"Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Ahmet ÖZDEMİR

HAYATIMIZDA RAMAZAN MANZARALARI



Şefkatli anneler küçük çocuklarına “kıyamadıkları (!) için” sahura kaldırmak istemezler. Oruç tuttuğu zaman zayıfla-yacaklar ve belki de derslerini et-kileyecektir! Bir bakarsınız çocuk büyüyüvermiştir. Bu sefer annesi oğlunun oruç tutmasını ister. Bu sefer çocuk, işlerin çokluğu, yorgunluğu ve dayanamadığı bahanelerini sıralar. İnsanlar Ramazanı mı, Ramazan insanları mı karşılar?

Bediüzzaman Said Nursî, Ramazan-ı Şerifin “şeâirin içinde en parlak ve muhteşem” olduğunu ifade eder. Şeâiri kısaca, İslâmı tanıtan semboller, simgeler olarak ifade edebiliriz. Said Nursî, şeâir üzerinde çok durur. Sünnet kabilinden bile olsa şahsî farzlardan önemli olduğuna vurgu yapar. Ramazan ayında tutulan orucun da, İslâmiyet’in beş şartının birincilerinden olduğuna işaret ederek “şeâir-i İslâmiyenin âzamlarından” olduğunu belirtir.

Ramazan ayı gelirken ülkemizde güzel şeyler yaşandığını görürsünüz. Bu ayda akıldan çok kalb ağır basar. Yani akıldan çok kalb hissesini alır. Herkeste bir tatlı telâş başını alır gider. Ramazan alış verişleri başlar. Medya kuruluşları yarış halindedir. En güzel programları sunmak için birbirleriyle adeta yarışa girerler. Çarşı-pazarda her zamankinden farklı manzaralar sergilenir. Lokantalar Ramazan boyunca “iftarda ve sahurda açıktır.” Turizm şirketleri “kutsal yerlere” gezi düzenlerler. Camiler ve mescitler dolar, taşar. Yenileri eklenir. Camilerde ve evlerde mukabeleler okunur. Ramazan ayının aynı zamanda “Kur’ân ayı” olduğu da gösterilir. İftar çadırları kurulur. Bu mekânlarda yemekler dışında çeşitli Ramazan faaliyetleri de yapılır. Mesai saatleri iftar saatlerine uygun hâle getirilir. İçkili yerler bile “Ramazan dolayısı ile kapalıyız” levhasını asarlar. Sanki yeryüzü bir mescit, Mekke bir mihrab, Medine bir minber hükmünü alır. Mü’minlerin buraya koştuğuna şahit olursunuz.

On bir ayın sultanı Ramazan ayındayız. Şeytanlar bağlanmıştır. Eskilerin tâbiriyle “geceleri kâim, gündüzleri sâim”iz. Yani geceleri ayaktayız, gündüzleri de oruçluyuz. Kısaca her halimizle ibadet ediyoruz.

İlk teravih, ilk oruç, ilk sahur, ilk iftar, ilk Cuma ayrı manzaralara sahne olur. Bunlarla ilk defa karşılaşanların sözleri ve hatıraları dikkatle dinlenir. Yıllar geçse de o hatıralar tazeliğini hep korur.

Çocukların Ramazanları bir başkadır. En çok soruları oruç ve namaz ile ilgilidir. Teravih namazı kılmak, sahura kalkmak, iftar yapmak görülmeye değer. Ramazanda camilerde yer bulmak zordur. Öyleyse biraz erken gitmek gerekir. Babasına bakarak abdest alır ve camiye babasının elini tutarak gider. Camide babasının yanına sessizce oturur. Etrafına meraklı gözlerle bakar. Vaazı dinlerken ezanın okunmasını bekler. Müezzinin salâvat getirmesiyle cemaat ayağa kalkar, o da kalkar. Etraftan kopya çekerek yatsı namazını kılar. Müezzinin “teravih namazına niyet” demesiyle teravih namazına başlar. Aralarda getirilen salâvatlara katılmaya çalışır. Bazen sıkıldığı da olur. Babasının kulağına eğilir “Daha çok mu?” der. Babası kaç rekât kaldığını parmaklarıyla gösterir. Namaz duâsına minik elleriyle katılır. Gönlünce duâlar eder. Allah’a isteklerini bir bir sıralar. Camiden çıkarken gördüğü arkadaşlarıyla yaşadıklarını paylaşmayı da ihmal etmez. Hayatında bir ilki gerçekleştirmenin sevinciyle evinin yolunu tutar.

Heyecanlı çocuklar annelerine kendilerini de sahura kaldırmaları için sıkı sıkıya tembihte bulunurlar. Çocuklar dinimize göre henüz mükellefiyet çağına girmemişlerdir. Bu durumlarda iki çeşit anne (aile) ile karşılaşırsınız:

1- Şefkatini dünyalıkları için kullanan veya ahiretini erteleyen anneler: Şefkatli anneler küçük çocuklarına “kıyamadıkları (!) için” sahura kaldırmak istemezler. Onlar sahura kalkarlarsa oruç tutmak isteyeceklerdir. Oruç tuttuğu zaman zayıflayacaklar ve belki de derslerini etkileyecektir. Anne sahura kalkar ve hareketlerini sessiz yapmaya çalışır. Çocukları uyandıkları zaman sahur vakti çoktan geçmiştir. Anneye sitem başlar. Anne kendini savunmaya çalışır. “Oruca dayanamayacağını (!)” söyler. Ne dese inandırıcı gelmez. Bir bakarsınız çocuk büyüyüvermiştir. Bu sefer annesi oğlunun oruç tutmasını ister. Bu sefer çocuğu oruç tutamayacağını söyler. İşlerin çokluğu, yorgunluğu ve dayanamadığı bahanelerini sıralar. Ey şefkatli (!) anneler, zamanında alıştırmadığınız çocuğunuzdan bundan fazlasını bekleyemezsiniz ki. Atalarımız ne güzel söylemişler: “Ağaç yaşken eğilir!” Küçükken şefkatinizden eğemediğiniz çocuklarınız artık sertleşmiştir. Eğemezsiniz. Eğmeye çalışsanız, kırarsınız. Kırılınca da bir işe yaramaz. Peygamber Efendimiz (asm) bize çocukların küçük yaşta ibadete alıştırılmasını tavsiye etmiyor muydu?

2- Şefkatini ahireti için kullanan anneler: Şefkatli anneler çocuklarını severler. Onların dünyalarını sevdikleri kadar ahiretlerini de çok severler. Sahur sofrasını her günkünden daha bir güzel hazırlar. Çocuklarının başucuna varır, öper, başlarını okşar. Sahur vakti olduğunu, herkesin kalktığını, sofranın hazır olduğunu söyler. Çocukları sevinçle yatağından fırlayıp sofraya koşarlar. Annesi yüzlerini yıkamalarını hatırlatır. Televizyon/radyodan güzel sahur programları eşliğinde yemekler yenir. Evde sevinç ve neşe zirvededir. Sabah ezanıyla birlikte o günün orucuna başlanmıştır. Ailece sabah namazları kılınır. Duâlar edilir. Çocuk hayatında bir şeyi ilk defa yapmaktadır. Onun sevinciyle dışarı çıkar. Arkadaşlarıyla bu sevincini paylaşır. Sıcak günlerde aklına en çok susuzluk gelir. Sık sık saatine bakar. İftarı bekler. Zor da olsa akşamı yapar. Bir elinde su bardağı akşam ezanının okunmasını bekler. Minarelerden yükselen ezan sesiyle suyunu içer. İftar eder. Çocuk hayatında ilk defa oruç tutmuştur. Artık o gününü hiç unutamaz. Hayatında teravih namazından sonra bir ilki daha başarmıştır.

Anneler ve babalar! Çocuklarınızın Ramazan sevincini yaşamalarına yardımcı olmuyorsanız bile, hiç olmazsa engel olmayınız. “Bir şey tamamen elde edilmezse, tamamen de terk edilmez” kaidesince eksiklerine ve yanlışlarına bazen göz yumunuz. Siz o yaşlarda iken ne yapıyordunuz? Hiç düşündünüz mü? Şimdi ne kadar mükemmelsiniz?

Sayılı günler çabuk geçermiş. Bir de bakarsınız ki, Ramazan ayı bitmiş, bayram gelmiş. Ramazanın hakkını verelim ki, bayram yapmaya yüzümüz olsun.

Sevapların sağanak sağanak yağdığı Ramazan ayından gereği kadar faydalanabiliyor muyuz?

Allah, Ramazan ayından azamî istifade edenlerden eylesin! Ya Rab, kusurumuzu affet! Bizi kendine kul kabul et! Âmin.

Dipnotlar:

1- Mektubat, s. 387

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Zor zaman ve şartları aşmanın yolları



Mevsimler üç ayda bir değişir; fakat insan şahsiyetindeki mevsimlerin değişmesi aylar değil, bazen dakikalar içine sığmaktadır. Zaman olur, “Bu halin içinden nasıl çıkacağım?” diye kara kara düşünürken; zaman olur işlerimiz ve olaylar bir su gibi akar gider...

Hayatın akışı içerisinde bazen insanlar hadiseleri, bazen de hadiseler insanları idare eder. Fakat bir çok şeyi emniyet altına alamadığımız acı bir gerçektir.

Ve yarınlarımızın, geleceğimizin sınırlarını kesin ve keskin çizgilerle hesap edemeyip belirleyemediğimizi de çok iyi biliriz...

Her türlü zorluk karşısında teferruâttan kaçınıp, temel esaslar üzerinde duranlar kazanır, mutlu sona ulaşır ve netice alır. Aslolan, nizalı durumlarda, inanan ve medenî olan insanlara düşen, inadını, kinini, hırsını, iftirasını, hakaretini kabartarak ve iftira çamurlarıyla karşıdakileri kirletmeye çalışmamaktır. Bu hâl dinden, imandan bîhaber olanlar için geçerli olmayabilir. Dindar olanların ise, içlerinden yükselen inat ve kin feryatlarına değil, İslâm’ın esaslarına uymak zorunda olduklarını unutmamaları gerekir.

Bu yalancı dünyada mutlu yaşamanın sırrını “din” çözdü. Şahsî hayatta, ailede, cemiyette, işyerinde, huzur içinde yaşayamayan Müslüman, İslâmiyet’i gereği gibi anlayamamış demektir.

İnanan ve inandığını yaşamayı “dâvâ eden” birisi için, yapılan işin İslâm’a uygun olması önceliklidir. Olayın şu veya bu şahsa göre yanlış olması o kadar önemli değildir. Böyle durumlarda şahsî duyguların öncelik alması, huzurun oralardan kovulması demektir. İnsanlar sayısınca anlayışın olduğu bir vakıadır. Herkesin anlayışına tâbî olmak mümkün olmadığı gibi anlayışa göre hareketleri tanzim etmeye çalışmak en zor ve üzerinde mutabakat temin edilemeyen bir durumdur.

İnsanın hayatı boyunca karşılaştığı zorluklar, ne ilktir, ne de son olacaktır. Hayatımız devam ettiği sürece birçok zorluklarla karsılaştık ve de daha nice zorluklarla karşılaşacağız. Onları sabırla, güzel konuşmayla, müzakere ile, feragatle, nezaketle, meşruiyetle, makuliyetle, tecrübe ve anlayışla çözmenin yollarını denemeliyiz. Aklı erenlere danışmalıyız. Problemin içindeki şahıs, hâdiseleri bütünü ile göremez, gereği gibi düşünemez. Dıştan bakanlar, hadiseyi daha net ve makul bir şekilde anahatlarıyla tesbit edip, çıkış yolunu gösterebilirler. Bu çıkışın önemli bir vazgeçilmez yolu da her zaman istişareden istifade etmek olmalıdır.

Hangi konuda olursa olsun işi “ayağa düşürmenin” hiçbir kimseye bir anlamı ve faydası olmaz. Her iş ve olay, doğru şahıslarla, doğru zamanda, doğru metotlarla çözülmeye çalışılmalıdır. Zorlukları çözme yerine, zor hallerin içine düşmekten kaçınmak da başka bir çözüm yoludur.

Bir konuda karar vermeden önce, mânen istiğfarla temizlenmek, Allah’ın rızasına nâil olmayı hedeflemek, hatta namaz kılarak çözüm aramak tavsiye edilen önemli bir yol ve metottur. İçinde bulunulan halle, başta Peygamber Efendimiz (asm) olmak üzere İslâm büyüklerinin görüş ve tatbikatlarını araştırıp bulmaya çalışmak, onlara müracaat ederek çözüm aramak önemli bir gösterge olmalıdır. Elbette ki meşhurların başında peygamberler, sahabeler ve âlimler gelir. Onların evleri, çoluk çocukları vardı. Onlar da yakınlarından zarar gördü. Onlar da haksızlığa uğradı ve onlar da bizim gibi çilelerin yumağından hayat denilen kumaşı dokuyup giydiler. Ama onların tek çözüm yolları ve rehberleri vardı: “Kur'ân ve Sünnet.” Yani: “Din ve Şeriat.”

Hangi konuda olursa olsun verdiğimiz ve vereceğimiz kararlarımızın yanlış olabileceğini göz önünde bulundurmalıyız. Fakat doğru bir karar vermeden önce de sonuna kadar beynimizi, aklımızı, kalbimizi de devreye sokup onlara da danışmalıyız. Verdiğimiz kararda, içimizde bir kabul etmememe hali varsa, yine beklemeliyiz. Fakat bir ölü gibi değil, diri gibi düşünerek, sorarak ve kararımızdan şüphelenerek araştırmalarımıza devam etmeliyiz.

Bu devirde “çile” demek, inançla sanki eş anlamlı gibi olmuş. İnancını yaşamak, elinde kor ateş tutmakla eş değer olmuş adeta. Zorluklar her insan için var, hele de Müslüman için daha fazlasıyla var. Bu inananın en büyük imtihanı. Nefsiyle, şeytanıyla, dostuyla, dâvâ arkadaşıyla, hayat arkadaşıyla, komşusuyla, hemcinsiyle her yönde, her meselede zorlukları geçiştirmek için meşhur kimselerin hayatlarını okumalıyız.

Yanlışlar karşısında pişmanlık duymamak, bir yanlış varsa buna karşı bir başka yanlışla mukabelede bulunmak, Allah korusun ileride telâfisi olmayacak durumlara sebep olabilir. Onun için her konuda olduğu bu konuda da çok daha dikkatli olunmalıdır. Yanlıştan dönmenin fazilet olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Hayat yayığında hadiselerin darbesiyle sarsılıp, sadmelere uğradığımız bir vakıadır. Ama yağı ayrandan ayırabilmek için de bu çalkantılardan kaçınmanın mümkün olmadığını ve hayatın bir şartı olarak kabullenmemiz gerektiğinin de idrakinde olmalıyız. Yeter ki her darbede, her hâlde İslâm’a uymasını bilelim. O zaman yarınlar, inanan, inandığı gibi yaşayan, Allah’ın emirlerini tutup O’na asker olanların olacaktır İnşallah.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İtikâf günleri



İsmi mahfuz okuyucumuz: “İtikâf nedir? Hükmü nedir? Şartları nelerdir? Bir kimse, kendi evinde itikâfa girebilir mi?” Ramazanın son on günü geldiğinde, namaz kılınan bir mescitte ibadet için itikâf niyetiyle inzivaya çekilmek sünnet-i müekkededir. Peygamber Efendimiz (asm) Medine’ye hicretten sonra her yıl Ramazanın son on gününde itikâfa çekilir, bütün geceyi ve gündüzleri ibadetle ihya ederdi. Resûl-i Ekrem’le (asm) birlikte mübarek hanımları da hane-i saadetlerinin bir odasında itikâf yaparlardı. Hazret-i Âişe validemiz (ra) Ramazanın son on günü Peygamber Efendimiz’in (asm) itikâfa girdiğini, ibadetle meşgul olduğunu, ailesini namaz için uyandırdığını ve hanımlarından uzak kaldığını belirtir.

İtikâf lügatte bir şeye devam etmek demektir. Dinî bir terim olarak ise itikâf, ezan okunan ve kamet getirilen bir mescitte, bir camide veya ibadet yapılan bir mabette itikâf niyeti ile ikamet etmekten ibarettir. Ramazanın son on günü geldiğinde itikâfa girmenin hükmü, sünnet-i müekkededir.

İtikâf kifâî nitelikte bir sünnet-i müekkededir. Yani bir beldede itikâf sünnetini bir Müslüman yerine getirdiğinde diğer Müslüman’lardan bu mesuliyet kalkar.

Sür’atle akıp giden hayat serüvenimiz içerisinde, bazen, koşuşturmayı bir tarafa bırakıp zamanımızı tamamen namaz, itaat, ibadet, zikir, tesbih, Kur’ân, Cevşen, tevbe, istiğfar... vs. ibâdetlere tahsis ederek, derin tefekkürde bulunmaya olan mânevî ihtiyâcımız inkâr edilemez. İtikâf sünneti bize dünyâ hayatının mânâsı ve âhiret hayatının önemi üzerinde tefekkür etme ve ibret alma imkânı sağlar.

İslâm büyüklerinden meşhur Ata der ki: “İtikâfa giren kimse, büyük bir zatın kapısında oturup, ‘İhtiyacımı almadıkça buradan ayrılmam!’ diyen bir ihtiyaç sahibine benzer. Çünkü o da, Cenâb-ı Hakk’ın bir mabedine girmiş ve ‘Beni affetmedikçe buradan ayrılıp gitmem ya Rabbi!’ diyor.”

Cenâb-ı Hak, “Mescitlerde itikâfa girdiğiniz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Onlara yaklaşmayın”1 âyetiyle, itikâfa girilecek yerin “mescit” veya mescit hükmünde bir mabet olması gerektiğini bildirmiştir. Kadınlar, evlerinin bir odasını mescit hâline getirerek, orada itikâfa girebilirler.

İtikâfın şart ve rükünleri şunlardır: 1- Niyet yapılmalıdır. 2- Gündüzü oruçlu olmalıdır. 3- İtikâf bir mescitte yapılmalıdır, 4- İtikâfa niyet eden Müslüman olmalı ve dinî emirler hususunda mükellef bulunmalıdır.

Hanefîlerden İmam Ebû Yusuf’a ve Malikîlere göre itikâfın en az süresi “bir gün”dür. İmam Muhammed ile Hanbelîlere göre itikâfın en az süresi, kişiye bağlı olarak “bir andır”. Şafiîlere göre ise itikâfın en az süresi “Sübhânallah” diyebilecek kadar bir zamandan biraz fazla olmalıdır.

Demek oluyor ki bir Müslüman, Ramazanın son on günü girdiğinde, itikâf niyetiyle, bir mescitte veya bir camide, “bir an” veya “Sübhânallah” demek süresinden daha fazlaca beklerse, bu sünneti ifa etmiş olur. Bir diğer ifadeyle, bir Müslüman, Ramazanın son on günü içerisinde bir mescide vakit namazı kılmak için girerken aynı zamanda “vakit namazı kılma süresince” itikâfa niyet etse, namazı kılıp camiden çıkarken bu sünneti ihya etmiş olarak çıkar.

Sünnet-i Müekkede olan itikâfın en çok süresi ise, Ramazanın sonuna denk getirmek suretiyle on gündür. Eğer aralıksız on gün itikâfta bulunmaya niyet edilmemiş ise, bu günlerde istenilen vakitlerde itikâf yapılabilir. Meselâ yalnız gündüzlerde veya bu günlerin belli vakitlerinde itikâfta bulunmaya niyet etmek sahihtir.

Aralıksız on gün süreyle itikâfta bulunmaya niyet eden birisi, bu süre içinde mecbur kalmadıkça itikâf yaptığı mescitten çıkmaz. Yalnız zarurî bir ihtiyacı için çıkar ve hemen geri döner. İtikâf süresince hanımına yaklaşmaz.

Ramazanın son on günü içerisinde itikâfın sünnet-i müekkede olmasının hikmeti, Kadir Gecesini ihyâ etmektir. Çünkü Kur’ân’ın beyan buyurduğu gibi, bin aydan daha hayırlı 2 olması hasebiyle Kadir Gecesi, gecelerin en faziletlisidir. Kadir Gecesinin, Ramazanın son on günü içerisinde bulunduğu hususunda kuvvetli görüş birliği vardır. İtikâfın bu geceye rastlamasının feyiz ve sevabı hadsiz ve hesapsızdır.

İtikâfta bulunan kişi, Kur’ân-ı Kerim, hadîs ve ilim okumak veya okutmakla meşgul olmalı, dînî ve îmânî eserler okumalı, zikir yapmalı, namaz kılmalı, tefekkür yapmalıdır. İtikâf süresince hayırdan başka bir şey konuşmamalıdır. Günah içermeyen sözleri ve kelimeleri konuşmasında bir beis yoktur.

Dünya meşgalelerinden sıkılan ruhumuzun, hususî vakitlerde bütün zamanını ibadete ve tefekküre ayırması, önemli bir ruhî teneffüs ve istirahat olarak değerlendirilmelidir.

Kadir Gecesinin de Ramazanın son on gününde bulunduğunu hesaba katarsak itikâfa girmek hususunda mümkün olan fırsatları değerlendirmek ve bu ibadeti ifa için imkânlarımızı yoklamak, hiç şüphesiz mühim bir sünnet-i seniyyenin ihyasına vesile olacaktır.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Geleceği düşünmek



Geleceğini hiç düşünmeyen, umursamaz, vurdumduymaz bir insan gördünüz mü? Gördünüzse hayatının nasıl perişan, sıkıntı içinde gittiğine de şahit olmuşsunuzdur.

Aklı başında olan hiçbir insan hayat-memat meselesi olan böylesine önemli bir hususta boş ver anlayışı içine giremez.

Ya gerçek istikbal, yani gelecek olan kabir ve sonrası için umursamazlığa, vurdumduymazlığa, görmezden, duymazdan gelmeye, boşver havası içine girmeye ne dersiniz?

Kabir hadis-i şerifte bildirildiğine göre ya Cennet bahçesi, ya da Cehennem çukuru olabiliyorsa, bir iki gün, bir iki sene değil, hatta yüz sene değil yerine göre yüzyıllar, asırlar sürebilecek bir kabir hayatını Cennet bahçesi hâline çevirmek için var güçle çalışmayı akıllı bir insanın göz ardı etmesi hiç mümkün mü?

Resûl-i Ekrem (asm) Allah’ı, peygamberi tanımayan veya içten tanımadığı halde dıştan tanıyormuş gibi gözüken kimseler için kabrin bir Cehennem çukuru hâline geleceğini, Cehennem elbiseleri giyeceğini, kabrinden Cehenneme bir kapı açılacağını, Cehennem ateşinin sıcaklığı ve kavurucu rüzgârının sürekli vuracağını, kabrinin kemikleri birbirine geçecek şekilde daraltılacağını bildiriyor.

Allah’a ve Resûlüne bütün gönlüyle inanmış ve inandığı gibi yaşamaya çalışan bir mü’minin ise imanı sayesinde dünyasının olduğu gibi kabrinin de Cennet bahçesine döndüğünü biliyoruz. Onun için ise kabirde bir Cennet bahçesi hazırlanır, Cennet elbiseleri giydirilir ve kabrine Cennetten bir kapı açılır. Kabrinde Cennet meltemleri eser ve her tarafa güzel kokuları yayılır.1

Evet, kabri Cennet bahçesine çevirmek hayat kadar önemli bir meselesi insanın. Ölüm kalım meselesi. Bu ihmalin telâfisi mümkün değil. Geriye dönüşü olmayan bir yol ve yere gidiyor insan.

Öyleyse akıllı insan böylesine gelmesi kaçınılmaz bir hayat için gerekli hazırlığı yapan insandır. Ne güzel buyurmuştur Allah Resûlü (asm): “Akıllı; kendini bilen, söz ve hareketlerini kontrol altına alan ve ölümden sonrası için hazırlık yapan insandır. Ahmak ise nefsin arzularına uyup sonra da Allah’tan olur olmaz şeyleri istiyen insandır.” 2

Dipnotlar:

1- Buhârî, Cenâiz: 67. 2- Müslim, Cennet: 71; Ebû Davud, Sünnet: 24.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bir elmanın iki yarısı: Kadın ve erkek



aşlığın sebebi “Hangisi daha üstün?” tartışmalarına girmeksizin kadın ve erkeğin birbirini “tamamlayıcılık” özelliğine vurgu yapma gayreti. Gerçekten de son bilimsel araştırmalar bunu net bir şekilde ortaya koymuş. Sözgelimi kadın beyni ve erkek beyni aynı ilâçlara farklı tepkiler verebilecek kadar birbirinden bağımsız. New Scientist dergisinin Temmuz 2008 sayısında bu farklılıklar hayli geniş bir şekilde sıralanmış. En temel farklılık kadınlarda his ve duygusal merkezlerin daha yoğun ve karmaşık, erkeklerde ise sosyal ilişkileri ve problem çözme yöntemlerini etkileyen merkezlerin daha yoğun olması. (Deneylerde kadınların ayrıntılara karşı daha duyarlı oldukları bir kez daha ispatlanmış. Yaşadıkları problemler yüzünden üzgün olan insanların da içinde bulunduğu bir grup denek içinden kadınlar üzgün olanları hemen gruplandırabilmişler. Erkeklerin ise bir insanın üzgün olduğunu anlamaları için ağladıklarını görmeleri gerekiyormuş!)

Deney neticeleri hayli uzun ve teferruâtlı. Ama okuduğunuzda kadın ve erkek cinsinin birbirini “tamamlayıcı” mahiyette her şeyi gören ve bilen bir Zât tarafından donatıldıklarını anlayacak kadar netler.

ERKEKTE CESARET VE CÖMERTLİK

KADINDA SADAKAT VE EMNİYET

Bu iki cins farklı özelliklerle donatıldıklarındandır ki, Kur’ân-ı Kerim’de onlara bir kul olma kimliği altında aile ortamında yüklenen vazifeler de farklıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, Hanımlar Rehberi isimli eserinde evlilik kurumu içinde “kadında sadakat ve emniyet, erkekte ise cesaret ve sahavet (cömertlik) en temel özelliktir” der. Rehber’de yer alan Tesettür Risâlesi’nin Dördüncü Hikmetinde bununla ilgili bir bölüm vardır. Çünkü kadın ailenin iç işlerinden sorumlu idareci konumunda eşinin sahip olduğu her şeyin malının, evlâdının… korunması ile vazifeli bir memurdur. O yüzden eşine sadık olmalı, güven kırıcı hallerden çekinmelidir.

Erkek ise, eşini himaye etmek yani korumak, ona merhamet etmek ve hürmet göstermekle vazifelidir. Bu vazifeleri kadın ve erkeğin fıtratı istediği gibi aynı zamanda Kur’ân ve hadislerle de belirlenmiştir.

Nisa Sûresinin 34. âyeti erkeğin bu vazifesini “Kavvam” ifadesiyle tanımlar. Şöyle der: “Erkekler kadınlar üzerinde idareci ve gözeticidirler. Çünkü Allah insanların bir kısmını diğerlerinden üstün kılmıştır ve erkekler, mallarından kadınları ve çocukları için harcarlar. Salih kadınlara gelince, onlar Allah’ın emirlerine itaat edip kocalarının hakkına riâyet ederler ve Allah onların hukukunu nasıl koruduysa onlar da kocalarının malını, namusunu ve sırlarını kocalarının gıyabında korurlar…”

İşte asrımızda yaradılış kanunlarının Kur’ân ve Hadisle de uyumlu olan bu fıtrî vazife taksimindeki kargaşa sebebiyle kadın ve erkek kimlik bunalımı yaşamakta, aile kurumu darbe almaktadır. Feminizm akımı, biraz da bu kimlik bunalımından ortaya çıkmıştır desek hata etmiş olmayız. Feminizmde kadın için anne ve nikâhlı eş olma bir yüktür. Hatta feminizmin bazı frekanslarında (Sözgelimi Marksist Feminizmde) çocuğun bakımının, eğitiminin toplumsal bir vazife olduğundan devletin üstlenmesi ve ev işlerinin ücrete tabi tutulması gerektiği savunulur. Doğum kontrol yöntemlerinin her türlüsünün yaygınlaştırılmasına çalışılır. Bugün Batı toplumlarında kilise her ne kadar kürtaj muhalefetini her fırsatta dile getirse de bebek katliâmı devam etmektedir. Hatta dünyaya getirilen bebeğin ölüme terk edilmemesi için bebek kutularının günlük hayat içinde gayet sıradan bir olay olması ibretlidir! Malûm medyada bu tarz haberler “timsah gözyaşları” misâli zaman zaman yer bulabilmektedir.

Kadının fıtratından uzaklaşıp adeta erkekleşmesi toplum hayatını işte böyle alt üst eder. Bu durumun ağır faturasını ödeyenler, mağdur olanlar yine kadınlardır. Ve güzeldir ki, günümüzde kadınları anne ve eş olma kimliğine dâvet eden Batılı feministlerin sayısı gittikçe artmaktadır. Bir çalışmamızda konu edindiğimiz Eva Herman ve Silyviane Agecinski bunlardan sadece ikisidir…

ASR-I SAADETTEN BİR TABLO

Sahabe hanımlardan Ümmü Umare, bir gün Peygamberimize (asm) şöyle der: “Ey Allahın Resûlü! Her şeyi erkekler için görüyorum. Hiçbir şekilde kadınların zikredildiğini görmüyorum.” Bu sözler üzerine Ahzab Sûresi’nin 35. âyeti iner.

Âyette kadın ve erkeğin Rableri katında ancak takvaları, yani ibadetteki dereceleriyle üstün olabildikleri çok net ifade edilmektedir: “Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, Allah’ın emirlerine uymakta sebat gösteren erkekler ve kadınlar, sabreden erkekler ve kadınlar, Allah’tan korkan erkekler ve kadınlar, zekât ve sadakalarını veren erkekler ve kadınlar, oruç tutan erkekler ve kadınlar, namuslarını koruyan erkekler ve kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve kadınlar için Allah mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.”

Evet, âlemlerin Yaratıcısı kadın ve erkeği birbirinin eksiklerini “tamamlayıcı” ve ancak ibadette üstün gördüğünü belirtirken ve elçisinin (asm) hayatı da önümüzde capcanlı dururken günümüzde insanlara ne oluyor ki, “Kadın mı, erkek mi üstün?” tartışmaları içinde cinsiyet ayrımcılığı yapıyorlar? Hatta bazen buna İslâmî feminizm adını da takmaktan gocunmuyorlar?

Feminizmin doğduğu Batı dünyasında fıtrata dönüş yaşanırken, bizlerin onların beğenmeyip geri döndüğü yola hevesle koşmamız neden?

21.09.2008

E-Posta: [email protected]





Vehbi HORASANLI

Suyun ‘kaldırma kuvveti’



Bahriye Mektebindeyken Libyalı sınıf arkadaşlımdan bir tanesi namaz kılmaya başlamıştı. Mahmut isimli bu arkadaşım, benden her sabah kendisini sabah namazına kaldırmamı istemişti. Ben de memnuniyetle kabul etmiştim. Zira sadece Ramazan ayında değil artık devamlı olarak namazını kılacaktı.

Fakat bu iş bir hayli sıkıntıya yol açtı, zira Mahmut bir türlü derin uykusundan uyanmak istemiyordu. Ne kadar uğraşırsam uğraşayım bir türlü uyanmıyordu. Hatta yatakhanedeki bütün öğrenciler uyanıyor, bizimki bir türlü uyanmıyordu.

Bu işin böyle devam etmeyeceğini, zira bir türlü uyanmadığını söyleyince benden tekrar uyandırmamı rica etti. Ben de “Günah benden gitti diyerek” sabahleyin yine uyandırmaya gittim. Fakat çare yok, Mahmut bir türlü uyanmıyordu. Burnunu sıkıyorum, göz kapaklarını kaldırıyorum, hatta tokat atıyorum, nafile. Adam bir türlü uyanmıyor. Neyse güç belâ bir iki defa uyandı. Fakat ben bu işi daha fazla yapamayacağımı söyledim. Çünkü diğer öğrenciler bu uyandırma faslından bayağı rahatsız olduklarını söylediler.

Mahmut, bu sefer başka bir yol denememi ve “su” yardımı ile uyandırmamı söyledi. Suyun kaldırma kuvvetinin aynı zamanda bu işe yarayacağına aklım ermemişti ama “deneyelim” dedim ve sabah namazı için tekrar uyandırmaya gittim.

Abdest aldıktan sonra avucuma su dolduruyor, yatakhaneye gidinceye kadar elimde kalan suyu taşımaya çalışıyordum. O sabah inanılmaz bir şey oldu. Bizim bir türlü uyanmayan Mahmut, yanaklarına bir iki damla su damlayınca birden uyanıverdi. Ben bu işe önce inanmadım, ertesi gün bakalım ne olacak diye merakla bekledim. Fakat tokatla, yumrukla uyanmayan Mahmut bir-iki damla su ile çok kolay bir şekilde uyanıyordu.

Tıpta böyle bir şeyin yeri var mıdır? Bilmiyorum ama suyun kaldırma kuvvetinin bu kadar etkili olduğunu böylece öğrenmiş oldum. Uykusu ağır olanlara tavsiye edilir…

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

Hazin bir Ramazan hatırası



Tesemmümât…

Said Nursî, Emirdağ’da da bu kelimenin mânâsını yaşadı.

Hem de semm-i katil ile.

Yâni, Ankara’da mecliste ve Eskişehir Hapishanesi’nde vuku bulan birer zehirleme teşebbüslerinden netice alınamayınca, üç sefer Kastamonu’da, üç sefer de Denizli Hapishânesi’nde çeşitli bahanelerle zehir verilmişti.

Oralarda menfur emellerine ulaşamayan mâlum çevreler, Emirdağ’da da ona tekrar tekrar öldürücü tesiri olan zehirler vererek zehirleyip hayatına kastetmek istemişlerdi.

Mahallin mülkî âmiri yüksek dereceli memurların bulunduğu bir yerde hiç çekinmeden “Said’in vücudu ortadan kalkmalı” diyerek bir bakıma Ankara’dan gelen emri muhataplarına tebliğ etmişti.

Onun için Bediüzzaman, ‘İnâyet-i Rabbaniyenin imdadına yetişmesi’ neticesinde 1944 yılının Ramazan ayında verilen zehirden kurtulunca, 1945 yılında ikinci defa zehirlendi.

Kendisinin, “Ben vasiyetimi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar benim itimat ettiğim hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten menettikleri aynı vakitte, fırsat bulup tanımadığım biriyle sabık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular” diyerek de ifade ettiği gibi bu onuncu tesemmüm tam bir semm-i katil hükmündeydi.

Gizlice verdikleri zehrin ne kadar tesirli olduğunu bilen zehir tacirleri, bu sefer emellerine ulaşacaklarından o kadar emindiler ki değişik yerlerde ‘Said vefat etmiş’ diyerek şayialar bile yaymışlardı. Bunu duyan Nihat Yazar gibi bazı muharrirler, gazetelerdeki yazılarında “Kendini milletine hasreden seksen yaşındaki ihtiyar bir din âlimi öldürülmek isteniyor; hem de Ramazan Bayramı akşamı, iftar yemeğine zehir konulmak sûretiyle. Bu ne feci, ne tahammül edilmez bir hâldir. Tecrit edilmiş, daimî bir tarassut altında kapısında bekçi. O içerde ölümle başbaşa bırakılıyor” diyerek hadise karşısında duydukları infiâli dile getirmişlerdi.

Fakat talebelerinin, hizmetkârlarının yanı sıra hadiseden haberdar olan insanların da okudukları Kur’ân’ların, Cevşenlerin ve sâir evrâd-ı kudsiyenin vesilesiyle İnâyet-i Rabbaniye o zaman da imdadına yetişince, uzun süre baygın denecek derecede hasta yattıktan sonra yavaş yavaş iyileşip toparlandı ve hizmetlerine devam etti. Ne var ki, ‘Yılan gibi zehirlemekten zevk alan’ bazı habis ruhlu kişiler, yıllar boyu defalarca denedikten sonra, zehirlemek sûretiyle Said Nursî’nin hayatına son veremeyeceklerini anladılar ve bu yolla onu öldürmeye teşebbüs etmekten vazgeçtiler.

Lâkin hatalarını anlayıp o emirleri verenlere de anlatarak tövbekâr olmak ve kendilerini affettirmeye çalışmak gibi bir insânî çaba içine de girmediler. Aksine, onlardan daha dehşetli yeni bir plân hazırladılar. Bu sefer hedef olarak Bediüzzaman’ın hayatından ziyade dimağını seçtiler. Verildiği anda doğrudan doğruya beyine işleyip damarları sıkıştırarak insana hayatı yaşanmaz hâle getirecek farklı bir zehir buldular.

Maksatları bu zehirle beynini felç ederek düşünce melekesini işlemez hâle getirip zihnî, fikrî bunalıma sokmak ve yeni risâlelerin telif edilmesine mâni olmaktı.

Buldukları zehrin insan asabını bozma tesiri de olduğu için onun talebelerine kızacağını, bağırıp çağıracağını, onların da gücenip onu terk edeceklerini düşünmüşlerdi.

Aynı şekilde kendisine hizmet eden insanları da rencide edeceği için onların yanına gelmemesi ile iyice yalnız kalacak olan Said Nursî’nin ‘artık yeter’ diyerek onu ortadan kaldırmak için bahane olarak kullanabilecekleri bir mesele çıkarması da hedefleri arasındaydı. Aslında böyle hâllerde zehirden ziyade zehri verecek kişiyi bulmakta zorlanmaları gerekirdi. Ama Emirdağ zaten içki içerek kendini zehirleyen insanlarla dolu olduğundan fazla zorlanmadılar.

Onun için 1946 yılında tekrar zehirlenen Bediüzzaman şiddetli bir baş dönmesiyle yatağa düştü ve günlerce aç susuz yattı. Kendisinde ayağa kalkacak takat bulamadığı için hayatında ilk defa namazının farzlarını yatağında oturarak eda etmek mecburiyetinde kaldı.

Hatta, hayatından ümidini kestiğinden yanındaki talebelerine, kendisi öldükten sonra Tahirî’yi oraya çağırmalarını, onun da gelip malı olan Nurlara sahip olmasını söyledi.

Said Nursî’nin bu elim hâli, yanında hizmet eden hizmetkârlarının yanı sıra, mâneviyât âleminde hadiseye muttalî olan uzaktaki bazı talebelerinin yüreğini de hicran ateşi ile yakmaya yetti.

“Çekilip nur-u hidayet, yine zindan olacak,

Yine firkat, yine hasret, yine hüsran olacak.

Yine sen yaş yerine kan akıtıp ağla gözüm,

Çünkü hicran dolu kalbim, yine hicran olacak.”

Bediüzzaman’ın Denizli’den ayrılmasına bile tahammül edemeyen ve giderken hicran hislerini bu mısralarla başlayan uzun bir mersiye ile dile getiren Hasan Feyzi de onlardan biriydi. Bediüzzaman Said Nursî Emirdağ’daydı, Hasan Feyzi Denizli’de. Mekân itibariyle birbirlerinden uzaktaydılar ama mâneviyât âleminde mesafelerin, kesafetlerin pek hükmü işlemezdi. Hasan Feyzi, basiretiyle Üstadının dünyadan ayrılmak üzere olduğunu müşahede edince çok üzüldü. Risâle-i Nur’un telifinin henüz bitmediğini, onun yazacağı eserlere insanlığın ihtiyacının olduğunu düşününce himmet hisleri heyecanla hareketlendi.

Onun “Siz bana karşı su-i kastlara merak etmeyiniz. Belki bir cihette memnun olunuz ki, Risâle-i Nur ve şakirtleri yerinde benim cüz’î, vazifesi bitmiş olan şahsıma hücum ediyorlar, tazip ediyorlar” şeklinde ifade ettiği fedakârlığına canını bağışlayarak mukabele etmeye karar verdi.

Zahiren ondan uzakta geçen yıllar içinde iyice artan tahassürün de tesiriyle daha önce nazım şeklinde ifade ettiği dileğini bu sefer fiilen yaşamak ve canını Üstadının uğrunda kurban ederek onun yaşamasını sağlamak için hâlisâne bir hâlle Allah’a yalvardı:

“Sakınıp Feyzi-i bîçareye bahs açma bugün,

Yine baştan, yine şeyda, yine giryân olacak.

Bâb-ı feyzinden ırak olmayı asla çekemem,

Dahi nezrim bu ki, canım sana kurban olacak.”

Daha önce duâ niyetiyle söylediği, sonraları her vesile ile tekrarladığı bu mısraları, o zaman samimî ve hâlis bir hisle tekrar terennüm etmiş olmalı ki, âdetâ sözü bitmeden dileği gerçekleşti. Hiçbir hastalığı olmadığı, zehirlenmeyi intaç edecek bir şeyler de yiyip içmediği hâlde o gün zehirlenme teşhisi ile hastahaneye kaldırıldı, bir gün sonra da Hakk’ın rahmetine kavuştu.

Zehrin tesiriyle meydana gelen hastalığın şiddetinin yirmi gün kadar devam edeceğini ve hem kendisinin, hem talebelerinin bu yüzden çeşitli sıkıntılar çekeceklerini düşünen Said Nursî de kısa zamanda iyileşti. Kendine gelince yaptığı ilk iş, bir at kiralayıp yanına birkaç talebesini de alarak kırlara çıkmak oldu. Oralarda yaptığı tefekkür ve temâşâ esnasında mâneviyât âlemine dalınca, o şiddetli hastalıktan bu kadar çabuk iyileşmesinin sebebini müşahede etti.

“Hasan Feyzi, aynen şehid Hâfız Ali (ra) gibi benim musibetimin kısm-ı âzamını kendine alıp mânevî bir fedâkârlık eylemiş. Hafız Ali, benim bedelime birkaç emare ile berzaha gittiği gibi, bu Hasan Feyzi de aynı hastalığım zamanında, aynı vakitte, aynı müddette, aynı tarzda, aynı sıkıntılı dışarıya çıkmamakta tevafuku, kuvvetli bir emâredir ki, bana çok acıyan ve şefkat eden o kardeşimiz mânen hastalığımı kısmen kendine aldı” diyerek onun samimiyetini, sadakatini ve fedakârlığını takdir etti. Hasan Feyzi’nin bu harikulâde hareketi sayesinde Said Nursî, hayatî tehlikeyi atlattı, dimağı felç olmaktan kurtuldu. Fakat verilen zehirlerin, sinirleri üzerinde yaptığı tahribat iyice arttığı için hareketlerine sık sık asabî hâller ârız olmaya başladı.

Bu yüzden, “Pek garip bir hiddet ve teessür o zehirden bana ârız olmuş ki, sinek kanadı kadar bir arıza beni müteessir edip hiddete getiriyor, biçare bana hizmet eden saf ve sadık hizmetçiler de o lüzumsuz hiddetlerden azap çekiyorlar” sözleri ile de dile getirdiği gibi elinde olmadan talebelerine eziyet etti. Talebelerinin ekseriyeti, ona revâ görülen zulümlere şahit oldukları ve asabî hâllerin o yüzden meydana geldiğini bildikleri için hiddetli hareketlerine aldırmadılar ve sadakatle hizmetlerine devam ettiler.

Said Nursî’yi yeni tanıdığından hâllerine pek âşinâ olmayan bazı talebeleri onun ‘hiddet ve tekdirlerine’ muhatap oldukça ne yapacaklarını ve nasıl hareket edeceklerini şaşırdılarsa da hizmetlerine sekte vermediler.

Kendilerini onun eserlerinden ziyade velâyet sıfatına daha yakın hisseden ve kerâmetlerine şahit olmaya çalışan bazı talebeleri ise Üstadlarının, kendilerinin şefkatlerine muhtaç olmadığını, istese ruhânilerin ve cinnîlerin, hizmet-i nuriyenin inayetiyle onun şahsının perişan olmasına meydan vermemek için hizmet edebileceğini, belki de ettiklerini düşünerek hizmete fazla itina göstermemeye başladılar.

Talebelerinin, münhasıran şahsına hizmet etmelerini istemeyen, yaptıkları zaman da aksaklıklardan fazla müteessir olmayan Bediüzzaman, o kanaatlerin tezahürü olan ihmalkârlığın Nur hizmetinin inkişafına sekte vermesinden endişe ettiği için değişik yerlerde konuşulduğunu düşündüğü bu hususa açıklık getirmek istedi. Bu maksatla yazdığı mektupta önce Risâle-i Nur’u ve iman hizmetini dünyevî rütbelere, uhrevî makamlara âlet etmediği gibi kendi şahsının istirahatine ve dünya hayatının güzel, zahmetsiz, rahat geçmesine de âlet etmekten çekindiğini hatırlattı.

Ardından “Târikü’d-dünya ehl-i riyâzetin arzu ve kabul ettikleri ruhanî, cinnî hüddamlar bana her gün hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte en güzel ilâç getirseler hakikî ihlâs için kabul etmemeye kendimi mecbur biliyorum. Hatta berzahtaki evliyadan bir kısmı temessül edip bana helva baklavaları hizmet-i imaniyeye hürmeten verseler, yine onların elini öpüp kabul etmemek ve uhrevî bâkî meyvelerini dünyada fânî bir surette yememek için nefsim de kalbim gibi kabul etmemeye rıza gösteriyor” diyerek öyle mânevî hizmetlerin yapılmak istendiğini ama kendisinin kabul etmediğini anlattı.

Hizmetini gören talebeleri onun bu ifadelerinden, kendilerinin nâkıs hizmetlerine, ruhanî, cinnî huddamların ve berzah evliyalarının mükellef hizmetlerinden daha fazla değer verdiğini anlayınca düşündüklerine de, yaptıklarına da pişman oldular. Çünkü Said Nursî’nin; aklını, kalbini, nefsini ikna ederek mâneviyât ehlinin nefse, hisse hoş gelen hizmetlerini, ikramlarını kabul etmediği hâlde kendilerine değer verdiği ve hizmetlerine ihtiyaç hissettiği için yanından pek ayırmadığını bu vesile ile bir kere daha gördüler.

Bunun üzerine, ruha rehâvet verip hizmet şevkini kıran öyle müşevveş düşünceleri bir kenara bıraktılar ve ihmalkâr hareketlerinden vazgeçerek ihlâsla, sadakatle hizmetlerine devam ettiler. Böylece Bediüzzaman Said Nursî, hayatına ve dâvâsına kastedilmek istenen bu menfur tesemmüm hadisesinden de maddî mukavemet gücü, mânevî kuvvet kaynağı, samimî dostlar, kahraman talebeler ve fedakâr hizmetkârlar kazanarak kurtuldu.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Hatadan dönmek fazilettir



Hatırlanacağı üzere, ilköğretim 8. sınıf ‘’İnkılap Tarihi ve Atatürkçülük’’ ders kitabında ihtilâllerin övülmesi kamuoyu nezdinde ciddî tepki görmüş ve bu hatanın düzeltilmesi talep edilmişti. İlk günlerde itirazları duymazdan gelen idareciler, eleştirilerin artması üzerine ‘hata’yı kabul etmişler, ancak bu hatanın düzeltilmesinin önümüzdeki sene yapılacağını duyurmuşlardı.

Elbette ‘hata’nın kabulü iyi bir adımdı, ama bunun düzeltilmesi için bir yıl sonrasına randevu verilmesi kabul edilemezdi. Nitekim, başta gazetemiz olmak üzere başka bazı yayın organları da haklı itirazları gündeme taşımaya devam etti. Neticede, dün yapılan bir açıklama ile ‘hata’lı bilgilerin öğrencilere öğretilmeyeceği, ilgili kitapta yer alan ve ihtilâlleri öven bölümün yerine, yeni bir metin yazılıp bu ders yılında öğrencilere okutulacağı duyuruldu.

İhtilâllerin ders kitaplarında övülmesine tepki gösterilmesi ve bunun değiştirilmesini istemek çok haklı bir talepti. Çünkü geçmiş dönem ihtilâlcileri bile ihtilâllerin ‘çare’ olmadığını itiraf etmiş durumda. Her ne kadar 28 Şubat sürecinin aktörleri bu itirafı şimdilik yapmamış olsa da, muhtemelen önümüzdeki yıllarda onlar da itirafçılar kervanına katılacak.

Darbe yapanların dahi darbelerini savunamadığı günümüz şartlarında, okul ders kitaplarında darbe övgüsünün yer alması başlı başına bir skandaldı. Neyse ki haklı itirazlar dikkate alındı ve metnin değiştirileceği açıklandı. Tabiî sadece bu açıklama ile her şeyin düzeleceğini beklemek de mümkün değil. Hazırlanacak yeni metni de görmek icap eder. Maalesef bazen, düzelteceğiz denilerek daha kötü metinlerin hazırlandığına kamuoyu şahit olmuştur...

Aslında bu ‘hatadan dönme’ tavrı örnek olmalı ve diğer kitaplar da yeniden gözden geçirilmelidir. Meselâ, “İnkilâp Tarihi” ders kitabındaki ‘darbe’ övgüleri çıkarılacağına göre, “irtica” ile ilgili bölümü sebebiyle tepki çeken “Millî Güvenlik Bilgisi” ders kitabındaki hata da düzeltilecek mi? O kitapta yer alan ‘irtica’ ile ilgili bilgi ve yaklaşım da günümüz dünya ve Türkiye şartlarına uygun değil.

İyi incelenirse “Din Dersi” kitaplarında da yanlış anlaşılmaya sebep olabilecek bilgilerin yer aldığı gürülebilir. MAZLUMDER, geçen yıllarda hazırladığı bir raporda, ‘din dersi’ kitaplarını masaya yatırmış ve çok sayıda itiraz noktalarına işaret etmişti. Ne var ki, bu rapor ‘yetkililer’ce görülmedi.

“Hatadan dönme tavrı” bir noktayı daha gösteriyor: Haklı noktalarda yapılan itirazların netice almaması mümkün değil. “Boşver, seneye düzelir” ya da “Bu kitaptaki bilgiler yanlış, ama ne yaparsın olmuş bir kere” diye düşünülmez olsa yapılan yanlış yıllar boyu devam edip gidebilirdi. Bu noktada, “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” denilmemiş olması netice almayı kolaylaştırdı...

Yanlışın düzeltilecek olması iyi, ancak kasıtlı yapıldığı intibaı veren bu yanlışa kimlerin imza attığını da araştırmakta fayda var. Bu ‘çağ’da, ihtilâlleri öven ifadeleri ders kitaplarına koyabilmek büyük cesaret ister çünkü.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Bu kitap da düzeltilecek mi?



Türkiye’de zaman zaman “irtica yaygaraları” koparılır. Herkesin anladığı bir irtica tanımı vardır. İrtica kelime anlamı olarak “gericilik…” demektir. Peki geri giden nedir? Geriye götürenler, yani “irticacılar” yani “gericiler” kimlerdir? İrticacı denilerek kimler kastedilir? Bu soruların cevabını net şekilde verebilen kimse olmamıştır. Ama birileri ihtiyaç duyduğunda bu yaygara koparılır.

Şimdi koparılan bir irtica yaygarası yokken nereden çıktı “irtica” lafı diyebilirsiniz. Okulların açılmasıyla birlikte öğrencilere dağıtılan Milli Güvenlik Bilgisi ders kitabında irticadan bahsediliyor. Malum bu derse askerler giriyor. Askerler girdiğinden mi böyle hazırlandı, ya da onlara şirin gözükmek adı da mı böyle yazıldı bilemiyoruz. Bakın “irticai faaliyetler”le ilgili neler yazılmış: “Bugün de irticai unsurların, din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırı devam etmektedir. Bizlere düşen görev, Atatürk ilkelerine sımsıkı bağlanarak, cumhuriyetimizin temel kazanımı olan laikliği her türlü tehdide karşı korumaktır…”

Aynı kitap da irtica ise şöyle tanımlanmış: “Dinî değerlerin istismar edilerek siyasî emellere alet edilmesi, yanlış düşünce ve inanışların din adına halka benimsetilerek mevcut devlet ve toplum hayatını yıkıp onun yerine daha geri bir düzen kurma amacına yönelik faaliyetlere verilen ortak isimdir…” Kitapta irticaının panzehirinin de laiklik olduğu vurgulanmış.

* * *

Bu tanımı okuyunca bundan tam 2 yıl önce yine böyle irtica yaygaralarının yapıldığı bir dönemde Sağlık-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa Başoğlu, 4982 Sayılı Bilgi Edinme Kanunu gereğince başta Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Genelkurmay Başkanlığı ve MGK olmak üzere bazı kurum ve kuruluşlara “İrtica nedir? İrtica suç mudur, suç ise kimler bu suçtan yargılanmıştır” şeklindeki sorular sormuştu. Ve gelen cevapları basın toplantısıyla açıklamıştı.

O tarihte, liselerde okutulan Milli Güvenlik Kitabında irticaının tanımı yapılmasına rağmen koca koca devletin kurumları bir tanım getirememişlerdi.

İşte “irtica nedir?” sorusuna devletin kurumlardan gelen cevaplardan bazıları:

Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer’in 12 Nisan 2006 tarihinde Harp Akademileri Komutanlığı’nda yaptığı konuşmada “irticaın devlete sızdığı” yönündeki açıklamaları üzerine gönderilen yazıya cevap: “Cumhurbaşkanının konuşmaları kendi takdiridir.”

Millî Güvenlik Kurulu bildirilerinde irtica vurgusunun yapılmasına cevap: “Talebinizin irticaın genel tanımı gibi geniş kapsamlı bir konuda genel ve soyut nitelikte olduğu görülmektedir. Bunun için işleme konulamaz.”

Yargıtay Başkanlığı; “Yargı organları anılan yasanın kapsamı dışında bırakılmıştır.”

Adalet Bakanlığı “İrtica suçundan kaç kişinin yakalandığı ve haklarında ne gibi işlem yapıldığı” yönündeki soruya: “Ayrı ve özel bir çalışma, araştırma, inceleme ve analiz neticesinde oluşturulabilecek türden bir bilgiye yönelik başvurunuza cevap verilememiştir.”

İçişleri Bakanlığı, “Kanunda irtica suçu mevcut olmadığından ve irtica suçları kavramıyla hangi suçların ifade edildiği anlaşılamadığından dilekçenizde talep ettiğiniz konulara cevap verilememiştir.”

Ankara Cumhuriyet Savcılığı: “İrtica ile ilgili herhangi bir soruşturma hazırlık dosyası yoktur.”

Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Danıştay, ODTÜ ve Ankara Üniversitesi hiçbir cevap göndermezken, Bilgi Edinme Kanunu çerçevesinde hazırlanan soruya detaylı cevap veren tek kurum Diyanet İşleri Başkanlığı olmuş ve irticaı, “Dinden sapmak, tekrar cehalet ve şirk hayatına dönmektir” şeklinde tanımlamıştı.

* * *

Devletin kurumları tarafından dahi tarifi net şekilde yapılamayan irticaının ders kitaplarında “tanımlanması”nı yapanları tebrik etmek lazım! Hiç değilse bir tanıma kavuşmuş oldu! Ancak ihtilâllerin ve ara dönemlerin sebeplerinden sayılan, ezanın aslına çevrilmesine, çocukların dinini öğretmesi amacıyla kurulan imam hatiplerinin açılmasına, başörtüsü ile okuma ve çalışmaya irtica suçlamalarının gerçekçi olmadığı görülmesine rağmen neden çocuklara bu yönde şeyler öğretiliyor?

Gizli siyaset belgelerinde “irtica birinci tehdit” olarak belirtildi. İrtica bahane edilerek başörtülü öğrenciler okullarından uzaklaştırıldı. İnsanlar “irticacı” damgası ile memuriyetten atıldı. Şimdi irticaın tanımı yapılarak çocuklara şimdiden gözdağı mı verilmek isteniyor? Biz bir anlam çıkaramadık. Ama birilerinin de bu soruları cevaplaması lâzımdır diye düşünüyoruz.

Darbeleri meşru gösteren kitaptaki yanlış düzeltilerek bir hatadan dönülüyor. Bu kitap da toplanacak ya da değiştirilecek mi merakla bekliyoruz.

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kadir Gecesini ararken



Son yıllarda dindarları saran dünyevîleşme hastalığından çok şikâyet ediyoruz. Özellikle iktidar siyasetinin getirdiği hızlı zenginleşme furyasının farklı alanlarda ne gibi sancılar getirdiğini de görüyoruz.

Bu yönelişin insanı sürüklediği uçurumların farkına varanlarca yapılan ikazların, “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” sorgulamalarının son derece hayatî öneme sahip olduğu bir süreçteyiz.

Hastalık ve kaynağı isabetli teşhis edilecek ki, çare ve tedavi arayışı aşamasına geçilebilsin...

Ancak işi sadece teşhis aşamasında bırakıp, çözüm bahsini muallâkta tutmak da çok yanlış.

Sürekli yakınmak ve eleştirmek yerine, çözüm üretmek, yani girilen sath-ı mailde dünyevî cazibelere kapılan nazarları uhrevî hedeflere, kabirden sonraki ebedî hayata, iman kurtarma dâvâsına, rıza-yı İlâhîyi kazanma idealine çevirmek için çok yoğun şekilde çalışmak gerekiyor.

Bunun yolu da, şevk ve heyecanla yapılan iman derslerinin canlandırılmasından ve ibadet iştiyakını nefsanî eğilimlere baskın kılacak bir manevî “sinerji”nin kazanılmasından geçmekte.

Bu psikolojiyi yakalamanın eşsiz fırsatlarıyla dolu bir “manevî ve uhrevî ticaret mevsimi” olan Ramazan’ın sonlarına doğru yaklaşıyoruz.

Manevî kazanç vesilesi olan amel ve ibadetlerin bire bin semere verdiği Ramazan’ın özellikle son on gününde bu “tempo”nun giderek yükselen bir seyir içine girdiği, dolayısıyla içinde Kadir Gecesini saklama ihtimali daha da kuvvetli olan bu on günün diğer günlerden farklı bir hassasiyetle değerlendirilmesi tavsiyesi, hadis-i şeriflerle bizlere verilen çok önemli bir mesaj.

Bayram Yüksel’in anlattığına göre, Bediüzzaman Hazretleri, Peygamber Sünnetinin de çağımızdaki en önemli takipçisi olarak, bu on güne girildiğinde bir manevî seferberlik başlatır; talebelerini geceleri uyutmayıp, ibadet, kıraat, tefekkür, tezekkürle geçirmeleri için teşvik edermiş.

Her halde bizim de bu manevî kazançlardan hissemizi alabilmek için benzer bir gayret içinde olmamız; bu gün ve geceleri, fâni ömür dakikalarını bâkileştirme, dünyevîleşme hastalığının getirdiği tortu ve ârazlardan olabildiğince arınıp uhrevîleşmeye yönelme fırsatı olarak en iyi şekilde değerlendirmeye çalışmamız gerekiyor.

Tabiî, uhrevîleşme deyince, bundan, dünyayı ve dünyevî işleri tamamen terk edip, uzlete çekilmiş bir derviş hayatını anlamamak lâzım. Üstadın verdiği “dünyayı kesben değil, kalben terk” ölçüsü, böyle bir yoruma imkân vermiyor.

Sahabe mesleği de o değil. Sahabe, dünyayı kesben terk etmemiş. Hattâ bazı Sahabîler, dönemin “medenî”lerinden daha ileri gidip, dünyaya medeniyet dersi veren öncüler olmuşlar.

Ama bunu yaparken, Kur’ân’ın ve Peygamber tebliğinin saff-ı evvel muhatapları olarak, kalben hiçbir zaman dünyaya bağlanmamış, hep rıza-yı İlâhî ve ebedî hayatı esas ittihaz etmişler.

Sahabe mesleğinin ahirzamandaki takipçileri de hayatlarını bu anlayışla tanzim etmek durumundalar ve o gayretle yola devam ediyorlar.

Zamanın şartlarının ağırlığına merhameten İlâhî bir lütuf ve ikram olarak bahşedilen “şirket-i maneviye-i uhreviye” sistemi, bu hassas ve zor vazifenin ifasını kolaylaştıran bir mazhariyet.

Ne mutlu bu şirketin mensubu olanlara ve ihlâs, sebat, sadakat ve takvadaki derecesine göre buradaki ortaklık hissesini arttırabilenlere.

Gerçek şu ki, astronomik fiyatlarla ve sınırsız yiyecek-içecek vaadleriyle kurulan gösterişli iftar ve sahur sofralarının reklam edilmesi; ekranlardaki Ramazan programlarında tesettür ölçülerini kaale almayan karma ilâhi gruplarının boy göstermesi; bazı belediyelerin şenlik adı altında Ramazan’la hiç bağdaşmayan etkinlikleri gibi “bid’at”larda görüldüğü üzere, bizatihî Ramazan’ın dahi dindarları dünyevîleştirmek için kullanılmak istendiği dehşetli bir zamanda böyle bir manevî dayanağın önemi daha da artıyor.

Kadir Geceniz şimdiden mübarek olsun...

21.09.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Evren mi, Sedat mı?



Konuya neresinden başlayayım bilemiyorum. Rahatsızlığımın nedeni, başbakanın gelişigüzel konuşmalarından ziyade geride bırakacağı tortular, tahribat ve gelecekte yol açacağı riskler. Zira bu tür konuşmaların mealini ve yani sonuçlarını iyi bildiğim kanaatindeyim. Bazıları başbakanın yerel seçimler için kasıtlı olarak bu üslûbu yeğlediğini, sertleştirdiğini ve gerginliği tırmandırdığını düşünüyor. Ben ise aksini düşünüyorum. Gerginliğini kontrol edemiyor. Hisabi olarak böyle konuşuyorsa mesele siyasî ahlâkıyla ilgilidir. Ama hasbî olarak konuşuyorsa mesele ontolojiktir ve asıl tehlikeli olan da budur. Belki de ikisinin karışımıdır. Bazıları Erdoğan’ı Putin’e benzetti ve Putin erken öterek aslında kendisini Gürcistan’da kıstırmış oldu. 1988 yılında; Yeltsin dönemindeki gibi borsası tepetaklak oldu. Elbette sinirleri kontrol etmek bazen olumlu bazen de olumsuz sonuçlar doğurur. Sinirleri kontrolsüz bırakmak da öyledir. Şimdi kontrolsüz öfke Erdoğan’a mı yarıyor yoksa karşıtlarına mı, belli değil. Ama kanaatime göre başbakan bu durumda sermayeden yemeye başladı. Başbakanın son zamanlarda sadece patron Doğan’la değil kalemşör olarak adlandırdıkları gazetecilerle de ekran üzerinden atışmaya başlaması ve hesaplaşmaya gitmesi tehlikeli bir çığıra işaret ediyor. Doğan, bu yöndeki Erdoğan’ın konuşmalarını 12 Eylül lideri Kenan Evren’in konuşmalarına benzetmişti. Tartışılır. Eğer böyle ise tehlike yok demektir. Halbuki ben bu üslûbu en azından başbakan açısından daha riskli bir yerlerden hatırlıyorum. Bana Enver Sedat’ın üslûbunu hatırlattı. Bırakın anlatayım. Belki de tarihin tekerrür etmemesi için faydası dokunur. Enver Sedat, Nasır’dan sonra iktidara gelmiştir ve Rus uzmanları kovmuştur. Ardından 1973 harbini berabere bitirmiş ve İsrail efsanesini çizmiştir. Bu rüzgârla ve zafer sarhoşluğuyla birlikte 1977 yılında Knesset’e yani İsrail parlamentosuna gider ve burada bir nutuk irad eder.

***

Bu nutuk onun için sonun başlangıcı olmuştur. Bununla kalmaz ve ardından 1979 yılında Camp David anlaşmasını imzalar ve Menahem Begin’le birlikte Nobel barış ödülünü paylaşır. Sıkıntılar bundan sonra başlar. İslâmî kesimler Arap dünyası safından ayrıldığı için Enver Sedat’a ateş püskürmektedirler. Sedat da bulunduğu güçlü mevkiinden bunu hazmedememektedir. Dışarısı sürekli olarak başarısını pohpohlamaktadır. Batı kahraman ilân ederken Arap dünyası ve kendi yerli ahalisi kendisini Arapları satan bir ‘hain’ olarak damgalamaktadır. Bir yerde Türkiye’de ulusalcıların yer yer AB ve ABD ilişkilerinden dolayı başbakanı sorgulaması gibi. Sedat, megalomani ve azamet hastalığına yakalanmıştır ve bunun devası da yoktur. İslâmî kesimlerle amansız bir mücadeleye girişir. Halbuki başlarda onları Nasır’ın zulmünden kurtarmış ve hapishanelerden salıvermiştir. Camp David’den sonra tükürdüğünü yalama faslındadır. Büyüklüğün ve gururun eleştiriye tahammülü yoktur. Yavaş yavaş sağduyusunu ve itidalini kaybeder. Muhaliflerini ekrandan eleştirmektedir. Eleştirmek ne kelime sataşmaktadır. Mısır’ın hiç tanımadığı insanlarını böylece şöhret eder. Sedat sayesinde bizler Mısır’da ve Port Said’in bir köşesinde Hafız Selame adlı bir adamın varlığını öğrendik. Adam zaten İsrail’e karşı direnişinden dolayı 1967 kahramanıydı bir de Sedat adamı halk kahramanı yaptı. Hafız Selame netice itibarıyla sevimli bir kişilikti. Bir de tam tersi İskenderiyeli abus çehreli bir vaiz vardı onu şöhret etmek de yine Sedat’a nasip oldu. Sedat’ın öfkesi sayesinde belki hiç tanınmayacak kişileri tanıdık. Sonra bu tırmanma sahnesi, elim, trajedik ve talihsiz bir olayla perdesini indirdi. Sedat, Halit Şevki İstanbuli ve arkadaşlarının suikastına maruz kaldı ve böylece bir devrin perdesi kapanmış oldu. Sedat’ın elbette iyi yönleri vardı. Fakat öfkesinin kurbanı oldu. Ekrandan kadim dostu Ömer Telmisani gibi tevazu ve sükûnet abidesi bir insanı bile karşısına alarak: “Ben sana demedim mi Ömer’ şeklinde kabalıklarda ve sataşmalarda bulundu ve muhaliflerinin topunu hapishanelere doldurdu. Aralarında Papa Şennude ile Ömer Telmisani de vardı. Onun öfke kontrolsüzlüğü ülkenin de kontrolden çıkmasına sebep olmuş ve tarihte çok az kimsenin başına gelebilecek elim bir sona düçar olmuştu.

***

Türkiye’de de Ergenekon dâvâsı var. Elbette dâvâ Türkiye’yi kutuplaştırıyor ve geriyor. Bununla birlikte elbette meselenin üzerine gidilmesi de gerekir. Ama sağduyuyu ve itidali kaybetmeden. İkinci olarak, iktidar partisine yönelik bazı yolsuzluk suçlamaları var. Özellikle bu meseleden dolayı başbakanın asabının bozulduğu anlaşılıyor. Halbuki şeffafiyet, güvenin bir sonucudur. Güven de temiz olmanın bir getirisi ve gücüdür. Bazı haksız ithamlar da olabilir. Bunlar öfkeyle değil teenni ve şeffafiyetle savuşturulur. İnsanın kendisini eleştiri üstü görmesi orada birden fazla hatanın olduğunun göstergesidir. Karşılıklı suçlamalar dedikodu seviyesine inmiştir ve ekranlardan canlı olarak yürütülmektedir. Bu sağlıksız bir gidişata işaret ediyor. Sonra Suna Vidinli gibilerin birkaç yazardan ihtilâsla söz taşıması ve başbakanın bunu ‘yerin kulağı var’ şeklinde halka ilân etmesi gerçekten de bir muhasebe eksikliğinin sonucudur. Keza bir moderatör diye Murat Yetkin’in hedef alınması da iddia ne olursa olsun sonuçta Enver Sedat’ın ekranlarda Hafız Selame gibi isimlerle hesaplaşmasına benzer. Sedat, İskenderiyeli vaiz konusunda eşine sataştığından dolayı haklı da sayılabilirdi. Fakat mukabele sadet dışı olmuştur. Keskin sirke küpüne zarardır. Gerçekten de bu üslûpla birlikte iktidar partisi ve Türkiye çok tehlikeli bir sürece girmiştir. Yeni siyasî zaferler ancak bu riski büyütebilir. Başbakanın gücü de zaafı da konuşma kabiliyetinde yatıyor. Öfkeli üslûp kıvamında güç toplarken kıvamını kaybettiği oranda da geri tepen bumeranga dönüşür. Doğrusu başbakan bıçak sırtı çok riskli bir çizgide ilerliyor. Artık söz perhizi ve öfke kontrolü şart oldu. Bu aşamada yeniden seviyeyi yukarıya çekmek gerekiyor. Ramazanın varlığı biraz da bize bunu öğretmek için değil midir?

21.09.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır