"Gerçekten" haber verir 16 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Ân-ı seyyâle



Günlük hayatın rutin akışı içerisinde bazan sıradan gibi görünen öyle hadiseler cereyan ediyor ki, insanı bir anda en hassas yerinden yakalayıp silkeliyor ve sarsıyor.

Geçen gün şahit olduğumuz “kaza” gibi:

Her sabah olduğu üzere o gün de bizi gazeteye götürecek olan servis aracına yetişmek üzere, Yavuz Selim Camiini Çarşamba’ya bağlayan, sol tarafında Çukurbostan’ın bulunduğu yolda yürürken, seyir halindeki bir otomobilin önüne bir anda bir yavru kedinin atılıverdiğini gördük.

Sonrası çok hazin: Sevimli kedicik, kaşla göz arasında, saniyelerle ölçülebilecek bir zaman kesitinde, tekerin altında kaldı. Tekerlek dönmeye devam ederken yana fırlayan minicik bedeni, kendisini yerden yere atarak çırpınmaya başladı. Sonra çırpınış bitti ve bir hayat söndü.

Gördüklerimiz, üç-beş saniyelik acıklı bir film gibiydi, ama bire bir ve yüzde yüz gerçekti. Daha biraz önce olanca sevimliliğiyle koşturan kedicik, tekerleğin ezdiği bedeniyle can çekişiyordu.

Bu satırları okuyanlar içinde, çatışmalarda, trafik veya iş kazalarında ya da ansızın hiç beklenmedik sebeplerle geliveren sarsıcı insan ölümlerine şahit olup da, “Ne var yani, alt tarafı bir kedi ölmüş, bunu bu kadar mevzu etmenin âlemi var mı?” diyecekler çıkar mı, bilmiyoruz.

Ama her güz mevsiminde renk renk çiçeklerin, çeşit çeşit bitki ve ağaçların, böceklerin, sineklerin, kelebeklerin... vefatına bakıp hüzünlenen, şeriatın “Bilerek karıncaya dahi ayak basmayınız” diye emrettiğini hatırlatan ve talebelerinden biri kertenkele öldürdüğünde “Onun canını sen mi verdin?” diye hesaba çeken bir şefkat sultanından ders alanlar, bizi iyi anlarlar.

Kediciğin beklenmedik ölümü, herşeyden önce, “Her canlı ölümü tadacaktır” ilâhî fermanında ve “El mevtü hakkun: Ölüm gerçektir” nebevî ikazında ifadesini bulan, hayatımızın en büyük hakikatini bir kez daha önümüze koyuyor.

Bu ölümün ansızın gelmesi ise, yeni ve çok ibretli örneklerinden birini, geçtiğimiz haftalarda tatil için gittikleri Edremit’te sel sularına kapılarak hayatını kaybeden zengin işadamı ve çocuklarının vefatında gördüğümüz diğer bütün âni ölümler gibi, şu gerçeğe dikkatimizi çekiyor:

“Kat’iyen bil ki; hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır. O dakikadan evvel bütün zamanın ve o zaman içindeki eşya-i dünyeviye, o dakikada meyyittir, ölmüştür. O dakikadan sonra bütün zamanın ve onun mazrufu (içindekiler), o dakikada ademdir, hiçtir. Demek, güvendiğin hayat-ı maddiye yalnız bir dakikadır; hattâ bir kısım ehl-i tetkik, ‘Bir âşiredir, belki bir ân-ı seyyâledir’ demişler.” (Sözler, s. 436)

“Âşire” kelimesi, sâniye ile başlayıp sâlise, râbia, hâmise... diye devam eden ve her biri bir önceki kademenin altmışta birini ifade eden zaman birimlerinin onuncu basamağında, dakikanın trilyonlara bölünmüş kesitine tekabül ediyor.

“Ân-ı seyyâle” tabiri ise, bizim algılayamadığımız bir zaman boyutunu ifade eden bu birimin de ötesinde bir anlam içeriyor. Ve hayatın, öncesi yaşandığı ve geride kaldığı, sonrası da erişip erişemeyeceğimiz meçhul olduğu için elimizde bulunmayan bir “ân-ı seyyâle”den ibaret olduğu gerçeğini bize en iyi hatırlatan uyarıcı, ölüm.

Onun için, bu dünyaya kazık çakıp ebedî yaşayacakmışız gibi bir yanılgıya kendimizi kaptırıp, ne kadar takdir edildiğini bilemediğimiz ömür sermayemizi boş işlerle, anlamsız kavga ve sürtüşmelerle çarçur edersek, maazallah, telâfisi gayri mümkün bir ziyana uğrayanlardan oluruz.

Yegâne kurtuluş vesilesi olan ihlâsı kazanıp muhafaza etmenin en müessir bir sebebinin “rabıta-i mevt,” yani ölümü ve dünyanın fâni olduğu gerçeğini her an hatırda tutmak olduğuna dair ikaz ve ihtar boşuna değil. (Lem’alar, s. 167)

Ölümü unutmak ve kendisine isabet etmeyecekmiş gibi davranmak, ihlâsı kırıp imanı zedeleyerek insanı yoldan çıkaran en önemli sebep.

Allah bu gafletten hepimizi muhafaza eylesin.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

Başkasına yapılan haksızlık karşısında susarsan…



Son yıllardaki tartışma konularımızdan birisi de bazı kurumların basına uyguladıkları akreditasyon uygulaması. 28 Şubat’tan sonra Genelkurmay’ın icat ettiği bu uygulama şimdi de Başbakanlığa sıçradı. Gazeteler şimdi Başbakanlığın 7 gazeteciye uyguladığı akreditasyonu tartışıyor.

Öncelikle şunu belirtelim: Akreditasyonun her türlüsüne karşıyız. Bu “ayrımcılık” savunulamaz. Bu ülkede mahkemeler var. Muhabir yazdığı bir haberden dolayı bir ceza almış dahi olsa “Şu muhabir ya da şu gazete benim programımı izleyemez” denilebilir mi?

Kaldı ki, bu uygulama da aslında bir nev'î cezalandırmadır. Cezalandırma hakkı mahkemelerindir. Kamu hizmetini yapan basın mensuplarının gerek cumhurbaşkanının, gerek başbakanın, gerekse Genelkurmay’ın açıklamalarını millete duyurmak görevleri arasındadır. Bu yüzden akreditasyon uygulaması basın hürriyetinin ve milletin haber alma hakkının ihlâli anlamına gelir.

* * *

Başbakan son grup toplantısında “eleştirilmekten hiçbir zaman gocunmuyorum” demişti. Ancak son akreditasyon gösterdi ki, pek de öyle değil. Eleştirilmekten pek hoşlanmayan Erdoğan’ın önce Doğan grubu ile yaşadığı atışma, Fehmi Koru’nun bir sözü ile doruk noktaya çıkmıştı. Fehmi Koru’nun Başbakan için “Obama gibi geldi, Bush gibi oldu” anlamına gelecek sözler sarf etmesine Erdoğan çok sert tepki göstermiş, “Sevsinler seni! Yazıklar olsun!” gibi sert bir şekilde karşılık vermişti. Peşinden Koru, başbakanın üslûbunu yadırgamadığını, çünkü başbakanın üslûbunun bu olduğunun altını çizdi. Erdoğan’dan şimdilik karşı bir cevap gelmedi.

Şimdi de başbakanlığın “objektif kriterleri ithal ittiği” ve “düzmece haber ürettiği” için 6 gazetedeki 7 gazeteciye akreditasyon sınırlaması getirmesi birkaç gündür gazete sütunlarında tartışılıyor. Bu uygulamanın “antidemokratik” olduğu gazetelerin manşetlerine kadar yükseldi.

Başbakanlığın akreditasyonu tartışması başka akreditasyonları akıllara getirerek basının kendisini sorgulaması için fırsat oldu. Çünkü, bir yanlışı tartışırken, başkasına yapılan yanlış ve haksızlığı görme fırsatınız oluyor. Basının da çuvaldızını kendine batırması bu sayede oldu. Bir haksızlık başkasına yapıldığında ses çıkarmazsanız, aynı mânâda bir haksızlık kendinize yapıldığında sesinizi yükseltirseniz samimiyetiniz ortaya çıkar.

Bu anlamda, basına uygulanan akreditasyon ne kadar yanlışsa basının çifte standardı da o kadar yanlıştır. Genelkurmay yıllardır akreditasyon uygulaması yapıyor; Yeni Asya, Zaman, Millî Gazete, Vakit, Kanal 7, Samanyolu gibi pek çok medya kuruluşunu faaliyetlerine çağırmıyor, onların programları izleyip okuyucu ya da seyircilerine haberleri aktarmasına imkân tanımıyor. Başbakanlığın akreditasyonunu sınırladığı hangi kuruluş bu konuda tepki gösterdi?

Hem Genelkurmay’ın akreditasyonu muhabire değil, kuruma… Yani daha ağır. Bir muhabire akreditasyon sınırlaması getirilirse aynı kurumdan başka bir muhabir ilgili kuruluşu takip etme imkânı varken, kuruma uygulanan akreditasyon karşısında böyle bir imkân da olmuyor.

10 yılı aşkındır uygulanan akreditasyon ayrımcılığı karşısında sesini çıkarmayıp, şimdi kendinize yapıldığında sesinizi çıkarırsanız inandırıcılığınız kalmaz.

Akreditasyonun her türlüsüne karşı çıkmak gerekir. Belki bu tartışma medyanın bu yönde ortak tavır alma sonucunu ortaya çıkaracaktır. Halbuki, böyle bir ayrımcılık karşısında Genelkurmay bu uygulamayı başlattığında hep beraber ortak bir tavır alıp, basın toplantılarına katılmama yönünde bir irade ortaya koyamazlar mıydı? Şimdi de, Başbakanlığın bu uygulaması karşısında programlar izlenmese, basın toplantısı terk edilse, akreditasyon uygulayanlara bir caydırıcılık olmaz mıydı?

Avrupa Birliği yolundaki bir Türkiye’ye bu yasaklar yakışmıyor. Herkesi demokrasiye yakışanı yapmaya dâvet ediyoruz. Bu ayrımcılığa karşı ortak tavır takınılmazsa, yasaklar devam eder gider. Bunun yolu da tenkide, farklı seslere, fikir ve ifade özgürlüğüne tahammül göstermekten geçer. Demokrasi de böyle gelişir. “Bana dokunmazsa sesimi çıkartmayayım” derseniz, bir gün gelir o yasak sizi de etkiler.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tedbir almamaktan kork



Hastalıklara tedbir babında söylenen bir söz var: Hasta olmaktan korkma, geç kalmaktan kork. Çünkü, hastalıklar karşısında tedbir almakta geç kalan, tedavisi mümkün olan hastalıklar sebebiyle bile vefat edebilir!

Hükümet de dünyayı sarsan ekonomik kriz konusunda tedbir almayı geciktirdi. Çoğu zaman olduğu gibi, “Bize bir şey olmaz” anlayışı baskın çıktı ve yaklaşan krizi görmezden geldik. Tabiî krizi inkâr ederek bir yere varmak mümkün değil. Başta Anadolu sermayesi olmak üzere “Sıkıntıdayız, fabrikalarımız kapanmak üzere” denmeye başlandı.

Akademisyen ve ekonomistler de hızla Türkiye’ye doğru yaklaşan krize karşı tedbir alınmasını istiyor. Her ne kadar ‘tek çare’de ittifak olmasa da bazı ortak sıkıntıları dile getirmişler. Radikal’in (14 Kasım 2008) araştırmasına göre, uzmanların tekliflerini şöylece özetlemek mümkün:

Korkmaz İlkorur (ekonomi yazarı): Türkiye’nin büyümeye ihtiyacı var. Mevcut durumda gerileme söz konusu olduğuna göre büyümeyi kışkırtıcı bir pakete ihtiyaç var. Mevcut durumda büyümeyi teşvik edici paket ya da önlem alınmalı. Yani faizleri düşürmek daha geniş bir para politikası takip etmek illaki enflasyona yol açacak diye bir şeyi ben kabullenmiyorum. Büyüme için Türkiye’nin uzun süredir yapmadığı şeyler var. Yapısal refarmları yapıyor gibi görünüyor ama hiçbir şey yapılmıyor. Türkiye’nin bir pakete ihtiyacı var.

Prof. Dr. Asaf Savaş Akat: Kime vereceğimizi tartışmadan önce ne kadar verebileceğimizi ve ne vermemiz gerektiğini tartışmamız lâzım. Ben IMF ile anlaşmaya hiçbir zaman çok sıcak bakmadım. Anlaşmanın yararı olacağını da fazla düşünmüyorum.

Dr. Mahfi Eğilmez (ekonomi yazarı): Malî disiplini biraz gevşetmek uğruna biraz sanayiye destek olunmalı. Vergileri düşürmek lâzım. Merkez Bankası’nın faiz indirimine giderek tüketiciye giden faizi düşürmesi gerekiyor.

Doç. Dr. Metin Ercan: Türkiye’de malî değil ama reel sektörde ciddî problem yaşanabilir. Büyük şirketler kendini kurtaracak durumda ama KOBİ’lerde büyük sorun olabilir.

Prof. Dr. Güven Sak: Malî piyasalardan doğan ekonomik dalgalanma bize doğru geldi. Altı ay içinde ciddî olarak hissetmeye başlayacağız. En kötü senaryoya göre şimdiden tedbirlerimizi oluşturmalıyız.

Prof. Dr. Fatih Özatay: İşsizliği azaltmak için beceri arttırıcı kurslar oluşturmak gerekiyor.

Prof. Dr. Mustafa Aysan: Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlike, işsizlik ve üretimin düşmesi. Bu nedenle maliye politikaları buna göre düzenlenmeli.

Prof. Dr. Erinç Yeldan: Hazırlanacak paket reel sektöre yönelik bir vergi reformunu kapsayabilir.

Prof. Dr. Vefa Tarhan: Hükümet enflasyonu düşünmeden faizleri indirmeli, çünkü bunu düşünmek lüks olur. 2009 da ekonomi için kayıp yıl olacak.

Prof. Dr. Hurşit Güneş: Hükümet hâlâ topluma güven vererek, ‘sıkıntı yok’ diyerek krizi ertelemeye çalışıyor, ufak tefek bazı çalışmalar dışında somut önlem almıyor.

Prof. Dr. Seyfettin Gürsel: Krizin Türkiye’ye etkisi beklediğimizden daha şiddetli oldu. Türkiye’nin maliye politikası ve kamu harcamalarında da reform gerekiyor, bir yerden kısmak lâzım.

Prof. Dr. Taner Berksoy: Bu krizin bize uzanacak ucu durgunluk olacak. Bizim politikalarımızı durgunluğa karşı kurgulamamız lâzım. Canlandırma paketi olabilir. Olacaksa bir ucunda faiz indirmek diğer ucunda kamu harcamalarını arttırmak var.

Uzmanların da ifadeleriyle, tedbir almakta geç kaldığımız ortada. Faizin düşürülmesi ve reel sektör ile KOBİ’lere destek verilmesi de dikkate alınması gereken teklifler olarak öne çıkıyor. İnşallah 2009 kayıp yıl olmaz...

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Bediüzzaman’ın saff-ı evvel hizmet ehline yaklaşımı



Aynı mizaçtaki, aynı meşrepteki insanların bir araya gelip, ortak bir dâvâ etrafında toplanıp ifâ-i hizmette bulunmaları elbette daha kolay. Birbirine yakın huylara sahip, psikolojik yapıları çok farklı olmayan insanların birbirine yakın fikir ve düşüncelere sahip olmaları çok zor değil.

Ama fıtratları birbirine uymayan, farklı mizaçlara sahip, değişik meşrepte olan insanların bir araya gelip ortaklık kurmaları, îfâ-i hizmette bulunmaları, tam bir uyum içinde anlaşarak bir işte başarı göstermeleri kolay değil.

Bununla beraber, gelin görün ki, bir arada bulunma zorunluluğu olan insanların hepsi de her zaman aynı mizaçta, aynı meşrepte olmuyor. Aynı dâvânın mensubu, aynı cemaatin mensupları da olsalar, farklı huylara, değişik meşreplere sahip olmaları çoğu zaman kaçınılmaz oluyor.

İşte asıl hüner, asıl maharet bundan sonra başlıyor. Farklılıkları bir zenginlik, bir avantaja dönüştürerek, hizmete koyulmak... Her insanı, olduğu gibi kabullenip, herkesle imtizaçkârâne, kardeşâne bir ortam içinde îfâ-i hizmette bulunmak... Her kabiliyete, her fıtrata uygun bir hizmet alanının bulunabileceğini göz ardı etmemek... Böyle doğru ve gerçekçi bir hesaplamanın, bir mülâhazanın hizmete katkı olacağını, enerji katacağını unutmamak gerekir.

Bunun en canlı, en çarpıcı örneğini Bediüzzaman’ın talebelerine olan yaklaşımında, onlara yaptığı muâmelelerinde, eserlerindeki lâhika mektuplarında talebelerine yaptığı telkin ve tavsiyelerinde görmekteyiz. Meselâ bir mektubunda şöyle diyordu:

“Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübâyenet düşmesin. İnsan hatadan hâli olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır. Nefis ve şeytan, sizi, kardeşinize karşı itiraza ve haklı olarak tenkide sevk ettiği vakit, deyiniz ki: ‘Biz, değil böyle cüz’î hukukumuzu, belki hayatımızı ve haysiyetimizi ve dünyevî saadetimizi Risâle-i Nur’un en kuvvetli rabıtası olan tesanüde feda etmeye mükellefiz. O bize kazandırdığı netice itibarıyla dünyaya, enaniyete ait her şeyi feda etmek vazifemizdir’ deyip nefsinizi susturunuz. Medâr-ı nizâ bir mesele varsa meşveret ediniz. Çok sıkı tutmayınız; herkes bir meşrepte olmaz. Müsamahayla birbirine bakmak şimdi elzemdir.” (Kastamonu Lâhikası, s. 181)

Çok iyi tahlil etmeliyiz ki, saff-ı evvel dediğimiz Bediüzzaman’ın o ilk talebelerinin hemen hepsi Risâle-i Nur’un daha yeni zuhuru yıllarında Bediüzzaman’ı tanımışlar ve Bediüzzaman’ın müceddidliğini, müctehidliğini bilmeden ona intisap etmişler. Belki de çoğu onu öyle sıradan bir hoca bilerek talebesi olmayı kabullenmişler. Farklı mizaçlara, değişik meşreplere sahip olan bu talebelerin her biri değişik çevrelerden, farklı tasavvuf ortamlarından Bediüzzaman’ın etrafına toplanmışlar. Ve çoğu, eski malûmatlarıyla beraber Bediüzzaman’a ve Risâle-i Nur’a talebe olmuşlar.

Tam bir teslimiyet, sonsuz bir kanaat ve tevekkül ile Üstadlarının etrafında kenetlenerek hizmete koyulan bu güzide hizmet erbabının farklı fıtrat, değişik meşrepte olmaları medar-ı nizâ veya sebeb-i ihtilâf olmadı.

Bu güzide hizmet ekibinin, o zor şartlar altında, o bütün baskı ve yıldırma faaliyetlerine rağmen Bediüzzaman’a sahip çıkmaları, ona talebe olmayı göze almaları her takdirin fevkinde bir hâldir.

Gözden uzak tutulması gerekir ki, saff-ı evvel diye anılan bu faziletli, fedakâr hizmet ekibinin her birisinin beşer olmaları hasebiyle bilerek veya bilmeyerek bazı zaafları, bazı yanlışları da olabiliyordu. Mizaç ve meşreplerinin bir sonucu olarak, basit de olsa bazı hata ve kusurları oluyordu. Kabul etmek durumundayız ki, her yönüyle dâhî olan Bediüzzaman gibi bir mürşidi hüve hüvesine tanımak ve onun tarif ettiği biçimde, onun tavsiye ettiği şekilde bir hâl ve tavır içinde olmak ve o istikamette bir hizmetin içinde bulunmak, her insanın becerebileceği, sergileyebileceği bir durum değildi. Onun kudsi dâvâsının bütün inceliklerine vâkıf olmak, onun çizgisinden ayrılmadan ifâ-i hizmette bulunmak, her hizmet erbabının kârı değildi. Bu ince gerçeği göz önünde bulundurduğumuzda saff-ı evvel ağabeylerden zaman zaman sudur eden küçük hataların mahiyetini daha iyi anlamış oluruz. İşte burada da yine Bediüzzaman’ın o engin şefkatini ve aynı zamanda maharetini görüyoruz.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

İnsan su gibi olmalı



Evet, insan su gibi olmalı, hem kendisine, hem çevresine hayat vermeli. Su kadar özel, su kadar güzel ve su gibi aziz olmalı. Girdiği ortama hareket ve bereket getirmeli. Düştüğü yerdeki yürek yangınlarını söndürmeli. İster bir çeşmeden aksın, ister bir dereden çağlasın, kaynağından çıktığı gibi temiz ve berrak olmalı. Kalpten kalbe, gönülden gönüle çağlayıp akarken, kalplerin pasını, gönüllerin pusunu silmeli. İnsan, kendini bilmeli.

Cam icat edilmeden önce, insanlar su birikintilerine bakarak kendilerini görürlermiş. Yani suyu bir ayna olarak kullanırlarmış. İnsan da insanın aynasıdır. Kalpler su gibi temiz, gönüller su gibi berrak olursa, düzgün bir ayna olur, karşısındakini olduğu gibi yansıtır. Kirli suların doğruyu göstermesi mümkün değildir. İnsanın fıtratı, kaynağından yeni çıkmış su gibi temizdir. Yaşadıkça ve yaşlandıkça, hayatın kirli atıkları insanın fıtratını bulandırır. Kalbinde iman gibi bir arıtma tesisi yoksa, hem kendini, hem çevresini zehirler.

İnsan su gibi olmalı. Konuştuğu zaman yürekleri serinletmeli, akılları harekete geçirmeli. Boş söz değil, hoş söz konuşmalı. Dinleyenlerin gözleri parlamalı, yüzleri gülmeli. Suların toprağı beslediği gibi, insan da akıl tarlalarına rahmet olmalı. İnsanın olduğu yerde ilmin, tekniğin, doğru ve güzel düşüncenin fidanları filizlenmeli.

İnsan su gibi olmalı, rahmet bulutlarındaki damlalar gibi tek tek düşmeli. Sakin, sabırlı ve sükûnet içinde yağmalı. Rahmet olmalı, âfet olmamalı. Öldüğü zaman rahmetle anılmalı, lânetle değil.

İnsan su gibi olmalı fakat, azgın bir sel olup etrafını yıkmak yerine, sakin bir dere olup, şırıl şırıl akmalı. Irmaklara karışıp ummanlara kavuşmak yerine, bardaklara dolup damarlarda dolaşmalı.

İnsan akarsu gibi olmalı. Atalarımız “Akarsu kir tutmaz” demişler. Bir çukurda birikip bekleyen suların zamanla kirlendiğini ve etrafa pis kokular yaydığını hepimiz biliriz. Öyleyse, hayatın gayesi yönünde şırıl şırıl akmalı ki, pırıl pırıl temiz kalmalı. Dipdiri ve dupduru olmalı.

İnsan su gibi olmalı. Yeri geldiğinde kabına sığmamalı. Bir avuç suyun demir gülleyi parçaladığı gibi, fıtratının gereğini yerine getirmek için dar kalıpları kırmalı, hürriyet vadilerinde serbestçe akabilmeli. İstibdadın çelik zincirlerini koparıp, imanın müşfik sinesine teslim olmalı.

İnsan bir damla olmalı fakat, ummanları içine alabilmeli. Cemil-i Zülcelâl’in cilvelerine ayna olabilmeli.

Evet, insan su gibi olmalı, girdiği gönüllerde güller açtırmalı.

Güller açılsın

Gönül kapısını açık tutalım,

Perde aralansın, tüller açılsın.

Kalpleri sevgiyle aydınlatalım,

Barikatlar kalksın, yollar açılsın.

Erenlerin meclisine girmeli,

Yunus’un izine yüzler sürmeli,

Hak’tan aldığını halka vermeli,

Mevlâna misâli, eller açılsın.

Sevgisiz yürekler kuru çöl olur,

Sevgi kalbe damladıkça göl olur,

Gönüllerde gonca olur, gül olur,

Muhabbetle saran kollar açılsın.

İstiyorsan gönüllerde kalmayı,

Gönül meslek eyle gönül almayı,

Bırak saraylarda mermer olmayı,

Toprak ol, bağrında güller açılsın.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Dönüş



Bülbülü altın kafese de koysan yine de “Vatanım” der. Güle âşık bülbül için kokusuyla mest olduğu kendi gülistanından başka vatan yoktur. Gülistan da aynı duygular içindedir. O da bülbüle âşıktır. Onun narin ve sevgi dolu okşayışını, gülleri üzerinde gezinip neşeyle şakırdamasını özler. Yaban kuşlardan, özellikle de “gak! gak! gaaak..” diye bağrışan kargalardan nefret eder.

Yapraklarına yad eller değince güllerinin, sararıp solar gülistan. Onun için tek bir âşık vardır. O da “Bülbül.”

Filistin ve Filistinli “gül ve bülbül” misalidirler. Birbirinden ayrılamazlar. Ne Filistinli başka bir vatan tanır, ne de Filistin başka bir âşık. Birbirlerine hasret türküleri yakarlar hep.

“Ey sevgili! Üzerime kara bulutlar çöktü. Köylerimi, kasabalarımı, camilerimi, medreselerimi yakıp yıktılar. Her tarafı darmadağın ettiler. Zeytin ağaçlarımı, narenciye bahçelerimi kökünden söküp attılar” diye acılarını dile getirir Filistin.

Filistinli de Şair Tevfik Ziyad’ın diliyle karşılık verir vatana:

“Korkma sen! Çalınan toprağımın her bir parselinin rakamını, köyümün sınırlarını, yıkılan evleri, dibinden sökülen ağaçları, yok edilen kır çiçeklerini, unutamadığım Kefr Kasım Köyünü, acısı beni yakan Deir Yasin’i her daim hatırlamak için mezar taşlarına, kayalara kazıyacağım. Güneşin bana anlattıklarını, Ay’ın fısıldayıp haber verdiklerini, gidip âşıkları göçen kuyulara anlatacağım ki unutmayayım...

“Hapishanelerin, işkence yapmada uzmanlaşanların, ayaklarıma vurulan prangaların ve bileklerimi sıkan kelepçelerin isimlerini; kafamdan aşağı dökülen küfürleri, acılarımın en ince teferruatını, başımıza gelen felâketi (en-Nekba), A’dan Z’ye kadar hep kazıyacağım... Kazıyacağım ki unutmayayım...”

Filistinli eline geçen imkânlarla vatan aşkını muhafaza etmeye devam ediyor. Ona olan bağlılığından vazgeçmesi için yapılan işkencelere boyun eğmeyeceğini, acılarla dolu olan bu aşk hikâyesini nesilden nesile aktarmaya ahd ettiğini cümle âleme ilân ediyor. Şair Tevfik Ziyad hapishanede yazmış olduğu şiirinde, ayrı düştükleri için özlemi bir çığ gibi büyüyen annesine, Filistin’in cennet manzaralarını selâm olarak gönderiyor. Böylece, ona bir zamanlar sahip oldukları bu güzel manzaraları unutmadığını hissettirmek istiyor. Şiirinde milletçe çekilen acıları sıraladıktan sonra, kendi evliliğinden ve çocuğundan bahsederek, hayatın devam ettiğini ve hayat devam ettiği sürece de vatana dönüş (el-Avde) umudunun yitirilmeyeceğini vurguluyor.

Hüzün kapısı

Sevgili anneciğim!

Yüzlerce öpücük gönderiyorum sana

Tepenin üzerindeki evimizden..

Gül ağacından... fulyadan... gülümseyen başaktan

Dimdik duran zeytin ağacından ve selviden

Her yaz sepetleri tıka basa dolduran bağımızdan

Ve beyaz Şam dutundan...

****

Anneciğim!

Ey hoşgörü âleminin en güzeli!

Gözümün bebeği... Yüreğim

Sevgimle büyür özlemin; bir gül misali gibi!

Nasılsınız? diye sorar yüreğim

Kara çadır ve bulutlar nasıl?

Allah aşkına! Özlemle bizim eridiğimiz gibi,

Siz de eridiniz mi! Sorarım.

Bol bol selâmlarım var hepinize

Yemyeşil çimen gibi

****

Haberlerimiz mi!

Çoktur... Taşımaz yüreğim

Salâh’ın babası...

Gözleri kör oldu kahrından

Fahri’nin annesi...

Gitti Fahri’ye hüznünden

Samra Köyü...

Beli büküldü çileden

Ve pınar...

Kurudu... Suyu akmaz oldu

Toprağımız ise...

Karanlıklar çalıyor onu bir başkası için

Kayadan başka birşey kalmadı anneciğim

Lâkin biz... Direniyoruz

Toprak gibi sonsuza kadar

Neden olmasın!?

Çünkü kanımızda kartal burnu var!!

****

Anneciğim!

Oğlun yalnız değil artık

Komşu kızıyla evlendim bir müddet önce

Fakirdir benim gibi...

Acı hayatımdaki can yoldaşım o benim

Ve sen anneciğim... Nene oldun... nene

Senin ve benim etimden bir gülüm var artık

Yaramaz... Sanki üç yaşında bir maymun gibi

En güzel ismi koydum ona

Fehde...

Her sabah sorar bana:

Nenem nerde?

Feyruz’un şarkılarına âşık

Özellikle de el-Avde

Tevfik Ziyad (Terc: Suna Durmaz)

Kaynak: Dr.Abdurrahman Yağı, “Şuara Ard el-Muhtelle,” s: 422,358 / Kâzıma lin-Neşr, Kuveyt: 1982

16.11.2008

E-Posta:




Mustafa ÖZCAN

Bush u Nejad: Zıt ikizler



Bush u Nejad kardeşlerden ikincisi Samarra’da gizlenmiş olan Mehdi-i Muntazar ile gizliden gizliye temas halinde olduğunu söylüyor (The prophets of Iranian regime split won’t find it in the fury of the bazaar Jonathan Steele in Tehran The Guardian, Monday November 3, 2008). Kimileri bunu Acem mübalâğasına hamletse, bağlasa da kendisi söylediklerine inanıyor. Öteki de Mesih ile necva yani fısıldaşma halinde veya kendinden geçme makamında olduğunu söylüyor. Hasib ile Nesip kardeşler hikâyesi gibi.

Neyse ki, Bush sonunda havlu attı. Ama neden sonra? Ne pahasına diye soracak olursanız bunun cevabı henüz bilinmiyor. Dipsiz bir kuyu. Kimilerine göre Bush gider ayak Amerikan ekonomisini mahvettiği gibi plus veya promosyonu olarak da dünya ekonomisini batırdı. Kimse dibini görmek bir yana tahayyül dahi edemiyor. Hesap soranı da yok. Bush, Beyaz Saray’ın dümenini bırakırken Afganistan ve Irak’tan hâlâ canhıraş sesler ve hançerelerden imdat çığlıkları yükseliyor. Dünyanın kalanından da iktisadî feryatlar yükseliyor. Her yer yangın yerine dönmüş durumda. Ötekisi de ikide bir “Hürmüz’ü yakarım” diye tehdit savuruyor. Belâ bir değil iki. Yakan yakana. İngiltere ve Almanya resesyona girdi bile. Daha doğrusu resesyon duble oldu, yani katlandı. Yoksa bu ülkeler zaten son 10 yıllarını resesyonla geçirdiler ve bu zamandan beri pek hallice değillerdi. Japonya da öyle. İngiltere’de işsizlik oranları 1997 kayıtlarını da geçti... Türkiye’de perakende satışlar yüzde 25 düştü. Dolayısıyla lisan-ı hâlleriyle ikisi de ‘bizim yaptıklarımızı ancak Mehdi veya Mesih temizler ve düzeltebilir’ diyorlar. 13 Kasım 2008 tarihinde ABD’de New York Times gazetesinin sahte nüshasına göre Bush Hz. İsa ile tekrar betekrar konuştuğunu ileri sürüyor. Sahte nüshaya göre sahteci Bush şunları söylüyor: “Geçen ay, Hz. İsa ile konuştum. Bu yeni bir konuşmaydı. Yeniden doğmuş olmaktan dolayı kutsandım. Bu sefer gerçekti…” Konuşmasa bile bu kadar meraklı adamın rüyasına girmesi tabiî sayılmalıdır.

Prof. James W. Morris, Aylık dergiye medeniyetler savaşı olarak takdim edilmek istenen şeyin aslında bir nev'î barbarlar savaşı ve cahiliyetler savaşı olduğunu ifade ediyor. Zira günümüzde medeniyetin kalmadığını daha doğrusu medeniyetin vicdanının iflâs ettiğini ve mevcudun sadece medeniyet suretinde bir tedenniyet ve inhitat ve çöküş olduğunu söylüyor. Suriyeli Şevki Ebu Halil’in değerlendirmesi de bu merkezde idi. Bu hususta ihtida nuruyla aydınlanan ve konuşan Morris şunları söylemektedir: “Bu cahillerden George W. Bush ve Ahmedinejad’ı ele alalım misâl olarak. Her ikisinin de hitap ettikleri, kendilerinden oy aldıkları kesimler, hani Anadolu’nun fakir köylüleri yahut fakir bölgeleri vardır ya, bunun gibi köylü ve tarım toplumu hususiyetleri baskın bölgelerin insanlarıdır. Her ne kadar Bush kişisel olarak zengin olsa da hitap ettiği ve destek aldığı kitlenin özelliği işte budur. Dünyada ne olup bittiğiyle o kadar ilgilenmeyen oturdukları yerin dışına pek adım atmamış muhafazakâr dediğimiz türden dinî hassasiyetleri olan ama cahillikleriyle de öne çıkan topluluklardır bunlar. Her iki lider de, seçmenlerine, ‘Geri gidebilir, eski günlerdeki gibi yaşayabiliriz!’ mesajı vermektedir. Dinleyicileri de ‘İnşaallah!’ diye tempo tutmaktadır. ‘Geri dönmek’ten kasıt nedir peki?”

“Bush’un geri dönmekten anladığı, İsrail’e yardım edip kıyamet savaşını çıkartmak; Ahmedinejad’ınki de Mehdi’nin kendince gelişini hazırlamaktır. Bu yüzden devrimci olsun veya olmasın aklı başındaki İranlılar gerçekte Ahmedinejad’dan korkarlar. Çünkü her sözü, ‘İmam Mehdi bu sene, olmadı bir sonraki sene gelecek!’ tarzındadır. Peki, bu sözlerin hakikaten bir mânâ ifade edeceği bir medeniyet temeli ve derinliği var mıdır? Hayır. Yalnızca cahil bir köylünün dileğini andırmaktadır onlarınki. İran’da Ahmedinejad’ı destekleyen insanlarla bizzat konuştum. Bu nev'î basit, belli bir tutucu jargonla konuşan, ‘köylü’ diye vasıflandırdığımız cinsten, alelâde diyebileceğim şahıslardı tümü. Halbuki, ‘medeniyet’ dediğimizde, kelimenin kökünde bile bir ‘şehir’ ve ‘şehirlilik’ delâleti bulunur…”

Muc dergisi Nejad benzerlerinin Mehdi telâkkisini hicvetmişti. Ama bu hiciv neredeyse Hatemi hükümetinin sonu oluyordu. Evet bu mantığın sonucu bütün beklentilerini Mehdi’nin zuhuruna kurgulamış ve bağlamış pasif ve atıl olan kitleler Bush’un halefi olan Obama’dan çok şey bekliyorlar. Her şeyi Deccal ve Süfyani ekseninde veya sadece iki kategoride görüyorlar. Maniheistler gibi mekanik olarak kategorize ediyorlar. Bunun sonucunda kaba bir tasnif ortaya çıkıyor; ya bizimlesin ya da karşımızdasın edebiyatı oluşuyor. İşte Obama’nın seçilmesi kimilerine göre 11 Eylül sonrasındaki kutuplaşma ve keskinleşmenin ortadan kalkmasıdır... Mehdi bekleyen İranlı kitlelere göre ise Nejad, Mehdi’nin hazırlayıcısı olduğu gibi Hüseyin Obama dahi haberci ve müjdecidir. Mehdi mübeşşiratındandır.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeryüzünde dolaşan cennetlik adam



Ticaretle uğraşırdı. Basra çarşısındaydı o gün. Bir rahibin onlara işaret edip, “Sorun bakalım, içlerinde Harem’den kimse var mı?” dediğini duydu. “Ben varım” dedi. “Ahmed geldi mi?” diye sordu rahip. O da merakla, “Ahmed kimdir?” diye mukabele etmekten kendini alamadı. Rahip konuşmaya başladı:

“Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğludur. Peygamberlerin sonuncusudur. Mekke’de ortaya çıkar ve Medine’ye hicret eder. Sakın ona tâbi olmakta gecikme.”

Bu söz kalbinde yerleşti. Mekke’ye döner dönmez yeni bir durum olup olmadığını sormuş, “Muhammed (asm) peygamber olduğunu iddiâ ediyor, Ebû Bekir de ona tâbi oldu” demişlerdi. Hemen Hz. Ebû Bekir’e (ra) gitti. O da Resûlullah’a (asm) götürmüş, İslâmla müşerref olmuştu.

İslâma büyük hizmetleri olacak olan bu temiz kalpli insan Talha bin Ubeydullah’tan başkası değildi. Bir gün Allah Resûlü (asm), ashabıyla birlikte otururken o çıkagelmiş, Allah Resûlü de (asm), “Yeryüzünde dolaşan Cennetlik bir kimseye bakmak isteyen Talha’ya baksın”1 buyurmuşlardı.

Daha hayatındayken böylesine bir iltifata mazhar olmuş Hz. Talha, Aşere-i Mübeşşere yani yine Peygamberimizce Cennetle müjdelenen on sahabi arasında yerini almıştı.

Gerçekten Cennetlik ameller sahibi, faziletli, yüce bir insandı. Bizzat Resûlullah (asm) tarafından bu özellikleri sebebiyle Talhatü’l-Hayr (Hayırlı Talha), Talhatü’l-Feyyaz (Çok veren Talha) ve Talhatü’l-Cûd (Cömert Talha) diye tavsif edilmişti.

Bir defasında onun yedi yüz dirheme sattığı arazisinin parasıyla gece rahat uyku uyuyamadığını, sabah olur olmaz hepsini dağıttığını biliyoruz. Birgün de eşi Su’da Binti Avf onu üzüntülü görmüş, sebebini sorduğunda malının çoğalmasının kendisini üzdüğünü belirtmiş, o da eşini rahatlatmak için tek bir dirhem dahi kalmayıncaya kadar malının tamamını Allah yolunda dağıtmıştı.

Onun borç para vererek de sıkıntıda olan mü’min kardeşlerini sevindirdiğini, Bakara Sûresi’nin 245. âyetinin onun bu fedakârlığı sebebiyle nâzil olduğunu biliyoruz.

Daha dünyadayken Cennetlik ameller sebebiyle İlâhî takdire lâyık olabilmek ne büyük bir mutluluk.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Sünen: 5

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Doğruları tavsiye ederken



Hasan Basri Evci: “İslâmiyet’i yaşamayan yanlış şekilde büyümüş birini düzeltmeye çalışıyorsunuz. Başarı elde edemiyorsunuz. Neden? Ki iyi bir şey yapılmaya çalışılıyor. Hidayeti sadece Allah verir, biliyorum. Ama o insanı biz düzeltemeyince çok üzüntü duyuyoruz. Kendimizi çok yıpratıyoruz. Çare nedir sizce bu konuda? Ya da ne okumalıyım cevap için. Bir de bizim bu insanı düzeltmedeki başarısızlığımız acaba bizim çok daha iyi bir insan olmadığımızdan mı? Hata bizden mi kaynaklanıyor yoksa? Öyle mi düşünmeliyiz?”

Doğru bildiğimiz hak ve hakikatleri etrafımızdaki insanlara tanıtalım. Sabah akşam selâmlaştığımız can dostlarımızın îmânî inkişaflarına yardımcı olalım. Nitekim Kur’ân, “Sizden hayra dâvet eden, iyiliği emreden ve kötülükten nehyeden bir cemaat bulunsun. İşte kurtuluşa erenler yalnız onlardır”1 buyuruyor. Fakat şu hususlara dikkat edelim:

1- Tavsiye ettiğimiz hakkı ve hayrı elimizden geldiği kadar önce kendimiz yaşamalıyız. Kur’ân, “Yapmadığın şeyi niçin söylüyorsun?”2 sorgusuyla ehl-i imanı önce yaşamaya dâvet eder. Hayrı yaşamak ve salih amel sahibi olmak bir yandan Allah’a karşı yaratılış vazifemiz iken, diğer yandan insanlara da örnek tavrımızı ve duruşumuzu teşkil eder. Bütün peygamberler “önce yaşayan” insanlardı. Hâl dili, söz dilinden daha kuvvetlidir. Yaşayan insan, ameliyle daha çok tesir sahibidir.

2- İnsanları sevmeli ve saymalıyız. Yunus Emre’nin ifadesiyle, Allah’ın kullarını “Yaradan’dan ötürü” sevmeliyiz. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle; rengi, ırkı, dini, dili, mesleği, meşrebi, ameli, yaşayışı ne olursa olsun, insanlara karşı tam bir “muhabbet fedaîsi” olmalıyız.3 Unutmamalıyız ki, sevildiğini ve değer verildiğini bilen insan bizde tam bir güven hissedecek; o güven ise hak ve hayırla ilgili teklifimizi makbul saymasını kolaylaştıracaktır.

3- İnsanların kusurlarını görmemeli, insanları kınamamalı, yargılamamalı, olduğu gibi kabul etmeli ve çok sık affetmeliyiz. Afv ve müsamaha yolunu, hesap sorma ve yargılama yoluna her zaman tercih etmeliyiz. Kur’ân, “Affetsinler, geçsinler, müsamaha göstersinler. Allah’ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?”4 buyurur. İnsanları affetmek ve davranışlarına müsamaha göstermek, onların kendi kendilerini sorgulamalarına, kendi kusurlarını görmelerine ve kendilerini ıslâh etmelerine zemin hazırlayacaktır.

4- İnsanların hakkı bulmalarına yardımcı olmalı, fakat hakkı zorlaştırmamalıyız. Onlara dinin ve dini yaşamanın, imanın ve imanı öğrenmenin “kolaylıktan” ibaret olduğunu5 hissettirmeliyiz. Peygamber Efendimiz’in (asm), “Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız,; müjdeleyiniz, nefret ettirmeyiniz”6 hadis-i şerifi hep kulaklarımızda küpe olmalı.

5- Dinde ikna vardır, icbar yoktur; teklif vardır, ısrar yoktur. Kur’ân, “Hak batıldan iyice ayrılmıştır. Dinde ikrah, icbar ve zorlama yoktur”7 buyurur. Bedîüzzaman Hazretleri, “Medenîlere galebe çalmak ikna iledir. Söz anlamayan vahşîler gibi icbar ile değildir” der.8 Öyleyse iman dersleri için “teklif” olmalı; ama “ısrar” olmamalı, gelmediğinde “sû-i zan” olmamalı, “gönül koyma” olmamalıdır. Tekliften vazgeçmemeliyiz; ama muhatabımızı bıktırmaktan da kaçınmalıyız. Abdullah b. Mes’ûd (ra) anlatır: “Nebiyy-i Muhterem Efendimiz (asm) öğüt ve nasihat hususunda bize bıkkınlık gelmesin diye hâlimize bakıp ona göre gün ve saat kollardı.”9

6- Davranışlarımızda her zaman hilm sahibi olmayı ve yumuşak huyluluğu, sert ve kırıcı olmaya; mütevazi ve alçak gönüllü olmayı, kibirli ve gururlu olmaya; merhametli olmayı ve bağışlamayı, acımasız ve suçlayıcı olmaya tercih etmeli-yiz. Öfkemizi yenmeyi, yutmayı ve sineye çekmeyi muhakkak başarmalıyız.

7- Asla cimri ve eli sıkı olmamamız gerektiği gibi, müsrif ve savurgan da olmamalıyız. Dinimizin bizden istediği davranış biçimi: Cömertlik ve gönül zenginliğidir. Bunu muhakkak göstermeli ve hayatımızda hâkim kılmalıyız. Peygamber Efendimiz (asm) insanların en cömerdi idi. Kendisinden bir şey istenildiğinde hiçbir zaman “Hayır!” dediği olmamıştır.

8- Teklif ve tebliğ sözün en güzeli ile, hikmet ile, ilim ile, irfân ile, bilgi ile, şehâdet ile, şuhud ile, hakîkat ile yapılmalıdır. Kur’ân, “Rabb’inin yoluna hikmetle ve en güzel öğüt ve nasihatlerle çağır. Onlarla en güzel şekilde tartış”10 buyuruyor.

9- Cenâb-ı Hak, Kur’ân’da şöyle buyurur: “Onlar iman etmiyor diye, neredeyse kendini helâk edeceksin. Dilesek, Biz onlara gökten bir mû’cize indiririz de, ister istemez ona boyun eğmek zorunda kalırlar.”11 Öyleyse bize düşen tebliğ görevini yaptıktan sonra tevfik ve hidayeti Allah’tan beklemektir.

Dipnotlar:

1- Âl-i İmrân Sûresi, 3/104; 2- Saff Sûresi, 61/2; 3- Hutbe-i Şâmiye, s. 73; 4- Nûr Sûresi, 24/22; 5- Buhârî, Îmân, 37; 6- Buhârî, İlim, 63; 7- Bakara Sûresi, 2/256; 8- Hutbe-i Şâmiye, s. 73; 9- Buhârî, İlim, 62; 10- Nahl Sûresi: 16/125; 11- Şuarâ Sûresi: 3-4.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bir özgürlük rüyası!



Bu sonu mutlulukla biten modern zaman öykülerinden biri. Bir özgürlük hikâyesi. Yaratıcının insanın fıtratına yerleştirdiği insanı insan yapan temel özelliklerden olan “hürriyet mücadelesi”ne ibretli bir örnek. Fedakârlık, dirayet, metanet ve samimiyetle ilmik ilmik yaşanarak örülmüş bir hürriyet âbidesi…

Siyahlar ve beyazlar

Yıllar önce Afrika’dan Amerika’ya köle olarak getirilip satılan siyahlar zamanla özgürlüklerini kazansalar da, hep ikinci sınıf insan oldular.

Yaklaşık 60 yıl önce lokanta, tiyatro, otel, kütüphane, hastane, hatta kiliselerde (kısaca bizlerin(!) yakînen bildiği tabirle “kamusal alanlar”da) siyahların beyazlardan ayrı durmasını hukuken öngören kanunlar hüküm sürmekteydi. Parklarda bile siyahların oturduğu banklar “siyahlar içindir” ifadesiyle ayrılmıştı.

Sözgelimi otobüse binmek isteyen bir siyah ön kapıdan binip şoföre parasını verdikten sonra, otobüsten iner arka kapıdan yeniden binerek kendilerine ayrılmış koltuklara otururdu. Tabiî otobüs hareket etmemişse! Zira çoğu şoför parayı aldıktan sonra, siyah yolcu arabadan iner inmez hareket ederdi! Siyahlar beyazlar için ayrılmış orta gruptaki koltuklara ancak beyazlar olmadığı zaman oturabilirlerdi. Bir beyaz kanunların kendisine verdiği yetkiyle “Kalk ben oturacağım!” deme hakkına her zaman sahipti.

Cesur yürekli terzi: Rosa Parks

Terzi Rosa bir akşamüstü yorgun argın işten çıkıp beklediği otobüs geldiğinde bütün siyahların yaptığı şekilde parasını önden şoföre verip, arkadan araca bindi. Arka sıralar dolu olduğundan orta gruptaki koltuklardan birine oturdu. Tıpkı kendisinden önce o sıralara oturmak zorunda kalan üç erkek siyah yolcu gibi. Bir süre sonra otobüse beyazlar bindiğinde bu dörtlüye kalkmalarını işaret ettiler. Siyah yolcular kalkarak yerlerini beyazlara verdiler. Biri dışında…

Rosa Parks “Kalk ben oturacağım” diyen beyazlara cevap vermeyerek yüzünü çevirdi ve yerinde oturmaya devam etti. Siyahlar da beyazlar da şok olmuşlardı bu tavırdan… Şoför hemen otobüsü durdurdu ve “Bu ne küstahlık! Kalk oradan!” diye bağırmaya başladı. Rosa yerinden kalkmamaya ve susmaya devam edince, şoför otobüsün kapılarını kapatarak inip polis çağırdı. Polisler de en az şoför ve yolcular kadar şaşkınlardı. “Neden kalkmıyorsun?” diye sorduklarında, Rosa “Kalkmam gerektiğini düşünmüyorum!” cevabını verdi. Elleri kelepçelendi, parmak izi alındı, para cezasına çarptırıldı. Hemen çıkabilmesi için kefaleti 100 dolar olarak belirlendi.

Bir rüyam var!

Alabama’daki bütün siyahlar karakol çevresine toplanarak aralarında 100 doları denkleştirip Rosa’yı serbest bıraktırdılar. Ve orada “boykot” kararı almaya karar verdiler: Otobüslere binmeyeceklerdi. El ilânları bastırdılar. Siyahların ayin yaptıkları bütün kiliselerde rahipler boykotun önemini anlattılar.

Beklenen oldu. Boykot günü hiçbir siyah otobüslere binmedi. Bütün gün yağmur yağmasına rağmen o gün herkes işine yürüyerek gitti.

Ardından boykotu genişletmek kararı aldılar. Renk ayrımcılığının devam etmesi durumunda hiçbir kamu hizmeti almayacaklardı. Siyahlar bu hareketin idaresini genç bir rahip olan Martin Luther King’e verdiler.

Böylece 1955’te 381 gün süren boykot hareketi başlamış oldu. Siyahlar boykot boyunca hiçbir zaman otobüs kullanmadılar. Sadece siyahlara hizmet veren taksiler otobüs ücretiyle insan taşıyarak direnişe destek verdiler. Otobüs şirketleri iflâsın eşiğine geldiler.

Ve sonunda siyahların ve beyazların otobüslerde ayrı ayrı oturmasını öngören “Jim Crow” kanunları kaldırıldı. O gece Martin Luther King’in evi ile birlikte zencilere ayrılmış bütün kiliseler yakıldı. Ama siyahlar Rosa Parks’ın başlattığı harekette verdikleri sözden dönmediler.

Martin Luther King’in Washington’da yaptığı “Bir rüyam var!” konuşması hiç unutulmadı.

İşte babası Kenyalı bir Müslüman, göbek adı Hüseyin, kendisi siyah bir Hristiyan olan yeni ABD Başkanı Barak Obama’nın zaferinin arkasında Rosa Parks ve Martin Luther’in öncülük ettiği hürriyet mücadelesi yatmakta.

Hamiş:

Kamusal alan tartışmalarıyla alevlendirilip AYM’nin son olarak aldığı gerekçeli kararla üniversitelerde halen devam eden başörtüsü problemini kökten çözeceklerin (Tıpkı Rosa Parks gibi) yine cesur kadınlar olacağı ümidini hiçbir zaman kaybetmedim. Tabiî bu antidemokratik tabloya göz yummayan cesur erkeklerin desteğiyle!

Başörtüsü ile ilgili bütün bu hukukî kararlar alınırken hükümetin ve cumhurun başında olanların çoğunun eşlerinin başının örtülü olması da kaderin garip bir cilvesi. O yüzden bu ibretli fotoğrafı (en azından başörtüsü konusunda) “Obama gibi geldiler, ama Bush’a benzediler” tarzında yorumlayanların isabet ettiklerini düşünüyorum… Siz ne dersiniz?

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Kur’ân ispat eder ve ispatı emreder!



Hakikat mesleğinin bir cephesi, ispat ve izahtır. Zira, çağın insanı, aklî, mantıkî, ilmî deliller ister. Dolayısıyla hakikat mesleğinin dayanağı Kur’ân’dır.

Kur’ân, “Ey akıl sahipleri ibret alınız”,1 “Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak!”2 şeklinde yüzlerce âyetle kâinat kitabındaki delillere yönlendirir.

“Ey iman edenler! Allah’a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitab’a ve daha önce indirdiği kitaba imân ediniz”3 diye emretmesinin sebebi nedir? Şâyet, delile dayalı ispat ile tahkikî imân istenmeseydi, “Ey inananlar, imân ediniz!” hitabı malûmu i’lâm olmaz mıydı?

Kur’ân, bizzat, “O mücrimler hoş görmese de Allah kelimeleriyle hakkı ispat eder”4 fermanıyla ispat yolunu nazara verir. En mükemmel irşad ve dâvet kitabı olduğundan; tebliğin temel çerçevesini, “Mü’min kullarıma şunu söyle ki, kâfirlere karşı en güzel sözü söylesinler; hiddet göstermeksizin delilleri en güzel bir şekilde ortaya koysunlar”5 şeklinde çizer.

Hz. Mûsâ’ya, “İşte bu ikisi, Firavun ve ileri gelenlerine karşı Rabbinden sana iki delil, iki ispattır”6 diye verilen “mû’cize belgesi” konuşturulur. Bunun yanında eşya ve varlık adedince delilleri akıl sofrasına serer:

“Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır. İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bu âyetler Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve O'nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından bir lütfu olmak üzere size boyun eğdirmiştir. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.”7

Yine bu çerçevede çiçek, sinek, ağaç, balık, kuş, arı, bitki, dağ-taş, hava-su, ay, güneş, yıldızların harika yapılarıyla Allah’ın ilim, hikmet, kudret, azamet, hallâkıyet gibi sonsuz isim ve sıfatları anlatılır: “Allah size âyetlerini gösteriyor. Allah’ın âyetlerinden hangisini inkâr edersiniz.”8

Zaten “âyet”, delil demektir. Kur’ân’ın ibâreleri âyet olduğu gibi, yaratılan her şey kevnî bir “âyet”tir: “İnsanlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yeryüzünün nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?”9 “Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır.”10 “Ölü toprak onlar için mühim bir delildir. Biz ona yağmurla hayat verdik ve ondan dane çıkardık. İşte onlar bundan yerler.”11

Acaba görülmüyor mu ki; âyâtın ekser açılışı ve bitiminde insanlığı vicdana havale ve aklın istişaresine hamlettiriyor ve diyor: ‘Bakmazlar mı?’12 ve ‘Bakınız’13 ve ‘Onlar hiç düşünmezler mi?’14 ve ‘Hâlâ düşünmez misiniz?’15 ve ‘Düşününüz’16 ve ‘Farkında değiller’17 ve ‘Akıllarını kullanırlar’18 ve ‘Akıl etmezler’19 ve ‘Biliyorlar’20 ve ‘Bundan ibret alınız ey basiret sahipleri!’21

Dipnotlar:

1- Kur’ân, Rûm, 50. 2- Agk, Haşir, 2. 3- Agk, Nisâ, 136. 4- Agk, Yûnus, 82. 5- Agk, İsrâ, 53. 6- Agk, Kasas, 32. 7- Agk, Gaşiye, 3-6, 13. 8- Agk, Mü’min, 81. 9- Agk, Gaşiye, 17-20. 10- Agk, Zâriyât, 20. 11- Agk, Yâsîn, 33. 12- Kur’ân, Gaşiye, 17. 13- Agk, Âl-i İmrân, 137, Nahl, 37, Ankebût, 20. 14- Agk, Nisâ, 82, Muhammed, 24. 15- Agk, En’âm 80, Secde, 4. 16- Agk, Sebe’, 46. 17- Agk, Bakara 9. 18- Agk, Ra’d, 4. 19- Agk, Mâide, 58. 20- Agk, Bakara, 75. 21- Agk, Haşir, 2.

16.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Cevat ÇAKIR

Golf çukurlarına su yetiştirmek



‘Su’dan savaşların çıkacağı söylenen bir dönemde aşırı su tüketimi olan bir spor dalında ısrar etmenin ve bunun için teşvik vermenin anlaşılması mümkün değildir. Ayrıca ormanların ve verimli arazilerin oyun yeri yapılmasını doğru bulmuyoruz.

Dünyada özellikle İngiltere’de ve ABD’de yaygın olan bir spor bu. Türkiye’de 1895 yılında ilk golf sahası İngiliz elçisi tarafından yapılmış. 27 Kasım 1997 tarihli gazetelerdeki haberlere göre Kültür ve Turizm Bakanı 110 golf sahası daha açılacağı haberini vermiş.

Akdeniz Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Veli Ortaçeşme’nin yürüttüğü “Ekolojik planlama yaklaşımıyla Antalya’nın Doğu kıyılarında Golf sahasına uygun alanların belirlenmesi” konulu araştırma şu sonuçları ortaya koymuş: Buna göre Antalya’da her yıl yenileri eklenen golf sahaları, bugüne kadar 350 hektar birinci ve ikinci sınıf tarım arazisinin yok olmasına sebep olmuş. Popülasyonu az bitki ve hayvan türlerinin yaşama alanları tahrip edildiği için onların nesli de tehlikeye girebilir. 110 golf sahası 20 bin futbol sahasının kapladığı alana eşit olurken, su kaynaklarının önemli bir miktarının bu vesile ile harcandığı biliniyor. Sadece bir golf sahasının günlük su ihtiyacı, ortalama 2 bin tonu buluyor. Bu miktar ise 55 kişinin yıllık su tüketimine denk. Türkiye’de şu anda 13 golf sahası faaliyet gösterirken yeni yatırım bölgeleri de Şanlıurfa, Harran ve Gaziantep olacakmış. 110 yeni golf sahası 8 bin 250 hektar bir alanı kapsayacak. Antalya ve İstanbul’daki toplam 13 golf sahası günde minimum 26 bin ton su harcıyor. Bu da Ankara’nın yaz aylarında günlük su ihtiyacının kırkda birinden fazlasına denk geliyor.

Türkiye’de tarımda kullanılan ilâcın yedi katı golf sahalarında kullanılıyor. Golf sahaları için hektar başına kullanılan yıllık ortalama pestisit (tarımsal ilâç) miktarı 14.5 kilogram civarında iken tarımda hektar başına yıllık kullanılan ortalama pestisit miktarı 2.1 kilogram civarındadır. TEMA’nın verdiği bilgiye göre yedi milyarlık dünya nüfusunun günlük su ihtiyacı ile dünyadaki bütün golf sahalarının sulanması ve bakımı için harcanan miktar aynısı (22 Kasım 2007 Sabah)

Çevre dostu Hayrettin Karaca, golf sahalarının ormanları tahrip ederek yapılmasına tepki göstererek “Golf sahası yapanlar fakirin ekmeğine bir şey ilâve edebiliyor mu? Suyun geri dönüşü de şakası da yok artık” demiş. Türkiye Golf Federasyonu Başkanı Ahmet Ağaoğlu, ‘200 bin ağaç kesiliyor’ iddialarına karşılık kesilen ağaç sayısının 5 bin olduğunu savunmuş. (22 Kasım 2007, Sabah) Evet beş bin olsa bile bu rakam az mı? Dünyada özellikle İngiltere ve ABD’de yapılan pahalı bir spor olan 18’lik bir golf sahasının toplam uzunluğu normal olarak 5400 metreyle 7000 metre arasında değişmekte. Ağaç keserek golf sahası yapmak ayrıca mevcut olanlara 110 tane daha eklemeyi düşünmek... Bu olaylar bana Prof. Dr. Ertuğrul Acun’un İSTAÇ Yayınları arasında çıkan “Ormanın Kara Kitabı”nı hatırlattı. Bu kitaptaki bilgilere göre İstanbul ormanları bir şekilde 49 yıllığına nasıl yok edildiği anlatılıyor. Meselâ, Koç Üniversitesi için 1920 dönüm arazi tahsis edilmiş 70.000 ağaç kesilmiş. Galatasaray Üniversitesine 9000 dönüm, Sabancı Vakıf Üniversitesine 930 dönüm, Işık Üniversitesine 550 dönüm orman alanı 49 yıllığına kiralanmıştır.

Bir taraftan ağaç kesen bir kişiye hapis cezası verilirken diğer taraftan binlerce ağaçları keserek spor sahaları açmak, 13 golf sahası varken bunlara 110 tane daha ekleme kararı olmak nasıl izah edilebilir?

16.11.2008

E-Posta: [email protected]




İslam YAŞAR

BİR ŞAİRİN DOĞUŞU (3)



ahya Kemal, “Ben Türkçe’nin ancak bir şiir lisânı olduktan sonra doğacağına kani oldum. Çünkü bir milletin lisânı şiir gibi âteşîn bir örs ve çekiç arasında işlenebilirdi” diyerek Türkçe’yi bir şiir dili hâine getirerek hem dile, hem edebiyata dolayısıyla da millete hizmet etmeyi düşündü.

Dilin insan ruhunu beslemekteki mühim rolüne ve hisleri, duyguları, düşünceleri terennüm etmekteki tesirine dikkat çekerek bu yolla halkı dil hususunda bilgilendirmeye çalıştı.

San’at eserlerinin olduğu kadar insanın mâneviyâtını besleyebilecek eserlerin de halkın anlayabileceği sade bir dille ve kültür seviyesini yükseltecek vasıflar taşıyacak şekilde yazılması gerektiğini düşündüğünden, bu husustaki fikirlerini önce kendisi tatbik etti.

“Bin atlı, akınlarda çocuklar gibi şendik.

Bin atlı, o gün dev gibi bir orduyu yendik.”

Bu maksatla mezkûr beyitle başlayıp biten Akıncılar şiirinde yaptığı gibi günlük hayatta her seviyeden insanın kullandığı kelimelerle yani konuşma dili ile şiirler yazarken san’at dilini de ihmal etmedi.

“Derk ettiler ki merkad-ı pâk-î Muhammed’e

Ruhü’l-Kudüs’le arş-ı Huda’dan haber gelür

Rûy-ı zemini tâbi-i fermanı kılmağa

Sultan Selîm Han gibi bir şîr-i ner gelür

Tekbîrlerle halka ıyân olur tûğlar

Sahrâ-yı Üsküdâr’e revân oldu tuğlar”

Yavuz Sultan Selim için yazdığı Selimnâne adlı uzun manzumesinde böyle mânâ yüklü kelimelere ve san’atlı söyleyişlere yer vererek bu şiir tarzını da hâlis şiir anlayışının unsurları arasına aldı.

Böylece o günlerde yaygın olan, ondan sonra da ısrarla yayılmaya çalışılan kanaatlerin aksine, Divan Edebiyatında kullanılan dilin de Türkçe olduğunu söyledi ve bazı şiirlerinde kullanmaya devam etti.

Zîra onun tabiriyle, “Eski şiirimizin kâinâtı yıkıldığı günden beri Türkçe’de halledilmemiş bir şiir meselesi vardır.. Eski şiirimizin kâinatı yerli yerinde dururken bir şiir meselesi yoktu.”

Sözünü ettiği şiir meselesini eski şiire sahip çıkarak hâlletmeyi düşünen Şair, “san’at dili” tabir edilen bu lisanla yazdığı şiirlerinde Divan Edebiyatının nazım türlerinden olan gazel, şarkı, terkib-i bend, kıt’a ve rubaileri kullandı. Ayrıca sevdiği Divan şairlerinin bazı beyitlerine, gazellerine nazireler, taştîrler, tazminler, tahmisler ve terbiler yazdı.

Bir bakıma “hayat dili” de denebilecek olan veya “yaşayan Türkçe” denen lisânla yazdığı şiirlerinde ise, o nazım şekillerinden ziyade serbest müstezat veya serbest nazım tarzını esas aldı.

Hâlis şiir tarzında, vezin ve kafiye gibi şiirin diğer unsurları bakımından da Divan Edebiyatı geleneğine bağlı kaldı. Vezin ve kafiyeleri âhenge elverişli birer cansız âlet olarak telâkki ettiğinden, zamanında sık sık yapılan “hece-aruz” tartışmalarına katılmadı.

Asırlarca Halk Edebiyatında ve Divan Edebiyatında ayrı ayrı, Tasavvuf Edebiyatında ise müşterek kullanılan bu iki veznin de şiirde aranan ahengi sağlama özelliklerine sahip olduklarını göstermek istedi.

Bu maksatla o zamana kadar yazdığı şiirlerinin çoğunda aruz veznini kullanmasına rağmen; hece vezninin de aruzun da bizim veznimiz olduğunu, şairlerin iki vezni de severek kullandıkları gerektiğini göstermek için hece veznini kullandığı tek şiir olan “Ok” şiirini yazdı.

Anlamakta zorluk çektikleri san’at dilini bahane ederek aruz veznini bizim veznimiz, aruzla yazılan şiirleri de bizim şiirimiz saymayan şair ve edebiyatçılara ise, “Biz konuşurken bile medler ve İmâleler yaparız. Türkçe bu sayede son derece âhenkli bir dil haline gelmiştir. Şimdi nasıl olur da, şiir söylerken (sadece) hece vezninin dar kalıplarını kullanabiliriz?” diyerek cevap verdi.

Şaire göre hece, aruz tartışması yersizdi. Çünkü onun nazarında “aruz ve hece iki kardeş nehir, Fırat ve Dicle gibi yan yana akıyorlar; sonra birbirine kavuşuyorlar, milletin hafızası olan ummana” karışıyorlardı.

Şiirin bu ölçüler içinde terennüm edilmesi gerektiğini söyleyen şair; vezin ve kafiye gibi âhenk unsurlarının her şiirde aranması gerektiğini, buna mukabil her vezinli, kafiyeli söz şiir sayılamayacağı gibi vezinsiz, kafiyesiz, şekilsiz söyleyişleri de şiir saymanın mümkün olmadığını ifade etti.

Bir parçaya şiir değeri kazandıran ve onu diğer edebî nev’îlerden ayıran belli başlı vasfın “derûnî âhenk” olduğunu, bu “iç âhenk” sebebiyle şiirin mûsikîye yaklaştığını ve mûsikî ile nesir arasında ayrı bir san’at dalı addedilmesi gerektiğini düşünen Şair, düşündüklerini yapmak istercesine kanaatlerini nesir yerine şiirle dile getirme cihetine gitti.

“Üstâd elinde serteser âhenk olur lisan.

Mızraba ses verir kelimâtiyle tel gibi!”

Yahya Kemal bu mısralarda, üstad elinden çıkmış mükemmel bir şiiri, mûsikî tabirleri ile izah ederken âhenkle lisân arasında mızrapla tel ilgisi kurarak şiirde mânâ kadar âhengin de elzem olduğunu anlattı.

Bunun yanı sıra insan, zaman ve mekân arasında da sağlam bir ilginin olduğunu bildiğinden şiirlerinde annesini, çocukluğunu, Balkan şehirlerini ve Üsküp’ü hep birlikte zikretti.

Çünkü, “Annem Üsküp’ü bütün kalbiyle seviyordu. Orada ölmek, orada İsa Bey mezarlığında babası Dilâver Beyin yanında gömülmek istiyordu. Üsküp onun nazarında tam bir Müslüman şehriydi” diyerek de ifade ettiği gibi annesi Üsküp’e çok bağlı bir insandı.

Annesinin ahvâline âşinâ olan Şair de ona duyduğu hasretin ve onun Üsküp toprağında vasiyet ettiği yerde yatmasının tesiriyle Üsküp’e de bağlandı ve bu bağlılığı san’atına da aksettirdi.

Gerçi Yahya Kemal’in üslûbunda Üsküp’ün bu kadar çok yer almasında, çocukluğunun o şehirde geçmesinin ve oranın tarihî, coğrafî, mimarî, beşerî, medenî özelliklerinin ruhuna işlemesinin tesiri büyüktü.

Fakat bu işleyişe büyük ölçüde annesi vesile olduğu için iki hayat desenini ve san’at motifini de hep birbirini tedai ettirecek şekilde kullandı. Böylece hem onları ihya etti, hem eserlerinin san’at seviyesini yükseltti.

Nitekim Kaybolan Şehir şiirinde de Üsküp ve anne temalarını birleştirdi. Onların ikisinde de dinî değerler esas olduğu için şair şiirine din unsurunu da eklemeyi ihmal etmedi.

“Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır,

Evlâd-ı Fâtihâna onun yadigârıdır.

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhlan

Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahlan.

Üsküp kî Şardağı’nda devamıydı Bursa’nın.

Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Ben girmeden hayatı şafaklandıran çağa,

Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.

İsâ Beyin fetihte açılmış mezarlığı,

Hülyama âhiret gibi nakşetti varlığı.”

Tarihi geçmişini, hatıraları, hayalleri, şahsiyetleri ve hadiseleriyle mezcettiği bu gibi mısralarla da ifade ettiği şehrin, hayatında olduğu kadar san’atında ve üslûbunda silinmez izler bıraktığını gösterdi.

Bunu yapmaktan maksadı, san’atın yaşatıcı gücünü ve üslûbun müessir kuvvetini kullanarak o yerlere, değerlere, hadiselere duyduğu hasreti gelecek nesillere de hissettirmekti.

Zîra, “vaktiyle öz vatanda bizim olan” ve bizim olarak kalması için her çareye başvurulan Üsküp, şair bu mısraları terennüm ettiğinde artık bizim değildi ve bu kaybın ıztırabı şiire de sindi.

“Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!

Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,

Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”

Ayrıca “Şiirde nefes ve ses iki unsurdur. Mısraın ayakları yerden kopmazsa yahut en hafif bir kulağı bir ses gibi doldurmazsa hâlis şiir değildir” diyerek şairlerin, şiirde iç âhengi meydana getirirken nefes ve ses unsurlarından da istifade edebileceklerini ortaya koydu.

Çünkü halis şiirin temel unsurlarından biri olan dilin şiire hayat vermesi, şiirin de dili ihya etmesi ve ikisinin insicam içinde işleyerek san’at hâline gelmesi için lisânın şekil, ses ve âhenk gibi bütün hususiyetlerinin bilinmesi, tadılması, kullanılması, yaşanması ve yaşatılması gerekirdi.

Onun için Yahya Kemal; ferdi, cemiyeti, milleti ve devleti birbirine bağlayarak edebiyatla, san’atla mezcedip mükemmel bir şahs-ı manevî hâline getiren dilin bu hayatî hususiyetini, “Bu dil ağzımda annemin sütüdür” diyerek teşbihlerle dolu veciz bir ifade ile nazara vermek istedi.

Kendisine şiir hakkındaki telâkkisi sorulduğunda “Şiir, şiir olsun kâfî” diyen Yahya Kemal, az sayıda şiir yazdı, ama yazdığı şiirler gerçekten “şiir” olduğu için büyük bir şair olarak edebiyat tarihine geçti.

16.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır