaman Allah’ı unutmamış ölüm gerçeğini düşünerek dünyanın o çok cazip görünen menfaatlerinden ellerini çekmişlerdir. Cenâb-ı Hak’tan cümlemizi onun rızasını kazanan kullarının zümresine ilhak etmesini niyaz ediyorum…

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Ergenekon’un sizinle alâkası var mı?



Mahallede bir şeyler oluyor!

15 yıldır aynı mahallede oturuyorum. Buradaki insanlarla akrabadan yakın olduk. Kimin neye tepki vereceği, neye tepkisiz kalacağı artık gizli değil.

Mahallede esnaf, memur, işçi, işsiz, diplomalı, diplomalı işsiz, emekli, vasıfsız, vasıflı… hepsinden var.

Mahalle, Türkiye’nin prototipi adeta. Türkiye’yi anlamak için mahalleyi anlamak yetiyor.

Ama son zamanlarda mahallenin tansiyonu pek sağlıklı değil. On yıllardır dost, komşu insanlar; birbirlerine karşı tahammülsüzleşip, çabuk tepki verir oldular. Bundandır ki, iki günde bir mahalle kavgası oluyor.

Gözlemler gösteriyor ki, televizyon haberlerinin gerilim düzeyi, mahallenin gerilim düzeyini oluşturuyor. Kazanılmış millî maçın ülkeye, şehre, sokağa yansıttığı sevinç hali ne ise, moral bozucu haberlerin de oluşturduğu kirlilik aynı oranda.

Ülke vitrini kirletilmemeli.

Okumamış ahlâklılar,

okumuş ahlâksızlara gülüyor

“Ergenekon” haberleri, ülke insanlarına ciddî bir şaşkınlık yaşatmaktadır. Okumamış, kendi halinde bir hayat içerisinde yaşayıp giden ve devletiyle-milletiyle bir kavgası, gürültüsü olmayan ülkem insanları; okumuş, yazmış, diplomalar almış, devletin imkânları kendisine seferber edilmiş, milletin yüz binlerce evlâtları kendilerine canlarıyla emanet edilmiş ‘general’ titri taşıyan canavar ruhları tanıyınca, ‘Eyvah! Bunlara mı yavrularımızı emanet etmişiz?’ demekten de kendilerini alamıyorlar.

Özellikle askeriye gibi hassas bir kurumun içerisinden böyle ‘çete’lerin çıkması, o kuruma olan güveni ciddî şekilde sarsmaktadır. Hatta pek çok insan da, “Hâlâ muvazzaf rütbeliler içerisinde, böyle kirli işlere bulaşmış insanlar var mı?” diye sormaktan kendilerini alamıyorlar.

Askeriye, ne yapıp edip, oluşan bu kirliliği –tabiî kirletenlere de hak ettikleri cezaları vererek- temizlemek durumundadır.

Mahalle insanlarının moral bozukluğu altında ‘Ergenekon’ yok değil.

Herkes, tahribatın bu noktaya kadar nasıl farkına varılmadığına şaşıyor.

Yani hep iş işten geçtikten sonra mı, adamlar emekli olduktan sonra mı farkına varılıp, adım atılacak?

Haberler gerilim yüklüyor

Başbakanın ağzından çıkan bir cümle, haberlerde geçen bir ifade, ülkenin herhangi bir köşesinde meydana gelmiş bir olay vb. pek çok etkenler, anında bizim mahallenin insanlarının moraline etki ediyor. Artık dünyada olup bitenler, herkesi ilgilendirir hale geldi.

Sanki sizin mahalle bizimkinden farklı mı?

Türkiye’nin morali, mahallelerden bağımsız değil. Parça bütünü, bütün parçayı yansıtıyor.

Mahallede, kırgınlık had safhada. Herkes birbiriyle bir şekilde problemli.

Eskiden karşılaştıklarında gür sesle, neşe içerisinde selâm veren ve selâmıyla muhatabına heyecan taşıyan esnaf, şimdilerde birbirini görmezden geliyor. Mahallede selâmlaşma azaldı.

Yakın geçmişe kadar, evi mahallede olmayan esnafa, mahalle sakinleri tarafından yemekler inerdi. Mahalle sakinleri evde çayı demletip, aşağıdaki esnafla birlikte içer, sohbetler ederlerdi.

Ya şimdi? Gelinen noktada durum hiç de iç açıcı değil.

İnsanlar arasındaki gerilim, enerji hattından geri değil.

İnsan tipleri, şehir

hakkında bilgi veriyor

Duygu örselenince davranışlar bozuluyor. Nezaket medeniyeti kurmuş bir geçmişe sahip toplumda, duygu en çok örselenen unsur haline geliyor.

Duygu bozulunca, insan yüzündeki gerilim kasları daha çok çalışmaya başlıyor. Ve gergin, asabî, suratsız, kaşları çatık tipler piyasada çoğalıyor. Böyle olunca selâmlaşma da, tebessüm de her geçen gün azalıyor.

Hayat izleri insanlarda kendini gösteriyor. Sürekli aynı yüz kaslarını kullanan insanlar, şehrin insan tipini oluşturuyor.

Neticede, bir tebessüm de bir kaş çatmak da, dalga dalga şehri kuşatmaktadır. ‘Benim bir kaş çatmamın, bir gülümsememin mahalle için, şehir için ne önemi var’ dememek gerekiyor.

Şehrin duygu haritası bireylerin yüzlerindeki ifadelerdedir.

Demek istediğim şu ki, mahalledeki insanlar arasındaki kavgaların, gerginliklerin, moral bozukluklarının sebepleri, Ankara’daki bir haberden, Ergenekon dosyasındaki bir ek klâsörden, Hakkâri’deki bir terörden bağımsız değildir.

“Ne alâkası yok” canım

Kendimize, eşimize, çocuklarımıza, mahalle komşularımıza olan yaklaşım biçimimiz, günlük oluşan moral durumumuzdan bağımsız değildir.

Sizin de konuyla ilgili, ‘Ne alâkası var canım!’ dediğinizi düşünmüyorum. Çünkü aynı gerilimi siz de yaşıyorsunuzdur. Eğer Türkiye’nin meseleleriyle birazcık ilgiliyseniz, haberlerin gerginliğini üzerinizde taşımamanız imkânsız.

Bu durumun böyle olduğunu anlamak çok zor değil.

Yani haberlerden önceki ve sonraki yüz ifadelerinizi, ses tonunuzu, kurduğunuz cümlelerin muhteva zenginliğini ve kelime kalitesini eşinize, çocuklarınıza bir sorun. Onların diyecekleri şeyler kesinlikle doğrudur.

Emin olabilirsiniz.

O zaman, ‘ne alâkası var canım’ değil, ‘ne alâkası yok canım’ demek gerekiyor.

Ergenekon ve 28 Şubat

bağlantısı

Kim bilir bu Ergenekon terör örgütünün ucu daha nerelere kadar uzanıyor, bekleyip göreceğiz. 28 Şubat sürecinde yapılan zulümlerin, adaletsizliklerin hesabının sorulacağı günleri de bekliyoruz. YÖK’üyle, mahkemeleriyle, askeriyesiyle o dönem de Ergenekondan bağımsız değil. Türk adaleti bu imtihandan başarıyla çıkarsa, hem kendi kurumsal kimliğine ve hem de Türkiye Cumhuriyeti devletine çok önemli bir itibar kazandırmış olacaktır.

İlgililerin ifadelerine göre, Ergenekon ve onun türevleri konumunda daha pek çok fesat şebekesi bulunmaktadır. Bunların eli veya etkisiyle zarara uğramış binlerce insan bulunmaktadır. Nitekim 28 Şubat sürecinde yapılan yargılamaların masaya yatırılması gerekmektedir. Malûm o günlerin karanlık atmosferinde verilen kararların da sağlıklı olmayacağı aşikâr. Haksız ve hukuksuz olarak, maddî ve manevî pek çok zarara uğramış, duyguları incinmiş insanların mağduriyetlerini, devletin tamir etmek sorumluluğu bulunmaktadır.

İhanet şebekelerinin duygu tahribatı da tamir edilmelidir

Çirkin icraatlar dolayısıyla nefrete dönüşmüş sevgilerin, tekrar kazanılması mümkündür. Çünkü devlet, bu insanlar eliyle kendisine sürekli düşman kazanmıştır. Bu yaraların da bir an evvel tamiri gereklidir.

Bir generalin, bir başbakanlık, bir bakanlık yapmış kişinin görevde bulunduğu süre içerisindeki ihaneti ortaya çıktığında, en ağır şekilde cezalandırılması gerekir ki, sonrakilere ders olsun.

Yani vatanını, milletini, mukaddesatını, millî değerlerini seven ve onların yaşaması için her türlü fedakârlıktan geri durmayan, kimseye zararı olmadan inancının gereği gibi yaşamak isteyen insanları bir şekilde saf dışı bırakacaksınız; diğer taraftan onlarca insanın hayatına kast eden, devleti trilyonlarca maddî zarara uğratan, emekliliği gelinceye kadar devletten keyif içerisinde beslenen vampirleri, etkililer ve yetkililer olarak himaye edeceksiniz… burası anlaşılır değil.

Mahalleli sakin olun, demokrasimiz gelişiyor

Şimdi mahalleye yansıyan gerilimden bahsediyoruz. Bu incinmeler, incitmeler bir şekilde size, yakınınıza dokunmuşsa, gerilimi daha iyi anlayacaksınız. Hele bir de Ergenekon dosyasında adı geçen isimlerin bir şekilde size bir zararı dokunmuşsa, gelin görün gerilimin düzeyini.

Onun için herkesin, ama öncelikle de etkili ve yetkili zevatın ağzından çıkan cümlelerine, davranışlarına, tavırlarında dikkat etme sorumluluğu bulunmaktadır. Bir bütün halinde Türkiye’nin moralini bozmaya kimsenin hakkı ve haddi yoktur.

Kışlanın giriş kapılarında yer alan bir cümle çok şeyleri özetler niteliktedir: “Vatanını en çok seven görevini en iyi yapandır.” Lütfen bu söz sadece lâfta kalmasın. Hadi bakalım herkes görevine...

Ben de, bizim mahalledekilere sakin olmalarını, demokrasinin her geçen gün olgunlaştığını, hükümetin AB mesaisine yoğunluk verdiğini, onun için de eve gerginlik taşımamaları gerektiğini söyleyeceğim.

Bakalım etki edecek mi?

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Habib FİDAN

Hayat bu can!...



Hey can!... Yüreğimizden avucumuza bıraktığımız nice düşler uçurduk ufuklara. Çocuksu sevinçlerdi, sadece yaşadığımız. Daha kirlenmemiş dünyamızı, dünyalara katık etmekti amacımız; ipini sımsıkı tuttuğumuz uçurtmalarımızı göklere uçururken. Daha tatmamışken ensemizde kasırganın dehşet nefesini, daha gezinirken saçlarımızda tatlı bir meltem, yazgımıza doğru yollara düştük. Dilimizde, “Bilir misin hancı, bu güne kadar / Hanından kaç yolcu çıktı bu yola? / Sıladan gurbete giden yolcular / Kaç damla gözyaşı döktü bu yola?” türünden mısraların dokuduğu ilmek ilmek sorularla, nakış nakış işledik uzun ince yolumuzu.

Evet can! Kimi zaman yandık, kimi zaman yakıldık; ne kadar toza toprağa bulansa da yüreğimiz, elimizden tutardı bizi ülkümüz. Evet, yakut uzaklıklarda bulunurdu bizi bekleyen yitik yurdumuz. Ve biz yürümeliydik… Leylî sabahlarda, Mecnun gibi çölleri kan eylemeliydik her adımımızda. “Dinle!” nidasıyla, döne döne nasıl döşediyse yolunu kutlu ülkenin kıyılarına Mevlânâ; “Dağlar ile taşlar ile” yana yakıla, nasıl yol eylediyse garip Yunus uzakları; çığlık çığlığa mekân eylemeliydik biz de ufukları…

Oysa can!... Saatin tiktaklarını dinlemekle geçti ömrümüz. Avuçlarımızda boğduğumuz düşlerimiz can verirken toprakta, koptu ipleri uçurtmalarımızın. Kirlenmiş dünyada bedbinlikle yetinen yüreğimiz, sessiz ağıtlarla mı geçirmeliydi zamanı? Hayat denen büyük lütfu, böyle mi idrak edecekti ruhumuz? Hani, “Hayat, bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir(Bineğidir).” düsturu? Yoksa “Nerde o günler, o şevk o heyecan… Gittikçe artıyor yalnızlığımız” diyen şâirlik melankolisi mi sardı dört bir yanımızı? Her şey gibi, dostlukların da hesaplar üzerine kurulduğunu anlayan yüreğimizin isyanı mı bizi suskunluğa boğan? Zihinleri kendinden geçiren demdemeleri; sessiz, sakin ve kimsesizliğe mi düştü hayallerimizin?

Yine de can!... Tezatların kapanında kısılışın bir isyanı olsa da yüreğimizde, yorgunlukla büyüyen yeknesaklık içinde, korkular sarsa da umut dağımızı; uyku sarhoşluğu, pençesine almışsa da bedenimizi; bizi biz yapan her şeyimizi, kemirmeye başlamışsa da kaygılar; pencerelerimizden dışarı baktığımızda, dalga dalga üstümüze yığılsa da ıssızlık; “Tevehhüm ile yoktan elem almak, rahmet ve kader-i İlâhiyeye itimadsızlıktır…(Said Nursî)” sözünü idrakimize katık edenlerdeniz, unutma! Sahi, “Mutluluk, bir yola bilerek gidenlerin hakkıdır” demiyor mu Şirazlı Sâdi? O hâlde çoğu zaman kendimizi dinlemek, yıpranmış duygularımızı dinginleştirmek için âdet edindiğimiz bu ruhî yürüyüşler, neden ruhu âzaba sürükleyen bir yolculuğun başlangıcı olsun?

Uyan can!... Kollardan ve bacaklardan çekilmedikçe hayat usaresi, atıyorsa hâlâ kalbimiz ezelî ritmin zembereğinde, ufkun kollarında uhrevî yalnızlığın gölgesinde bize doğru açılan bir “yarın”a somurtmak neden? Hayatın kaldırımlarını arşınlarken bir bir, “Âkil odur ki, ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir (Said Nursî).” sözleriyle aklımızın kanatlarında gönlümüzü enginlere taşımaya yanaşmamak neden?

Bil Can!... Bütün mesele; hayat denen bu tezatlar pazarında, tezgâhları önünde satıcıların cıyak cıyak bağırdıkları sahte inciler ile bir kuyumcu dükkânının sâkin ve sessiz havası içinde, hiçbir çığırtkana muhtaç olmadan er geç değerleneceği günü bekleyen gerçek inci arasındaki farkı anlamaktır… Ve bunu da unutma: Görmeyi bilen her insan için, güneş her gün aynı ihtişam ve güzellikte doğabilir. Yoksa, “Geldi geçti ömrüm benim, şol yel esip geçmiş gibi / Hele bana şöyle gele, şol göz açıp yummuş gibi” türünden, pişmanlıklara düşme ihtimali var can…

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Mısır’da AKP-CHP koalisyonu



Ala El Esvani’nin ‘Alternatif dindarlık fenomeni’ bana bu yazıyı ilham etti. Alternatif dindarlık kavramı sahi ve gerçekçi dindarlığın karşı kutbunu temsil eden dindarlık çeşitlerinden birisi. Ahirzamanda ‘ümmeti Muhammed’den bir taifenin hak üzerine kaim ve zahir olmalarını ifade eden hadis-i şerif de aslında günümüzde ister istemez bu tarz alternatif dindarlık çeşitlerinin artacağını ortaya koymaktadır. Esasında alternatif dindarlık kavramına paralel olarak söylenen başka kavramlar da var. Bunlardan birisi ‘Et tedeyyünü’l mağşuş’ sahte dindarlık ifadesidir. Aslında bütün bunların ortak mecrası indirgenmiş dindarlıktır. ‘Küllü hizbin bima ledeyhim ferihun’ ifadesinin çağrıştırdığı hâl ve ahvâldir. Ala El Esvani, Mısır’daki iktidar partisi Hizbul Vatani’nin üyelerinin dindarlığını ele alıyor ve vardığı sonuç bu dindarlığın illetli bir dindarlık oluşudur. Türkiye’de ilginç bir terkip var. Hasan Celal Güzel sürekli olarak kullanır: CHP+Ordu=İktidar. Mısır’daki iktidar partisi de aslında şöyle bir terkip ifade eder AKP+CHP=Hizbu'l Vatanî. Hizbu’l Vatanî’nin temsilcileri veya mensupları dindardırlar ama genellikle dindarlığın zahiri veçhesini temsil ederler. Esasında Sedat sonrasında Hizbu'l Vatanî AKP’ye benzemiştir. Sedat öncesinde, Nasır döneminde de CHP anlayışını temsil ediyordu. Hüsnü Mübarek dönemi ise ikisinin terkibidir. Yani hem CHP’yi, hem de AKP’yi temsil etmektedir. Zahirî veya alternatif dindarlık fenomeniyle AKP’yi temsil ederken, Mısır’ın UNESCO Başkanlığı için görücüye çıkardığı Faruk Haseni ise tam bir CHP kafalıdır. Cabir Usfur gibi edebiyatçılar gerçekten de Türkiye’nin CHP klasını temsil etmektedirler. Dolayısıyla bu koalisyonda zaman zaman çatlaklar ve iç kavgalar olmaktadır.

***

Bunlardan birisinde gedikli Mısır Kültür Bakanı Faruk Haseni şiddetli bir şekilde başörtüsü aleyhtarlığı yapar. Adeta CHP zihniyetiyle ve üslubuyla konuşur. Bunun üzerine kendi partisinin, yani Hizbu'l Vatanî’nin saflarında bir uğultu ve dalgalanma olur. Galeyan hâli gerçekleşir. 8 İhvan mensubuna sıra gelmeden Hizbu'l Vatanî üyelerinden birisi ayağa kalkar ve hemen ‘Sen İslâm için bir fitnesin’ diyerek avazı çıktığı kadar bağırır. Ama vücudu bu gerilime dayanamaz ve oracıkta yere yığılır. Kendisinden geçmiş ve bayılmıştır. İşte Hizbu'l Vatanî üyeleri böyle gayyur Müslümandırlar. Ama öbür taraftan hem CHP, hem de AKP gibi işin tahkik tarafında değildirler. Yandaşlığın adaletsizliği ruhlarına kadar sirayet etmiştir. Hak hukuk tanımazlar. Sözgelimi Lazoğlu’ndaki İstihbarat Binası’nda ve sair yerlerde görev yapan Devlet Güvenlik Subayları (Muhaberat) genelde namazlarını aksatmazlar. Öyle aksatmazlar ki; Yusuf Kardavî gibilerin de yakındığı gibi, halkın maslahatını ve işlerini aksatırlar. Bu dindarlığı analiz eden Ala el Esvanî, bu hususta devlet kurumunda çalışan insanların ammenin hakkını ve hukukunu tanımadıklarını örnekleriyle anlatır. Sözgelimi, Ramazan aylarında dinî coşku had safhadadır ve doktorlar teravih namazlarını kaçırmak istemezler. Ama nöbeti olan doktorlar bile hastalarını ihmal ederek cemaata yetişmeye çalışırlar. İstihbaratçılar vatan millet aşkına masum sivilleri işkenceden geçirirken, bazıları yargının bağımsızlığını manipüle eder ve seçimlere hile karıştırır. Bunu da yine vatan millet aşkına yapar. Bunları yaparken milletin hak ve hukukunu hiçe sayarlar ve akıllarına bile gelmez. El Esvanî bunu yapanların özelde çok dindar olduklarını ve aile efradına fıkhî dersler bile verdiğini dile getirir.

***

Bunlar kendine Müslüman... Başkalarının zararına işleyen kişisel bir Müslümanlık. Halbuki din en başta bencilliği yasaklayan bir talimatlar bütünüdür. Nerede kaldı ki; başkalarının zararına bir dindarlık türü makbul ola. İmkânı yok! Bizde de aynı, CHP sapına kadar başörtüsü yasağı taraftarıdır. Faruk Hasenî gibi... Buna mukabil Şaban Dişli’nin dişine takmıştır. Yazarımız bu çeşit dindarlığı bozuk bilinç (va’yun fasid) şeklinde nitelendirmektedir. Bu tarz dindarlık amme hukukunu hiçe sayar. İktidarın tavuk çiftliği gibi, babadan oğula intikaline ses çıkarmaz. İnsanları ve toplumu düzeltmek için kendisini hiçbir külfetin altına sokmaz. En son yapacağı kavl-i mücerret ile “Allah’ım salihleri başımızdan eksik etme” duâsıdır. Bu duâya hiçbir fiilî tavır eşlik etmez ve izlemez. İşte bu dindarlık insana sahte bir tatmin hissi ve gönül hoşnutluğu (sarhoşluğu demek daha doğru olur) ve sahte huzur bahşeder. Bu dindarlıkta görüntü var, ama öz yoktur. Özde değil, sözde bir dindarlıktır. Mısır’da AKP’yi hatırlatan bu dindarlık aslında infitah (açılma/reform) döneminin bir ürünüdür. İnfitah dindarlığıdır. Öteki mezahiri ve görüntüyü bastırır. Bu da görüntüye önem verir, onu kurtarır, ama içini de boşaltır… Mısır’da Hizbu'l Vatanî’nin mensupları başörtüsü konusunda sağlamdır, ama milletin malı konusunda hiç de sağlam değildirler. ‘Devletin malı deniz yemeyen domuz’ anlayışını temsil ederler. Türkiye’de 1950 yılından beri Milli Parti (CHP) atomize oldu, ama ikisinin toplamı yine aynı kapıya çıkıyor. Veya ikisinin toplamı Mısır’daki Hizbu'l Vatanî ediyor. Ona eşit geliyor. Yandaşların hukukunu gözeten bir siyasî anlayış. Bu yandaş siyasetçilerin dine bakışı ise, infitah dindarlığıyla (Pazar ekonomisi) CHP jakobenizmidir.

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Nerede hakkın hatırı?



Anayasa Mahkemesinin AKP'ye verdiği “ihtar,” partiye sistemin mayınlı alanlarında en küçük bir adım atma imkânı bırakmadı. Dolayısıyla, AKP iktidarında yaklaşık altı yıldır yer yer daha da şiddetlenerek devam eden 28 Şubat uygulamalarını kaldırma veya hafifletme umutları tamamen ortadan kalktı.

Yani AYM’nin önce başörtüsü, sonra kapatma dâvâsında verdiği kararlarla çifte çelik korse giydirilen AKP iktidarda kaldığı müddetçe bu uygulamaların yol açtığı mağduriyetler sürecek.

Bu böyle, ama asıl garip olan şey, mağdurlar cephesinde, 28 Şubat’ın on senedir gasp ettiği haklarını AKP iktidarının devamına feda eden tuhaf bir anlayışın seslendirilmeye başlanması.

Bazıları diyorlar ki: “Başörtüsü, din eğitimi, imam hatip, katsayı gibi konuların gündeme getirilmesi, mâlûm cephenin heyheylerini tırmandırıyor ve bu yüzden AKP’yi zora sokan rejim krizleri çıkarılıyor. Onun için bu konulardaki çözüm talep ve ısrarımızdan vazgeçip, bunları genel ortam normalleşinceye kadar tehir edelim.”

Azgın bir azınlığın şirretliği karşısında boyun eğip teslim bayrağı çekmekten başka bir anlam ve izahı bulunmayan bu mantığın savunulur bir tarafı var mı, olabilir mi? Nerede hakkın hatırı?

Tamam, Bediüzzaman’ın gürültüyü yatıştırıp sükûneti sağlamak için geçici bir taktik olarak tavsiye ettiği “haksıza yardım” diye birşey var.

Mektuplarından birinde bunu şöyle anlatır:

“Eski Harb-i Umumîde (Birinci Dünya Savaşı), Rusya’nın şimalinde, 90 zabitimizle beraber bir uzun koğuşta esir olarak bulunuyorduk. O zatların bana karşı çok ziyade teveccühleri bulunmasından, nasihatle gürültülere meydan vermezdim. Fakat birden asabiyet ve sıkıntıdan gelen bir titizlik, şiddetli münakaşalara sebebiyet vermeye başladı. Ben de üç-dört adama dedim:

“ ‘Siz nerede gürültü işitseniz, gidiniz, haksıza yardım ediniz.’

“Onlar dahi öyle yaptılar, zararlı münakaşalar kalktı. Benden sordular:

“ ‘Neden bu haksız tedbiri yaptın?’

“Dedim:

“ ‘Haklı adam insaflı olur; bir dirhem hakkını, istirahat-ı umumînin yüz dirhem menfaatine feda eder. Haksız ise ekseriyetle enaniyetli olur; feda etmez, gürültü çoğalır.’ ” (Şualar, s. 284-5)

Açıkça anlaşıldığı üzere haksızların çıkardığı şamatayı susturma amacıyla sınırlı geçici bir taktik bu. Yoksa onların zulüm ve haksızlıklarının ve yol açtıkları mağduriyetlerin ilânihaye devamına imkân verecek bir teslimiyet fetvası değil. Öyle yorumlanırsa işin içinden çıkılamaz.

Temel haklar, baskıcı ve tahakkümcü bir şirretliğin, olmayan ve hiçbir zaman da olmayacak insafına terk edilemez. Hak taleplerini gündeme getirmenin şartı olarak gösterilen “normalleşme” de onların keyfine bırakılarak sağlanamaz.

Olsa olsa, önceki tecrübelerden çıkarılacak derslerle, yine gürültü ve şamata yapmalarına imkân ve fırsat vermeyecek akılcı stratejilerle hareket edilir, ama haksızlıkları ve mağduriyetleri sona erdirme hedefinden asla vazgeçilmez.

Hakları erteleyen tavırdaki bir başka yanlış da, demokrasi, hak, hukuk ve özgürlük mücadelesinin kaderini bir siyasî partiye endekslemiş ve dahası, o partinin muhafazasını, yıllardır gasp edilen en temel hakların iadesi için verilmesi gereken mücadelenin önüne geçirmiş olması.

Asıl olan parti mi; yoksa tesettür mü, din eğitimi mi, insanlara dinlerini öğrenme ve yaşama imkânının verilmesi ve bu yoldaki engellerin kaldırılması mı? Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek çelik korseler giydirilip kıskaca alınarak baskıcı ve dayatmacı uygulamaların taşeronu durumuna düşürülen bir partinin bu haliyle muhafazasını, hakların iadesi ve mağduriyetlerin izalesi mücadelesinden daha önemli gören bir anlayışla nereye varılabilir ki?

Dileriz, mağdur çoğunluk bu yanlış telkinlere itibar edip zulmün devamına fetva verdirmez...

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Yine parçalı mevzuat, yamalı anayasa…



Üç buçuk yılı aşkındır AB müzâkere sürecinde uyum ve uygulamaya dair köklü tedbirler almayan ve dış politikada saplandığı ABD ekseninde AB’yi âdeta unutan hükûmet, 400 sayfalık yeni bir “ulusal program” taslağını tartışmaya açıyor.

Bunlar, KDV ve ÖTV’nin tanım ve oranlarından Ticaret Kanununda halka açık şirketlere, sürücü eğitiminin denkliğinden ikinci el motorlu taşıtların ithalinin izne bağlanmasına, atık elektronik eşyanın kontrolünün sağlanmasından atık pillerin toplanma sistemine, gıda ve eşya boyası olarak kullanılan titanyum dioksitin sınırlanmasından karbon emisyon tavanlarının belirlenmesine kadar ticaret, trafik, çevre, tarım ve temizlik için bir dizi düzenlemeyi ihtiva ediyor.

Bütün bunların 2012’ye uzanan süresi içinde yapılması elbette Türkiye için ciddî hayatî önem taşıyor; ve elbette bu mevzuatın eksiksiz çıkarılması ve uygulanması gerekiyor.

Gelinen noktada, siyasî iktidarın, 22 Temmuz’dan sonra büyük bir iddia ile ortaya “yeni anayasa” başta olmak üzere doğrudan demokratikleşme ve özgürlüklere dair uyum yasalarını askıya alıp “ulusal program”a yönelmesine başlangıçta bir “taktik” olarak bakılabilir.

Lâkin beş yıla uzanan uzun vadede yapılacak düzenlemelerde, yine AB demokrasi ve özgürlükler standardından uzak kalması şüphesi, düşündürücü. Bu istifhama evvelemirde siyasî iktidarın özellikle “kapatmama kararı”nda aldığı “uyarı”yla içine saplandığı çekingen ve tutuk tavrı yol açıyor…

TEMEL HAK VE HÜRRİYETLER GERİ PLÂNDA…

Bilindiği gibi Meclis Başkanı Köksal Toptan, iktidar partisini kapatma dâvâsı sürecinde istikrarı gözetmek suretiyle herkesin “oh!” diyebileceği bir kararın çıkmasını beklediğini, ardından da mutlaka “yeni anayasa”nın çıkarılması gerektiğini dile getirmişti. Meclis Başkanı, iktidar partisinin “kapatmama kararı” sonrasında bu görüşünü daha bâriz bir biçimde vurguluyor.

Ne var ki hükümet başka havada. AB mevzuatı ile uyum çerçevesinde demokrasi ve özgürlükler alanındaki temel düzenlemelerden ziyade yasa ve yönetmelikleri kapsayan detayları tercih ediyor.

Meselâ, önce AB Genel Sekreterliğinin 2001’deki, en son 2003 Temmuzunda hazırlanan “Türkiye’nin AB Müktesebatına İlişkin Ulusal Programı”nın başında yer alan ifâde özgürlüğünün AB müktesebatı ve birliğe üye ülkelerin uygulamaları ışığında geliştirilmesine öncelik verilmesi şartının yerine getirilmesinden bahsedilmiyor. Başta düşünceyi açıklama ve yayma, bilim ve san'at ile basın özgürlükleri olmak üzere ceza kanununun, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve temel özgürlüklere göre düzeltilmesi gözden kaçırılıyor.

Bütün vatandaşların, düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlüklerinin korunması, eğitim hakkının sağlanması, talep ettikleri din eğitimi ve öğretiminin verilmesinde devletin üzerine düşen görevleri yerine getirmesi hususu bir defa daha ıskalanıyor.

Türkiye’nin hâlen binlerce öğrencinin eğitim hakkının engellendiği bir yasadışı başörtüsü yasağı sorunuyla karşı karışa bulunduğu, imam hatiplere katsayı haksızlığı ve Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde 28 Şubat “postmodern darbe” döneminden kalan “yaş yasağı”yla çocukların dinlerinin temel kitabı olan Kur’ân-ı Kerimi öğrenmelerinin yasaklandığı yok sayılıyor.

Kısacası, AB müktesebatına uyum çalışmalarının öncelikle insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü alanlarında gerektiği, göz ardı ediliyor…

DEMOKRATİK REFORMLARIN İÇİ DOLDURULMALI…

Diğer yandan siyasetin demokratikleşmesi yine öteleniyor. Hakim nezaretinde önseçimle partiye kayıtlı üyelerin sıraladığı ve vatandaşların parti listelerinde tercihlerini yapabilecekleri “tercihli sistemi” de içine alan, siyasî partileri genel başkan ve genel merkez sultasından kurtaran siyasî partiler ve seçim kanunun değiştirilmesi yine bir başka bahara bırakılıyor.

Sözü edilen “3. ulusal program”da, birinci ve ikinci “ulusal program”ların başında taahhüt edilen, “bütün vatandaşları herhangi bir ayırım yapılmaksızın dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç veya dinine bakılmaksızın bütün insan hakları ve temel özgürlüklerden tam olarak yararlandırılmasını esas alan düşünce, vicdan ve din özgürlüğü”nün ne denli sağlandığı tartılmıyor. Demokratik eğitimin ne kadar AB müktesebatıyla uyumlu olduğu ele alınmıyor.

Bir tek Meclis Başkanı, Türkiye’nin demokratikleşmesine ve çağdaşlaşmasına ivme kazandıracak “yeni anayasa”nın tartışılması gerektiğini belirtiyor. Ne garip ki ona da hükümet sözcüsünden “cevap” geliyor.

Hatırlanacağı üzere Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek “daha önce “yeni anayasa”yı askıya aldıklarını resmen açıklamıştı. Son Bakanlar Kurulu toplantısının ardından söz konusu “3. ulusal program”ı açıklayan Başbakan Yardımcısı Çiçek’in, “Anayasa değişikliğini telâffuz edenlerin nasıl bir anayasa istediklerini demeçle değil, projeyle ortaya koymaları lâzım” diye örtülü bir şekilde tarizde bulunması, bu açıdan dikkat çekici.

Çiçek’in, yalnız “3. ulusal program” çerçevesindeki mevzuat değişiklikleri için anayasada bazı değişikliğinin gerekebileceğini söylemesi, AKP siyasî iktidarının “yeni anayasa” ve köklü demokratik reformların içinin doldurulması yerine, yine parçalı mevzuat ve yamalı anayasal değişikliklerle önümüzdeki beş yılı geçirmeyi plânladığını açığa çıkarıyor…

Peki bu çözüm mü; Türkiye’yi ne kadar demokratikleştirir?..

23.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Özgürlüğü savunmak suç mu oldu?



Okulların açılmasını az bir süre kala eğitimin önündeki sıkıntılar aşılmış değil. Yıllardır uygulanan meslek liselerine uygulanan katsayı adaletsizliği çözüm bekliyor. İlk ve ortaöğretimde önceki gün 18 bin öğretmen atanmasına rağmen öğretmen açığı kapanmış değil.

Bütün bunların yanında üniversiteler açılırken, kanunsuz başörtüsü yasağı birçok öğrenciyi de mağdur etmek için hâlâ bekliyor. Hükümet geçen dönem üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırmak için anayasanın iki maddesini değiştirmiş, ancak bu değişiklik Anayasa Mahkemesinden dönmüştü. Bunlar dikkate alındında AKP Genel Başkan Yardımcısı Edibe Sözen’in içinde okullarda ibadethane, öğrencilere ücretsiz dershane imkânı gibi tekliflerin yer aldığı taslağa tepki gösterilmesi üzerine sahip çıkmayanların bu dönemde yasağı kaldırmasını beklemek iyimserlik olur.

Yani, sıkıntı devam edecek. Çünkü, üniversitelerde başörtüsü yasağının kaldırılması için hazırlanan anayasa değişikliği hazırlanırken, bu değişikliğin aceleye getirildiği, Ağustos ayında 21 üniversite rektörünün değişeceği, daha özgürlükçü rektörlerin atanabileceği ve bu değişikliğin yeni anayasa sırasında gündeme getirilmesi yönünde yapıcı eleştiriler dile getirilmiş, ancak hükümet bunlara kulak asmamıştı ve 4-5 aydır yaşanan sıkıntılar yaşandı.

* * *

Görev süresi Ağustos’ta dolan 21 üniversitenin rektörü, YÖK’ün teklif ettiği üç adaydan birini atayan Cumhurbaşkanının imzasından sonra değişti. Bu aşamadan sonra malûm çevrelerin haksız eleştirilerine girmeye gerek yok.

Burada dikkat çekmek istediğim konu yine YÖK tarafından Köşk’e gönderilen yeni üniversitelere rektör atanmasına ilişkin yapılan haksız, akla ziyan eleştiriler olacak.

Bilindiği gibi YÖK Genel Kurulu, yeni kurulan 23 üniversitenin rektör adaylığı için başvuran toplam 526 aday arasından her üniversite için 3 aday Köşk’e sundu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün rektörleri bugünlerde belirlemesi bekleniyor.

Gül’ün imzası beklenirken bazı gazetelerde bu 69 adayla ilgili çeşitli propagandalar yapılıyor. Bunlardan birisi de 69 rektör adayından 36’sı ‘üniversitede özgürlük bildirisi’ne imza atmaları… Birileri “tartışmalı” liste diyerek bir yerlere mesaj verme niyetindeler.

Ortadoğu Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İhsan Dağı ile Selçuk Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Şaban Çalış’ın, başörtüsü yasağının tartışıldığı günlerde internette imzaya açtıkları ve binlerce öğretim üyesinin imzaladığı “Özgürlük bildirisi”nde “Üniversitelerin düşünce, ifade, din ve inanç özgürlükleri ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil, özgürlükçü bir tavır alması gerektiğini düşünüyoruz” demişlerdi. Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin’de imza atan akademisyenler arasında yer alırken, “Türban yasağı halka hakarettir” demişti.

Bu bildiriyi hazırlayandan birisi olan Prof. Dr. İhsan Dağı geçtiğimiz günlerde yazdığı bir yazı da “Ne olmuş yani? Üniversiteyi, ‘düşünce, ifade, din ve inanç özgürlükleri ile eğitim ve öğretim gibi en temel insan hakları karşısında yasakçı değil özgürlükçü bir tavır alması gereken kurumlar’ olarak niteleyen öğretim üyeleri rektör olamayacak mı?” diye sordu. (Zaman, 19.8.2008)

* * *

Özgürlükten yana olmak ne zaman suç oldu da “ispiyon” tipi haberler yapılıyor. Daha birkaç yıl önce halen görevde olan rektörler “Ordu göreve” diye pankart açmadılar mı? “Özgürlük bildirisi”nin karşısında imza topladılar mı? O zaman niye “sakıncalı liste” türü haberler yapılmadı?

Yıllardır uygulanan anlamsız, kanunsuz, binlerce mağdur üreten bir yasağa karşı çıkıp, üniversiteler özgür olsun, insanlar istediği gibi giyinsin diye imza atmak suç mu ki bu adayları karalar türde veya fişleme mantığı ile rektör olmalarının önüne geçilmek isteniyor. Ne kadar garip bir anlayış “özgürlükten yana oldun, rektör olamazsın!”

Millet, hem yeni seçilen 21 rektör, hem de yeni kurulan 23 üniversiteye rektör seçilecekler ve diğerlerinden artık özgürlükten yana tavır almalarını bekliyor. Çünkü, hem Erdoğan Teziç, hem de Kemal Gürüz dönemlerinde YÖK “aslî görevi”ni yapmayıp “siyasî” bir kurum haline getirilmişti. Bilimsel konularda hatırlanması gereken kurum, yasaklarla ve özgürlükleri kısıtlayan icraatları ile hatırlandı. Bu görüntünün silinmesi için de herkese görev düşüyor.

23.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır