"Gerçekten" haber verir 31 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Nejat EREN

Nur Talebeliğinin getirdiği sorumluluklar



Bir ömür boyu, bir dâvâ uğruna her yönden gelen katlanılması zor çilelere mukavemet edip, onları adeta bir mânevî haz ve gıda yapabilmek...

Her yönden gelen, akla sığmayacak onca hakaret, iftira, itham ve garaza; maneviyât, mukaddesât, vatan ve millet adına kahramanca göğüs gerebilmek...

Bunca fırtınalara ve dağlarvârî hadise, hareket ve olaylara karşı dimdik ayakta durabilmek...

Bütün olumsuz şartlara karşı özgüvenini ve ümidini asla kaybetmemek... En karanlık ve ümitsiz anlarda etrafına ümit olmayı başarabilmek...

Maneviyât ve dâvâ uğruna yardan, serden, maddeden, makamdan ve kendinden geçebilmek...

Her an ve her yerde müsbeti aramak, onu tatbik edip savunabilmek...

Vatana, millete ve insanlığa lâzım olan ne kadar müspet değer varsa onu yaşayıp yaşatma sevdasını her şeye rağmen devam ettirebilmek...

Demokratlığın, meşrûiyetin, medenî cesaretin savunucusu ve tatbikçisi olabilmek...

Adaletin, hukukun ve hakkın yılmaz savunucusu ve kendi çekim alanında ve dışarıda tatbikçisi olabilmek... Demokrasinin, insan haklarının ve hürriyetlerin daima yanında ve tarafında kalabilmek...

Şefkatin, merhametin, samimiyet ve hasbîliğin değerlerini toplumla paylaşma azim ve kararlılığının peşinde olabilmek...

Doğruluğun, sıdkın ve istikametin yanında yer alabilmek... Geri adım atmamak...

İstikametin, hidayetin ve merhametin devamlı yanında yer tutabilmek...

Gururun, kibrin, riyakârlığın hep karşısında ve muhalefetinde durabilmek...

Gayr-ı meşrûluğun, haksızlığın, zulmün karşısında sağlam duruşuyla direnebilmek...

Sağlam iradenin, şaşmaz delillerin, ilm-i ispatiyeciliğin, fıtrî istikametin yanında yer alabilmek.

Küfrün, inadın, kinin, radikalizmin ve taassubun, hakkan, ilmen ve insâniyeten makul olmadığını savunup ispat edebilmek...

Hakperestliği, hukukun üstünlüğünü, kalp ve beden temizliğinin faziletlerini her platformda en yüksek perdeden savunabilmek...

Nezaketin, merhametin, inceliğin yanında yer alabilmek...

Yeniliğin, mükemmelliğin, orijinalitenin öncülüğünü yapabilmek...

Manevî irtibatın, dostluğun, sakinliğin ve hakseverliğin bayraktarlığını devam ettirebilmek...

Mütevaziliğin kaybolmaması için, yaşadığı şahsî ve ailevî hayatıyla devamı yönünde elinden geleni yapabilmek.

Fedakârlığın, affetmenin, her türlü zorluğa katlanmanın toplumun barışı için olmazsa olmazları olduklarını idrak edip ettirebilmek...

Kısacası, bu fani hayatın bazı “olunmaz sanılanlarını” olabilirliğe çevirebilme meziyetini ve ustalığını gösterebilmeyi becerenlere verilen bir nevî isim ve nişânedir “Nur Talebeliği.”

Fani hayatlarını, yukarıda bazılarını sayabildiğimiz ve buna mümâsil değerlerle süsleyen o kahraman “nur erleri saff-ı evvellerin”, nâmüsait şartlarda başardıkları o muhteşem tablonun inci-mercan süsleridir bu zikredilen değerler.

Mirasyedici vârisler olmamak için “hazer edip, dikkatle bakıp, ihtimamla basmak, bir lokma, bir kelime, bir harekette batmamak” için çok daha sorumlu davranmak gerektiğini idrak edip tatbik etmek durumundayız. Mevlâ’m bizleri ve değerli dâvâ adamları ve müntesiplerini mahcup etmez inşallah.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Kâinat kitabının yaprakları



Kâinatta abes, çirkin, mânâsız ve hikmetsiz hiçbir şeyin olmadığına inanıyoruz. Gerek gaflet ve gerekse bir vurdumduymazlık içinde, kâinatın sahibi Cenâb-ı Allah’ın sonsuz kudretiyle var ettiği bir çok bitki, sırlarına ulaşılmadan göçüp gidiyor. Kargo servislerine gelen, göndericinin ve alıcının belli olduğu paketlerin kargo yetkililerince açılmadığı ve bilinmediği gibi.

Beşeriyete Hâlıkını tarif eden, öğreten, kudretini müşahede ettiren “üç küllî muarriften” birisi kâinat kitabıdır. Kâinat kitabını niye okumayalım? Okumaktaki faydayı ve okumamazlıktaki zararı görmek lâzım. Bu itibarla kâinat kitabının yapraklarını, çiçeklerini okumak; her gün yeniden doğan güneş ve ardı ardına gelen rengârenk mevsimler gibidir. Sırlar, hikmetler, gayeler, lütuflar, ikramlar görülüyor pencerelerden, yapraklardan, çiçeklerden… Kâinatın içinde, kâinatın en münevver meyvesini veren ve içinde misafir eden dünyamıza dikkatle ve uydudan bakıldığında rengârenk... Bir ucundan bir ucuna bambaşka tablolar ve sergiler... Tabiat ve doğa diye adlandırmak, serginin ve tablonun Sahib-i Hakîkîsine en azından hakarettir ve cehaletin bariz bir örneğidir.

Bediüzzaman Hazretleri “üç küllî muarriften” bir diğeri olan Kur’ân’ı tarif ederken şu hususlarda bize ışık saçıyor: “Kur’ân, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir tercüme-i ezeliyesi, ve âyât-ı tekviniyeyi okuyan mütenevvi dillerinin tercüman-ı ebedîsi… ve şehadet kitabının müfessiri, ve zeminde ve gökte gizli esmâ-i İlâhiyenin mânevî hazinelerinin keşşâfı, ve sutûr-u hâdisâtın altında muzmer hakâikin miftahı, hem bir kitab-ı duâ, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı fikir... ve mukaddes bir kütüphane hükmünde bir kitab-ı semâvîdir.”1

Kur’ân-ı Hakîm müteaddit âyetlerde bitkilerden, meyvelerden ve hububâttan bahsediyor ve Cenâb-ı Lemyezel ve Şâfi-i Hakîkî onların önemini aklımıza açıyor. Elbette bizler de bu açıdan ve bu tarikte çalışmamız lâzımdır. Biz bu çalışmamızı ortaya koyarken, “Modern Tıb dünyasının tedavi usullerini bırakın, bizim anlatacağımız bitki, sebze, meyve ve Kur’ân’da zikredilen diğer şeylerle tedavi olun!” demek istemiyoruz. Bizim temenni ve hedefimiz, şahsımın da daima kullandığı ve faydasını gördüğü, fakat üstü tozlanan bu maddeler üzerine eczacılarımızın, eğitim dünyasının ve hâssaten tıp dünyasının eğilmesi, gerekli deneylerin yapılması, merhem, macun, tablet, şurup veya damla olarak halka arz ve tavsiye edilmesidir.

Kâinatın en büyük âyeti ve yaratılışının sebebi olan Fahr-ı Kâinat Efendimize (asm) bütün eşyanın mahiyeti Rabb-ı Rahim tarafından bizler için öğretilmiştir. “Tıbb-ı Nebevî” olarak isimlendirilen bu dal üzerine Efendimizin (asm) 14 asır önce söylediklerini ve zâtında uygulamasını, kullanılmasında büyük şifaların olduğunu bugün batı dünyası hayretle karşılıyor ve tasdik ediyor. İncir böyle, zeytin böyle, kabak böyle, çörek otu ve emsâli nebâtât böyle...

En başta bu ilaçların tesiri için “Ben bununla ve izn-i İlâhî ile ve Cenâb-ı Allah’ın Şâfî isminin tecellisi ile şifa bulacağım” duâ ve temennisi şarttır, yoksa tesirâtı zor görülmektedir. Çünkü müşahedem odur ki; “Ben kanseri yeneceğim, ben hasta değilim” inanç ve azmi neticesinde, hakikaten çok ağır hastalar kurtulmuşlardır. Bu itibarla takdim edilen bitki, meyve ve sebzelere O’nun adı ile Şâfii Hakikî’yi tefekkür ederek ve şifa bulacağına inanarak yönelmek, ruhta ve bedende muhteşem gelişmeleri gösterecektir inşaallah.

Sebze, hububat ve bitki ilaçları dar gelirliler için çok ekonomik ve iktisatlı. İlaçların yanına varılamadığı ve doktor muayene fiyatlarından ürküldüğü bu dönemde, halkın aktarlara dönmesi yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada cereyan etmektedir. Tıp dünyası da bu nevî çalışmalara kendini mecbur hissetmektedir. “Eski yıllarda okul çocuklarının ceplerini kuru incir ile dolduran anneler, ne yazık ki; bugün çikolata ve abur-cubur ile dolduruyorlar ve çocuklar da hastalıktan kurtulamıyorlar.”2

Dipnotlar:

1- B.S.Nursî, Sözler, 25. Söz

2- Dr. Haluk Nurbaki.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kur’ân’da bazı kavramlar



Mehmet Bey: “1-Kur’ân’da geçen

‘ebnâeküm’ kelimesinin tam karşılığı oğullar mı, çocuklar mı? Yani bu kelime cinsiyet ifade ediyor mu? Yoksa ‘zürriyet’ anlamında mıdır? 2-Yine Bakara Sûresi 25. âyette geçen ‘ezvacün’ kelimesinin anlamı eş mi, kadın mı? Eğer kadınsa, kadınların Cennette eş seçme hakkı var mıdır diye bir soru akla geliyor.”

1-TARİH boyunca insanlar bir servet gibi, bir zenginlik gibi, bir güç kaynağı gibi oğullarıyla övünmüşler, oğulu bir itibar ve şeref meselesi yapmışlardır. Oğlu çok olanlar güçlü ve şerefli bilinmiş, oğulsuz olanlar da yerilmiş, kınanmış, ezilmiş, nesli kesik mânâsına gelen lâkaplarla anılmışlardır. Meselâ, Peygamber Efendimiz’in (asm) üç oğlu olmuş, üçü de küçük yaşta vefat etmişti. Başka da oğlu olmadı. Oysa muhterem kızları vardı ve pak nesli kızı Fâtımatü’z-Zehrâ anamızla devam ediyordu. Fakat kavmi oğulu itibar kaynağı saydığı için, oğlu olmadığı mânâsında Sevgili Peygamberimiz’e (asm) “ebter” (nesli kesik) diye lâkap taktılar ve rencide ettiler. Kur’ân ona “ebter” diyenlere şöyle cevap veriyor: “Ebter olan sana düşmanlık edenin ta kendisidir.”1

İnsanoğlunun oğullarla övünmesi şüphesiz kabaca bir zevktir ve Kur’ân bunu tasvip etmez. Bahsettiğiniz âyetlerin bir kısmında insanoğlunun bu kabalığı nazara verilir ve kınanır. Meselâ: “Mal ve oğullar dünya hayatının süsüdür. Baki kalan sâlih işler ise, Rabb’inin katında sevapça daha hayırlıdır, ümit bağlamaya da daha lâyıktır”2 âyetinde Kur’ân, mal ve oğula güvenenleri kınar, bunun yerine insanlığı sâlih ameller ve hayırlı işler yapmaya davet eder.

Keza, “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunlaşmasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler size Allah’tan, Resûlünden ve Onun yolunda cihaddan daha sevgili ise, o zaman Allah’ın azabı gelinceye kadar bekleyin. Allah, kendisine itaatten çıkmış fâsıklar topluluğuna yol göstermez”3 âyeti de dünyanın her türlü itibar verici unsurlarının geçici, fânî ve değersiz; Allah ve Resûlallah sevgisinin ise, bâkî, Allah katında değerli ve ulvî olduğunu bildirir.

Ebnâeküm, oğullarınız demektir. Bu kelime zürriyeti devam ettiren bir unsur olarak erkek evlâdı ifade ediyor. Nitekim şu âyette bu mânâda kullanıldığı gayet açıktır: “Sizi Fir’avun kavminin zulmünden kurtardığımızı da hatırlayın ki, onlar sizi azabın en kötüsüne uğratıyorlar, kızlarınızı sağ bırakıp, oğullarınızı kesiyorlardı.”4 Bu âyette kızlarınız “nisâeküm” kelimesiyle, oğullarınız da “ebnâeküm” kelimesiyle ifade edilmiştir. Kur’ân, böylece kendi kendisini tefsir etmiş, “ebnâeküm” kelimesini açıklamıştır.

2- “İMAN eden ve salih amel işleyenleri müjdele: Altlarından ırmaklar akan Cennetler onlarındır. O Cennetlerden rızık olarak bir meyve yediklerinde. ‘Bu daha önce yediğimiz rızıktandır’ derler. Rızıkları dünyadakine benzer şekilde kendilerine sunulur. Orada onlar için ter temiz eşler vardır. Onlar orada ebedî kalacaklardır.”5 Bu âyette geçen “ezvâc” kelimesinden maksat kadın veya erkek eştir. Burada geçen “lehüm” zamiri erkek cinsine ait bir zamirdir, fakat burada, âyetin başında Cennetle müjdelenen mü’minler ve salihler topluluğunu kadın erkek ayırt etmeden topluca ve hep beraber ifade etmektedir. Nitekim Arapça’da “hüm” (onlar) zamiri erkekleri ifade ettiği gibi, erkek ve kadınlardan müteşekkil bir topluluğu da ifade eder. “Hünne” zamiri ise yalnız kadınlar içindir. Bu âyette “hüm” zamiri ortak kullanılmıştır. Yani Cennette mü’min ve sâlihlerden erkek olanlara kadın eşler verileceği gibi, kadın olanlara da erkek eşler verileceğini bu âyet müjdelemektedir. Cennet nimetlerinde kadın erkek ayırımı yoktur. Her mü’min, ameli ve Allah’ın lütfu derecesinde Cennet nimetlerinden istifade eder.

Dipnotlar:

1-Kevser Sûresi: 3

2-Kehf Sûresi: 46

3-Tevbe Sûresi: 24

4-Bakara Sûresi: 49

5-Bakara Sûresi: 25

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Emsâlsiz bir kardeşlik örneği



Bir toplum düşünün! Sevgide, saygıda, şefkatte, yardımlaşmada, dayanışmada; acıyı, tatlıyı, sevinci, tasayı paylaşmada tek vücut olmuşlar. Birbirlerinin gören gözü, işiten kulağı, düşünen aklı, tutan eli, yürüyen ayağı hâline gelmişler.

Ayakları altına karpuz kabuğu koyan; rahatını, keyfini başkalarının zararında arayan insanların türediği günümüz toplumlarında bahsi tatlı gelen böyle bir toplumu hayal etmek bile mümkün değil.

Peki, böylesine kenetleşmiş bir toplum mümkün müdür? Örneği görülmüş müdür?

Elbette mümkün ve vakidir.

Sevgili Peygamberimiz (asm), “Mü’minler birbirlerini sevmek, birbirlerine şefkat etmek ve iyilik yapmakta tek vücut gibidirler. O vücudun herhangi bir uzvu hastalanırsa, diğer uzuvlar da hastalığın acısını duyar, ateşini hisseder, uykusuz kalırlar.”1 “Hiçbiriniz, kendisi için istediğini, din kardeşi için de arzu etmedikçe tam iman etmiş olmaz”2 gibi hadisi şerifleriyle böyle bir toplumu hedefliyor ve bu maksadını yirmi üç sene gibi kısa bir zamanda, hem de ideal mânâda, emsali görülmedik ve görülmeyecek bir tarzda gerçekleştiriyordu.

İşte bunun ispatlarından birisi! Bir âyette Kur’ân böylesine fedakâr ve feragat sahibi kahraman insanları şöyle anlatıyor:

“Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalblerinde yerleştirmiş olanlara gelince: Onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ihtiraslarından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir.”3

Bu İlâhî övgüye mazhar olan, Mekke’den Medineye hicret eden Muhacir denilen Müslümanlara destek elini uzatan yardımcılar anlamındaki Ensardı.

Ensar neler yapmıştı da böylesine Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olmuştu? Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki makalemizde duralım.

Dipnotlar:

1 Buharî, Edeb: 37; Müslim, Birr: 66.

2 Buharî, İman: 13; Müslim, İman: 71; Neseî, İman: 33.

3 Haşir Sûresi: 9.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nursî belgeseli kalsın



Can Dündar'ın imzasını taşıyan "belgesel" türü yayınlar, her nedense büyük ses getiriyor. Özellikle de "Atatürk konulu" belgeseller. Tıpkı, "Sarı Zeybek" ve son çalışması "Mustafa" isimli belgesel (!) filminde olduğu gibi...

Haliyle, bunları beğenen de var, beğenmeyen de. Mesela, AKP'li Enerji Bakanı Hilmi Güler'in beğendiği ve izlerken çok etkilendim dediği "Mustafa" filmini CHP lideri Baykal hiç mi, hiç beğenmemiş.

Filmi beğenmeme gerekçesini ise, özetle şöyle açıklıyor Baykal: "Atatürk’ün sofrası, içki içilen, coşku bulunmayan, sanki başarısız olmuş, bıkmış, umutsuz, yalnız ve yaşlı bir adamın sofrası olarak lanse ediliyor. Atatürk günde bir büyük rakı içen, kadınlara zaafı olan birisi olarak gösterilmiş. Zaafları olabilir. Ancak, Atatürk gibi bir adamın sofrası bu resim olamaz... Atatürk, kendi döneminin tüm liderleri diktatör olduğu halde, bu yönde hiçbir eğilimi olmayan bir liderdi. Hep çoğulcu demokrasi istedi... Filmde, cumhuriyeti kurmak için birlikte hareket ettiği arkadaşlarını sonradan yemiş, onlara ihanet etmiş gibi gösteriliyor. Bunlar gerçek değil." (Sabah, 30 Ekim 2008)

Doğrusu, bu noktada sayın Deniz Baykal'ın "GERÇEKLER"den ne anladığını merak ediyoruz. Dolayısıyla da, "çoğulcu demokrasi"den dem vuran ve Kuva–yı Milliye saflarında yer alan kahramanların hiçbir şekilde dışlanmadığını, yahut harcanmadığını iddia eden Baykal'a şunları sormak hakkımız: 1) Gerçekte çoğulcu demokrasiye ne zaman geçildi? 2) Gerçekte Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Rauf Orbay, Ali Şükrü, Hüseyin Avni, Eşref Edib, Mehmed Akif gibi "Millî Hareket"in bayraktarı olan şahsiyetlerin başına neler geldi?

Neyse, biz gelelim asıl konumuza; yani, "Mustafa" isimli belgesel film ile ilgili çarpıcı gelişmelere...

Turkcell yokum, Sabancı varım dedi

Can Dündar, dünkü Milliyet'te (30 Ekim) çıkan "Zorunlu bir açıklama" kıvamındaki köşe yazısına şu cümlelerle başlıyor: "'Mustafa' dün vizyona girdi. Ama, gün boyu bunun keyfini sürmek yerine 'filmin sponsoru'na dair sorularla uğraşmak zorunda kaldım. İş dallanıp budaklanınca 'En iyisi her şeyi bütün açıklığıyla anlatmak' diye düşünerek bu yazıyı yazmaya karar verdim."

Dündar, yazısında özetle filme sponsor olmaları için Turkcell Genel Müdürü Süreyya Ciliv’le birkaç kez görüşüp anlaştıklarını, karşılıklı güvene dayalı olarak işe koyulduklarını, büyük masraflar yaparak epeyce bir ilerleme kaydettiklerini, ancak Turkcel yetkililerinin geçen süre içinde geri adım atmaya başladıklarını ve nihayet yapılan reklâm, tanıtım, fragman masrafını ödmekle birlikte, açık bir dille "Biz bu işten vazgeçtik"dediklerini aktardıktan sonra, yeni sponsor bulmak için Sabancı Grubu'na teklif götürdüğünü, onların da filmi izleyip beğendiklerini ve sonunda "Biz varız" diyerek sponsorluk yaptıklarını anlatıyor.

Dinin tasfiye edilmesi

Şimdi, Can Dündar'ın yazısında dikkatimizi çeken asıl "can alıcı" noktalara geliyoruz. Filmin ilk halini izleyen Turkcel yetkililerinin red gerekçeleri arasında aynen şunu aktarıyor, Dündar: "Filmde verdiğimiz bazı bilgilerin onları yadırgattığını fark ettim. Film, Atatürk’ün imza attığı büyük devrimi belgelemekle birlikte, özel hayatına da giriyor, sofrasından, yalnızlığından dem vuruyor, dinin toplumsal hayattan tasfiye edilmesi gereğine ilişkin radikal görüşlerine yer veriyordu. Turkcell ise, ...Atatürk’e zarar vermesinden, inanç sahibi insanları rencide edebilecek yanlış anlamalara yol açmasından kuşkulanıyorlardı... Aynı kaygıları benim de taşıdığımı, böyle olmasın diye de âzami dikkati gösterdiğimi... anlattım."

Evet, aralarında bu minval üzere uzayıp giden ve tam 7 saat süren tartışmaların yaşandığını, ancak yine de tereddütlerin izale olmadığını ve nihayet iplerin koptuğunu anlatıyor, Dündar.

Şimdi, lütfen dikkat buyurun!

Can Dündar, Atatürk'ün "Dinin toplumsal hayattan tasfiye edilmesi gereğine ilişkin radikal görüşleri" olduğunu ve buna filmin ilk halinde yer verdiğini açık bir dille ifade ederek, aslında bir yönüyle "itiraf"ta bulunuyor. İtiraf, çünkü filmin son halinde bu çarpıcı gerçeğin kısmen de olsa yumuşatılarak ve üstü örülerek yansıtıldığı anlaşılıyor. Niketim, kendisinin de tıpkı Turkcell yöneticileri gibi aynı kaygıları taşıdığını ve "böyle olmasın diye âzami dikkati gösterdiğini" bir nevi ifşa etmiş oluyor... İşin doğrusunu ise, sadece biz değil, sayın Dündar gibi yakın tarihi araştıran hemen herkes biliyor.

Doğrusu şu ki: M. Kemal'in İslâm dinine bakışı, yaklaşımı ve hatta konuşmaları itibariyle 1923'ten önce başkadır, 1923'ten sonra başkadır. Bu tarihten önce, din aleyhinde değil, zahiren bütünüyle dinin lehinde gibi görünen sözlerinin hiçbirine 1923'ten sonra rastlayamazsınız. Hele, Hilâfetin kaldırıldığı 1924'ten sonra hiç rastlayamadığınız gibi, hakikaten tıpkı Dündar'ın ifadesiyle "Dinin sosyal hayattan tasfiye edilmesine ilişkin olarak hem radikal sözleri, hem de devrim niteliğinde icraatleri var, M. Kemal'in.

Acaba, bu tarihî gerçekliğin aksini iddia edecek Allah'ın bir tek kulu var mı? Varsa şayet, lütfen işaret buyursun da, tarihî gerçeklerin sunturlu yalanlarla nasıl da tersyüz edildiğini kendilerine bir bir anlatmaya çalışalım.

Cemal Kutay'ın yapamadığı

Bütün bu yaşananlardan sonra, hatırımıza—vaktiyle Cemal Kutay'ın yaptıklarını çağrıştıran) bir başka konu daha geldi.

Hatırlayanlarınız olacaktır. Can Dündar'ın bundan iki sene kadar evvel "Said Nursî belgeseli" çekmek için hummalı bir çalışmanın içine girdiğine dair çeşitli basın yayın organlarında haberler, bilgiler çıkmıştı. (Zaman Turkuaz, Eylül 2006)

Üstelik, bu işin organizasyonunu ve sponsorluğunu da, dindar bilinen kimseler üstlenecekti. Ancak, ne hikmetse bu girişim durdu, ya da tökezlendi. İnşaallah akamete uğamıştır diye de dua ediyoruz.

Evet, bazı önemli gerçeklerin saklandığı anlaşılan "Mustafa belgeseli"ndeki mantık örgüsüyle hareket edilecekse şayet, hazırlanacak bir Said Nursî belgeselini beğenemeyeceğimizi şimdiden ilân etmek istiyoruz.

Tavsiyemiz şudur: Birbiriyle zıt kutuplarda bulunan Mustafa Kemal ile Said Nursî, ya olduğu gibi tanıtılsın, ya da bu işe hiç bulaşılmasın. Vaktiyle Cemal Kutay bulaştı da ne faydası oldu? Prestijini kaybetmekten ve zihinleri bulandırmaktan başka...

Son not: Sayın Dündar! Bu şartlarda Said Nursî belgeseli yapmakla Kemalistlere yaranamayacağın gibi, Nurcuları da asla memmun edemezsin. İyisi mi, Cemal Kutay gibi yapma, gelen teklifleri peşinen reddet ve tereddüt dahi etmeden gel vazgeç bu sevdadan.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Risâle-i Nur’un ana hizmet stratejisi



Risâle-i Nur Kur’ân’ın mu’cizeliğini ispat eden, istikbâli de aydınlatan, bir Kur’ân tefsiridir. O bir tarikat değil, doğrudan doğruya Kur’ân’ın feyzinden mülhem bir hakikattir.

İmanî esasları ve İslâmî meseleleri aklî ve ilmî delillerle de ispat ettiğinden; şu zamanın ihtiyaçlarına uygun bir ilâçtır.

Risâle-i Nur’un gayesi; iman kurtarmak ve rıza-i İlâhîdir.

Dâvâsı ise, memleketi ve âlem-i İslâmı ilgilendiren; dağlar kadar büyük, umumî bir tahribatı tamir edip; küfr-ü mutlakı kırmak; dinsiz felsefe ile mücadele etmektir. İslâmiyet ve vatan zararına olan her türlü cereyana (felsefî akımlara) karşı koyar. Hürriyet, emniyet, adalet ve asayişi tahkikî imanla temin eder. Islah ve terbiye vazifesi de yapar. Yalnız iman dersi içtima-î ders de verir.

Metod olarak, tasavvuf  dairesine girmeden, doğrudan hakikate yol açar; iman, hayat, şeriat sırasını takip eder. İkna metodunu kullanır. Fıtratı değiştirmeyi değil, onun mecrâını düzeltmeyi esas alır.

Nur dairesine, sırf Kur’ân-ı Hakîm’in dellâlığını yapmak için girmeli. “Cemaat olarak meselemiz imândır”1 diyerek Nur cemaatinin hizmet stratejisini temellendiren Bediüzzaman, Nur hareketinin hizmet hedefi ve programını şöyle çizer:

- Nur tabeleri evvelâ kendilerini,

- Sonra milletimizi îdam-ı ebedîden (sonsuz yokluktan) ve daimî berzahî haps-i münferitten (süresiz yalnız başına kabir hapsinden) kurtarmak;

- Vatandaşlarımızı anarşîlikten ve serserilikten muhafaza etmek,

- Ve iki hayatımızı imhaya vesîle olan zındıkaya karşı Risâle-i Nur’un çelik gibi hakîkatleriyle kendimizi muhafazadır.2

- Nur talebelerinin özel vazifesi, “Kur’ân’ın îmanî hakîkatlerini tahkîkî bir sûrette (araştırarak) ehl-i îmâna bildirip, onları ve kendimizi îdam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i münferitten kurtarmaktır.”3

- Bu zamanda, her şeyden önce iman hakikatlerine hizmet, birinci; diğer meseleler ikinci, üçüncü, dördüncü maksat olmalı. Hatta, siyasi ve zalimlerin satranç oyunları olan dünya savaşları, boğuşmalarıyla dahi ilgilenmemeli… Zira, bunlar, zulümlü zulümatlı oyunlardır. Kur’ân’a hizmet ise, nurânî vazifedir. Onlar bizim nurlu meselelerimizi merak etmiyor; biz neden onların zulümatlı oyunlarını takip edelim?4,

Dipnotlar:

1-Tarihçe-i Hayat, s. 201.

2-Şuâlar, s. 305.

3-Şuâlar, s. 320.

4-Kastamonu Lâhikası, s. 84-85.

31.10.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Kadir AKBAŞ

AYM demokrasiyle barışık mı?



ANAYASA Mahkemesi, üzerine masum insanların kanlarının bulaştığı 1960 Anayasasının kurguladığı bir yargı organı. Dahası Yassıada’da yargılama adı altında sergilenen komedinin, utancın, zulmün başrol oyuncularının ilk üye olarak atanarak, kuruluşunda bu utanca ortak edilen bir yargı organı.

Anayasa Mahkemesi kararlarında, mahkemenin kuruluşunu kanlı bir askerî darbeye borçlu oluşunun bıraktığı bir burukluğun var olduğuna ilişkin bir emareye rastanabileceğini sanmıyorum. AYM, bir başka askerî darbeyle kuruluşunu borçlu olduğu 1960 Anayasasının yürürlükten kaldırıldığı dönemde de suskun kalmayı tercih etmişti. Mahkemenin o dönemde ki üyelerinin bununla da yetinmeyip, darbenin elebaşılarını tebrik ettiklerini hatırlamak gerekir.

1982 Anayasasının hazırlanış ve halkoyuna sunuluşundaki hukuk dışı uygulamalar sebebiyle, bu anayasanın meşrûiyeti haklı olarak sorgulandı. Anayasa Mahkemesinin 1982 Anayasasının uygulanmaya başlandığı günden bu güne verdiği kararlarda, anayasanın hazırlanış ve yürürlüğe girişi ile ilgili herhangi bir eleştiride bulunduğu hatırlanmıyor. Anayasa Mahkemesinin, demokratik süreçlerin eksiksiz işletilerek, gerçek bir toplumsal sözleşme niteliğinde bir anayasa hazırlanması hususunda bir beklenti içerisinde olunduğuna ilişkin hiçbir işareti ise hatırlamıyor.

Mahkeme, anayasa değişikliklerine ilişkin verdiği son kararda, Anayasaların “hukuksal çerçeve dışında yer alan” güçler tarafından hazırlanmasını adeta onaylamakta ve bunu, anayasaların hazırlanması açısından aslî bir süreç olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Mahkeme, yürürlükteki anayasal düzene karşı girişilecek “hukuksal çerçeve dışında yer alan” bir eylemin başarılı olması halinde “yeni hukuksal düzenin temel esaslarının ne olacağını belirleyen anayasa koyucu” irade olacağına inanmaktadır. Mahkemeye göre “hukuksal çerçeve dışında yer alan” kalkışmanın kurgulayacağı yeni düzeninin herhangi bir meşrûiyet kaygısı taşımasına gerek yoktur. Zira kendisi baştan anayasa uygulayıcı bir yargı organı olarak böyle bir meşrûiyet tartışmasına girmeyeceğini deklâre ediyor. Mahkeme satır aralarında ülkemiz açısından “Katılımcı, müzakereci ve uzlaşıyı esas alan demokratik” usullerde hazırlanmış ve kabul edilmiş bir anayasa hazırlanmasını uzak görüyor. Mahkeme verdiği son kararlarla böyle bir süreci imkânsız kılmasa da oldukça zorlaştıracak yorumlarda bulunmaktan da geri kalmıyor.

Mahkemenin “hukuksal çerçeve dışında yer alan” diyerek yergi ve övgü ifade etmekten kaçınarak, ülkemiz açısından bir veri olarak kabul ettiği anlaşılan askerî darbelerin, hangi yöntemle hazırlanmış ve kabul edilmiş olursa olsun ilân edecekleri Anayasanın “Temel düzen normu haline geldiği andan itibaren, tüm anayasal kurum ve kuruluşların meşrûiyetlerinin dayanağı haline” geleceği inancındadır. Bu anlayış yüksek yargıda etkinliğini sürdürdüğü sürece Türkiye, daha nice “Darbe Günlükleri” okumak zorunda kalacak, nice “Ergenekon” veya adı başka soruşturmalarla beyhude uğraşacaktır.

Sizce, yürürlükteki Anayasaya karşı girişilecek, “hukuksal çerçeve dışında yer” alan güçlerin uygulamaya koyacağı anayasanın meşrûiyetini önceden ilân eden Türk Anayasa Mahkemesinin demokrasiyle barışık olduğu söylenebilir mi?

31.10.2008

E-Posta:




Faruk ÇAKIR

Çelişkinin ‘ç’si



En başta, ‘eğer doğru ise’ kaydını koyarak bir çelişkiye dikkat çekmek gerekiyor. “Eğer doğru ise” Genelkurmay Başkanlığı tarafından Bakanlar Kuruluna verilen birifingde “Doğu ve Güneydoğu’da camilerdeki boş din görevlisi kadroları bir an önce doldurulmalı. Bölgede imamsız cami bırakılmamalı” denilmiş. (Yeni Şafak, 30 Ekim 2008)

Dün bazı gazetelerde yer alan ‘öneri’lerde başka maddeler de var, ancak özellikle bu madde yaşanan bir çelişkiye dikkat çekiyor. Gerçi bir ‘yetkili’ toplantıda tamı tamına böyle bir beyan olmadığını ifade etti, ama geçmiş yıllarda benzer ‘çare’ler dile gitirildiği için yaşanan çelişkiye dikkat çekmekte bir beis yok.

Şunu herkes bilir ve takdir eder ki, milletimiz dinine, inancına sahiptir ve mümkün olduğu kadar ‘gerekleri’ni yerine getirmeye çalışır. İslâmın emir ve yasakları yerine getiremeyenler dahi, “Keşke imkân olsa, ben de bu gerekleri yerine getirebilsem” der.

Bu durum bütün Türkiye’de geçerli olduğu gibi, bilhassa Anadolu’da daha da yaygındır. Tarihte yaşanan hadiseler de buna delildir. Kısaca hatırlamak lâzım: Geçmiş yıllarda ‘isyan’ eden bir grup, “Kaymakamımız namaz kılmıyor. Böyle insanlara nasıl itimat edeceğiz” demiştir. Üstelik (bilmânâ) bunu söyleyen isyancılar da eşkiya imiş! (Bkz: Tarihçe-i Hayat, Sayfa 125)

12 Eylül ihtilâlinden sonra da uzun süre Güneydoğu’da uçaklardan ‘âyetli-hadisli’ bildiriler atıldığı biliniyor. Tamam, terörü önlemek insanları ‘ikna’ etmek lâzım ve bunun için âyet ve hadislerden istifade etmek şart. Fakat Türkiye’nin bir ilinde böyle yapıp, başka bir ilinde -meselâ- Kur’ân öğrenenlerden gocunmak neyin nesi? Çocukların Kur’ân öğrenmesine bile yaş sınırı getirip, her türlü engeli çıkar; öte yandan da terörü önlemek için ‘âyet-hadis’li bildiriler dağıt! Bu çelişkinin izah edilmesi mümkün mü?

Yine tekrarlayalım: Bakanlar Kurulu toplantısında konuşulduğu ifade edilen maddeler (konuşulmamış olsa da netice değişmez) derin çelişkilerimizi hatırlatıyor. Türkiye pek çok sıkıntısını milletiyle barışarak aşabilir. Bunun ilk adımı da milletin inancına saygıdan geçer.

Bakınız, 29 Ekim 2008 günü her yıl olduğu gibi bu yıl da cumhuriyet bayramı kutlamaları yapıldı. Gazetelere yansıyan bazı haberler de bu çelişkiyi ortaya koydu. Başka hiç bir dert yokmuş gibi, bazılarının işi gücü başörtülülere zorluk çıkarmak. Cumhurbaşkanı bile ‘eşli’ ve ‘eşsiz’ toplantı/resepsiyon düzenliyor. Bir ilimizde başarılı oldukları halde sırf başı örtülü diye ‘birinci’lere ödül verilmiyor. Başka bir yerde başörtülü oldukları için hanımlar ‘resmî geçit’e alınmıyor v.s.

Tabiî ki bu uygulamalar da ilk defa olmuyor. Ama yıllardan beri devam eden bu çelişkilerle bir yere varmak mümkün değil.

İlk adım, devletin milletiyle barışması ve kaynaşmasıdır. Bunun için adım atmamakta direnenler Türkiye’ye haksızlık ediyor. Bu çelişkilerin uzun süre devam etmesi mümkün olabilir mi?

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Resepsiyon formülleri



Cumhuriyet’in 85. kuruluş yıldönümü önceki gün kutlandı. Ancak bu kutlamalardan daha çok Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün verdiği iki ayrı resepsiyon ile Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un “ilk kez” kendi personeline yönelik verdiği “Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu” ve tabii CHP’nin Köşk’teki resepsiyona katılmaması, yani boykotu konuşuldu.

***

28 Ağustos’ta Cumhurbaşkanlığına seçilen Abdullah’ın Gül’ün, göreve gelmesinin üzerinden iki ay geçmesinin ardından Köşk’teki resepsiyon davetini nasıl vereceği merakla bekleniyordu. Çünkü, 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer başörtülü eşleri resepsiyona davet etmiyordu. Eşi de başörtülü olan Gül, eşli davet etse özellikle askerlerin nasıl tepki vereceği konuşuluyordu. Gül, birden fazla resepsiyon vererek, davetlileri gruplara ayırmayı tercih ederek bir formül bulmuştu. Bu formüle göre Çankaya Köşkü’nde devlet erkânının ağırlandığı resepsiyonlar öğle saatine alınmış, böylece eşlerin davet edilmemesi için formül bulunmuştu.

Gül bu yıl da aynı formülü uyguladı. Öğlen 13.30’da verdiği resepsiyonu eşsiz, akşam 19.30’daki resepsiyonu ise “eşli” düzenledi. Öğlenki resepsiyona devlet erkânı, akşamki resepsiyona da medya yöneticileri, sporcular, sanatçılar ve bazı bakanlar katıldı. Gül, devlet erkânı eşsiz karşılarken, akşamki misafirleri Hayrunnisa Hanımla karşıladı.

Bu sene bir ilk de yaşandı. Gül’ün öğlenki “eşsiz” davetine katılan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Başbuğ ile komutanlar akşam da basında “alternatif” olarak değerlendirilen ve TSK mensubu üst düzey subayların katıldığı, kendi personeline yönelik bir Cumhuriyet Bayramı Resepsiyonu düzenledi.

***

Her konuda bir tartışma konusu çıkarmakta üstüne olmayan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da bu seneki resepsiyon tartışmalarında “bir numara” olmayı ve adından bahsettirmeyi başardı. Sadece Anıtkabir’deki törenlere katılan Baykal’ın gerekçesi de hazırdı. “Hukukun ve Cumhuriyet değerlerinin hızla aşındırılıp yozlaştırıldığı bir dönemde yapılan kutlamaların Anıtkabir ziyareti ötesinde bir Cumhuriyet kutlaması şartlarını ve anlamını taşımadığı düşüncesindeyim…”

Baykal, kendisi katılmadı ama Meclis’teki törenlerde düşündürücü bir olay yaşandı. CHP milletvekili Atilla Emek, Meclis’teki Cumhuriyet kutlamalarında Gül’ü tebrik için sırada beklerken, ‘hata’sını anlıyor ve çareyi oradan sessizce ayrılmakta buluyor.

***

“Eş”li davetlerde Çankaya’nın “türbanlı akını”na uğrayacağı tahmininde bulunanların yanıldığı geçen sene görülmüştü. Bu sene de geçen senekinden fazla başörtülü yoktu. Bazı gazeteler başörtülülerin tek tek sayarak onları fişlediler.

Cumhurbaşkanı resepsiyonda gazetecilerin sorularını da cevaplandı. Terör, resepsiyon boykotu, Kuzey Irak ve Ermenistan meselesinden, ekonomiye varıncaya kadar bir çok soruya cevap verdi.

Burada bir not olarak aktaralım: Özal ve Demirel dönemi resepsiyonlarında böyle eşli-eşsiz gibi bir durumla karşılaşılmıyordu. O dönemlerde arzu eden başörtülü hanımlar davetlere katılıyorlar ve kimse de bunu yadırgamıyordu.

Bir cumhuriyet bayramını daha böyle resepsiyon tartışmaları ile geçirdik. Ümit ediyoruz ki, önümüzdeki yıllar bu tartışmalar yapılmadığı, isteyenin istediği gibi resepsiyon düzenlediği, isteyen herkesin bu resepsiyonlara katıldığı, isteyende katılmadığı bir yıl olsun. Böyle kısır tartışmalara da son vermek için normale dönümledir.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

ABD rotasındaki dış politika!



Kamuoyunun “Ergenekon dâvâsı”nın yanısıra Amerika’dan dalgalanan “küresel ekonomik kriz”e yoğulaştığı, terör, tahrik ve provokasyonlara odaklandığı bir sırada yine “cambaza bak!” şaşırtmacası oynanıyor.

Özellikle dış politikada Ankara bir defa daha oldu bittilerle karşı karşıya getiriliyor. Başbakan’ın her fırsatta rest çekip meydan okuduğu Avrupa Birliği’nin önerdiği demokratikleşme ve özgürlükleri bir tarafa bırakan siyasî iktidar, ABD rotasındaki dış politikayla Türkiye’yi gün geçtikçe daha da çıkmaza sürüklüyor.

Irak hükümeti, işgalci ABD ile “imzaladığı” ve bu yılın sonunda sona erecek olan “güvenlik anlaşması”nın üç seneden fazla uzatılmasını istemiyor. Bu amaçla anlaşmada “tâdilat” talep ediyor. Ancak ABD kabul etmiyor; üstelik gözdağı veriyor.

Amerikan Savunma Bakanı Robert Gates, “Güvenlik Antlaşması süresinin uzatılmaması halinde, Irak’a desteğini çekeceğini duyuruyor. Dışişleri Bakanı Condolezzee Rice, aynı tehdidi tekrarlıyor. Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Tarık Haşimi, açık açık ABD’nin, Bağdat’ın güvenlik anlaşmasını kabul etmemesi durumuna “Irak’taki operasyonları durduracağı ve her türlü lojistik desteğini çekeceği” tehdidinde bulunduğunu belirtiyor. Başbakan Nuri Mâliki, ABD’nin en geç üç yıl içinde askerlerini çekmesini istediklerini açıkça iletiyor.

Bu tehdit, hâlen her gün onlarca sivilin öldürüldüğü Irak’ta, yeniden yüzlerce insanın katledildiği olayların olması, bir buçuk milyon Iraklının daha katledilmesi anlamına geliyor…

“STRATEJİK MÜTTEFİK” HATIRINA…

Ve bu tam bu sırada Washington’da Bush’la başbaşa görüşen Barzani, sözde bağlı bulunduğu Bağdat’a kafa tutarak, Neoconlar hesabına ağababası Amerika’nın bölgedeki egemenliğini ve çıkarlarını önceliyor. ABD ile anlaşmanın en az 2020 yılına kadar uzatılmasını isteyerek Bağdat’ı dinlemiyor…

Kısacası, Irak’ı işgal edip 1.5 milyon insanı katleden, üç milyondan fazla Iraklıyı göçe zorlayan ve bir o kadarını perişan eden ABD, Irak merkez bankasını boşaltıp, yer altı ve yer üstü kaynaklarını sömürdükten, müzelerine kadar talân ettikten, 30 yıllık süreli ihâlelerle Amerikan ve İngiliz şirketlerine Irak petrol rezervlerini peşkeş çektikten sonra, ülkeyi terk etmekle korkutuyor. Terör ve patlamaların daha da şiddetleneceğini uyarıyor! Açık açık, “günde on-on beş sivilin katliyle kalınmayacak, yine her gün yüzlerce Iraklı öldürülecek!” tehdidini savuruyor!

Gerçek şu ki ABD’nin Irak’ta kalması, Irak’ın kuzeyinde “ikinci İsrail” işlevini görecek kukla devlete zemin hazırlamakla kalmıyor; bölgeyi Türkiye’ye yönelik terörün yuvalanmasına teşne hale getirdiği artık bütün dünyanın mâlumu. Kuzey Irak’taki bataklık kurutulmadıkça peşpeşe şehid naaşlarının gelmeye devam edeceğini, Türkiye’nin 300 milyar dolar masrafına bir o kadarının daha ilâve edilerek kalkınmasına büyük bir darbe vurulacağını Ankara gayet iyi biliyor.

Ne var ki aynı Ankara, ABD ile “stratejik müttefiklik” hatırına, Amerikan işgaline karşı komşu Bağdat’a hiç bir diplomatik destekte bulunmuyor.

Tıpkı “müttefiki” Pakistan’ın topraklarına yaptığı saldırılara bir yenisini ilâve eden ABD’nin en son insansız uçakla Veziristan bölgesine düzenlediği füze saldırısında yirmi sivili öldürmesine kayıtsız kaldığı gibi.

Şu hale bakın; bir hafta içinde ABD’nin Pakistan’daki saldırılarında öldürülenlerin sayısı otuzu aşıyor. Ne var ki siyasî iktidar, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetini tanıyan tek ülke olan Türkiye’nin kadim dostu “Kardeş Pakistan”a “stratejik ortağı” ABD nezdinde en ufak bir desteği esirgiyor.

ANKARA ŞAM’A KARŞI WASHİNTON’UN

YANINDA!

Ankara’nın “çekingenliği” bununla da kalmıyor. Irak’taki Amerikan helikopterleri, yine bildik bahanelerle, güya “El Kaide elebaşıları” olduğu iddiasıyla Suriye’nin sınır kasabası Ebu Kemal’e helikopterlerle saldırıyor. Tamamı sivil dokuz Suriyeliyi katlediyor. Amerikan ordusu çekinmeden bunu bir “başarı” olarak sunuyor!

İşgal altındaki Irak hükümeti bile buna karşı çıkıyor. Irak hükümet sözcüsü Ali Debbağ, “Komşu bir ülkeye saldırı için topraklarımızı kullandırmayız” açıklamasında bulunuyor. Amerikan uçaklarının Irak’tan kalkıp Suriye’ye saldırmasını kabul etmiyor.

Amerika’da bile Bush’un giderayak bölgede kaybettiği itibarını elde etmek için son canhıraş bir deneme yaptığı şeklinde yorumlanarak kınanıyor. Ne var ki AKP hükümetinden, bu konuda da ses sedâ yok.

Suriye ile İsrail’in “barış anlaşması” için masaya oturmasına Washington adına aracılık eden Ankara, Bağdat’ın bile işgali altındaki ABD’ye tepki gösterip ikaz etmesine mukabil en basit bir tepkiyi vermiyor.

Geçtiğimiz yıl İsrail savaş uçaklarının Suriye’deki tesisleri bombaladıktan sonra yakıt tanklarını Türkiye topraklarına pervâsızca atmalarına aylarca “izâhat” bekleyen Ankara, ne yazık ki açıkça Irak'ın toprak ve egemenlik ihlâli olan bu son saldırıda da Müslüman komşu Şam’a destek vermekten çekiniyor…

Peki, AKP iktidarı döneminde Ankara’yı Şam ve Bağdat’a karşı Washington ve Telaviv’in yanına iten nedir?

Bu sorunun cevabı bir türlü verilmiyor…

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

AKP'yi Kemalizm kurtarabilir mi?



Türkiye’de üzerinde kavga edilen hususlar yalnızca değerlerden ibaret değil. İdeolojiler, takımlar ve sınıfların yanı sıra şahıslar üzerindeki kavgalar da toplumumuzda öne çıkıyor. Siyasîlerin birbirlerini itham ettikleri “istismar” sahasında da bu problemler başgösterir.

Kemalizmin veya M. Kemal’in cemiyetimizdeki istismarının boyutlarını “Ergenekon” yapılanması kısmen de olsa ortaya çıkarmış oldu. 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerinde aşırı yoğunlukta kullanılan bu hususun 28 Şubat’ın ortaya çıkardığı AKP kadrolarınca da kullanılması hem bizim medyada, hem de dış basında hayli medar-ı bahis oldu. Hayatları “Kemalizme karşı” olmakla geçmiş bir kısım siyasal İslâm takipçilerinin şu süreçte Kemalizme soyunmaları hakikaten iç burkucu bir olay. Türkiye’de hükümet olmanın “olmazsa olmazı” olarak gösterilen “Kemalist geçinmeye” sağdaki ve soldaki demokratlar prim vermiyorlar. Yoğun rüşvetlerle susturulan medyamıza ulaşamayan bu tepkilerin önümüzdeki günlerde duyulacağını umuyoruz.

12 Eylül’ün bir başka versiyonu veya devamı niteliğindeki 28 Şubat ve sonrası uygulamaların siyasetçi “dindarlar”a yaptırılması, Türkiye Müslümanları açısından onur kırıcı görülüyor. Devlet kurumlarının M. Kemal’in resim ve büstleriyle doldurulmuş olması, Millî Eğitim müfredatlarına “ikrah” ettirecek derecede Kemalizmin yükletilmesi ve resmî tahattur günleri bahanesiyle fukara milletinin paralarının bu istikamette sokaklarda çarçur edilmesi gibi...

Bir tarafta “dünya devleti olma” ifadesi, öbür tarafta AB hedefleri ve beri tarafta bu denli yoğun M. Kemal meddahlığı, sizce de tenakuzlar korosunu oluşturmuyor mu? 12 Eylül’den sonra cami imamlarına hutbeler Ankara’dan gönderiliyordu. 28 Şubat’ta da önce Ankara, sonra belli noktalar devreye girdi. Her ne kadar görevlilerin kendi hutbelerini hazırlamaları gereği üzerine durulduysa da, netice yine değişmedi. AKP kadroları ve Diyanet İşleri Başkanlığı camilerde M. Kemal’i tanıtma ve sevdirme seferberliğine girişti. Hem M. Kemal’in prensiplerine, hem Türkiye laikliğine ve hem de dinin emirlerine gayet zıt olan bu uygulama ile, hükümet güzel şeyler yaptığını zannediyor. Çeşitli projeler çerçevesinde Diyanet İşleri kadrolarının ikide bir Washington’a taşınmaları ne kadar onur kırıcı ise, hutbelerdeki M. Kemal methiyeleri de laikliği tahrip eden fevkalâde tehlikeli bir istismardır. AKP kadroları, Kemalizmi hayatlarına felsefe edinen kadrolar kadar M. Kemal’i sevemeyeceklerine göre bu haysiyet kırıcı ikiyüzlülüğe niye tevessül ediyorlar?.

12 Eylül sonrasındaki Türk-İslâm sentezcilerinin takındıkları “Kemalizm” maskesini o dönemin hakiki Atatürkçüleri belgeli yayınlarla indirmişlerdi. Neocon ve Neoliberallerin dolaylı destekleri, Selanikliler Hanedanının yüksek himayeleri ve devlet imkânlarından faydalanmaya başlayan bazı grupların misyonlarına zıt bir şekilde susmaları, AKP’ye bu istismarı biraz daha yaptıracak gibi görünüyor. Fakat nereye kadar? Sloganlarla, maslahatçılıklarla, doğruya da eğriye de gerdan kırmalarla fazla mesafe alınamayacağını düşünüyorum.

Dinimizin esaslarından taviz vermeye kalkışanların halk içinde maskara olacaklarını az-çok herkes bilir.

Buna rağmen cami kürsülerinde M. Kemal istismarında yeni bir çığ açan AKP’nin maksadına ulaşacağını sanmıyorum. Hem bilirsiniz ki, bu tip istismarlar beklentilerin tam zıddı ile neticelenir. Daha önce de belirtmiştik; dini siyasete alet etmek ne kadar yanlış ise, milliyetçiliği ve ırkçılığı istismar da o denli yanlıştır. Kemalizmin bu istikamette kullanılmasının millete, vatana ve dine daha da fazla zarar getireceği kanaatindeyim.

Türkiye siyasetinde belli temellere dayanmayan, sistemli politikaların meydana getirdiği boşlukların bir neticesi olarak çıkan, dış ve iç menfaat ortaklıklarına dayanan ihtilâl sonrasındaki hükümetlerin uzun ömürlü olmaları hem milletin yararına olmaz, hem de mümkün değil.

Konjonktürel med ve cezirlerle kamuoyu oluşturanlar, suların fıtrî mecralarına dönüşünü belki geciktirebilirler, ama engelleyemezler. Nice maddî menfaatlerin, makamların, şöhretlerin ve servetlerin sabun köpüğü gibi kaybolduğu tarih, bunun ibret verici örnekleriyle dolu.

M. Kemal’e 80 senedir koşanların iradeleri ile milletin iradesinin çeliştiği yerde iktidar partisi millet iradesine kulak vermek yerine Kemalizm meddahlığını tercih ederse, kendi sonunu daha da çabuklaştırmış olur. Ergenekoncuları yuhalarken bir başka formatta Kemalist olmayı “millet iradesi” kabul etmez.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Çift isimli tek parti sistemi



Dünyada bir Obamania rüzgârı esiyor. İslâm âlemi ve Avrupa Obama’ya hayran. Seçim yarışını nefeslerini tutarak izliyorlar. Obama mucizesinden bahsediliyor. Kimileri de çift kanatlı, ama tek kalpli ve bedenli sistemden dolayı Obama konusunda şüpheler irad ediyor ve ortaya atıyor. Gerçekten de değişimi şiar edinen Obama, ABD’yi ne kadar değiştirebilir? Bush hanedanlığının ABD’yi dibe vurdurmasından sonra Obama, ABD’nin siyah Gorbaçov’u olabilir mi? Elbette ki bu, niteliklerine ve sistemin direncine bağlı bir durum.

Obama ile McCain karşılaştırıldığında kimse arada fark bulunmadığını ve Obama’nın McCain’den daha şahin olduğunu söylemiyor. Bu hususta bir ihtilâf yok. Lakin cevherî ve temel meselelerde Obama’nın, Amerikan sistemi içinde alacağı yol ve mesafe tartışma konusu. Yahudi asıllı ünlü muhalif ve dilbilimci Naom Chomsky sistem sebebiyle Obama’nın beklenen adam olmadığını ve ancak farkını detaylarda ve ikincil meselelerde ortaya koyabileceğini ve değişim sloganında sistemin özüne inemeyeceğini savunuyor. Bununla birlikte seçildiğinde ilk siyahî başkan olacak olan Obama’nın bizatihi seçilmesi de sessiz ve yavaş bir devrim sayılabilir. Daha 40 yıl önce ABD’de ırk ayrımcılığının tortuları yaşanıyor ve eski Güney Afrika ırkçı beyaz azınlık rejimine benziyordu. Hatta o sıralarda pekâlâ ABD’ye ırkçı beyaz çoğunluk rejimi de denebilirdi. O sıralarda, Obama’nın seçmenlerine okuduğu ‘Bir rüyam var’ hitabesini yapan Martin Luther King, bu tahammülsüz ırkçı rejim tarafından ortadan kaldırılmıştı. King Hıristiyandı ve Müslüman cepheden gelecek vaad eden Malcolm X de aynı şekilde Amerikan derin devletinin içten taşeronları tarafından tasfiye edilmiş ve kim vurduya gitmişti. Şimdi King’in halefi sayılabilecek Obama’ya da aynı tahammülsüzlükle Müslüman diyorlar.

***

Dolayısıyla ortada bir mucize varsa bu Obama mucizesi değil zamanın mucizesidir. Dolayısıyla bir radyo konuşmamda söylediğim gibi ‘Obama engellenebilir, ama Obamalar engellenemez…” Zira ortadaki değişim Obama’ya ve sisteme bağlı bir değişim değil, zamana bağlı bir değişimdir. Bu değişim sistem istediği için olmamıştır. Bilâkis sisteme rağmen olmuştur. Bundan dolayı Naom Chomsky meseleyi tahlil ederken ‘sistem ve konjonktür’ diyalektiğini unutmuş görünüyor. Sistemin ve düzenin işleyişte yatay bir etkisi var ama zamanın da dikey bir etkisi bulunuyor. Realite veya gerçek ikisinin çarpışmasından, ilişkisinden ve dinamizminden doğuyor.

Sosyal meselelerde matematik keskinliği veya mekanizm yoktur. Dolayısıyla komplo teorileri ancak mekanik ve matematiksel bir ortamda fonksiyon icra edebilir ve başarılı olabilir. Bu açıdan kim yaparsa yapsın 11 Eylül (komplo olsun veya olmasın) ABD’nin sonunu getiren bir sürece dönüşmüştür. Ali Larijani de yaşanan küresel ekonomik buhranı 11 Eylül sürecine bağlamıştır. Mesela Haricilerin komplo ile Hazreti Ali (ra), Muaviye bin Ebu Süfyan (ra) ve Amr ibnu’l As’ı (ra) öldürme teşebbüsleri sadece Hazreti Ali’nin (ra) şehadetiyle sonuçlanmış diğerleri ise sıyrıklarla ve ufak tefek berelerle teşebbüsten kurtulmuşlardı. Ve 17 Ramazan sonrası siyasi ortam hiç de Haricilerin tasavvur ettikleri gibi olmamış kendi kafalarına göre Müslümanları birleştirmek isterken Emevilerin kefesini güçlendirmişlerdir. Eski liderleri Hazreti Ali’yi (ra) ortadan kaldırarak kendilerini de bitiren süreci açmışlardı. Emevi idaresi de bu komplocuların eski arkadaşlarını yani Haricilerin bir kısmını paralı askeri hâline getirmişti. Bundan dolayı komplo ve teorileri her zaman olmuştur ama yağdan kıl çeker gibi başarılmış komplo teorileri ya hiç yoktur ya da azdır. Kem söz sahibine attir misali komplolar da döner dolaşır daha ziyade sahiplerine zarar verir.

***

Noam Chomsky, Der Spiegel dergisine yaptığı değerlendirmede ezcümle şunları söylüyor: “The United States Has Essentially One-Party System” yani “Esasta ABD sistemi tek partili bir sistemdir.” Çift partili görünmesine rağmen tek partilidir. Bu, dönüşümü ve rahatlamayı sağlar ve bir parti iktidarı tarafından yıpratılan Amerikan imajı arkasından yeniden toparlanır. Gerçekten de Ralp Nader üçüncü bir isim ve parti olmaya çalışmışsa da bunu hiçbir zaman başaramamıştır. Belki de başarısızlığı sistemin bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Vietnam’dan çekilmek de; riski olmayan Nixon’un halefi atanmış Gerald Ford tarafından gerçekleştirilmiştir. Chomsky Der Spiegel dergisine ayrıca ABD’de yapılan seçimlerin iki ayrı paradigmanın mahsülü değil sistem içi partilerin ve daha doğrusu iki farklı adayın yarışı olduğunu söylemiştir. Söylediklerinde elbette ki doğruluk payı var. Sözgelimi Demokratlar ile Cumhuriyetçilerin Irak konusunda ayrı telden çaldıklarını, ama temel fikirlerinin aynı olduğunu savunuyor. Demokratlar külfeti sebebiyle çekilmeyi teklif ederken Cumhuriyetçiler bedeli ağır olsa da eninde sonunda savaşı kazanacaklarını umuyor ve bu hesaba binaen çekilme yerine kalma politikasını savunuyorlar. Chomsky partilerden veya adaylardan hiç birisinin meseleye farklı ve ahlâkî ve hukukî zaviyeden bakmadığını söylüyor. Sözgelimi hiçbirisi Irak’a yönelik Amerikan işgalini saldırganlık olarak nitelendirmiyor. Ayrıca Obama, Irak’tan çekildikten sona Afganistan’a yoğunlaşmak istiyor. Son sıralarda İran noktasında tezleri birbirine yaklaşmış ve her iki taraf da alt düzeyde de olsa İran’la görüşmeye iknâ olmuş vaziyettedir. Hatta Chomsky konuşmalarında McCain’in daha sahici ve dürüst olduğunu ve Obama ile aralarındaki farkın proje farkı değil şahsiyet farkı olduğunu söylediğini hatırlatmaktadır. McCain temel meselelerde iki parti arasında bir farkın olmadığını ifade etmiştir. Bu anlamda, Obama’nın “establishment” yani kurulu düzenle ilişkilerindeki açığı Yardımcısı Biden kapatmaya çalışacaktır.

Obama mucizesinin hayâl mi yoksa gerçek mi olduğunu herhalde 4 Kasım seçimlerinden sonra göreceğiz. Fazla beklememiz gerekmeyecek.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İstismar, kuşku, çözüm



Anayasa Mahkemesi, başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakma iddiasıyla yapılan anayasa değişikliğini 2’ye 9 oyla iptal etmişti. AKP’yle ilgili kararda ise çok farklı bir oy dağılımı ortaya çıktı. 6 üye “Kapatılsın” dedi; 4 üye Hazine yardımının yarı yarıya kesilmesinden yana oy kullandı; iki gruba da katılmayan Başkan Haşim Kılıç’ın tercihi ise “beraat”ti.

Başörtüsü kararındaki 9 oy nasıl 6’ya, bu karara karşı çıkan 2 oy neden 1’e indi; bilinmiyor.

AKP kararı öncesi tahminler en az 7 üyenin kapatma için oy kullanacağı yönünde iken bu sayının 6 olarak gerçekleşmesinde ve gerek başörtüsünde, gerekse evvelce RP ve FP dâvâlarında Kılıç’la birlikte oy kullanan Sacit Adalı’nın bu kez “AKP’ye Hazine yardımı kesilsin” safına geçmesinde acaba hangi faktörler etkili oldu?

Şimdi değilse bile, istikbalde herhalde bu sorular da cevabını bulacak ve sırlar aydınlanacak.

Mahkemenin AKP kararı, daha evvel benzeri hiç görülmemiş tuhaf bir manzara oluşturdu.

11 üyenin salt çoğunluğunu oluşturan 6 oy kapatmadan yana olmasına rağmen, parti kapatmalarında gerekli sayı evvelce yapılan anayasa değişikliğiyle 7’ye çıktığı için AKP “kurtuldu.”

Ve sonucu, “Hazine yardımı yarı yarıya kesilsin” diyen 4 üye belirledi. İşin ilginç tarafı, onlar da AKP’nin laiklik karşıtı eylem ve faaliyetleri olduğunu kabul ettikleri halde, “hafifletici sebepler”le kapatma müeyyidesine “hayır” dediler.

Bu sebepler arasında, AKP’nin dört senedir boşladığı AB reformlarının da yer alması ve bu durumun medyada “AKP’yi AB reformları kurtardı” başlıklarıyla verilmesi son derece anlamlı.

“AKP kapatılsın” diyen 6 üyenin gerekçesinde yer alan bazı noktalar da gözden kaçırılmamalı.

Bunların başında, başörtüsü yasağı, Kur’ân kurslarındaki yaş sınırı ve imam hatiplerin katsayı sorunu gibi konularda çözüm beklentisinin toplumsal talep haline geldiğinin kabulü geliyor.

Aynı şey, başörtüsüyle ilgili kararda da dikkat çekmiş; başörtüsü takmak “bireysel bir tercih ve özgürlük kullanımı” olarak nitelenirken, yasakla ortaya çıkan durumun kronik bir sorun haline geldiği ve çözümün demokratik uzlaşı ve barışla bulunması gerektiği gibi ifadeler kullanılmıştı.

Bu yaklaşım, AKP kararının gerekçesinde, başörtüsünün yanı sıra Kur’ân kurslarındaki yaş sınırı ile imam hatiplerin katsayı sorununu da içine alacak şekilde genişletilerek tekrarlanıyor.

Yine AKP kararında, “Siyasî partiler dinsel özgürlük talepleri konusunda politika geliştirebilir” deniyor, ama “dinsel duyguların siyasal mücadele aracı haline getirilerek ayrışmalara yol açılmasının laiklikle bağdaşmadığı” belirtiliyor.

İşte burada, zaman zaman bazı AKP ileri gelenlerinin de “Bize niye kuşku ve kaygıyla bakılıyor? Bunun arkasında ne var? Bu psikolojiyi anlamaya çalışmalıyız” diyerek dile getirdikleri bakış tarzı ve halet-i ruhiye karşımıza çıkıyor.

Neden AKP ve MHP’nin başörtüsü için yaptığı bir girişim “istismar” olarak görülüyor? Yasağı anayasa değişikliği ile kaldırma teşebbüsü niye “herkesi tesettüre zorlama niyet ve projesinin öncü sinyali” olarak görülüp kuşku çekiyor?

Bu soruların, “din ve irtica korkuları”yla yetişen cumhuriyet aydınının psikolojisini dikkate alan bir nazarla enine boyuna tahlili gerekiyor.

Ve yine mahkemenin verdiği işaretler, 28 Şubat kaynaklı toplumsal sorunların çözümüne katkı verme noktasında özellikle CHP’ye önemli görevler yüklüyor. Başörtüsü, Kur’ân kursu, imam hatip eksenindeki sancıların giderilmesi için CHP, şimdiye kadarki atgözlüklü tavrından farklı, pozitif, yapıcı politikalar üretebilirse, iç barış ve huzura tarihî bir hizmet yapmış olur.

Son olarak: Bütün bu tartışmalar, din ve vicdan özgürlüğü alanındaki kronik sorunların olabildiğince sancısız şekilde aşılmasında, bu sorunları siyasallaştırmadan çözme becerisine sahip olduğunu defaatle gösteren DP çizgisine duyulan ihtiyacı bir kez daha gözler önüne seriyor.

31.10.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır