"Gerçekten" haber verir 25 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Hakan YALMAN

Kalbin yeri ve kötülüler



Son dönemlerde fonksiyonel anlamda kalp mânâsını ifa eden bölgenin beyinde olduğu kanaati çoğunluk tarafından kabul edilir hale gelmiştir. Duygular beyinde limbik sistem ve retiküler sistem denen bir alanda hipotalamus benzeri yapıların da rol aldığı bir kısım faaliyetlerin sonunda oluşuyor şeklinde kabul edilmektedir. İnsanın yaratılışında, imtihan gereği duygu ve düşüncelerine sınır konmamış olduğu anlaşılmaktadır. İyilikte ve kötülükte sonu gelmeyen meyiller, arzular, duygular ve hayallerle donatılmış bu haliyle insanlık mertebeleri her iki yönde de sınırsız hale getirilirken iyilik ve kötülük yolunda önü açılmıştır. Bu şekilde ruh boyutunda elde ettiği mertebelerle ya Rabb-ı Kerim’in daha has bir muhatabı olacak ya da dünya hayatının sundukları ile sınırlı ve o boyutta alacağı hazlara münhasır bir konum alacaktır. İşte bu mertebeler içinde iniş ve çıkışın yolu çetin bir imtihana muhatap olduktan sonra ruhundaki güzellikleri ortaya çıkarabilmek ve içindeki kötülüklerden arınabilmektir. Bu kötülüklerden arınmışlık hali insanın iç âleminde kötülük adına hiçbir şey bulundurmaması değil, çeşitli şekilde onu kötülüğe sevk edecek iç âlemindeki seslere kulak vermemesi ya da bu seslere kendine aitmiş gibi sahiplenmemesidir.

Kalp kavramı ile ilgili olarak yapılan araştırmalarda duyguların, sevgilerin, vicdanî özelliklerin merkezi konumunda olduğu düşünülen beynin sağ lobunun bu kavramın karşıladığı fonksiyonları daha çok üstlendiği anlaşılmaktadır. Ancak insanlığın geneli tarafından bütün bu fonksiyonlarla bağlantılı algılanan ve esasen vücudun hayat suyu kanı sürekli pompalamakla görevli adı da kalp olan organın bu işlerin tamamen dışında olmaması beklenebilir. Üstelik, şu an sağ atrium (kulakçık) üzerindeki bir bölgenin varlık sebebi henüz tıpçılar tarafından keşfedilememiştir. Ancak ruhumuzda hissettiklerimizden anlayabildiğimiz kadarı ile insanın manevî kulağına kötülükleri fısıldayan şeytanın yayınlarının alıcısı—lümme-i şeytaniye—ile İlâhî emirlerin alıcısı vicdan birbirlerine çok yakındır. Bunların konumu hem manevî anlamda kalpte ve ruha olan yayınlarında yakındır, hem de maddî kalple tamamen irtibatsız olmadıkları günlük yaşantıdaki durumlardan anlaşılmaktadır. “Elini vicdanına koy!” hitabı sonrası genel tavır çoğunlukla elin maddî kalbin lokalizasyonuna götürülmesidir. Yürek yanmasının, vicdan sızlamasının bu bölgede hissedilmesi; huzursuzluk, heyecan ve sıkıntı gibi anlarda çarpıntının burada olması maddî kalple manevî kalbin tamamen irtibatsız olmadığını düşündürmektedir. Bu durum İlâhî kelâmın, “O ki insanların göğüslerine kötü düşünceler fısıldar” mânâsındaki işareti ile de uyuşmaktadır.

Bütün bunlardan ortaya çıkan sonuç, şeytanın fısıltı yerinin vicdanın sesinin ruha ulaştığı yerler olan maddî ve manevî kalbe yakın oluşudur. Bu da, kulun dünya imtihanının en çetrefilli noktalarından biridir. İlâhî kelâmın ruha ulaşma mahalli olan vicdanın kalpte, şeytanın fısıltılarının ruha ulaştığı lümme-i şeytaniyenin ise kalbe yakın olduğunu söyleyebiliriz. İşte, imtihan gereği müsaade edilen bu yakınlık şeytan tarafından kendi lehine bir avantaj olarak kullanılmaktadır. Kendi fısıltılarını sanki kalbe aitmiş gibi hissettirmekte ve bu şekilde insanları tuzağına düşürmeye çalışmaktadır. Kalp ayine-i Samed olduğu için yani Rabb-ı Zül’celal ve O’ndan gelenlerin dışında hiçbir şeye razı olmadığı için bu fısıltılar onu rahatsız edecektir. Kişinin duyduğu sıkıntılar, kendini suçlamaları bu rahatsızlıktan kaynaklanmaktadır. Bu durumda yapılacak şey şeytanın oyununa gelmemek ve onun sinsice ve kalbe yakın bir noktadan fısıldadığı rahatsızlık vermesi ile kalbe ait olmadığı anlaşılan şeyleri kendi kalbinden kaynaklanıyor zannederek gereksiz sıkıntıya girmemektir. Bu imtihanın kazanılmasında en önemli basamak oyuna gelmemektir. Yani şeytanın sinsice hazırladığı plan çerçevesinde kalbe mal ederek kişiyi bitmişlik, mahvolmuşlık psikolojisi içine sokmaya çalışan oyununu başlangıç safhasında bozmaktır. Bunun yolu ise kalbin malı olmayanları iyi tanıyıp şeytanın fısıltılarının kalbin yakınlarından geldiğini bilerek içten gelen her sesi kalbin sesi kabul etmemektir.

Herhangi bir zamanda herhangi bir durumda içinizden gelen bir sesle ilgili şu kriterleri ele almalısınız. Bu sesi rahatlıkla benimseyebiliyor ve beni ifade ediyor diyebiliyor musunuz? Bu benim kalbimin sesi olmalı diyebiliyor musunuz? Bütün bunları ifade ederken vicdanınız rahat mı? Bütün bu sorulara “Evet” cevabını gönül rahatlığı ile verebiliyorsanız bu sesi kalbinizin sesi olarak kabul edebilirsiniz. Gelen ses sizi rahatsız ediyorsa, uykularınızı kaçırıyorsa, çarpıntılarınızı arttırıyorsa, sinirlerinizi bozuyorsa, bu ifadelerde kendinizi bulamıyor ve bu sesin içinizde olmasından dolayı kalben ve vicdanen sıkıntı duyuyorsanız bu ses size ve kalbinize ait değil kesinlikle sahiplenmeyin! Bu yüzden suçluluk duygusuna kapılıp şeytana maskara olmayın. Bütün plan bu sonuç için şeytanca planlanmıştır ve sizin telâşınız suçluluk duygusuna kapılmanız şeytana büyük bir zevk yaşatacak ve planının başarıya ulaşmasından dolayı büyük bir mutluluk duygusu içine sokacaktır. Siz ise hiç alâkanız olmayan, size ait olmayan bir olaydan dolayı büyük bir suçluluk içinde, sağlığı bozulmuş bir vaziyette hatta intihara yeltenen komiklikte halinizle onun neşesini arttırmaktan, sizi şeytandan muhafaza için büyük tahşidat yapan Rabb-ı Kerim’in rahmet-i binihayesini incitmekten başka hiçbir sonuç elde edememiş olacaksınız.

Oysa sadece pasif kalmakla, olayın ta kalbinizden geldiğini zannettiğiniz sesi sahiplenmek için üzerine atlamamakla siz şeytanı maskara konumuna düşürebilirsiniz. Bu durumda asıl zarar zararlı bir şey yaptığını ya da büyük bir suç işlediğini zannetmektir. Bu zanla başlayan olaylar zinciri zamanla içinden çıkılmaz duygular anaforunu ve karma karışık olaylar yumağını doğurur. Oysa baştan içten gelen çirkin sesleri, kötü manzaraları, edepsizce sözleri yanlış bir algı ile kalpten zannederek kalbe sokmazsanız bu anafora hiç yanaşmamış olacaksınız. Bu durum, her an sizin yanınızda sizi çok seven ve sıkıntıya sokmak istemeyen, sizi cennete ve cemalini seyre namzet kılıp bu yolda kabiliyetlerinizin inkişafı için bu türden mûsibetlerin size tasallutuna kutsî ve lâtif bir tebessümle göz yuman Kadir-i Zül’cemali daha memnun edecektir. Bu halde planı işlemeyen şeytan kahrolacak oyununa gelenler ne kadar az olursa o kadar perişan olacaktır. Şeytanın hile ve vesveselerinden Rahman ve Rahim olan Zat-ı Kerim’e sığınalım, O’nun her şeyi kuşatan gücüne dayanalım.

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Nimetullah AKAY

Gafletin ağır maliyetleri



Akıllarımızı şaşkına çeviren, kalplerimizi cendereye sokan, vicdanlarımızı sızlatan hadiseler dünyamızı adeta karartmaktadır. Halbuki akıllarımızla doğruları yanlışlardan ayırt edebilir, kalplerimizle huzura sebep olan haletleri yakalayabiliriz. Zaten insanî duyguların asıl bizlere veriliş sebebi de bu değil midir?

Maddî yönümüzle insan olduğumuzu açık bir şekilde ortaya koyabilmemiz mümkün olmakla birlikte, mânevî cihetle insan olmakta eksikliklerimiz olduğu için başlarımız bir türlü belâlardan kurtulamamaktadır. “İman insanı insan eder” derken, insanın maddeten insan olmakla insanlığını tamamlayamayacağını, ancak mânevî yöndeki eksikliklerini tamamladığı takdirde gerçek insan olma mertebesine vasıl olabileceği gerçeğini anlamamız gerekmektedir elbette. İşte bütün mesele hakikî bir insan olabilmektir...

Sadece sûreten insan olmanın bedellerini bütün bir insanlık çekmektedir. Geçmişten ders almayan ve gelecekte karşı karşıya kalacağı gerçekleri düşünmeden yaşayan insanlar, hazır ve anlık duyguların sürüklenmesiyle her türlü yanlışa düşebilmektedir ne yazık ki...

Bu dünyaya neden gönderildiği üzerine kafa yormayan bir insanın hayatı hayvanlarınkinden farklı olmayacak ve hatta akıl gibi kötüye kullanıldığı takdirde büyük tahribatlara sebep olabilecek bir âlete sahip olması hasebiyle hayvanlardan daha zararlı bir varlık haline gelmekten kendini kurtaramayacaktır.

Başta akıl olmak üzere hayırda kullanılması gereken insanî duyguların şerde kullanılması neticesinde meydana gelen korkunç hadiseler, bizlere insanın ne kadar zararlı olabileceğinin işaretlerini vermektedir. Gözünü kırpmadan kendisi gibi insan olarak yaratılan hemcinslerine zarar veren ve hatta hayatlarına kıymaktan çekinmeyen bir insanın nasıl bir gaflet içinde olduğunu tahmin edebiliriz herhalde.

Dünyayı fesada veren ve insanlığın gidişatını tehlikeye atan cani insanların gözleri üzerindeki perdeler o kadar karanlıktır ki, yaptıkları kötülüklere bir gün kendilerinin de maruz kalabileceğini akıllarına bile getirmemektedirler. Eline silâh alıp kan akıtmaktan çekinmeyen gözü dönmüş insanlar bir gün bir silâhın kendilerine de yönelebileceğini düşünemeyecek kadar gaflet içinde bulunmaktadırlar.

Bir çok gafletli haletlerden en önemlilerinden birisi de, insanın bu dünyada ebedî olarak yaşama vehmine sahip olması olsa gerek... Zira, eğer bu dünyada ölüm olmasaydı, ancak o zaman, aklı başında olanlar dünyevî değerler üzerinde kıyamet koparabilme durumu için kendilerine mazeretler uydurabilirlerdi. Oysa dünya yaratılalıberi meydana gelen bütün gelişmeler bu dünya hayatının ebedî olmadığı, asıl hayatın ölümden sonra olacağını bizlere açık bir şekilde göstermektedir.

Kâinatın yüce Rabbi, hem yarattığı canlı varlıkların dünyadaki kısa hayatlarındaki derslerle, hem de biz insanlara gönderdiği peygamberle bize dünyanın ebedî bir hayat için yaratılmadığını, bu mekânın ebedî olarak yaşanacağı başka bir memlekete hazırlık yeri olduğunu bizlere anlatmaktadır.

Dünya, her haliyle bir imtihan yeri olduğunu, imtihanı kazananların mükâfatlandırılacağını, imtihanı kaybedenlerin de cezalandırılacağını ve bunun için büyük bir mahkemenin kurulacağını hatırlatmaktadır. Gerçekler gizlenemeyecek kadar açıkta bulunmaktadır aslında. Akıl nimetini doğru bir şekilde kullanan insanların, bu dünyada zerre kadar dahi olsa kötülük yapmamak için ellerinden geleni yapmaya gayret etmeleri gerekmektedir elbette...

Nefis ve şeytana uyup kısa dünya hayatını esas maksat yapmak ne akılla, ne de insanî diğer duygularla hiç bağdaşmamaktadır. Kudreti nihayetsiz Rabb-i Rahîm’i tanımak ve sadece O’na kul olmak, sadece O’nun emirleri istikametinde yaşamak, O’nun yüce Resûlü’nün (asm) izinden gitmek insanoğlu için tercih edilecek en güzel, en büyük ve bütün kötülüklerden arınmış en selâmetli yoldur. Dünyanın hiçbir gürültüsü, geçici dünya hayatının hiçbir cazibesi insan olmanın sırrına eren erenleri kendine çekme gücüne sahip olmamalıdır.

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

Çalışkan, Polat, Nutku...



Bugün 25 Ağustos 2008. Yani, ilk Genel Yayın Müdürümüz Mustafa Nezihi Polat’ın 38, Sağlık köşesi yazarımız Dr. Sadullah Nutku’nun da 36. vefat yıl dönümü.

O günkü ifade tarzıyla Umumî Neşriyat Müdürümüz ve Başyazarımız Mustafa Polat, Yeni Asya’nın kuruluş safahatında büyük emek ve gayret sarf etmiş, gecesini gündüzüne katarak çalışmış ve adeta ömrünün çok kısa olduğunu hissetmişçesine, o kısa zamana çok şey sığdırmak için fedakârca çırpınmıştı. Ve eksi sermaye ile, yani borçla çıkarılan gazetenin altıncı ayını doldurup nisbeten rahatlatıcı bir gelir kaynağına, yani resmî ilân hakkına kavuştuğu günlerde, hariçten yazı veren yazarlarımızdan birinin makalesini alıp gazeteye dönerken geçirdiği trafik kazasında şehadet şerbetini içmişti.

Son şahitlerden ve Yeni Asya’nın ilk dönem yazar kadrosundan Dr. Sadullah Nutku da, Sağlık köşesi için yazdığı yazılarda konuyu hep meselenin manevî ve imanî boyutuna getirir, her vesileyle okurlarını Risale-i Nur okuyup ondaki imanî ilâçları kullanmaya teşvik ederdi.

Nutku da Polat’tan iki yıl sonra, aynı gün yine bir trafik kazasında şehadet rütbesine erişmişti. Rahmetle yad ediyoruz.

***

Ceylan Çalışkan’ın 45. vefat yıl dönümü

22 Ağustos da, Üstadın yakın talebe ve hizmetkârlarından Ceylan Çalışkan’ın 45. vefat yıl dönümüydü. Onu da rahmetle anıyoruz.

***

Ajanda köşesi

Yönetim Kurulumuzun aldığı karar gereği, konferans, panel, seminer, okuyucu buluşmaları gibi etkinliklerin duyurulduğu Ajanda köşemizde bundan böyle, mahallerde yapılan dar katılımlı, periyodik, rutin ve “hizmet içi eğitim” mahiyetindeki seminer ve masa çalışmalarının ilânları yer almayacak.

Umuma açık olarak gerçekleştirilecek sempozyum, kongre, konferans, panel ve Bediüzzaman Said Nursî adına tertiplenecek mevlidler gibi faaliyetlere ilişkin duyuruların aynı köşede neşri için ise, sosyal komisyonların, söz konusu etkinlikle ilgili kararı mahallerindeki meşveret heyetine onaylatmış olmaları şartı aranacak.

Bu faaliyetlerin haberleştirilmesinde de aynı şartlar dikkate alınacak.

***

Cüz kampanyası

Cüz kampanyamızda son haftaya girdik. Cüzlerin mevcut tiraja tekabül eden miktarı mahallere ulaştı. Artışa bağlı olarak gelecek ilâve talepler de ânında karşılanacak ve cüzler Ramazan’dan önce herkesin elinde olacak.

Bu çerçevede şu âna kadar yüzde 100’ün üzerinde artış bildiren mahallerden Ankara, Alaçam, Bayburt, Kdz. Ereğli, Edincik ve İstanbul-Samandıra’ya özellikle teşekkür ediyor, başarılı çalışmalarının devamını diliyor ve diğer mahallerin de müjdeli haberlerini bekliyoruz.

***

Silifke temsilcimiz Mustafa Ongun, cüz kampanyası ve yaz döneminde tirajı muhafaza çalışmaları için şu mesajı göndermiş:

“Cüzleri görenler abone olmak için Ramazan ayını bekliyorlar, fakat cüzler hemen teslim edilince ücretini vererek aboneliği başlatıyorlar. Silifke Bürosu olarak hedefimiz abone sayımızı yüzde 200 oranında arttırmak. Bu arada, yz mevsiminde mahallimizde gazete tirajımız hep artış göstermiştir. Çünkü tatil için gelen okuyucular abone olup gazetemize sahip çıkıyorlar. Köylerde, yaylalarda ve yazlıkta olan okuyucularımıza, gazetelerini günlük olarak ulaştırmanın huzurunu yaşarken merkezdeki okuyucularımıza da sabah ezanından evvel gazetelerini kapılarına bırakmanın hazzına varıyoruz.”

***

Çakır, Myanmar yolunda

Yazıişleri Müdürümüz Faruk Çakır, İnsanî Yardım Vakfı İHH’nın davetlisi olarak, kasırga ve cunta kurbanı Myanmar’a gidiyor. Çakır, oradaki Müslümanlara dağıtılacak Ramazan yardımlarını yerinde görecek ve izlenimlerini döndükten sonra bizlerle paylaşacak.

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Avrupa’nın aradığı İslâm modeli



İLK insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem ve onun hayat arkadaşı Hz. Havva’yla mânâsını icra eden ve ahirzaman peygamberi Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın mânevî şahsiyetinde kemalini bulan İslâmiyetin, artık bundan sonra kıyamete kadar yeni model, reform ve değişimlere ihtiyacı olmayacaktır.

Çevre ve hayat şartlarına, kültür farklılıklarına, gelenek ve göreneklere, teknolojik gelişmelere, teknik donanımlara göre asıl değişim ihtiyacında olan insanın kendisidir, kafa yapısıdır (zihniyetidir), beşerî sistemlerdir ve anayasalardır.

Kur’ân ve İslâmiyet ise; esasında ve temelinde var olan değişmez kural, telkin ve prensipleriyle; teferruat (ayrıntı) olan bütün değişimlere, hayat şartlarına, kültürlere ve geleneklere hoşgörülüdür. Yeter ki bu değişimler, esası tağyire, temeli tahribe yönelik olmasınlar. İslâmın asıl hedefi de, insanın hem dünya, hem ahiret hayatını tanzim etmek, iki cihan saadetini temin etmektedir.

Öyleyse temel hedefleri ve esasları belli ve değişmez olan İslâma “model” biçmeye, yeni kılıflar uydurmaya gerek yoktur.

Arap modeli, İran modeli, Türk modeli, bilmem şu model, bu model derken, son zamanlarda bir de Avrupa İslâmı diye bir kavram çeşitli mahfillerde tartışılır olmuştur.

Bu durum, çerçevesi Kur’ân ve Sünnet ile tesbit edilen İslâmiyeti, yeterince bilememekten ve İslâmiyete lâyık hayat tarzını lâyıkıyla yaşayamamaktan kaynaklanıyor olsa gerektir.

Avrupa; Müslümanlara ve İslâm ülkelerine bakarak İslâm hakkında kesin bir yargıya varmak istemiyor. (Müslümanlara ait kusurların faturasını İslâma çıkarmak tiynetinde olan kötü niyetliler müstesnâ.) Avrupa’nın İslâma “model” aramasının asıl sebebi de budur. Yani gerek kıt'asında yaşayan Müslümanların genel yaşantısına bakarak, gerekse İslâm ülkelerine bakarak, İslâmı önşartsız ve önyargısız kabullenmeye cesaret edemiyor.

Buradaki “kabullenme”den maksat, Avrupa’nın İslâma girmesi, Müslümanlaşması değildir. Avrupa’daki Müslümanların İslâmî hayat tarzını, sonuna kadar bünyesinde barındırmaya hazır olduğunu göstermesidir. İşte Avrupa’nın bu noktada tereddütleri, çekinceleri vardır.

Avrupa İslâmına “model” arayan Almanya; Avusturya’da uygulanan İslâm modelini, kendilerine örnek almaya hazırlanıyor. Bunu, Alman hükümetinin göç, mülteci ve uyum sorumlusu Mariluise Beck; Avusturya’nın Berlin Başkonsolosluğunda düzenlenen “İslâma Karşı Önyargılar ve Müslümanların Uyumu” konulu toplantıda açıkça ifade etmiştir. Avusturya’da uygulanan İslâm modelinin, Almanya’da örnek alınması gerektiğini söylemiştir.

İşte ben de, on sekiz seneden beri Avusturya’da yaşayan ve Avusturya eğitim modelini yakından hatta içinden takip eden bir eğitimci olarak, Almanya’nın bu yaklaşımını takdirle karşılıyor ve benimsiyorum. Çünkü bu model, İslâmın özünü değiştirmeye yönelik bir model değil. İslâmiyet, haddizatında ne ise, onu olduğu gibi alıp kendi ülkesinde uygulama modelidir.

Zaten Osmanlı döneminden beri (1912), İslâmiyeti resmen kabul eden ve yasalarca Hıristiyanlıkla eşit statüde gören Avusturya devletinin ve milletinin, bugüne kadar İslâmiyetle bir problemi olmamıştır. Burada yaşayan Müslümanlar da, İslâmı aslına uygun yaşama hususunda hiçbir engellemeye maruz kalmamışlardır. Ara sıra bilinçsiz ve kasıtlı hücumlara maruz kaldıklarında da, demokratik platformlarda, hukukî zeminlerde hemen çözüm yoluna gidilmiştir.

1979 yılında kurulan Avusturya İslâm Birliği; halen devlet tarafından tanınan ve desteklenen tek İslâmî kurumdur. İslâm dini ders kitaplarını ve Kur’ân-ı Kerimleri aslına uygun bastırarak, Avusturya’nın çeşitli derecedeki okullarında eğitim gören Müslüman öğrencilere devlet desteğiyle bedava dağıtan bu kurumdur. Türkiye dahil, çeşitli İslâm ülkelerinden getirtilerek, okullarında görevlendirilen öğretmenlerin denetimi, sevk ve idaresi bu kuruma aittir. Din eğitimi alanında çıkabilecek problemlerin çözümünde etkili rol sahibi yine bu kurumdur.

Bugün hâlâ Avusturya, bilhassa onun başşehri Viyana, Türkiye’de başörtüleri sebebiyle okuyamayanların sığınak yeri olarak ortada duruyorsa, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir iç muhasebe yapması ve topyekûn bizim de tarihimiz adına bir mahcubiyet içinde olmamız gerekmez mi? Bu mahcubiyet duygusuyla olsa gerektir ki, bir zaman dilimizden şu mısralar dökülmüş:

Sizce Müslümanca mı, Müslümanın her hali? / Buna “hayır” diyorsak, kimde bunun vebali? / Gelin İslâmiyete ayna olalım ayna! / Görünsün bu aynada İslâmın pak cemali..

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Karpuzumu istiyorum



Dünyamızın ve bilhassa Ön-Asya olarak bilinen Türkiye'mizin cehennemî sıcaklara yakalandığı şu mevsimde, serinletilmiş bir karpuza ne dersiniz? Hararetinizi teskin ederken serinliğiyle, tadı, aroması ve rengiyle de diğer duygularınızı mest eden bir karpuzdan bahsediyorum. Birileri onu yeni yağmış kara, bazıları da taze kurabiyeye benzetirler ağızdaki dağılışıyla… Manavdan veya pazardan aldığımız her karpuzu, bu hayallerle kucağımızda eve taşımaz mıyız?

Bu senenin yaz mevsimiyle birlikte, lezzetli karpuz yeme hayâllerim de erimeye başladı. Bin bir itina ile seçtiğim, eve taşımada zorlandığım ve geçmişteki karpuzlara tahassürle sofrada beklediğim karpuzun tadı, yalnızca karpuz iştahımı kaçırmadı, diğer meyve ve sebzeler hakkında da ciddî ciddî endişelere sevk etti beni. Üreticinin bilgisi de pazardaki satıcının bilgisine yakın bu hususta. Saham olmadığı için anlayamıyorum. Verimin yüksek olması için kabağa karpuz aşısı yapılmışmış. Pişmemiş kabağı yemediğimden, mukayese imkânım da yok. Yalnızca ağzıma aldığım lokmaların nasıl tatsızlaştıklarını ve düş kırıklığımı anlatabilirim size.

Peygamberimiz (asm), harîs dediğimiz hırslı insanların daima zararda olacağını bildiriyor. Türkiye'deki üretici, Allah'a ve âhirete imanındaki zayıflamayla birlikte, tevekkül ve kanaatini de kaybetmeye başlıyor. Fıtrat bozguncusu dediğimiz dinsiz küresel çetenin oyununa gelerek; bitkilerin genlerine müdahale, hormonlama ve kimyasal katkılarla yetiştirdiği sebze ve meyvelerle yalnızca bize zarar vermiyor, kendisi de iflâsın eşiğinde. Kuraklıklar, ölçüsüz üretimler ve pazarların ani kapanmaları gibi maddî sebeplerle, gayri fıtrî yollarla doldurulan tarlaların hal-i pürmelalini zaman zaman birlikte müşahade ediyoruz. Mutlaka birileri zulmediyordur üreticiye. Ama kader adalet ediyor. Karpuzumun tadını bozan, ağız tadımı kaçıran ve beni geçmişin hayâlleriyle baş başa bırakan üreticiye kader adalet ediyordur.

Hikâyemiz yalnızca karpuzla sınırlı değil elbette. Tohumda dışa bağlı bir hükümetin idaresi altında, zamanla sıra diğer sebze, meyve ve hayvanlara da gelecektir. Belki aynı tahrip oralarda da cereyan ediyor da haberimiz olmuyor.

Karpuzun en lezzetlisi Diyarbakır´da yetiştirilirdi. Kadere bakınız ki, Tarım Bakanımız Mehdi Bey de Diyarbekirli. Mert insanların diyarının vekili merdane bir şekilde, fıtrat bozguncularının üzerine gitmeli değil mi? Hem karpuzumuzu, hem de Diyarbekir'in namını kurtarmalı. Fıtrî tohumları İsrailli, Amerika ve Hollandalı bozguncuların şerrinden kurtarmalı Bakanımız.

Mehdi Eker Bey; fıtratı kurtarma yolunda bir gayret içine girerse hem Türkiye´de ve hem de Avrupa'da büyük destek görecektir. İnsanlık ile birlikte yaratılışı bozmak isteyen bozguncuların hedefi yalnızca Anadolu değil. Son zamanlarda temel gıda maddelerine musallat olan bu eski bolşeviklerin hedefi bütün dünya. Hem Çinlinin pirinciyle ve hem de Brezilyalının mısırıyla uğraşıyorlar. Hem tohumları, hem de insanları nesepsiz bırakıyorlar.

Fakat ben karpuzumu istiyorum. Damağıma taze kurabiye tadı verecek karpuzumu...

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Ezan duâsı üzerine



*Enes Şahin: “Ezan ile kamet arasında hüküm akımından fark var mıdır? Ezan bitince okunan ezan duâsı ile ilgili hadis var mıdır? Bu duâyı okumanın fazileti nedir?Bu duânın açıklaması nasıldır?”

Ezan namaz vaktini bildiren bir namaz çağrısıdır. Kamet ise farz namazdan önce okunur. Cemaat veya fert farz namaza kametle başlar. Namaz vakitleri girdiğinde ezan okumak sünnet olduğu gibi, farz namazlardan önce ister cemaat olsun, ister fert olsun erkeklerin kamet getirmesi de sünnettir.

Ezan işitildiği zaman ezanı dinlemek, ezanı içinden tekrar ederek icabet ve tasdik etmek, bitince ezan duâsını okumak sünnettir; Peygamber Efendimizin (asm) şefaatine vesiledir.

*Abdullah bin Amr bin As (ra) bildirmiştir: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Müezzinin ezanını işittiğiniz vakit siz de onun söylediği gibi söyleyiniz. Sonra bana salât ve selâm okuyunuz. Çünkü her kim bana bir salât okursa, bundan dolayı Allah ona on defa rahmet nazarıyla teveccüh buyurur. Sonra Allah’tan benim için vesileyi isteyiniz. Çünkü vesile Cennette bir derecedir ki, o, Allah’ın kullarından yalnız birinden başkasına lâyık olmaz. Benim o olduğumu umuyorum. Her kim benim için Allah’tan vesileyi isterse, ona şefaatim ulaşır.”1

*Câbir bin Abdullah (ra) dedi ki: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Her kim ezanı işittiği zaman “Allahümme Rabbe hâzihi’d-da’vete’t-tâmmeti ve’s-selâti’l-kâimeti âti Seyyidina Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fadîlete ved’dereceter’rafiate’l-aliye. Ve’b’ashü mekâmem-mahmûdeni’llezî veadtehû. İnneke lâ tühlifu’l-miâd.” (Mânâsı: Ey bu mükemmel davetin ve namaz kıyâmı (duruşu) emrinin sahibi olan Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e (asm) vesileyi, fazileti ve yüksek dereceleri ver. Ve O’na, vaad ettiğin Makam-ı Mahmûd’u lütfeyle. Muhakkak ki Sen sözünden dönmezsin” der ise, kıyamet gününde benim şefaatim ona hak olur.”2

Makam-ı Mahmûd, geçmiş ve gelecek her sınıfın, her mahlûkat cinsinin, her varlık türünün, her taifenin kendisine şiddetle muhtaç olduğu, her sınıfın ihtiyacı olan şefaatin kendisinden verildiği bir şefaat makamı olarak açıklanmıştır. Şüphesiz bu izaha haklılık veren hadis-i şerifler mevcuttur:

*İbn-i Abbas (ra) rivayet etmiştir ki; Allah Resulü (asm) bu makamın bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak tarafından şöyle bildirildiğini beyan buyurur: “O öyle bir makam ki, bu makamda öncekiler de, sonrakiler de sana teşekkür ederler, sana minnettar olurlar. Sen şerefçe bütün yaratılmışların üstünde olursun, istersin verilir, şefaat edersin şefaatin makbul olur. Senin sancağının altında olmadık hiç kimse kalmaz.”3

*Ebû Hüreyre’nin (ra) rivayeti de şöyledir: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Bu o makamdır ki, onda ümmetime şefaat edeceğim.”4

*Ka’b bin Malik (ra) rivayet etmiştir ki; Resul-i Ekrem Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Allah insanları diriltecek; bana da yeşil bir elbise giydirecek. Ondan sonra Allah ne söylememi isterse söyleyeceğim. İşte Makam-ı Mahmud bu makamdır.”5

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, Peygamber Efendimiz’in (asm) Makam-ı Mahmûd’unu “Rabbanî bir sofra” kavramı ile izah eder. Öyle bir sofradır ki, Cenâb-ı Hak tarafından dağıtılan bütün nurlar, verilen bütün ikramlar, ikram edilen bütün feyizler, ihsan edilen bütün lütuflar, nimetler, bağışlamalar, mağfiretler ve merhametler o sofradan akıyor. Resul-i Zişan’a (asm) okunan Salâvat-ı Şerifeler, o İlâhî sofraya edilen dâvete icabet hükmündedir. Yani Salâvat-ı Şerife okumakla insan o İlâhî sofra sahibi tarafından yapılan dâvete uymuş; sofraya yaklaşmış ve sofradan istifade etmiş olur.6

Dipnotlar:

1. Müslim, Salât, 11

2. Buhârî, 2/365

3. Tecrit Terc. 2/574

4. a.g.e.. 2/574

5. a.g.e., 2/574

6. Mesnevî-i Nûriye, s. 76

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Güzel gör, güzel düşün, mutlu ol!



Eşyanın, varlığın, olayların melekût denen iç âleminde, özünde, metafizik boyutunda, zatında olumsuzluk yoktur. Onları güzel ve çirkin, iyi ve kötü, faydalı ve zararlı kılan, güzel ve çirkin gösteren düşünce tarzımız, bakış açımız ve yaklaşım biçimimizdir.

Yağmurun yağması, güneşin doğması gibi. Bunlar bütünüyle güzeldir. Tedbirsizliğimiz, tembelliğimiz onları aleyhimize çevirebilir. İnsan ancak, melekutî bakış ile kendisine, eşyaya ve hadiselere karşı dengeli bir tutum takınabilir.

Mülk, eşyayı ve varlıkları yatay ilişkileri içinde görme, değerlendirme ve şekillendirmedir. Melekût ise dikey... Mülk cephesinde “hikmet”, melekût cephesinde “kudret” ön plandadır. Yani, dünyamızdaki maddî, bedenî olaylar, şart ve sebeplere bağlı olarak tedricî ve basamak basamaktır. Melekût, mânâ, ruh âleminde ise, bir anda meydana gelirler. Ruhun dolaşması, pek çok işi bir anda yapması ve saniyelik rüyalara pek çok işin ve olayın sığması gibi.

Melekutî bakış, dikey bağlantıları fark etmektir. Meselâ, insan, sebzelerin ve meyvelerin en güzellerini harmanlayarak lezzetli yemekler yaparak yerken, hayvanlar, kabaca ham ot, leş, ağaçlar ise karbondioksit yemektedirler. Mülk cihetinin sonucu itibariyle her ikisi de yiyor ve karnını doyuruyor. Fakat yemekten yemeye fark var. Hayvan sadece “fıtrî bir sevk” ile midesini doyurur. Neyi niçin yediğinin ve hangi yiyecekleri kimin ikram ettiğinin, hangi neticede ne olacağının şuurunda değildir. Onların sadece dış yüzünü, çok sathî olarak görür ve basitçe tadar.

Bu açıdan bakıldığında hayvanlar mülk, insanlar melekût boyutundadır. Eğer, insan da hayvan gibi yer, içer, hiçbir şeyin farkına varmazsa Mün’im-i Hakikîye yani, hakikî nimeti verene teşekkür etmezse, mülk boyutunda dolanıyor demektir. Çünkü insana takılan cihazlar ve duygular, yediği gıdaların ihtivâ ettiği vitamin değerlerinin yanında mânevî değerlerinin farkında olabilmesini sağlar. İnsan bu “insanî” cihazların “kimin ihsanı/ikramı” olduğunu da anlayabilir.

Mülk dairesinde “nesnelerin, hadiselerin ve sebeplerin” mânâlarını “melekût” yüzlerinde buluruz. Melekût, nimete bakıldığı zaman Mün’im’i, yani nimeti vereni, sanata bakıldığı zaman Sâni’yi, sebepler gözlendiğinde hakiki tesir sahibini, Allah’ı zihne getirmektir. Bu, san'attan san'atkârı, fiilden faili, ikramdan ikram edeni gören gerçek bir bakıştır.

Bediüzzaman, varlığa melekût gözüyle baktırır: Bak, peygamberlere, âlimlere, eşine, kardeşine, akrabalarına, insanlara... Onları O’nun hesabına sev! Bak çeşmelere, çaylara, ırmaklara... Yerdeki bütün taşların ve madenlerin çeşitlerine bak... Çiçeklere, meyvelere bak... Kuşlara bak... Bulutlara bak... Göğe bak… Gök içinde hadsiz kütlelerden yalnız kamere dikkat et.

Işıktan tut, ta kamere (aya) kadar saydığımız bütün unsurlar, gayet geniş bir tarzda ve büyük bir ölçüde bir pencere açar, varlığı mutlak gerekli olan Allah’ın birliğini, kudretini ve saltanatının büyüklüğünü gösterir, ilân ederler.1

İşte, melekutî gözlüğü takan insan mülk âleminin kıskaçlarından kurtulup, melekutî âlemlere seyahat ederek Muhammedî (asm) bakışı kazanır, huzur ve mutluluğu yakalar.

Güzellerin güzel yüzlerinde güzelliği yaratan, elbette o güzelliğe müştakları da yaratır.2 Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen güzel rü’ya görür. Güzel rü’ya gören hayatından lezzet alır.3

NOT: Kısa bir aradan sonra buluşmak dileğiyle... Mübarek Ramazan-ı Şerifinizi tebrik eder, İslâm ve insanlık âlemi için hayırlara vesile olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 613.

2- Mesnevi-î Nûriye, s. 159.

3- Mektûbât, s. 367.

25.08.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Murat ÇETİN

Ramazan ve Eylül



Ramazan ve Eylül… İki farklı mahallenin iki farklı çocuğu gibidir… Eylül biraz hüzünlü bakar, Ramazan daha gelmeden huzurunu, manevî iklimini hissettirir.

Biri biraz serinletir, biraz ısıtır; biri mideleri acıktırır ve ruhları doyurur.

Birinde birileri okulla tanışır, birinde namazla. Her çocuğun hatıralarında bir Eylül, bir de Ramazan vardır. Bir ilk okul, bir de ilk oruç. Dünyayı Eylül’de, dini Ramazan’da öğrenmeye başlarız. Annelerimizin elinden tutarak okula, babalarımızın elinden tutarak teravihe gideriz. Okulun ilk günü ve ilk oruçta zorlansak da, severiz ikisini de.

Ne zaman sarı yapraklar görsek Eylül’ü, ne zaman pide kokusu duysak Ramazan’ı hatırlarız. Eylül’de dünyanın, Ramazan’da ahiretin kışlıklarını hazırlarız.

Ramazan’ın bayramı varsa, Eylül’ün bayramı da kardır, kıştır. Ramazan’ın bayramı sevdiklerimizle kavuşturur, Eylül’ün bayramı araya engeller koyar. Eylül ayrılıklarla, Ramazan kavuşmalarla anılır.

Eylül ihtiyarlık gibidir, Ramazan gençlik.

Bu yıl, 1 Eylül, 1 Ramazan.

İki farklı mahallenin iki farklı çocuğu beraber, omuz omuza.

Belki 33 sene önce de böyleydiler, belki ondan 33 sene önce de.

Uzun bir ayrılıktı onlar için. Eylül hep yerinde durdu, Ramazan’ı bekledi. Ramazan ağır ama kendinden emin adımlarla geldi Eylül’ün yanına.

Eylül Ramazan’a biraz sıcaklık verdi, Ramazan Eylül’e huzur.

Ramazan Ağustos’un elini tutarken, Eylül’ü de tamamen bırakmayacak. Ve yine ayrılacaklar, yavaş yavaş. Eylül bekleyecek Ramazan’ı. Ramazan kendisini bekleyen diğer aylarla da hasret giderecek.

Kimse Ramazan’dan mahrum kalmasın diye, bu, kıyamete kadar sürecek.

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

İşbirlikçiliğin akıbeti…



Geçtiğimiz haftanın önemli olaylarından biri, darbeyle Pakistan’ın başına geçen Pervez Müşerref’in “istifa” etmek zorunda kalması idi.

Garip olan, “darbe ile gelen”in bu kez sivil demokratik dayanışma ile gitmesiydi. Müşerref’i Genelkurmay Başkanı yapan dönemin devrik Başbakanı ve İslâmî Birlik Partisi Başkanı Nevaz Şerif ile Halk Partisi Başkanı Benâzir Butto’nun eşi Asıf Zerdari’nin ortak kararıyla istifaya mecbur bırakılmasıydı.

Koltuğunda kalmak için yeniden uzlaşmaya kalkıştığı Benazir’in bir suikasta kurban gitmesiyle ABD’nin “işbirlikçilerle işbirliği projesi” akim kaldı; lâkin Pakistan’ı kargaşa ve iç savaşa sürükleyen “kaos projesi” devam ediyor. Şimdi de koalisyon ortakları arasına fitne sokmaya çalışılıyor.

Müşerref’in, 11 Eylül olayları sonrası Afganistan’da ve Pakistan’da Amerikan dayatmalarına itiraz eden binlerce bölge insanını uğruna amansız bir baskı altına aldığı ağababası ABD tarafından ortada bırakılması ise bir başka açıdan ibret verici.

Oysa General Müşerref, Afganistan’ı işgal edip yüz binlerce masum insanı katleden ABD ve küresel savaş müttefiklerinin “talebi”yle işgale ve Amerikan politikalarına karşı çıktıkları için “fişlenen” Pakistanlıları CIA ajanlarına teslim etmişti.

Vatandaşlarını derdest edip yüzlercesini zulüm ve işkence hapishanesi Guantanamo’ya yolladı. Pakistan’da dinî eğitimin verildiği medreseleri kapatmaya kalkıştı. Lal Medresesini günlerce kuşatıp topa tuttu. Ülkesini dış güçlerin dayatmalarına teşne hale getirip, terör ve iç çatışma ile kardeş kavgası ve iç savaşın eşiğine getirdi…

Ama yine de yaranamadı; “işi bitince” buruşturulup atılmasına seyirci kalındı…

“KULLANMA MİADI” DOLUNCA ATILMAKTALAR…

Pakistan halkının seçtiği Zülfikar Ali Butto’yu sırf ülkesinin millî menfaatlerini koruduğu ve nükleer enerji programını devam ettirdiği için atadığı Genelkurmay Başkanı Ziya’ül Hak’a devirten ABD, Butto’yu idam ettirmekle, daha baştan Pakistan siyasetine kan ve fitne bulaştırmıştı.

Ne var ki General Ziya’ül Hak’ın da Pakistan’ın geleceğini öngörüp “nükleer programı” sürdürmesi, bizzat kendisini getiren ABD tarafından “imhası”na sebep oldu. Merhum Orgeneral Eşref Bitlis’inkine benzeyen “suikast gibi kaza”da uçağı havalandıktan hemen sonra düştü; dostu Amerikan elçisiyle birlikte öldü ya da öldürüldü.

Ne Ziya’ül Hak’ın ne de Müşerref’in zalim güçlerle işbirliğinden hiçbir fayda gelmedi. En enteresanı da, “kullanılanlar” önce “kullananlar” tarafından terk edildiler.

Bush ve yardımcısı Cheney’in, Amerikan egemenliği ve çıkarları uğruna kendini fedâ eden Müşerref’in telefonlarına bile çıkmaması bunun en bâriz örneği. Neoconlar, Müşerref’e “geçmiş olsun” bile demediler. İstifasının “Pakistan’ın iç meselesi olduğunu” ileri sürüp daha Müşerref sonrası “yeni işbirlikçiler”le işbirliği içinde çalışacaklarını yüksünmeden ilân ettiler. Amerikan Dışişleri Bakanı Rice, Müşerref’in Amerika’ya sığınacağı haberlerine karşı, “Böyle bir şey programımızda yok” diye vefasız bir biçimde “iltica”sını reddetti.

Keza Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili de tıpkı Müşerref gibi Washington’un nazarında sadece “talimatları” yerine getiren bir “adamı.” Bütün “işbirlikçiler” gibi kullanma miadı dolduğunda harcayacakları bir “kukla”dan ibâret.

Bundandır ki Gürcistan’ın Gori şehrinde sağına soluna bombalar düştüğünde, yaptığı “imdat!” çağrılarına Bush ve Neoconlar kayıtsız kaldı. ABD, Gori harap olduktan sonra, “Rusya cezasız kalmayacaktır” diye oyaladı. İsrail, Tiflis’teki 100 önemli elemanını özel bir uçakla kaçırdı; silâh satıp askerlerini parayla eğittiği Saakaşvili’yi ve Gürcistan halkını Rus bombalarıyla karşı karşıya bıraktı.

ANKARA DİKKAT ETMELİ…

Aslında sıkışan Saakaşvili’ye haftalar sonra “cevap” veren Washington’un, bunu da istilâsına âlet edip istismarı; savaş gemilerini göndermesi, her şeyi açığa çıkarıyor.

Plân, Gürcistan bahanesiyle Karadeniz’i kontrolüne almak. Kafkasya’daki enerji havzalarını ve hatlarını elde etmek. Doğu Avrupa’ya “füze kalkanı”nı yerleştirmek. NATO’yu hegemonya ve çıkarlarına âlet etmek. Bölgedeki üslerine asker ve silâh yığmak. Gürcistan halkı perişan olmuş, Karzai yahut Müşerref gibi Saakaşvili’nin itibarı sıfırlanmış; Washington’un umurunda mı?

Saakaşvili ve Müşerref’in başına gelenler, gerçekten tam bir ders-i ibret. Afganistan işgaline “NATO şemsiyesi” altında askerî birlik gönderen ve Müslüman komşu Irak’ı istilâ edip bir buçuk milyon insanı katleden ABD’ye “destek hamulesi”yle havaalanlarını, limanlarını ve üslerini her türlü askerî personel, silâh ve mühimmatın nakil ve dağıtımına “resmen” açıp Türkiye’yi savaşın tarafı “cephe ülkesi” yapan AKP hükümetinin daha dikkatli olması gerekiyor.

Nitekim iktidar partisini “kapatma dâvâsı” sürecinde, Washington’daki “stratejik ortakları”, sözde kapatmayı tasvip etmemekle beraber, bunu “Türkiye’nin iç meselesi” görüp karışmayacaklarını ve gelen yeni yönetimlerle çalışacaklarını bildirmelerinin anlamı bu idi…

O halde Ankara aklını başına almalı. Türkiye’nin küresel güç ve ecnebi menfaat mihrakları adına komşularıyla arasının açılmasına fırsat vermemeli…

İşbirlikçiliğin ve işbirlikçilerin akıbeti ortada…

25.08.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Tabut, Heykel ve Minber



Geçenlerde MilsanTesisleri’nde akdedilen Uluslararası Gençlik Forumu (IYF) celseleri ve oturumlarına katıldım. Burada, Lübnan asıllı Kudüs Gençler Birliği Genel Koordinatörü Hüsam Ömer Gali’nin konuşmasını dinledim. Çok ilginç bir konuşma yaptı. Semboller ve fetihlerin sembolleri üzerinde durdu. Daha doğrusu sembollerin fetih üzerindeki tesirlerini tarihî bir perspektiften izah etti. Doğrusu bu tarz ufuk açıcı konuşmalara ihtiyaç var. Bu bağlamda, Hazreti Musa’nın tabutundan bahsetti. Tabut aslında sandık veya sanduka demektir. Özel bir anlamı daha var. Bu özel anlamı Ahit Sandığı demektir. Beni İsrail’de kutsal emanetlerin tutulduğu ve muhafaza edildiği sandığa Ahit Sandığı denmektedir.

Burada muhafaza edilen kutsal emanetler konusunda Tevrat kaynaklı farklı değerlendirmeler vardır. Buna göre, Hazreti Musa ve Hazreti Harun Aleyhimesselâm’ın özel eşyaları vardır. Beni İsrail Hazreti Musa ve Harun Aleyhisselâm’ın mirasına hürmeten bunları sandık içinde muhafaza etmiştir. Bu da bize, Hazreti Peygambere ait eşyaların korunmasının lüzumunu ihtar ediyor. Günümüzdeki dengesiz ilâhiyatçılar Beni İsrail’deki tabu’yla alâkalı özel hukuku hatırlamadan bir kalem darbesiyle Hazreti Peygamber’e ait özel eşyaların ve hatıraların lüzumsuzluğuna kail oluyorlar. Bunlar arasında Peygamberimizin (asm) kimi sahabilere ve tabiine (Veysel Karani) hediye olarak verdiği bürdeler ve hırkalar da vardır. Dolayısıyla bu hırkalar aynı anlayışla muhafaza edilmiştir. Bununla da kalınmamış ve sahabilerden beri Peygamberimizin sakal-ı şerifleri muhafaza ve teberrüken ziyaret edilmiştir. Beni İsrail’deki Tabut meselesi İslâm dairesinde de mukaddes emanetlerin muhafazasının lüzumunun meşrûiyetine işaret etmektedir. Kim bunun aksini iddia ederse mukabirdir ve hakka karşı inat etmektedir. Bunun küçük bir numunesi olarak da Halid-i Bağdadi’nin cübbesi Bediüzzaman’a intikal etmiş ve o da bunu hahişkâr bir şekilde muhafaza etmiştir.

***

Bu aynı zamanda teberrüken de meşrûiyetini göstermektedir. Elbette tek başına teberrük savaşların sonucunu tayin etmez. Ama manevî işaret ve unsurlardan birisidir. Bundan dolayı da Beni İsrail, Hazreti Musa’dan sonra girdiği savaşlara adeta bir sancak gibi tabutu da yanında götürür ve beraberinde taşırmış. Onunla zaferlere koşarlarmış. Ahit Sandığı aynı zamanda Calut’a karşı zaferler kazanan Talut’un hükümdarlık simgesi ve nişanesiymiş. Hüsam Ömer Gali, Yahudilerin zaferlerin manevî araçlarından birisi olarak da Heykel’i gördüklerini söylemiştir. Heykel-i Süleyman tabiri Süleyman Mabedi için kullanılmaktadır. Süleyman Mabedi de Milâdî 70 tarihinden itibaren Yahudilerin kızıl elması olagelmiştir. Harem-i Şerif’i Hazreti İbrahim Süleyman Mabedi’ni de Hazreti Davud ve akabinde oğlu Hazreti Süleyman inşa etmiştir. Yahudiler yaklaşık 2 bin yıldan beri Kudüs’e dönmeyi murad etmekte ve Allah’dan şetat / diaspora eseretini kırmasına dilemekte ve niyaz etmekte idiler.

Yahudilerin en büyük rüyası ve hülyası Arz-ı Mev’ud’a dönmektir. Arz-ı Mev’ud’un merkezinde ise Süleyman Mabedi vardır. Bütün mabedler ve camiler nasıl Harem-i Şerif’in ve Kıble’nin bir uzantısı ve şubesi, parçası ise aynı şekilde bütün havralar da Süleyman Mabedi’nin birer şubesidir. Yahudiler netice itibarıyla Balfour Deklarasyonu sonrasında Arz-ı Mev’ud’a dönmüşler ve ‘İsrail’ devletlerini de kurmuşlardır. Bu meyanda plan ve rüyalarının ikinci kısmı ve faslı kalmıştır. Bu da Süleyman Mabedini veya heykelini yeniden inşa etmektir. Bu üçüncü mabed olacaktır. Hüsam Ömer Gali Ben Gurion veya Goldemeir’e atfen şunu aktarmıştır: “Aslında biz mabede falan inanmıyoruz. Ama Yahudi bilincini ve rüyasını ayakta tutmak için bu sembollere ihtiyacımız var…” Unutmadan; Yahudiler kendilerine has kurtarıcı ve Mesih’i de bekliyorlar tabiî ki.

***

Müslümanların da böyle sembolleri olduğu gibi böyle sembollere de ihtiyacı var. Yahudilerin tabut sembolüne bedel Nureddin Zengi, 1187 yılında Kudüs’ün fethi öncesinde kendi adıyla anılan bir minber yaptırmıştır. Bu minber 1969 yılında resmî İsrail tezine göre fanatik bir Yahudi tarafından yakılmıştır. Bu menfur eylemin üzerine İslâm âlemi galeyana gelmiş ve bu olay İslâm Konferansı Teşkilâtının nüvesi ve çekirdeğini teşkil etmiştir. Nureddin Zengi’nin yaptırmış olduğu söz konusu minber, Kudüs’ün alem ve işaretlerinden birisi olmuştur. Nureddin Zengi döneminde Müslümanlar hangi savaşa gitmişlerse Müslüman saflarını harekete geçirmek için minberi de yanlarında taşımışlardır. Bu gelenek Zengi’den sonra da devam etmiş ve Selâhaddin Eyyübî bu muhteşem minberi selefi Nureddin Zengi’den sonra da cenkten cenge ve savaştan savaşa taşımış ve Müslümanlar minberle girdikleri savaşların neredeyse tamamını kazanmışlardır. ‘Ve yustasga bihimu’l gamamu’ dendiği gibi onunla adeta zaferler dâvet edilmiştir. Minber zaferlerin gaysı olmuştur. Ümmet-i Muhammed’in bir nev'î tabutu olmuştur.

Hüsam Ömer El Gali işte günümüzde de bu veya benzeri sembollerin canlandırılması ve dirilmesi gereği üzerinde durmaktadır. Zaferler burcunun semboller burcuna ihtiyacı var. Ama Türk milleti olarak ya bunları unuttuk ya da abarttık. Ayasofya da Fatih’in sembollerinden birisidir. Peygamberimizin de müjdesidir. Ayasofya kurtulmadan ve özgürlüğüne kavuşmadan Kudüs özgürlüğüne kavuşamaz.

25.08.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır