"Gerçekten" haber verir 08 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Selim GÜNDÜZALP

Gül tutan eller, gül kokar



Diken güle sığındı da

ateşten kurtuldu.

Hz. Mevlânâ

ller gördüm koklanacak, eller tuttum öpülecek. Nur yüzlü anaların, ak pak olmuş dedelerin, o şirin yüzlü insanların elleri ne güzeldi. Yumuşacıktı, bembeyazdı. Gül gibi kokardı. Bir ömrün şahididir eller; nerede ve nasıl geçtiğini eller söyler. Ondan mıdır ki, çocuk ruhumuz o elleri öpmeye doyamazdı. Onlar da bizi, öpe koklaya severlerdi.

Duâlı dillerdi onlar, abdestli ellerdi. Neredesiniz şimdi? Neredesiniz, ey mübarek nineler, analar, dedeler? Dileğim o ki, Cennetin en güzel yerindesinizdir İnşaallah.

Her mevsimin olduğu gibi, her yaşın da kendine göre bir güzelliği var. İhtiyarlığa varmak, o mevsimi yaşamak, herkese nasip değil. Gençken, ömrünün baharında giden de var, bebekken ölen de var.

Hayat nimetini takdir eden Rabbim. Başını ve sonunu belirleyen sadece O. Elimizden ne gelir ki? Güzel olan yaşadığımızdır, şükürle ve dopdolu bir imanla. Belki bir gün de öleceğimizdir dopdolu bu duyguyla. Bize düşen yaşadığımız sürece, her yaşın, her ânın hakkını vermek. Rabbimizin istediği tarzda bir ömür sürmek. Ve bir gün çağırıldığımızda, bir misafir edasıyla, bir dâvetli ruhuyla çıkıp gitmek. Arkamıza bile bakmadan, bir yaprak olup esen rüzgârla gitmek.

Hayalimde güzel günlerden ve o ıhlamur kokan evlerden tek çizgi bir onlar kalmış. O mübarek ihtiyarlar. Adımı en güzel onlar söylerdi, bir de annem. Koşardım yardımlarına, yolda görünce girerdim kollarına. Manava, kasaba, fırına ya da bakkala mı gidilecek, hazırdık. Bir nefeste gider gelirdik hemencecik. Bekletmeye gelmez ihtiyarları, tez canlıdırlar. Bi koşuda hallederdik isteklerini, ikiletmezdik. Ne güzel anlaşırdık nur yüzlü ihtiyarlarla.

Doğduğumda kulağıma ilk ezan-ı Muhammedîyi onlar okudu. Onların duâlarıyla okula başladık. Onların elinde yetiştik, büyüdük. Besmele çekmeyi, selâm vermeyi, zor günlerde sabretmeyi onlardan öğrendik. Okuldu bizim için, öğretmendi onlar.

Şimdi yalnızlaştı evler ve sokaklar. Çekildi birer birer ihtiyarlar. Şimdi hasretle anıyoruz o güzel günleri. Açık bir pencereden, yolumuzu gözleyen gözleri. Bilmem ki nasıl anlatsam, nasıl söylesem bu derdimi. Bir bende değil yalnızlık hâli, şimdi herkeste. Siz soğuktan üşürsünüz, ben ise yalnızlıktan. Yalnızlık dediğim, dedelerin, ninelerin yoksunluğu. Oysa gökyüzünü genişletmek elimizdeydi, elimizden tutarken elleri. Ne ümitler, ne çılgın neşeler içindeydik. Ah güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, şimdi nerdesiniz? Dileğim o ki, Cennetin en güzel yerindesinizdir İnşaallah.

Yıllar geçip, o mevsime doğru yaklaştıkça onları daha iyi anlıyorum. “Kışlar ihtiyarlıkta kolay geçmiyor evlâdım” derdi kimi. Kimi de, “Eskiden telgraf gelirdi, şimdi her gün telefon geliyor” diye hastalıklarından lâtife yollu bahsederdi. Dikkat ederdim, yürürken sağa sola bakmazlardı. Hak dostu, peygamber aşığı insanlardı benim tanıdığım ihtiyarlar. Kimi de cebinde şeker taşırdı; bir masumu sevindirmek için. Bir şey verecekleri zaman önce gözleri gülerdi, seslerini yükseltmezlerdi. Ezan okunmadan önce çıkarlardı camiye. Vakti onlarla bilirdik. “Öğle mi, ikindi mi?” diye.

İyiliğin adresi onlardı hep. Dedeyle torun bunun için iyi anlaşırlar. Biri hayatın başında, diğeri yolun son ucunda. Çocuk, mirası yaşarken alıyor dededen ve nineden. Alacağını aldı mı da güvenli büyüyor, tertemiz serpilip gelişiyor. İnanın ruhu gibi yüzü de güzelleşiyor. Sevdiklerinin güzelliği ve duâsı, o küçük ruhlara güneş gibi gıda oluyor besliyor, büyütüyor...

Şimdi nerdesiniz, ey güzel insanlar, nur yüzlü dedeler ve nineler, nerdesiniz? Dileğim o ki, Cennetin en güzel yerindesinizdir İnşaallah.

Dedesi, ninesi öldü mü bir yanı çöker çocuğun. Gittiği yeri bildi mi, Cennete uçtuğunu öğrendi mi, dünyadaki görevini bitirip, daha güzel bir âlemde istirahate çekildi diye belleyip bildi mi çocuk, ruhunun acıları diner. “Sen öldün, ölüm güzel demektir” der. Cenneti arzu eder, o diyarı özlemeye başlar. Ahiret inancı ruhunda kuvvet bulur. Benim de öyle olmuştu. Sevdiklerimi kaybedince bu duyguyu yaşamış, önce biraz sarsılmış, sonra, gittikleri âlemin bu dünyadan daha güzel bir âlem olduğunu duyduğumda rahatlamıştım. Onları seven şefkatli ve merhametli bir Rabbin, onların hayatlarını yine devam ettirdiğine inanmakla endişelerim kaybolmuştu. Gerçi o hayat bu hayata pek benzemiyorsa da, buranın da, oranın da maliki birdi. Rabbim Allah’tı.

Onlardan geriye gül kokan eller kaldı. Nedendir bilmem; tespihleri, seccadeleri, bastonları, abdest havluları ve ibrikleri demedim de, gül kokan elleri dedim. Bilmiyorum. Ama öptüğüm o eller, başımı sevgiyle, şefkatle okşayan, yaralı dizlerimi ovan, merhem süren o eller gül kokardı hep. Derileri buruş buruştu ama olsun, onlarda bile gönlüme bir eğlence bulurdum.

O eller, o nineler, o dedeler şimdi nerdeler? Hangi diyardalar. İnanın özledim hepsini. Ey nur simalar, ey mübarek ihtiyarlar.

Siz dünyamızdan hiç eksik olmayın emi. Rabbim sizi aramızdan hiç ayırmasın emi. Çocuklar, dedesiz, ninesiz büyümesin. Evlerinde yoksa da mahallede bir dede, bir nine bulunsun, onunla vakit geçirsin, ömrü huyu bereketlensin dilerim. Rabbim, dedesiz, ninesiz bırakmasın.

Rabbim, sen, çocukları, anaları, babaları ve mübarek ihtiyarları boşuna yaratmadın. Bu sırrı görecek kalbi nasip ettiğin için, bu sırra yakın tuttuğun için, bu nimetten mahrum etmediğin için, milyon, milyar, sonsuz defalar şükürler ve hamdler olsun sana.

Dillerinden duâlar eksik olmazdı. O mübarek insanların her sözü hikmetle örülüydü. Hâlâ o nur yüzlerini, o şeker sözlerini, hele de tatlı sohbetlerini hatırladığımda ağlarım. Ey benim çocukluğumun ellerinde geçtiği mübarek ihtiyarlarım! Nerdesiniz; kim bilir şimdi nerdesiniz?

Korkardım ateşten, korkardım adı geçince Cehennemden. Sizin imanınız tamdı, ama yine ağlardınız. Ve yaşlı gözlerle masum yüzümüze bakıp, “Evlâdım, merak etme, Cehennem çocukların hiç uğramayacağı bir yerdir” derdiniz. Yüreğimize su serperdiniz. Nerede şimdi yüreğimize su serpecek o güzel insanlar. Yaşlanmaktan, ihtiyar olmaktan korkmayan yiğit insanlar, sizleri göresim geldi, ellerinizi öpesim geldi, sohbetlerinizi dinleyesim geldi... Nerdesiniz? Dileğim o ki, Cennetin en güzel yerindesinizdir İnşaallah.

Ümidimiz, Rabbimiz... Şükür ki, çocuklar var. Şükür ki, torunlarımız var. Şükür ki, bize dede diyen diller var. İki hece, o ne güzel bir kelime. Dede, dede, dede... Siz de deneyin bir, siz de söyleyin. Çocuklar bu kelimeyi niye çok seviyor anlarsınız hemen.

Onlarla şenleniyor hayatımız. Ey mübarek insanlar, sizden duyup, sizden öğrendiklerimizi, büyük bir titizlikle evlâtlarımızın ve torunlarımızın ruhlarına bir bir aktaracağız. Ve kabirde amel defterinize sevaplar yazdıracağız İnşaallah. Sizi hediyesiz bırakmayacağız. Sizin bizi düşündüğünüz gibi, bizler de sizleri düşüneceğiz, sizi o âlemde duâsız, fatihasız bırakmayacağız. Biz dedelerimizi, ninelerimizi çok severdik. Onların ağzı duâlıydı, her adımları abdestliydi. Ellerinden tutar, ellerinden öperdik, bastonları bile nurdu. Ey mübarek ihtiyarlar nerdesiniz, arar oldum yerinizi... Yetişsin ruhunuza binler duâlar ve fatihalar.

Anlatın ne olur çocuklarınıza, anlatalım ne olur torunlarımıza, kahramanlıklarını Hz. Peygamberin (asm), o muhteşem sahabe kadrosunu, saadet asrının mutlu tablolarını anlatalım. Hz. Ali’nin (ra) kahramanlıklarını, Hz. Hamza’nın (ra) fedakârlıklarını ve yiğitliğini anlatalım.

Hz. Hasan’ı (ra), Hz. Hüseyin’i (ra), Kerbelâ’daki o müthiş günleri, geceleri anlatalım. Hz. Ömer’in (ra) adaletini, Hz. Ebubekir’in (ra) sıddıkiyetini, Hz. Osman’ın (ra) cömertliğini anlatalım.

Oyunda oynaşta gözükseler de, elleri oyuncakta gönülleri bizimledir. Dinlemez sanırsınız ama aldanırsınız. Gönülleri ve ruhları bizimledir. Torunlarınızın kıymetini bilin. Ey güzel evlâtlar, ey güzel torunlar, siz de mübarek dedelerinizin ve ninelerinizin kıymetini biliniz. Daha yakın olunuz.

Yakın olun o mübarek insanlara ki, acıdan, ateşten, dertten, kederden de uzak olursunuz İnşaallah. Rabbim rahmetin en genişini onların eliyle sunuyor. Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Diken, güle yakın oldu da, ateşten kurtuldu.”

Biz de o gül yüzlü, gül kokulu dedelere, ninelere yakın olalım. Gül tutan eller gül kokar. Bize de bulaşsın o güzel kokudan ve o İlâhî havadan.

Son söz:

Hz. Peygamberimizin (asm) müjdeli ve mübarek bir sözü:

“Kul kırk yaşına varınca, Allah (cc) ondan hesabı hafifletir. Altmış yaşına vardığında, rızkını önünde durdurur, altmıştan sonra rızkını arkasına alır. Yetmiş yaşına vardığında, sema ehli onu sever. Seksen yaşına vardığında, sevapları sabit kalır, günahları silinir. Doksan yaşına vardığında, kendisinden normal akıl gider, geçmiş günahları affa uğrar, ev halkına şefaat hakkı doğar. Sema ehli ona, ‘Allah’ın yeryüzündeki esiri’ adını verir. Yüz yaşına vardığında ise, Allah’ın yeryüzünde hapsi olur; Allah’ın şanı ise, hapsine aldığı kuluna azap etmemektir.”

Not: 115 yaşında vefat eden Ahmet Karabulut Amcaya rahmetler diliyoruz. Ona ve bize, Hz. Peygamberimizin (asm) şefaatini diliyoruz. Vefat eden bütün dedelerimizin ve ninelerimizin ruhlarına Fatihalarla...

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Maskeler düşerken



Medya, terörü de, şehitleri de çoktan unuttu; ekonomideki kriz havasının şimdilik ve nisbeten dağılmaya başlar gibi olduğu bir ortamda doğalgaza “6-9 ay öncesinin fiyatları” gerekçesiyle “hükümetin dahli olmadan” yapılan şok zammı da es geçti.

Günlerdir iki “önemli” konuyla yatıp kalkıyor.

Biri, küçük bir kız çocuğuna tasallut suçlamasıyla tutukluyken tartışmalı bir adlî tıp raporuna istinaden tahliye edilen mâlûm şahısla ilgili.

Bu şahsın serbest kaldıktan sonra ekran ekran dolaşıp, “hovardalığı” ile kaç “hayat kadınını kurtardığı”nı anlatması işin tuzu biberi oldu.

Daha çocuk yaştayken becerdiği “Ahmet Emin Yalman’a suikast girişimi”nden bu yana hayatının neredeyse her döneminde birilerince kullanılagelen bu kişinin şimdiki misyonu demek ki bu çeşit konular etrafında şekilleniyor.

28 Şubat günlerinde Müslüm Gündüz de Fadime Şahin’le onun evinde basılmamış mıydı?

Ancak bu şahsın üzerinden “dinci” yaftasıyla dindarlara çamur atma hesabı yapanlar mevcut.

Bunlara, aynı şahsın gerek yıllarca yazı yazdığı gazetedeki köşesinde, gerekse abonesi olduğu TV ekranlarında her fırsatta Kemalizm övgüleri yaptığını ve Atatürkçü-laikçi cenahın Oktay Ekşi, Yekta Güngör Özden, Emin Çölaşan, Vural Savaş gibi önde gelen isimleriyle olan canciğer- kuzu sarması ilişkilerini anlattığını hatırlatırız.

Keza, ekranlardaki hovardalık övünmelerinin arasına Ergenekon dâvâsının tutuklu generallerini savunur nitelikte sözler sokuşturduğunu da.

Ve hakkındaki adlî tıp raporu ile ardından gelen tahliye kararı da, bu şahsın nasıl bir “derin” himayeye mazhar olduğunu göstermiyor mu?

Bu kişi ve “kahraman”ı olduğu olaylar değerlendirilecekse, bu boyutlar gözardı edilmemeli.

Diğer konu Can Dündar’ın “Mustafa” filmi.

Dündar’a göre filmin amacı, şimdiye kadarki resmî tarif ve sunumların gizlediği “insan Atatürk”ü ortaya çıkarmaktı. Ama bu düşünceyle ve resmî sansürleri kısmen ayıklayarak yapılan film, kendilerini “en öz ve hakikî Atatürkçü” sayanlar tarafından öfke ve tepkiyle karşılandı.

Bu yolda ilk işaret fişeği Baykal’dan geldi:

“Filmde Atatürk, başarısız olmuş, bıkmış, yalnız ve umutsuz, cumhuriyeti birlikte kurduğu arkadaşlarına sonradan ihanet etmiş, yaptıklarından pişman, kadınlara zaafı olan, günde bir büyük rakı içen bir diktatör olarak gösterilmiş.”

Ardından diğer devrimbazlar ateşi sürdürdü.

İlginç olan noktalardan biri, 10 Kasım’larda M. Kemal’i kadeh tokuşturarak anmayı âdet haline getirenlerin, bu kez “Atatürk içki düşkünü gösteriliyor” diyerek ortalığı ayağa kaldırmaları.

Bir diğeri, zafere kadar umuma yönelik mesajlarında dinî motifler kullanan M. Kemal’in dinle ilgili gerçek düşüncelerinin filmde kısmen yansıtılmış olması. Ve bunların içinde en çarpıcı örneklerden biri olarak, Cuma hutbelerinde bile kullanılan meşhur Çanakkale söylemlerindeki asıl niyetin açığa vurulduğu sözlere bir hayli kısaltılmış haliyle dahi olsa yer verilmesi.

(Bu konuyla ilgili olarak 20.3.2007 tarihli, "Bir Çanakkale efsanesi” başlıklı yazımıza bakılabilir.)

Avrupa günlerinden gönül ilişkisi içinde olduğu Madam Corinne’e yazdığı 6.5.1916 tarihli mektupta “Askerlerim pek cesur ve düşmandan daha mukavemetlidirler. Hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Onlara göre iki semavî netice mümkün: Ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir, bilir misiniz? Dos doğru Cennete gitmek. Orada Allah’ın en güzel kadınları, hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzularına tâbi olacaklar” diyen M. Kemal, bu husustaki kendi tercihini şöyle ifade ediyor:

“Ölümden sonraki hayalî rahata kavuşmak için Allah’ımızın Cennetine gitmeye kolay kolay razı olacak değilim...” (Sabah, 26.3.2002)

Görünen o ki, gelinen noktada, gerçek yüzleri örten maskeler artık birer birer düşmeye başladı.

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Özgürlük, zenginlik getirir!



Son günlerde bütün dünya adeta krizle yatıp krizle kalkıyor. Sebep ve sonuçları tartışılan kriz, bir ‘fil’ gibi. Herkes farklı bir yönünü değerlendiriyor. Kimi bankaları, kimi büyük şirketlerin başkanlarını, kimi de devlet yöneticilerini sorumlu görüyor.

Amerika Rowan Üniversitesinde çalışan ve Türkiye Amerikan Derneği’nin (ATCOM) Başkanlığını yapan Prof. Dr. İhsan Işık ise hadiseye daha farklı yaklaşıyor. Genç Yaklaşım dergisinden (Kasım 2008) Meryem Tortuk’un sorularını cevaplandıran Işık, ‘değerlerin yer değiştirmesi’nden şikâyetçi. Işık, bir noktaya daha çekiyor: “Zenginliğin kaynağı özgürlüktür.”

Müsaadenizle, bu dikkat çekici röportajı özetlemek istiyorum:

nKüresel kriz deyince suçlu bulmak biraz zor. Toplu bir akıl tutulması var. Masum insanların, meselâ çocuğunu okutmak için para biriktiren insanların paraları gitti.

n1980’den sonra bankacılığı sadece bankalara bırakmadılar. Başka kurumların da bu işe girmesine izin verdiler. Ondan sonra faizi serbestleştirdiler. Şu an Amerika’da bankacılık yapmayan hiçbir kurum yok.

n(Bankalar tam olarak niye suçlu?) Borç/kredi verilmeyecek insanlara da kredi verdiler. Çünkü Amerikan ekonomisinin yüzde 70’i tüketime dayalı. Merkez Bankası bankalara para enjekte etti. Bankalar da bunu önceden dağıtmadığı insanlara dağıttılar. Bankalar devletten habersiz hiçbir şey yapamazlar. Devletten işaret aldılar bir yerde. Herkes bu oyuna zevkle katıldı.

nHalkın tüketime meylini biliyorlar. Bunun üzerinden politika yaptılar. Herkes mutluluğu şimdi istiyor. Uzun dönemi, sabrı, kanaati öne geçirmeyen bir toplum. Bu ‘açgözlülükle’ hızla bütün dünyayı hoyrat bir biçimde yiyip bitiriyoruz. Tüketiyoruz. Kimin hakkını yiyoruz biliyor musun? Çocuklarımızın, torunlarımızın, sonraki nesillerin...

nBizim kültürümüzde, haset güzel değildir. Birisi senden daha fazla biliyorsa, onu kıskan. Ama niye kıskan? Sen de öğrenmek için. Biz tüketimi kıskanmaya başladık. Bir gün kalktık hepimiz kral olmak istedik, sarayda yaşamak istedik. Biz çok travma geçirmiş bir milletiz. Biz ki biz koskocaman bir imparatorluktuk. Bir sabah bir kalktık Arnavutluk yok, ertesi gün Belgrad yok. O zaman biz kendimizi şiddetli sorgulamaya başladık. Biz dedik, “Bizim değerlerimiz de bir şey değilmiş”. O iç muhasebeyi yaparken belki de yanlış yargıda bulunduk.

nDediler ki, ‘Baştakiler dindar kişiler. Bu hale düşmemiz bundandır.’ Bu sefer ne oldu, biz kültürümüzü, dinimizi, dilimizi onları da sorguladık, onları da suçlu ilân ettik. Biz çeri çöpüyle beraber iyisini de, özünü de attık. Onun yerine bir şeyler koymakta da biraz zorlandık. İnsanlar, derme çatma bir sistemle ortada kaldılar.

nZenginlik bir faziletle, uzun bir uğraş sonrası olur. Halbuki iki gecede zengin olanlar var. Olmayan ham bir meyveye benziyor bugünkü bir çok zengin. Ayrıca değerler de yer değiştirdi. Bilenler veya takva sahipleri değil de, sadece para sahibi olanlar önder oldu.

nTürkiye’nin hep boş gündemlerle uğraştığını düşünüyorum. Bir senedir bütün dünya ikinci bir deprem bekliyor. Sen, “Bana bir şey olmaz” diyorsun. Bütün bunları bilip takip eden birisi içeride böyle şeyler yapmaz, yapamaz. (Ne yapmaz?) E-muhtıra yapmaz. Cumhurbaşkanlığı krizi çıkarmaz. Parti kapatma davası açmaz. Biz bütün bunları kendi kendimize yaptık. Biz dünyayı takip etmediğimizden, dünya “yanıp tutuşurken” biz hiç tınmadık.

n(Bu krizi ‘tüketim toplumu’ felsefesinin de çöküşü olarak yorumlayabilir miyiz?) 1950’den beri toplam dünya refahı dünya çapında sekiz kat artmış. Bunu biz, daha fazla komünistleşerek, daha fazla sosyalistleşerek yapmadık. Biz bu sekiz kat daha fazla refaha bireylere daha fazla özgürlük, insanlara daha fazla saygı vererek ulaştık. Bizi bu refaha daha fazla devletçilik getirmedi. Bireylere daha fazla hak ve hukuk vermek getirdi.

n(Tüketim çılgınlığına ne diyeceksiniz peki?) Tüketim zatıyla kötü değildir... Herkes elbise alacak, ayakkabı alacak, ev alacak, araba alacak, imkânı varsa yazlık evi olacak; bunlar normal şeyler. Ancak tüketimin zamanlaması önemli. Ama biz, sabırsız bir toplum olduk. Her şeyi çocuk gibi ‘şimdi’ istiyoruz. Tüketmek var, tüketmek var. Tüketimi kötüye kullanmayalım!

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara, AB’yi şaşırtıyor…



Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporundaki gariplikler, Ankara’nın yeterince AB’ye çalışmadığı ve doğru bilgilendirmediğini ortaya koyuyor.

Bu çarpık ve sağlıksız “diyalog”, AB ile sıkıntılara sebebiyet vermenin yanı sıra, içte ve dışta “AB karşıtları”nın eline kozlar veriyor.

Şu hale bakın; bir yandan Türkiye’nin AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin Ulusal Programda atıfta bulunulan, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin (AİHS) Ek 1. Protokol 2. maddesinde, “hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, ebeveynlerin çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesi isteme haklarına saygı gösterir” denilecek…

Din ve vicdan hürriyetini teminat altına alan Anayasanın 24. maddesi, din eğitimi ve öğretimini devlete yükleyecek. “Devletin denetimi ve gözetimi altında yapılması” şart koşulan din eğitimi ve öğretiminin okul dışında, devletin din eğitimi ve öğretimini, “kişilerin kendi isteği ve büyüklerin kanunî temsilcilerinin talebine bağlı olarak vermesini” hükme bağlayacak.

Diğer yandan, yüzde doksandokuzu Müslüman olan ülkede, çocukların dinlerini tanımaları, inançlarını bilmeleri, dinlerinin tarihi ve kültürü hakkında genel kültüre sahip olmaları, çok görülecek! Zaten kifâyetsiz olan ve ilköğretim dördüncü sınıftan itibaren haftada bir-iki saatle geçiştirilen “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersleri” dahi kaldırılmak istenecek!

İNANÇ VE EĞİTİM

HAKKI ÇARPITMASI…

Daha garibi, AİHS’te ve Anayasada güvence altına alınan, vatandaşların dinlerini öğrenmeleri, devletin uhdesine aldığı din eğitimi ve öğretimi almaları, dinlerinin gereğini yaşamaları, dinî özgürlükler, bir tek çarpıtılan ve İslâm dışında ayrı bir “din” gibi gösterilen “Alevilik öğretisi”ne inhisar edilecek…

Devletin “din işleri”nde yetkili Diyanet’e bağlı Kur’ân kurslarında ve camilerde hâlâ demokrasiyi, hukuku ve insan haklarını kelepçeleyen 28 Şubat “postmodern darbe”den kalma dayatmalarla bin sene Kur’âna hizmet etmiş bu milletin çocuklarının Kur’ân-ı Kerimi okuyup öğrenmelerine “YAŞ yasağı”yla sınırlamalar getirilecek. Her yıl yüzbinlerce öğrencinin dinlerinin temel kitabını okumaları “resmen” engellenecek…

AİHS’nin 17. maddesinde, devlete, hiçbir surette topluluğa veya vatandaşlara sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya geniş ölçüde sınırlandırmasına yönelik hakkını vermeyeceğini hükme bağlamasına rağmen…

Yine şu çarpıklığa bakın: Bir taraftan AİHS’nin “eğitim hakkının engellenemeyeceği” hükmüne ilâveten, 9. maddesinde insan haklarının ve temel özgürlüklerin başında, “herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahip olduğu” belirtilecek. Bu hakkını “açık veya özel bir biçimde ibadet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama hürriyetini ihtiva ettiğini” esasa bağlayacak.

Vatandaşların dinlerinin gereğini yaşama ve inancını uygulama özgürlüğünün ancak “kamu güvenliğinin, kamu düzeninin, genel sağlığın veya ahlâkın ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için gerekli olan tedbirlerle ve kanunla sınırlanabileceği” kaydını koyacak…

Buna mukabil, Kur’ân’ın açık emriyle ve Peygamberimizin hadisleriyle “dinî bir vecîbe” olduğu devletin yetkili anayasal kurumu olan Diyanet’in fetva ve kararlarıyla sabit olan başörtüsüne getirilen kanunsuz yasak, Ankara’nın isteğiyle, bizzat Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nce onaylanacak!

İnanç ve ifâde özgürlüğünün teminatı olan AİHM, AKP hükûmetinin Strasbourg’a gönderdiği, Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında hakkında hiçbir madde bulunmayan kadınların kılık ve kıyafetine karışılmasını “uygun” görecek! Dinin gereği olan tesettürün bir parçası olan başörtüsünü, “siyasî simge”, “gerginlik sebebi” ve “laikliğe aykırı” olarak bildiren Gül’ün başında olduğu dönemin Dışişleri’nin “görüşü”ne dayanarak yasadışı yasağı “normal” bulacak!..

DEMOKRATİK

İRÂDEYE SAHİP İRÂDE…

Görünen o ki, laisizmin merkezi Selânikli Sarkozy’in Fransa’sının yalnız devlete ait üniversite öncesi okullardaki yasağın dışında, hiçbir Avrupa ülkesinde yasaklanmayan başörtüsünün Türkiye’de yasaklanmasının arka plânında bu çarpıklık var…

Sormak lâzım; insan haklarının başına gelen inanç özgürlüğünün bir gereği olan başörtüsü, ne zaman ve nerede “kamu güvenliğini” bozdu, “genel sağlığı ve ahlâkı” tehlikeye soktu? Hangi yönüyle “başkalarının hak ve özgürlüklerini” sınırladı?

Anlaşılan o ki AKP hükûmeti, AB’ye ve AİHM’e bunları anlatmıyor. Anlatmak bir yana, “Leyla Şahin dâvâsı”nda olduğu gibi, içteki “yasakçılar”ın telkiniyle “dinî özgürlükleri” çarpıtıyor; AB’yi de, AİHM’i de şaşırtıyor. İçte sürdürdüğü “dışta yasadışı yasak” çarpıtmasını dışta da sürdürüyor.

Bundandır ki çelişkili çarpıklıklar yaşanıyor: Dışişleri Bakanı Babacan, bir yandan Türkiye’de asıl çoğunluk olan Müslümanların dinî özgürlükler sorununun bulunduğunu kabul ediyor. “Sadece yasaları değiştirmekle reform yapamayız, mutlaka anayasal değişiklikler lâzım” diyor. Diğer yandan, siyasî iktidar, bu konuda kılını kıpırdamıyor. Yeni anayasayı askıya alıyor; demokratikleşme ve özgürlüklerde geri adım atmaya yöneliyor…

AKP hükûmeti, AB İlerleme Raporunda bildirilen başta, anayasanın antidemokratik ayrıklardan arınması, siyasetin demokratikleşmesi, inanç özgürlüğü, yargı reformu, düşünceyi ifâde hürriyeti olmak üzere, Türkiye’nin önünü açacak çabalar göstermiyor…

Türkiye’nin millet irâdesinin hakkını veren, demokratik yetkisini cesâretle kullanan, şaşırtamayan ve çarpıtmayan bir demokratik idâreye ihtiyacı var…

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Aman dikkat!



Böyle bir başlığı gördüğünüzde hangi konudan bahsedeceğimizi anlamış olmalısınız. 29 Mart 2009 tarihinde yapılacak mahallî seçimler yaklaştıkça özellikle Güneydoğu’da AKP-DTP arasındaki gerginliğin arttığını görüyoruz. Anayasa Mahkemesinde kapatma dâvâsının sonuna yaklaşan DTP’nin ne yapmak istediği tartışılıyor.

ABD Başkanlığına demokrat aday Barack Obama’nın seçilmesinin ardından gündemimiz değişmiş gibi görünse de özellikle hafta sonları yaklaştıkça gündemin tekrar bu gerginliğe dönmeyeceğini kimse garanti edemiyor. Birkaç haftadır hafta sonlarını Doğu ve Güneydoğu’daki illerde geçiren Başbakan Tayyip Erdoğan yarın da Erzurum’da olacak.

Bu gerginliği çıkaran bir takım sebepler var. Birincisi o bölgelerde geçtiğimiz genel seçimlerde bu iki parti yarıştı. Muhtemeldir ki, mahallî seçimlerde de öyle olacak.

Aslında işin bu noktaya geleceği tahmin edilebilirdi. Çünkü AKP daha 22 Temmuz seçimlerinin hemen ardından DTP’yi “yok” farz etti. Erdoğan DTP’liler konuşurken Meclis genel kurulundan çıktı. Son günlerde de bu partinin ismini dahi ağzına almayarak “malûm parti” diyor.

* * *

Erdoğan’ın Van’a yapacağı ziyaret öncesinde Van Milletvekili Özdal Üçer’in Erdoğan’ın bu ziyaretini Ariel Şaron’un El-Aksa’yı ziyaretine benzeterek, “Böyle bir atmosferde adeta seferberlik ruhuyla bölgeye gelişi Ariel Şaron’un El Aksa’yı ziyaretine benzemektedir” demesi kabul edilebilir bir düşünce değildir. Böyle bir mukayese yapması vahim bir hata oldu. Çünkü Erdoğan bu ülkenin demokratik usullerle seçilmiş bir başbakanıdır.

Diğer yandan çocukların polislere taş atılmasında ön planda tutulmasına DTP Şırnak Milletvekili Sevahir Bayındır’ın “onlar çocuk şeker de toplar taş da atar” anlamına gelecek sözlerinin izahı da mümkün değildir.

Bunun karşılığında başbakan Erdoğan’ın “Ülke çatışma ortamına mı sürüklenmek isteniyor? Vatandaşlara ne tavsiye ediyorsunuz?” sorusuna “Ben vatandaşlarıma özellikle sabrı tavsiye ederim. Fakat tabiî bu sabır nereye kadar olacak? Bunun da endişesi içindeyim. Eğer siz vatandaşın mağazasının camlarını indirirseniz, hayatına kastederseniz, hayatına kastettiğiniz vatandaş kalkıp da eğer elinde böyle bir tedbiri, (bir vatandaş bombalı tüfekle kendini savunmuştu/MK) böyle bir imkânı varsa o da kendisini savunma yoluna gidecektir” şeklinde cevap vermesi de hatalıdır.

Öte yandan yine Erdoğan’ın “Tek bayrağa, tek vatana karşı çıkanın Türkiye’de yeri yok. Buyursun istediği yere gitsin” sözleri de çokça tartışıldı. Fikrini beğenmediğin kişileri ülkeyi terk etmeye çağırmak yanlış olmuştur. Bunu başbakan söyleyince de hepten yanlış olmuştur. Bu vatandan kimsenin kimseyi kovmaya hakkı yoktur.

* * *

Sorunları demokratik zeminlerde konuşmak varken, gerginliği arttırıcı söz ve davranışların çözüm olmadığı artık görülmelidir. Zira, demokrasinin kalbi niteliğindeki Meclis’te son günlerde yaşanan tartışmalar da hep bu gerginliğin meydana getirdiği sonuçlardır. DTP ve AKP’li milletvekilleri bir araya gelip yiyecekleri yemeği dahi iptal etmişlerdir.

Türkiye gün geçtikçe gerilimli bir sürecin içine itiliyor. Buna önce bu iki partinin yetkililerinin dikkat etmesi gerekiyor. Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in “Bir bütün olarak halkın yanında olduğumuzu göstermek için gelin hükümet-muhalefet el ele Güneydoğu’ya gidelim. Bu herkese büyük moral verecektir” çağrısına muhalefetten şu ana cevap gelmedi.

Bu aşamada herkes dikkat etmeli, oyunlara alet olmamalı. Daha seçimlere 5 ay var ve böyle gerginlikler daha büyük olaylara meydan verilebilir. Sorunları demokrasi içinde çözmeyi artık öğrenmemiz lâzım.

Şu da asla unutulmamalıdır: Sorunlar şiddet yoluyla çözülmez, aksine içinden çıkılmaz hale gelir. Bu yüzden de demokratik tavırdan asla taviz verilmemelidir.

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yalan münafıklık alâmetidir, mü’minin işi değil



Sabahtan akşama kadar ona buna yalan söyleyerek gününü gün eden insanlar bu yalanlarının dünyevî ve uhrevî hayatlarını ne kadar mahvettiklerinin farkındalar mıdır acaba?

Kişilikli, onurlu bir insan, aleyhine bile olsa aslâ yalana tenezzül etmez. Bilir ki yalan kişiliği henüz teşekkül etmemiş insanların işidir. İnsanın değerden düşmesi için yalancı damgasını yemesi yeter. Yalancı insan başkalarının yapmasına gerek kalmadan en büyük kötülüğü kendine yapmış olur. İnanılmamak, güvenilmemek kadar büyük bir kötülük düşünülebilir mi?

İnsanı maddî manevî her türlü tehlikeden koruyan emir ve yasakları getiren İslâmın en çok sakındırdığı davranışlardan biri yalandır.

Doğruluğu dinin temeli, yüce seciyelerin bağı ve ulvî hislerin mizacı olarak gören Bediüzzaman, küfrün her çeşidiyle yalancılık, riyakârlığın fiilî bir nev'î yalancılık, dalkavukluk ve yapmacık hareketlerin alçakça bir yalancılık, nifak ve münafıklığın muzır bir yalancılık olduğunu, yalancılığın da Cenâb-ı Hakkın kudretine iftira olduğunu söyler. 1

Evet, bizzat hadis-i şerifin ifadesiyle yalan nifak alâmetidir. Münafığın işaretlerinin anlatıldığı bir hadis-i şerifte münafığın iki özelliğine şöyle dikkat çekilir: “Münafık konuştuğu zaman yalan söyler. Söz verdiği zaman sözünde durmaz.” 2

Onun için şuurlu mü’min münafığın taşıdığı bu alâmetlerden şiddetle kaçınır, yalanı semtine uğratmaz.

Allah Resûlü (asm), mü’minin, kendine inanan bir kardeşine yalan söylemesini büyük bir hıyanet olarak niteler, “Sana inanan bir kardeşine yalan söylemekten daha büyük bir hıyanet yoktur” 3 buyurur. Halkı güldürmek için yalan söyleyenleri de “Onlara yazıklar olsun!” 4 diye kınadığını da biliyoruz.

Yalan ne kadar kötü bir şey ki sadece muhataplarını mutazarrır etmekle kalmıyor, manevî âlemlerdeki varlıkları da rahatsız ediyor. Çünkü hadis-i şerifte bildirildiğine göre, “Kul yalan söylediği zaman, meydana gelen kötü manevî kokudan dolayı melekler kendisinden bin mil uzaklaşır.” 5

Demek yalan mü’min işi değil.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 40-41.

2- Buharî, İman: 24; Müslim, İman: 106; Ebû Davud, Sünnet: 15

3- Ebû Davud, Edep: 71.

4- Ebû Davud, Edep: 80; Tirmizî, Zühd: 10.

5- Tirmizî, Birr: 46.

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Okuyorum öyleyse varım



Başlıktaki sözün doğrusu; “düşünüyorum öyleyse varım” şeklindeydi. Fakat olsun, kelime oyunlarıyla bazı okuyucuların dikkatini çekebildimse ne mutlu bana…

Gerçi okumak bir çeşit düşünme faaliyetidir. Okuyan insan aynı zamanda beynini kullanmış olur. Yan yana gelmiş kelimeler diğer bir ifadeyle “mânâ-yı ismi” dediğimiz şekil ve karakterler, okuma faaliyetiyle “mânâ-yı harfî” olurlar. Bu sayede insanlar yazarı ve konusunu anlayabilme imkânına kavuşmuş olur.

Cenâb-ı Allah’ın, Peygamber Efendimize (a.s.m) ilk emri “oku” olmuştur. Bu bakımdan okumak faaliyetinin çok önemli olduğu açıktır. O halde biraz üzerinde durup tefekkür etmeye çalışalım.

Okumak kelimesi, içinde çok geniş kavramları barındırmaktadır. İbretle bir olaya bakmak aynı zamanda kâinat kitabını okumak, okumanın değişik bir şeklidir. Fakat burada en açık mânâsından yani kitap okumaktan bahsetmek istiyorum.

İstanbul’dan ayrılalı tam on gün oldu. Bu arada ajandama baktım, tam dokuz kitap okumuşum. Akla tatile çıkmış olduğum gelmesin sakın; şu an tatilde değil, Pasifik Okyanusunun Malezya yakınlarında bir yerde gemiyle seyir esnasında bu yazıyı yazıyorum. Gemim tatil gemisi de değil, dökme yük gemisi.

Okurken aynı zamanda gemideki işlerimi de yapıyorum. Yani çalışmak, kitap okumama mani değil. Aslında birçok insan benim gibi hem okuyup hem de çalışabilir. İnsan istedikten sonra gerekirse Walkmenini takıp yine Risâlelerden istifade edebilir.

Çalışan insanların kitap okumaları için illâ gemide kaptan olması da lâzım değildir. Meselâ hergün servisle işe gidip gelenler serviste kitap okuyabilir. İyi de “bu çok zor” demeyin sakın, zira ben Bahriyede iken beş yıl boyunca servis aracına bindiğim zaman toplam bir buçuk saat kitap okuyordum. Çok faydasını gördüm.

Bütün bunları “Kardeşim, ben çalışıyorum, kitap okumama zaman kalmıyor” diyebilecek insanlar için söylüyorum. Yoksa günümüzün en az yarım veya bir saatini okumaya ayırmadığımız takdirde sıradan insanlar oluverip çıkarız.

Sıradan insanları çok büyük tehlikeler beklemektedir. Çünkü devir çok tehlikeli; âhirzaman denilen fitne asrının en zor bölümünde yaşıyoruz. Bir misâl verecek olursak; tehlikeli bir merada gezinen koyun sürüsünden bir fert gibi olmamalıyız. Eğer böyle kalırsak çok kısa bir zamanda bir kurt bizi kapıp kaçar. Ahirzaman fitnelerine âlet olmak istemiyor isek kurtlara yem olmamanın çarelerini aramalıyız.

İşte okumak ve bu sayede ilim öğrenmek zorundayız. İlim öğrenmek her insana, kadın–erkek fark etmez, “farz” kılınmıştır. İlimlerin şâhı ve padişahı da iman ilmidir.

İman konusunda günümüzde en büyük otorite Bediüzzaman Said Nursî ve muhteşem eseri “Risâle-i Nur Külliyatı”dır. Ne yapıp edip bu eserden istifade yollarını aramalıyız.

Bu eserleri okurken bana en büyük katkıyı, çeşitli yayınevlerinin hazırlayıp sunduğu eserler sağlıyor. Özellikle şerh ve izah tarzında hazırlanmış bu eserler, Risâleleri daha iyi anlamaya vesile olduğu gibi çevremdekilere bu eşsiz güzelliği anlatmada önemli bir yer tutuyor.

Yeri gelmişken bunlardan sadece üç tanesine değinmek istiyorum. Her üç kitap ta Yeni Asya Neşriyat tarafından basılmış ve istifadeye sunulmuş.

İlki Sayın Ali Sarıkaya tarafından hazırlanmış “Kıyamet Alametlerinden Ye’cüc ve Me’cüc” kitabı. Kur’ân’da yer alan Ye’cüc ve Me’cüc tehlikesinin “anarşi ve terör” olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Gerçekten de bu konuda oldukça başarılı, zira çok geniş kaynakları taramış ve Bediüzzaman’ın tesbitlerine de müracaat ederek yüz yıllardır cevap aranan sorulara isabetli yanıtlar vermiş.

İkinci kitap ise İslâm Yaşar’ın hazırladığı “Nur Menzilleri” kitabı. Okuyucularını adeta nurânî bir iklimin içine sokuyor. Edebî üslûbu ise bir harika. Elinize alınca bitiremeden bırakamıyorsunuz.

Üçüncü kitap ise Mustafa Özcan’ın hazırladığı “Müslüman İsevîler” kitabı. Kitap, 2005 yılında basılmış. Niçin bu güne kadar okumadım diye kendime çok hayıflandım. Bu kadar güncel ve önemli bir konuda başka bir eser bulmak mümkün değil. Sık sık asrımızın büyüğü Bediüzzaman’a müracaat ediyor ve okuyucularını bir çok konuda ikna etme özelliğine sahip.

İşte sevgili okuyucular, bu kitaplar sayesinde bendeniz Risâle-i Nurları zevkle ve severek okuma imkânı buluyorum. Cenâb-ı Allah, Üstadımızdan, yayınevi ilgililerinden ve yazar kardeşlerimizden razı olsun. Onlar sayesinde koyun olmaktan kurtulup kâinata bir insan gibi bakabilme imkânına kavuştum.

O halde ne duruyorsunuz, sizler de kitaplara koşun. Ziyanı yok her gün bir kitap bitirmek şart değil, imkânınız elverdiğince okumaya çalışın. Ama ne olursa olsun isterse en ağır işte dahi çalışıyor olsanız bile muhakkak Risâleleri okumaya ve anlamaya çalışın. Bu devirde daha güzel bir kurtuluş çaresi yok; söylemedi demeyin sakın…

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Pasif direniş, Gandhi; müsbet hareket ve Bediüzzaman



Pasif direniş, şiddete dayanmayan mücadele şeklidir. Buna sivil itaatsizlik de denir. Bediüzzaman bunu, menfîlikten, olumsuzluklardan, şiddetten uzaklaşıp “müsbet hareket etmek” şeklinde tanımlar.

Aslında şiddete dayalı olmayan mücadele, yani müsbet hareket, basit gibi görünür. Ancak, ayırımcı, dışlayıcı, haksızlığa, zulme, gayr-i ahlâkî ve gayr-i insânî anlayışa sahip olanlara silâhtan daha tesirlidir. Temel esprisi şudur:

Hakikate, barışa, demokrasiye, iyiye, doğruya, güzele ulaşmanın yolu; yüksek bir iman (inanç), cesaretle; şiddete başvurmadan, başkalarına acı çektirmeden kendine acı çektirmektir!

Hindistan’ı bağımsızlığına kavuşturan; sivil itaatsizlik ve pasif direnişin sembol isimlerinden; hatta en önemli uygulayıcılarından Mohandas Karamchand Gandhi’ye göre “Ahimsa (şiddet dışı güç, inanç) hayattaki tek gerçek güçtür.” 1

En büyük güç, Allah’a imândır ve O'nsuz hiçbir şey başarılamaz. 2

Şiddet dışı bir direnişçi, aşamadığı güçlüklere göğüs germede Allah’ın yardımına güvenir. O, şiddet dışılığı, pasif direnişiyle imân gücünü esas aldı. Bu, korkaklığı örten bir kılıf değil; cesurların en yüce erdemiydi. Korkaklık, şiddet dışılıkla kesinlikle bağdaşmaz. Şiddet dışı direnişte öldürmek değil, ölmek cesâret işidir.3 Ferdî açıdan da tarih; imânın galiben üstün olduğunu Gandhi ile de yazdı. O yalnızdı ve maddî bir gücü yoktu. Teknolojisi ve debdebesiyle mağrur İngilizlere iman gücüyle direnmiş ve Hindistan’a bağımsızlığını kazandırmıştı.

Aslında sivil itaatsizlik doktrininin fikir babası David Thoreau’dur. Sivil itaatsizliğin temel felsefesi özetle şu maddelere dayanır:

- Kişinin kendini feda etmesi, diğer nefislerin feda edilmesinden daha erdemlidir. 

- Vicdanımıza ters kanun ve politikalara itaat etmek insanlığa aykırıdır.

- Şiddete dayalı yöntemleri kökünden reddetmek gerek.

- En iyi yönetim en az yönetendir.

Peygamberimiz (asm), imân gücünü, “Eğer Allah’ı hakkıyla tanısaydınız, duânızla dağlar yerinden oynardı” 4 sözüyle açıklar.

20. asır bize bir imân, cesâret, pasif direniş, sivil itaatsizlik, müsbet hareket âbidesini tanıtır: Bediüzzaman Said Nursî. Rejim/sistem; asker, polis, mahkeme, savcı, hapis, jandarma, karakol, üniversiteler, idâreci, kanun, basın, hülâsa her şeyi ile onu durdurmaya, sindirmeye, hattâ yok etmeye çalıştı. 35 yıl boyunca sürgünden sürgüne, mahkemeden mahkemeye, nezaretten nezarete, hapisten hapise gönderdi. 23 sefer zehirlendi. (Altı gün kendisine gelemediği zaman olmuştu.) Onun ise imânından başka bir şeyi yoktu! 35 seneyi aşkın amansız baskılara karşı direnç gösterdi; asla boyun eğmedi. Dünya çapındaki Risâle-i Nûr Külliyatı’nı vücûda getirdi (İşârâtü’l-İ’câz adlı eserini, I. Dünya Savaşı’nda, avcı hattında yazmıştı) ve dünyaya okuttu. Servet, silâh, malzeme, imkânlar bırakınız mukabil olmasını; onun hiçbir şeyi yoktu. Sadece imanı, müsbet hareketi, pasif direnişi ve sivil itaatsizliği vardı. Bediüzzaman’ın Gandhi’den bir farkı da, pasif direnişin, sivil itaatsizliğin formüllerini, prensiplerini en ince detaylarına kadar yazması ve bizatihî kendi nefsinde uygulamasıdır.

 

Dipnotlar: 1- Savaşta ve Barışta, c. 1, s. 114, Navajivan Yay., Ahmedabad. 2- Merton, 2001, s. 65. 3- Age, s. 265. 4- Câmiü’s-Sağîr,

08.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Yetimâne hüzünler üzerine



Avustralya’dan okuyucumuz: “İşârâtü’l-İ’câz’da müzikle ilgili olarak, ‘Yetimane hüzünleri, nefsânî şehevatı tahrik eden sesler, haramdır’ deniyor. Burada geçen ‘yetimane hüzünler’ ne demektir? Açar mısınız?”

Bu kısım Bakara Sûresi’nin yedinci âyetinin tefsiridir. Bakara Sûresi’nin yedinci âyeti meâlen şöyledir: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.” 1

Bediüzzaman’a göre, bu âyette anlatılmak istenen şudur: Kalp ve vicdan iman nuru ile yüksek hakikatlere mazhar olduklarında hayat, ışık ve kemâlât kaynağı iken, küfre ve inkâra sapılması durumunda karanlıklı, ıssız ve muzır bir haşarat yuvası olurlar ve hakka ve hakikate karşı kendilerini kilitlerler.

Kalbe küfür girmesi durumunda kulağa ait de pek büyük bir nimet kaybedilmiş olur. Öyle ki, zarı iman nuru ile ışıklanan kulak, kâinatın her bir zerratından hal diliyle gelen zikir ve tesbih seslerini işitir ve anlar. Hatta o iman nuru sayesinde rüzgârların güzel ıslıklarını, bulutların yüksek naralarını, denizlerin dalgalarının anlamlı nağmelerini, yağmurun ince şıpırtılarını, kuşların mânâlı civcivelerini, suların derin şırıltılarını ve hakeza her cins varlıkların ulvî tesbihatını ve yüksek zikirlerini işitir ve anlar. Kâinat adeta bir mûsikî dairesi gibi olur. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalplere Rabbanî heyecanla dolu yüksek aşkları vermek suretiyle kalpleri ve ruhları nuranî âlemlere götürür, yüksek zevklere gark eder. 2

Fakat gerçekte böyle yüksek hakikatlere lâyık olan o güzel kulaklar küfür ve dalâlet pislikleri ile tıkandığı zaman, o lezzetli, manevî, yüksek ve güzel seslerden mahrum kalır. Manevî lezzet veren avazlar ve güzel sesler, böyle kirli kulaklarda yetimane ağlamalar zannedilir ve matem çığlıklarına dönüşür. Başka bir ifadeyle, kalpte ve ruhta küfrün ve dalâletin yer etmesi sebebiyle kirlenen kulaklar, zerrelerden kürelere kadar varlıkların yüksek zikir seslerini matem çığlıkları ve yetimane ağlamalar olarak algılar. Kalp inançsızlığın getirdiği boşlukla, geçici dostluklara bel bağlar. Oysa geçici dostluklar umulmadık bir zamanda bitecek, dostlar beklenmedik bir anda ayrılacaklardır. Dünyada başlayan ayrılıklar, nihayet ölümle perçinlenecek ve her ölüm Allah için olmayan dostları birbirinden ayıracaktır. Ne var ki böyle dayanılmaz ayrılıklar, sonsuzluğa meftun, hep sevgiye lâyık, hep sevmeyi seven ve hep muhabbete âşık olan kalplerde ebedî yetimlikler, yetimane hüzünler, çaresiz acılar ve dermansız yaralar açacaktır. Korkunç vahşetler ve sonsuz yalnızlıklar kalpte ve ruhta onarılmaz travmalar meydana getirecektir.

İşte bu sırdandır ki dinimizce bazı sesler helâl, bazıları da haram kılınmıştır. Kalbe yüksek haz ve ulvî feyiz veren ve İlâhî aşkları dillendiren sesler dinimizce helâldir. Yetimane hüzünleri ve nefsin şehvetini tahrik eden sesler ise haram kılınmıştır. Bu ölçü bizim müzik parçalarını dinlerken esas alacağımız ölçüdür. Yani bir müzik parçası veya bir müziğin sesleri ve sözleri, şirk, isyan, Allah’a itaatsizlik, kaderi tenkit, kaderden şikâyet ve haram duyguları, haram istek ve arzuları dile getiriyor ise, böyle müzik parçası da, böyle müzik sözleri de, sesleri de dinlenmemelidir. Buna cevaz yoktur.

Bediüzzaman Hazretleri burada hüzünleri iki gurupta dikkatimize sunuyor: 1- Ulvî hüzünler. 2- Yetimâne hüzünler.

1- Ulvî hüzünler: Kulun Allah’a kulluğunu konu alan hüzünlerdir. Yani kulun günahları dolayısıyla gözyaşı dökmesi, tövbe ve istiğfar ederken ağlaması, Allah’ın azabını, celâlini ve kahrını düşünüp korkup ağlaması, Allah için sevdiği dostlarının günahlarının bağışlanması için duâ ederken hüzünlenmesi, dostların ayrılıklarında onları Allah’a emanet ederken kalbin rikkate gelip duygulanması ve gözlerden yaşlar süzülmesi, ölüm ve ayrılıklarda isyan hisleri ile değil, teslim, şükür ve duâ hisleri ile kalbin ağlaması, ölen bir dostunun kabir azabının kaldırılması için duâ ederken gözlerden yaşlar gelmesi ulvî hüzünlerdendir. Böyle hüzünler sevaptır. Allah katında kıymetlidir. Bir damlası cehennem ateşini söndürür, kulu cehennemden azat eder. Nihayet Peygamber Efendimiz (asm) Allah korkusundan ağlayan göze cehennem ateşinin dokunmayacağını 3 ve Allah’ın kıyamet günü azap etmeyeceğini 4 ve Allah korkusundan bir sinek başı kadar da olsa yaş akıtan gözün kıyamet günü ağlamayacağını müjdeliyor. 5

2- Yetimâne hüzünler ise, kısaca kulun Allah için olmayan hüzünleri ve gözyaşlarıdır. Dünyevî aşklar ve ayrılıklardan kaynaklanan, dünyevî kaygılardan ve kuruntulardan beslenen, dünyevî endişelerin ve arzuların tetiklediği hüzünler bu sınıfa girerler. Böyle hüzünler Allah katında hiçbir değere sahip olmadığı gibi, ahirette de ne Cennete girmeye, ne günahların bağışlanmasına, ne de Cehennemden kurtulmaya hiçbir fayda sağlamazlar.

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi: 7

2- İşarataü’l-İcaz, 72

3- Camiü’s-Sağir, 3/1211

4- Camiü’s-Sağir, 4/1564

5- Camiü’s-Sağir, 4/1336

08.11.2008

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

İnsan sorusu kadardır



Her sonucun bir sebebi var

Haftada, 1000’i aşkın gençle görüşüyorum. Uygun donanınım olmaksızın, onlara ulaşmak zor. Her biri, bir hikâyenin kahramanı. Gençliği kazanmak, bir rastlantı değil. Her kazanım bir takım esaslar, her kayıp da ihmaller içeriyor. Her sonucun bir sebebi mutlaka var.

Gençlik, soran ve sorgulanan bir dönem. Gençlerle gençleşiyor insan.

Bana bir soru sorar mısınız?

Gençlerle bir eğitim saatinin sonundayız. Aniden, onlara dönüyorum ve ‘Arkadaşlar! Bir cümlelik bir kâğıt çıkarın. Çok önemli bir yazışma yapacağız. Sizden, orijinal, konusu serbest, beni çalıştıracak, bir soru istiyorum. En güzel soru mükâfatlı.’ diyorum. Herkes şaşkın. Şaşkınlık, sonra arayışa dönüştü. Ve arayış sessizliğe…

Muhteşem bir soru aranıyor!

İnsanın sorusu,

yaşadıklarındandır

Herkes pür dikkat düşünüyor. Zihinler çok yoğun bir koşuşturmaca içerisinde. Memleketine, sevdiğine, derdine, neşesine gidenler hemen yoruldu.

Ben de, arayışın davranışa dönüşümünü izliyorum. Başlarını sağa sola sallayanlar, gözlerini avuç içleriyle kapatanlar, dalıp gidenler hepsi muhteşem soruyu aramanın yansımaları.

Arayış, yavaş yavaş kalemleri işletmeye başladı. Herkes, soru sormanın kolay olmadığını anlıyordu. İnsanlar, sorusu kadardı.

Sorularla baş başa kaldım

Yazma faaliyeti bittiğinde, yüzlerce soruyla baş başa kaldım. Ne var ki, bunu ben istemiştim. Tabiî soru arayışı, gençleri yormuştu. Faaliyet kimini neşelendirmiş, kimini de kaygılandırmıştı. Gençlerden biri, kulağıma eğildi ve; ‘Keşke bu faaliyeti hiç yapmasaydınız’ dedi. Ben de, ‘Gerçeklerden kaçamazsın’ dedim.

Soru arayışı onu sarsmıştı. Soru, sadece soru olarak kalmıyordu.

Sorular, içinde pek çok gerçekleri taşıyordu.

Her şey soruyla başlayıp,

soruyla bitiyor

‘Soru’ deyip geçmemeli; sorular, sadece bir sorudan ibaret değiller, içinde çok şeyler var onların, içinde cevap taşıyorlar.

Evet, insanı tanımanın güzel yollarından birisi de, ondan bir soru almaktır.

Gençlerden gelen bu yüzlerce ‘soru’, yüzlerce ‘sorun’ içeriyordu.

‘Neden, soru istiyorsunuz?’, ‘Ben neden soru soramıyorum?’, “Sormak istediklerimi neden soramıyorum?’, ’Nereden beslendiğinizi merak ediyorum?’, “Sorumu size verirsem, gündemimi vermiş olmaz mıyım?’, ‘Soru, cevaba ulaşmanın vesilesi mi yoksa?” gibi yüzlerce dikkat çekici soru vardı kâğıtlarda.

Sorular, geçmişten, gelecekten, gündemden oluşuyor. Her türden soru var, tıpkı insan sayısı kadar; çok ciddî, gayr-i ciddî, suya sabuna dokunmayan, taşı gediğine koyan… her türden var.

Her şey soruyla başlıyor, soruyla bitiyor. Sorusu olmayanlar, sorunlu.

Nitekim bütün buluşlar, ciddî soruların sonundadır.

Sorusu olmayanın,

bulacağı bir şeyi yoktur

Her ‘neden’, bir sonuca; her ‘nasıl’, bir arayışa taşıyor insanı.

Soru, insanın düşünce haritasını ortaya koyuyor.

Her insan sorusunun bulunduğu yerdedir.

İnsan, sorularda bulur kendini

Haftanın sonuna geldiğimde bini aşkın soru içerisindeydim. Sorular şaşkına çevirmişti beni. Çalışmam gereken çok soru olduğunu anlıyordum.

Soruların zenginliği, çeşitliliği, renkliliği ve muhtevası, beni soruları daha ciddî ele almaya itti. Her sorunun, bir çalışma konusu olduğunu anlıyordum.

“İnsan necidir? Nereden gelip, nereye gidiyor?” soruları, insanlık tarihi kadar eski. Bu sorular tarih boyunca değişik cevaplar buldu, ama cevap bitmedi.

Soruyla, sorguyla Rabbini buluyor insan. Yaratıcı da, ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye, soruyla, Kendisine ulaşılmasını murad ediyor.

İbrahim (as) gibi, doğru soru ve sorgu Yaratıcıya ulaştırır kulu.

Soruya, bir soru

daha sorulmalıdır

Soru, niteliğiyle anlamlıdır. Her soru hakikate götürmez insanı. Burada niyet ve nazar, belirleyicidir. Yani sathi, tebei, derinliği olmayan, yüzeysel bakışlar ve niyetlerle sorulan sorular, bazen insanı batıla ve dalâ,3lete taşır. Onun için soru karşısında alınan her cevaba, bir soru daha sorulmalıdır.

Sorular, böylece geliştiriyor, eğitiyor insanı. Sorusu arttıkça, arayışı artar insanın. Arayışı artınca da, kitaplara olan yakınlığı.. Zaten insanı kitaplara götürmeyen, sarsmayan soru, etkisizdir. Soru, kitaplardan doğup gelir. Kitaplar, sorulara verdiği cevapla anlamlıdır.

Hasılı, kitaplar hayatta; hayat, kitaplardadır. Her soru, kitaplara adrestir.

08.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır