"Gerçekten" haber verir 20 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Dizi dizi yanlış



Hayret uyandıran hadiseler yaşandığında, “Bu da oldu!” denilir. Günümüzde tam da “Bu da oldu!” dedirten hadiseler yaşanıyor.

Çok ‘ileri’ gittik ve komşu ülkelere ‘kötülük’ ihraç eder hale geldik. Hatırlamak lâzım; bir dönem Türkiye’yi idare edenler, komşularımızın bize ‘devrim’ ihraç etmesinden korkar ve bu sebeple Müslüman milletler arasında ihtilaf tohumları atılırdı. Bu güne kadar komşularımızdan Türkiye’ye ‘devrim’ ihraç edilmedi, ama Türkiye komşularına TV dizileri yoluyla kötülük ihraç etmeyi başardı!

Yıllardan beri süren planlı tahrip neticesinde aile kavramının tahrip edildiği ortada. Şükür, yıkamadılar, ama ifsat şebekeleri topyekun tahrip çalışmalarını devam ettiriyorlar. Televizyonlarda devam eden sözümona ‘aile dizileri’ bu tahrip için biçilmiş bir kaftan. Şükür, bu çirkinlikleri izlemiyoruz; ama izleyenlerin anlatımından ve ilgili haberlerin medyaya yansıması sebebiyle ‘kötülük’lerden haberdar oluyoruz.

Yavaş yavaş ve fakat istikrarlı bir şekilde sürdürülen tahrip çalışmaları aile kavramına büyük ölçüde zarar verdi. Devam eden tahrip, bir yönüyle de bağışıklık kazanılmasına sebep oldu. Bu tahribe direnen bir kitle de ortaya çıktı.

Türkiye’nin Müslüman komşu ülkelerine ihraç ettiği TV dizileri, büyük tartışmalara sebep oluyormuş. Bu hususta gazetemizde de çeşitli defalar haber ve yorumlar yer aldı. Benzer bir tahlilde de; Suudî Arabistan’da yaşanan tartışmaları gündeme taşındı. “Gümüş,” “Ihlamurlar Altında” ve “Asi” adlı diziler Arap dünyasının kimyasını bozmuş.

Aslında komşu ülkelerde bugün yaşanan tartışmalar geçmiş yıllarda fazlasıyla ülkemizde de yaşandı. Meşhur “Dallas” dizisi buna bir örnek. Anlaşılan, benzer tartışmalar Arap dünyasında yaşanıyor. Öyle ki, dizi isimleri tişörtülere ve halılara basılmış. Bazı aileler de evlerinin dekorlarını, TV dizilerinde gördükleri ev dekorun benzetmenin telâşındaymış.

Daha da önemlisi, Türkiye’nin ihraç ettiği bu diziler aile mahremiyeti tanımayan ve ahlâk dışı hayat anlayışını ‘normal/örnek alınması gereken tarz’ olarak sunuyor. Bu tavır sadece komşularımızın aile hayatını tahrip etmekle kalmıyor, “Müslüman Türkiye”nin var olan ‘müsbet’ imajını da zedeliyor.

Bunca yıllık aleyhte yayınlara rağmen İslâm dünyası Türkiye’ye karşı bir muhabbet duyuyorsa bu aynı inanca paylaşmasından ve tarihten gelen dostluktandır. Maalesef ihraç edilen bu çirkin dizilerle ‘ifsat komiteleri’nin yüz yıllardır yapmak isteyip de yapamadığı tahrip yapılmış oluyor.

“Türk dizileri Araplarda neler yaptı?” başlıklı bir yazıda özetle şöyle denilmiş: “Yemen, bu dizi faciasını önlemek için diziyi yayından kaldırmış. Bunların yanı sıra din adamları da konuya duyarsız kalamamışlar. Mekke’de de bir grup alim ‘Gümüş’ dizisinin izlenmesinin ‘haram’ olduğunu açık ve net olarak halka duyurmuş. Bir çok âlime göre bu diziler İslâmî ahlâka uygun değil. Bu yüzden Arap toplumunun ahlâkî değerlerini de sarsıyor. Çözüm olarak da izlenmemesi tavsiye ediliyor.” (Ayşenur Kahveci, Haber7.com, 16 Kasım 2008)

Geç kalmadan ‘dizi’ çılgınlığına dur diyebilmeliyiz. Aksi halde hem aileyi, hem de ‘dost ülke’leri kaybetme ihtimalimiz var...

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Amerika ve muammalar...



Başbakan Erdoğan’ın Washington’un sonbaharında Beyaz Saray’ın arka bahçesindeki ormanlık alanda korumaların arasında evsiz bir zencinin karşısındaki banka oturup sincaplara el çırpan görüntülerle akıllarda kalan son Amerika ziyareti, arkasında bir yığın istifham bıraktı.

Bunların en önemlisi, “stratejik ortağı” Bush tarafından son kez hararetle karşılanıp masada baş köşede ağırlandığı G-20 zirvesinde hangi ciddî kararların alındığıydı.

Doğrusu söz konusu toplantıda yoksulların dışlandığını ve Irak’ı işgalle alevlendirdiği küresel zulüm ve hegemonya savaşıyla krizin tetiklenmesine ve tırmanmasına neden olan neo-con şürekâsının çözeceği bir şey olmayacağı bütün dünyaca bilinmekte. Buna rağmen Ankara hâlâ okyanuslar ötesinden medet ummakta…

Hayret vericidir; “Dünyada güç dengeleri değişiyor mu?” sorusunun gündeme geldiği zirvede ciddî bir “birlik” sergileyen AB ülkeleri ve yeni sistemde büyük pay alacağı belirtilen Çin, kriz konusunda ABD’yi sorumlu tutup suçluyor. Buna karşılık, Amerika’dan çıkan küresel krizin tsunamisine tutulan Ankara, krizin mucidi Washington’un gözünün içine bakıyor…

Gerçekten Erdoğan her ne kadar “Bizi teğet geçer” dese de Çalışma Bakanı Çelik’in “işsizliğin artması” ve fiyatların yükselmesiyle “pahalılığın” yeni yeni piyasaya yansıyacağını söylediği ekonomik krize karşı zirvede hangi tedbirler alındı?

Türkiye’de günden güne daha da derinleşen ve yüzlerce işyerinin, fabrikanın kapanmasıyla milyonlarca işsize yeni yüz binleri katan carî açık, fahiş faiz, durgunluk ve çöküntüye hangi çareler belirlendi? Türkiye ne yapacak; bilinmiyor…

POPÜLİST POLİTİKALARDAKİ

BİLİNMEZLİKLER…

Tablo bu: Gayr-ı resmî rakamlar bir yana, resmî rakamlarla yüzde 9.8’e ulaşan işsizlik son altı yılın en yüksek rakamına ulaşmış. Batık işyeri ve fabrikaların ortaya çıkardığı işsizlik faturası henüz buna yansımadığı halde…

Girdiği her ülkeye kargaşa ve kaos ihraç eden, krizleri daha da azdırıp iç karışıklık ve çatışma çıkaran IMF ile yeni stand by anlaşmasının hangi derde deva olacağı da bilinmiyor.

Başbakanın bizzat şikâyet ettiği IMF’nin bir defa daha “ümüğümüzü sıkıp sıkmayacağı” da belirsiz. Sosyal çözülmeyi getiren ve toplumu bunalıma sevk eden işsizliğe hangi tedbirlerin önerildiği netleşmemiş. Başbakanın bu konuda hangi “tavsiye” ve “desteği” aldığı ve alacağı da anlaşılmamış…

Bilinmeyenler sadece G-20 zirvesi ve IMF ile ilişkiler değil; Washington’da Türkiye Cumhuriyeti Başbakanıyla görüşmeyip “adamları”yla geçiştiren yeni Amerikan Başkanının haftalar sonra ancak Gürcistan ve Filipinler’in ardından Türkiye’de Cumhurbaşkanını muhatap alıp “geciken ilk teması”nın arkasındaki “anlam” da bilinmezlerden.

Özetle yeni dönemde Ankara-Washington ilişkileri üzerindeki kalın sis perdesi duruyor. Bush’un Başbakan’la buluşmasına mukabil Gül’ün kutlamasına Obama’nın “terörle mücadele telefonu”yla verdiği cevabın “politik mesajı” merak ediliyor. Obama belki Erdoğan’ı da arayabilir; ancak Washington’daki Erdoğan’ı atlayıp evvelemirde Gül’ü aramasının ve Gül’ün “görüşlerimiz paralel” demesinin arka plânındaki muamma sürüyor.

Bu “muamma”nın Gül-Erdoğan ikileminde iktidar partisi için “Bushlaşma” tanımına Başbakan’ın “bildik üslûbu”yla sert tepki gösterdiği sırada olması, dikkat çekici.

“TÜRKİYE ABD İLE

MÜTTEFİK DEĞİL…”

Gerçek şu ki her fırsatta AB’ye medyan okuyup veryansın eden Başbakan’ın dış politikada hâlâ ABD’ye odaklanması, doğrusu Amerikalıları dahi şaşırtıyor.

Amerikan yönetimlerine Türkiye, Ortadoğu ve İslâm dünyası üzerinde çalışan CIA uzmanı Graham Fuller’in, ABD’nin tek süper güç olarak hegemonyacı davrandığı bir ortamda, Türkiye’nin diğer coğrafî kimlikleri arasında “Ortadoğulu kimliği” ve “Müslüman kimliği”yle “İslâmî dayanışma”nın öne çıktığını söylemesi, bunun ifâdesi…

Bu açıdan CIA’nın Türkiye eski istasyon şefi Graham Fuller’in ikrarıyla, Türkiye’nin başta işgal ettiği Irak ve Kuzey olmak üzere bölge politikalarında ve komşularıyla ilişkilerde ABD ile hiçbir ortak çıkar ve paydasının kalmadığı, artık “stratejik müttefik” olmadığı açığa çıkmakta. Dahası, Türkiye ile ABD’nin temel çıkarlarının çatıştığı bir noktada, bu perde arkası olayların nezdinde daha bâriz bir biçimde okunmakta…

Kısacası, popülist ve pragmatist politikalarla harcayan Amerika’nın emperyal çıkarları uğruna kullandığı “ortaklarını” ve “dostlarını” çok çabuk harcadığı gerçeğine bir yenisi eklenmekte.

Irak’taki işgale Ankara’nın “stratejik müttefik” olarak verdiği onca desteğe rağmen Graham Fuller’in, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle işbirliğini ve halkın İslâm âlemine yakınlığını ABD ile “stratejik ortaklığa” aykırı görmesi her şeyi açığa çıkarmakta. Açık açık “Türkiye fiilen ABD müttefiki değildir; Amerika ile Türkiye’nin bölgesel ve küresel çıkarları birbiriyle çelişiyor” tespiti, gerçeğin ilânı olmakta…

Ne var ki Başbakan, hâlâ Türkiye’ye yönelik terörü himâye edip tahrik eden, kontrolündeki Irak’ta terörist elebaşlarından bir tekini dahi teslim etmeyen Washington’la Türkiye’nin iç ve bölgesel sorunlarına “çözüm” aramakta!

Hem de 5 Kasım 2007’de baş başa görüşmesinde verilen sözlerin hiçbirini yerine getirmeyen, Amerikan halkının dahi reddettiği gidici Bush’un nezdinde…

Şimdiye kadar ne yararı oldu ki bundan sonra yararı olsun…

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

İşin özeti



Elmalılı tefsirinin talimatla yazdırılışındaki asıl niyet ve maksat, evvelce de ifade ettiğimiz gibi, “Kur’ân tercüme edilsin; tâ—hâşâ—ne mal olduğu bilinsin” planı ve hesabıydı.

Ama Cenab-ı Hak müsaade etmedi.

Buna karşılık, ibadet dilini Türkçeleştirerek Türkiye’de yaşanan İslâmı aslından koparıp dejenere etme planı, ilk adım ve başlangıç aşaması olarak Türkçe ezanla tatbik sahasına konuldu.

Hemen ardından namaz dilini Türkçeleştirme merhalesine geçilmek istendi. Hattâ bazı İstanbul camilerinde bunun denemeleri yapıldı.

Ama arkası gelmedi. Yürümedi. Sebep büyük ihtimalle Türkçe ezanı dahi hazmedemeyip sessiz de olsa protesto eden halkın daha da artacak tepkisinin önüne geçememe endişesi olmalı.

Böylece “dinde reform” hevesi Türkçe ezanla sınırlı kaldı. O da, 1950’den sonra milletin sesine kulak veren yeni iktidarın ilk icraatlarından biri olarak kaldırıldı; ezan hürriyetine kavuştu.

Ondan sonraki dönemlerde bir daha Türkçe ezana geri dönülmedi. 27 Mayıs ve 12 Eylül’de gündeme getirmeye kalkışanlar oldu, ama ne MBK, ne MGK cuntaları bu taleplere iltifat etti.

Çünkü tek parti dönemindeki Türkçe ezan uygulamasının millet nezdinde ne kadar derin bir infiale yol açtığını herkesten çok onlar biliyor ve görüyorlardı. Bu sebeple, mutlak iktidar ellerinde olduğu halde, Türkçe ezanı yeniden hortlatma cür’et ve cesaretini hiçbiri gösteremedi.

Türkiye’yi tekrar 1930’lara döndürme hevesiyle başlatılan 28 Şubat’ta da aynı durum devam etti. Ve hiç kimse Türkçe ezandan söz edemedi.

Buna karşılık, ömrünün son deminde Cemal Kutay kullanılarak, “Atatürk’ün beraberinde götürdüğü hasret: Türkçe ibadet” muhabbeti başlatıldı. Ama bu da mâkes ve taraftar bulamadı.

Eğer tutsaydı, Atatürk sağken ilk denemeleri yapılıp sonra arkası getirilemeyen Türkçe namaz bid’atının yaygınlaştırılmasına çalışılacaktı.

Türkçe tercümelerini kullanarak Kur’ân’ı yıpratma ve gözden düşürme planı çerçevesindeki girişimler de zaman zaman gündeme getirildi.

Ancak bu plan daha proje aşamasındayken Risale-i Nur’la konulan set aşılamadığı için, bu yöndeki bütün çabalar başarısızlıkla sonuçlandı.

Keza, yine M. Kemal’in talimatıyla hazırlanıp Diyanet’e bastırılan Sahih-i Buharî Muhtasarı-Tecrid-i Sarih Tercümesindeki, gerçek mânâsının idraki için doğru yorumlara ihtiyaç bulunan bazı hadisleri diline dolayarak Peygamberimizi ve dinimizi karalama gayretleri de topluma mal edilemeyen çok marjinal girişimler olarak kaldı.

Yakın dönemde bu tür çabalarıyla gündeme gelen en agresif isimlerden biri Prof. Dr. İlhan Arsel’di; çok uğraştığı halde o da başarılı olamadı.

Lâfzına bakılınca bugünün anlayışıyla çelişiyor gibi görünen bazı hadisler üzerinden yürütülen hücumları yine Risale-i Nur püskürttü: O lâfızların mecazlı ifadelerinde, ancak yüzyıllar sonra keşfedilen hakikatlerin yattığını izah ederek.

“Dünya öküz ve balığın üzerindedir” hadisiyle, iktisadî hayatın asırlarca ziraat ve balıkçılık üzerine bina edildiği gerçeği dile getirilirken, farklı zamanlarda öküz ve balık burçlarına uğrayan yerkürenin böylece güneşin çevresinde dönmekte olduğuna ta o zamandan işaret edildiğine dair, On Dördüncü Lem’a’nın Birinci Makamındaki izahlar, bunun en ilginç örneklerinden.

Evet, İslâmî hayatın iki ana kaynağı ve mesnedi olan Kur’ân ve Sünneti tahrip edip Müslümanları dinden soğutma ve uzaklaştırma planları çok ciddî şekilde uygulamaya konulmuştu.

İngiliz Sömürgeler Bakanının “Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça onlara hakim olamayız. Ya bu kitabı ortadan kaldırmalı ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız” sözünü söylemesinden aşağı yukarı otuz sene sonra Ankara’da “Otuz yıl sonra gelecek neslin kendi eliyle Kur’ân’ı imha etmesini netice verecek bir plan yapalım” diyen zihniyetin iktidar olması ve Risale-i Nur’la verilen mücadelenin zaferi. Hadisenin özeti bu...

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Nejat EREN

Denizli Mevlidinin hatırlattıkları



Üç yildan beri yapılmakta olan ve başta Peygamberimiz Hz. Muhammed (asm) olmak üzere bütün ehl-i iman, hâssaten Bediüzzaman Said Nursî ve merhum talebeleri Hasan Feyzi Yüreğil ve Hafız Ali Ergün ve şehitlerimiz için okunan hatm-i şerif ve mevlid programı Denizli Ulu Camide icra edildi.

Yeni Asya Gazetesi tarafından yıllardan beri tertip edilen geleneksel Ankara Kocatepe Mevlidinin son yıllarda yapılamaması yüzünden bu tür program ve organizeler, Nur talebelerinin hasret giderme, irtibat ve yüz yüze görüşmelerine vesile olması bakımından önem taşıyor.

Şeâir-i İslâmiyeden olan hatim duâları ve mevlid gibi güzel inanç, gelenek, âdet ve mânevî değerlerimiz semâvî ve arzî musibet ve belâların def’ine de bir vesile oluyor.

Türkiye’nin batı bölümü olan Ege ve Marmara bölgeleri, bu ülkenin tarihinde, kültüründe, ekonomisinde, ticarî ve siyasî hayatında çok ağırlıklı ve önemli bölgeler olmanın yanında aynı zamanda Risâle-i Nur tarihi açısından ve Nur Hareketinin başlangıç ve gelişmesi açısından çok önemli bir yere sahiptir.

Isparta Barla’sıyla, Sav’ıyla, Kuleönü’yle, İslâmköyü’yle, Eğirdir’iyle aziz ve muazzez Üstada kucağını açmış, en zor şartlarda ona ve dâvâsına sahip çıkmış ve bu yönüyle tarihe geçmiştir.

Bediüzzaman Hazretlerinin “İkinci Medrese-i Yusufiye” diye vasıflandırdığı Denizli, ise Risâle-i Nur hizmetinin tarihinde çok önemli bir mekândır. Hukuku katletmeyen ve onun hakkını veren merhum ağır ceza reisi Ali Rıza Bey ve Üstadın “Mânevî evlâdımdır” dediği mahkeme heyeti yedek üyesi Hesna Şener’in irade ve reyleriyle verdiği tarihî “beraat kararı” bu ilde verilmiştir. İhlâs, hasbîlik, samimiyette ilk sırayı alan ve en kasvetli dönemlerde Üstadlarına ve dâvâlarına sahip çıkan iki mânevî şehid kahraman merhum Hafız Ali ve muallim Hasan Feyzi’yi asrî mezarlığının bağrında misafir eden çok önemli bir hizmet, ilim ve sanayi merkezidir bu şehir.

Ayrıca, Risâle-i Nur dâvâsının yayılmasının ve hukuk mücadelesinin diğer alanları olan Afyon, Eskişehir, Antalya, Aydın, Burdur illeri de bu bölgede bulunmaktadır.

İşte Denizli’de yapılan bu mevlid-i şerif; yukarıda kısaca isimlerini zikrettiğimiz il ve mekânları da içine alan Türkiye’nin ve dünyanın önemli bir hâdisesi olan “Nur hareketinin” bu ülkeye ve insanlığa kazandırdığı müspet değerlerin tezekkürü ve devâmı açısından öne çıkan bir faaliyettir. Nur talebelerinin dâvâlarına, Üstadlarına, cemaatlerine sahip çıkmalarının açık ve net bir tezahürüdür. Şahsî ve toplumsal hayat için çok önemli olan sadakat, samimiyet, kardeşlik, birleştiricilik, barış ve sükûnun bir vesilesidir. Nurcuların Üstad ve dâvâlarına olan “vefa duygusunun” bitmediğinin göstergesidir. Bu toprakların güzel âdetlerinin, hasletlerinin devam ettiğinin bir delilidir. Bu cemaatin, bu millet ve vatana bir sadakat borcu ve artı değer katmasının neticesidir.

1980 yılına kadar devam etmekte olan Isparta Mevlidi, bu bölgede bulunan Nur talebeleri başta olmak üzere batıdan doğuya bütün ehl-i imanın kaynaşmasına vesile olan önemli bir âdetti. Keza Van Mevlidleri de doğu bölgesindeki insanımız başta olmak üzere doğu-batı kaynaşmasını sağlayan güzel bir faaliyetti. Bunlar malûm zihniyetin siyasete haksız ve hukuksuz yere müdahaleleriyle maalesef yıllardan beri inkıtaya uğradı.

Ülkenin ve dünyanın mânen karanlık tablolarla karşı karşıya geldiği, krizlerin insanları savurduğu ve insanlığın sıkıntıya girdiği dönemlerde başta inanç sahipleri olmak üzere bütün makul insanların tek sığınacağı yer Cenâb-ı Hakkın inayeti, rahmeti ve mağfiretidir. İşte bu tür hatim meclisleri, mevlid ve duâların belli yerlerde, belli kişileri vesile yaparak ve toplu olarak icrâ edilmesi, İslâm’ın yaşandığı her beldede önemli şiârlardandır ve devam ettirilmelidir.

Yüzlerce, binlerce kişinin, dâvâlarına ve Üstadlarına vefa borçlarını ödeme gayretlerinin yanında, bin yıldan fazla bir zamandan beri İslâmiyet’e beşiklik yapan ecdad yadigârı bu mukaddes topraklarda yaşayan insanların selâmeti, kardeşliği, birliği, tesanüdü, saadeti ve belâlardan uzak olması için bir araya gelip duâ ve niyazda bulunması az şey olmasa gerek.

Program dolayısıyla temsilciliğimizden ve katkıda bulunanlardan Allah razı olsun diyor, tebrik ediyoruz. Cenâb-ı Hak, bu güzide topluluğun gayretlerini artırsın inşallah. Üç yıldan beri bu organizeyi başlatıp devam ettiren Denizlili Nur talebeleri başta olmak üzere bu mevlide iştirak eden ve her türlü katkıda bulunan herkese en kalbî teşekkürlerimizi sunuyoruz. Bu güzel organizasyonun ileriki yıllarda daha geniş, etkili ve muhtevâlı hâle gelmesi için Denizlili dostlarımızın her türlü katkı, değerlendirme, teklif ve fikirlere açık olduklarını bildiğimizi ifade ediyoruz.

Biz, Nur câmiası olarak bu milletin birlik ve beraberliğine, kardeşliğine, mânevî değerlerine, insan kaynaklarına çok değer veren mutlu ve bahtiyar bir câmiayız. Müsbet hareketin, meşruiyetin, hukukun, insan hak ve özgürlüklerinin, demokrasinin yılmaz ve bıkmaz savunucularıyız. Ülkemizin ve milletimizin her türlü belâ, musibet ve şerlerden muhafaza edilmesi için Cenâb-ı Hakk’ın rızasını temin yolunda kavlî ve fiilî duâlarımızı şimdiye kadar ettik, bundan sonra da etmeye devam edeceğiz inşaallah.

Bu meyanda cemaatimizin, bütün inananların ve aziz milletimizin birlik, kardeşlik, barış, sadakat, ihlâs, uhuvvet, tesanüd ve gayretlerinin artması dilek ve temennisiyle...

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Ebede kadar unutulmayan hizmetler



“İnsanlarin en hayırlısı, insanlara faydası dokunandır”1 buyurulur bir hadis-i şerifte. Açı doyurmak, çıplağı giydirmek, evsize ev-bark, işsize iş vermek şüphesiz önemli birer hizmet. Bunlar içerisinde en önemlisi ise, insanı hayata bağlayan, moral ve şevk veren imanı kalplere nakşetmek, imanın güçlenmesi için hizmet vermek. İman dünya ve ahiret mutluluğunun temel taşı değil midir?

İman kurtarmak, imanların kuvvetlenmesi için hizmet vermek hizmetlerin en büyüğüdür. O kadar ki bu hizmet bir hadis-i şerifin müjdesine göre sahralar dolusu kırmızı koyunlara sahip olmaktan daha hayırlıdır.2

İşte “Bütün mesaimi iman üzerine teksif etmiş bulunuyorum” diyen, “Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor” şeklindeki ifadeleriyle imansızlık yangınını söndürmeye çalışan Bediüzzaman’ın başlattığı bu muazzam hizmeti talebelerine de devrediyordu. Bu talebeler, kahramanca hizmetleriyle Üstadları gibi gönüllerde taht kurmuşlardı.

Bu fedakâr ve cefakârlar kafilesinde Denizli kahramanlarının apayrı bir yeri var. Onlar Denizli’yi ikinci bir Isparta yapmışlar, Denizli’nin Risâle-i Nur’a olan teveccühüne vesile olmuşlardı. Hizmetleri o kadar önemli ve feyizliydi ki bir iki senede yirmi sene kadar hizmet etmişlerdi. Üstad “Biz Risâle-i Nur şakirtleri ebede kadar onların bu iyiliklerini unutmayız” diye kadirşinaslığını dile getirecekti.

Bu kahramanlardan birisi Hasan Feyzi’ydi. Üstad ondan Hafız Ali’nin ehemmiyetli bir vârisi ve Denizli’nin Risale-i Nur’a fevkalade teveccühünün bir tercümanı olarak bahseder ve sitayişkâr şu ifadeleri kullanır: “Bu zât-ı zülcenaheyn, ehl-i kalp ve gayet yüksek bir ehl-i ilim ve hakikat, otuz sene muallimlik perdesi altında imana hizmet etmiş ve on seneden beri Risâle-i Nur’u elde edip, gizli perde altında çalışmış. Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur’un yüksek hakikatlerini ve kemalatını çekinmeyerek ruh u canıyla herkese ilân etmiştir.”

Bugün de bu kahramanların manevi kardeşleri onların ruhlarını taziz için mevlid düzenlediler. Pazar günü seminer için gittiğimiz Afyon’dan dostlarla mevlide katıldık. Mevlidhanların ruhları okşayan güzel sesleriyle şâd ve müferrah olduk. Akşam da yeni hizmete açtıkları, harika külliyelerindeydik. Gayret gösterilince ne güzel hizmetler oluyor.

Denizli’den de güzel hatıralarla döndük.

Dipnotlar:

1- Keşfü’l-Hafa, 2: 463

2- Buhari, Cihad: 103; Müslim, Fezailü’s-Sahabe: 34

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Amelimizin sıhhati için dört mezhebin önemi



Z. K. Rumuzlu okuyucumuz: “Mezhepleri inkâr edenin durumu nedir? İbadetleri kendi başına yapsa ibadet görevini yerine getirmiş olur mu?”

Kur’ân, ortaya bir temel ve ana şablon koymuş; bu şablondan Peygamber Efendimiz (asm) bir İslâmiyet çıkarmış ve bunu yaşamıştır. Kur’ân’ın hükümlerine “farz” demekteyiz. Allah Resûlü (asm) bu hükümleri hayata geçirirken, vahiyden aldığı işaretlerle bir şablon da kendisi çizmiştir ki, farzları tamamlayıcı mahiyette olan bu şablona da sünnet diyoruz.

Gerek Kur’ân’ın hükümleri, gerekse Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (asm) yaşadığı İslâmiyet, yeni durumlara ve sorunlara doğru içtihatlarla cevap verecek bir genişlik içindedir. Bu genişlik ise sadece kolaylık ve rahmet olmuştur. Çünkü o, âlemlerin Peygamberi, âlemlerin Rahmeti, âlemlerin Kurtarıcısı, cihanın Mümessilidir. Çünkü onun yolu ve dini evrenseldir. Çünkü onun yolundan, sünnetinden, tarzından her tercih sahibi, her karakter ve mizaç sahibi, her darda kalan, her zorda kalan, her problem yaşayan bir sıcak şefkat, merhamet ve imdat kucağı bulabilmelidir. O hiçbir insan grubunu dışlamamalı, her problemi şemsiyesi altına alabilmelidir. O, niyeti fitne ve fücur olmayıp yalnız ve halisâne “Allah’a ulaşmak” olanlar için, bütün alternatifleri gösterebilmelidir. Çünkü o (asm), cihan Peygamberidir. Kur’ân, “Biz Seni âlemlere rahmet olarak gönderdik”1 âyetiyle buna işaret eder.

Allah’ın, Kur’ân’da sadece temel hükümleri beyan etmekle yetinişi ve detaylı şablonu Peygamber Efendimizin (asm) yaşayışına ve sünnet doğrultusunda yapılan doğru içtihatlara bırakışı, bizim için rahmetten ve kolaylıktan ibaret bir İlâhî tasarruftur şüphesiz. Çünkü bütün incelikler, bütün detaylar, bütün teferruâtlar Kur’ân’da bulunsaydı, bu defa bütün detaylar da “farz” olacaktı, yani kesin İlâhî emir olacaktı. Ve biz buna güç yetiremeyecektik.

Meselâ, abdestin, namazın, orucun, zekâtın, haccın sünnetleri, müstehapları, mendupları ve adabı “farz” olsaydı, içinden çıkabilir miydik? Peygamber Efendimiz’in (asm) farz olur endişesiyle teravih namazını pek fazla mescitte kılmayışının hikmetini lütfen düşünelim. Resûl-i Ekrem’in (asm) “farz bir emir gelir” endişesiyle sahabeleri fazlaca soru sormaktan alıkoymasını ve Allah’tan ne geliyorsa ona teslim olmalarının yeterli olacağını sıkça beyan buyurmasını lütfen doğru değerlendirelim. Hazret-i Musa (as) ile Hazret-i Peygamber’in (asm) miraçta namazın emredilişi esnasında ümmetin yükümlülüğünü olabildiğince azaltmaya dönük gösterdikleri gayretleri lütfen doğru okuyalım. (Çokları miraçta namazın emrediliş şeklini Allah’ın hâkimiyetine, Kahhar ve Cebbar oluşuna—hâşâ—yakıştırmıyorlar. Oysa Allah’ın, duâ ve ricalara kapısının açık oluşunu ve kullarının niyazlarına karşı re’fetini ve yumuşak huyluluğunu, esefle görüyoruz ki, gözden kaçırıyorlar.)

Peygamber Efendimiz (asm), birer kurtuluş reçetesi olan farzları yaşarken, “olabilecek alternatifleri” de bilfiil yine kendisi göstermiştir. İşte hak mezhepler, içtihatlarını bu alternatiflere dayandırmışlardır. Demek, hak mezheplerin içtihatları arzî değil, semavîdir; kişisel görüş değil, Kur’ân’a ve sünnete uygundur.

Öyleyse çok net olarak söylemeliyiz ki, İslâm dinindeki hak mezhepler İslâm dininin büyük, rahmet eseri ve cihanşümul bir din olduğunun tescili ve mührü hükmündedir. Mezheplerin hiçbirisini uygulamayan insan ibadetlerini kemaliyle yapmaya muktedir olamaz. Çünkü Peygamber Efendimiz’den (asm) ibadet konusunda alınabilecek ne varsa mezhepler doğru kanallardan, doğru olarak almışlar, zaptetmişler, kaydetmişlerdir. Doğru olarak yorumlamışlardır. Demek oluyor ki, Bediüzzaman’ın ifadesiyle, dört mezhepten birisinin görüşlerine uygun amel eden, amelinde makbul derecede sıhhat ve istikameti yakalamış demektir.2 Aksi takdirde amelini mezheplerden birisine dayandırmayan, amelinde bid’at ve dalâlet içindedir.

Netice olarak; bin dört yüz seneden sonra bu gün, mezhepleri inkâr edip yeniden İslâmiyet’i keşfetmeye, yeniden ibadet şartlarını araştırmaya kalkmak yeni bir dalâlet ve bid’at mezhebi ortaya koymak demektir. Yani dört mezhepten biriyle amel etmeyen, dini eksik ve yetersiz olarak yaşamaya mahkûmdur.

Dipnotlar:

1- Enbiyâ Sûresi, 21/107

2- Sözler (yeni tarz), s. 438

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Zoraki (ilk) koalisyon



İsmet Paşa, 20 Kasım 1961'de darbeci cuntanın dayatma ve ağır baskıları sonucu kurdurulan CHP–AP koalison hükümetinin başbakanı oldu.

Türkiye'de ilk kez gerçekleştirilen bu koalisyon hükümetinin kurulmasına yol açan gelişmelerin seyir defteri şöyledir:

Başlarında önce Korg. Cemal Madanoğlu, iş zora girince de Org. Cemal Gürsel'in bulunduğu askerî cunta, 27 Mayıs 1960'da Demokrat Parti iktidarını devirdi; 1961 yılının Eylül ayı ortalarında ise Demokrat Başbakan Adnan Menderes ve iki bakan arkadaşını idam ettirdi.

İdamdan tam bir ay sonra genel seçimlere gidildi. Dört partinin katıldığı seçimlerin neticesi, yüzdelik oy oranı itibariyle şöyle oldu: CHP % 36; AP %34; CKMP %14; YTP % 13.

Bu tabloya göre, hiçbir parti tek başına hükümet kuramıyordu. Ayrıca, yeni cumhurbaşkanının da bu Meclis tarafından seçilmesi gerekiyordu.

Bu safhada öne çıkan iki isim oldu: Cunta lideri Org. Cemal Gürsel ve AP Samsun senatörü Prof. Ali Fuat Başgil.

Şayet, Meclis'teki seçimler hür ve serbest bir ortamda yapılacak olursa, Başgil'in kazanacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Bunu fark eden darbeci artıkları yeniden atağa geçtiler ve siyasîleri baskı altına aldılar.

Seçimden iki gün sonra (17 Ekim 1961) AP'lileri tehdit eden Sıkıyönetim Komutanlığı bildirisinden sonra, General Faruk Güventürk de, AP Ankara İl Başkanı Muhittin Güven’i şu sözlerle tehdit etti: “Başgil’i, 30 bin kişi ile karşılayacağınızı duydum. Havaalanına bir tabur gönderiyorum. Üç kişiden fazla karşılama heyeti bulunursa, ateş açtırırım. Haberiniz olsun…”

Bu gelişmelere paralel olarak, başta Hürriyet olmak üzere dönemin darbe alkışçısı gazeteler, Başgil’in adaylıktan çekilmesi için bir iftira ve karalama kampanyası başlattı. Başgil'in “sağcı, mürteci ve Atatürk düşmanı” olduğu şeklinde tahrik ve tahkir edici yayınlar yapıldı.

Aynı etki altında kalarak 21 Ekim günü İstanbul Harp Akademileri’nde toplanan cuntacı generaller, hazırlanan şu protokol metnine imza koydu: "Cemal Gürsel’in cumhurbaşkanı seçilmemesi halinde, ordu ülke idaresine yeniden el koyacaktır."

Sonunda iş, Prof. Başgil'i silâhlı tehdit yoluyla adaylıktan vazgeçirme noktasına kadar gelip dayandı.

Genel seçimler sonrası 25 Ekim'de Meclis'in açılışını yapan Org. Gürsel, ertesi gün Meclis'teki 607 oyun 434'ünü alarak Cumhurbaşkanlığı’na seçildi

İşte, böylesine baskı ve dayatmanın had safhada olduğu bir ortamda, parlamentodan İsmet Paşa başkanlığında kurulacak bir hükümete destek istendi.

20 Kasım 1961'de kurdurulan CHP–AP koalisyon hükümeti, 4'ü red, 78' çekimser oya mukabil, 269 oyla güvenoyu aldı.

Türkiye, 1965 yılı seçimlerine kadar birkaç kez değişen zayıf koalisyon hükümetleriyle idare edildi.

DİKKAT ÇEKİCİ İKİ NOKTA

Zaman gazetesinde bir gün arayla (17–18 Kasım 2008) çıkan iki haber metninde hayli dikkat çekici bazı noktalar vardı. Bunlardan iki tanesini sizlerle de paylaşmak istedim.

Kutan–İnönü görüşmesi

Saadet Partisi Başkanlığı emanetini halefi Numan Kurtulmuş'a emanet eden Recai Kutan, vaktiyle CHP lideri İsmet Paşadan gelen milletvekili adaylığını reddetmiş. Şimdi toparlamaya çalıştığı hatıra notlarında yer aldığına göre, İsmen Paş "AP lideri Süleyman Demirel'in kıvrak zekâsına karşı kendisini rakip olarak çıkarmak istemiş."

Kutan, İnönü'den sonra, yani ikinci sıra milletvekili adaylığı teklifini reddetme gerekçesini ise şöyle açıklıyor: "Çok ısrar ettiler. Sonunda, 'Benden, kendimi inkâr etmemi istiyorsunuz; CHP'ye giremem' diye reddettim."

DP Kongresinin haberi

18 Kasım 2008 tarihli aynı gazetede yer alan "Demokrat Parti kongresi"yle ilgili haberde ise, başlık ile haberin muhtevası arasında derin bir tenakuz vardı.

Haberin başlığı "Soylu, yönetimdeki muhalifleri tasfiye etti" şeklindeydi. Haberin metninde ise, bu başlığı hak edecek hemen hiçbir mâlûmat verilmiyordu. Sadece ve sadece, yani bir tek isim olarak Diyanet İşleri eski Başkanı M. Nuri Yılmaz'ın GİK listesine giremediği ifade ediliyordu ki, bu ismin de parti ve particilikle ne ölçüde bir münasebeti olduğu, yahut olması gerektiği ayrı bir tartışma konusu.

Bakınız, haberin metninde, GİK listesine giren eski ve yeni partililerin isimleri var. Kezâ, çok orijinal bir haber değeri taşıyan radikal boyuttaki bir "tüzük değişikliği" bilgisi var. Vesaire...

Ancak, ne garip ve ne tuhaftır ki, haberin başlığı yine de haberin özünden kopuk ve daha ziyade "parti içi çekişmeleri" nazara verir bir mesaja indirgendi. Adeta, böyle bir gelişme temenni edilircesine...

ÇAPRAZ GEÇİŞLER

İktidar partisi AKP ile anamuhalefetteki CHP'nin bilinen imaj ve duruşlarında ciddî sapmalar görünüyor.

AKP'nin lider kadrosunda, bilhassa AB, reformlar ve Kürtlerle ilgili olarak millete deklare edilmiş olan açılımlarının yerini statükocu bir tutum almaya başladı.

Buna mukabil, ömrü billah tesettürle (başörtüsü, çarşaf) mücadele etmiş olan "Atatürk'ün partisi CHP", şimdi radikal bir çıkış yaparak eski imajından kurtulmaya çalışıyor.

Bakalım, bu iki büyük parti arasında yaşanan sürpriz mahiyetteki çapraz geçişlerin sonu nereye varacak?

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Endişeler



Gelecek ile ilgili endişelerimiz vardır.

Önce biz, sonra çocuklarımız, sonra torunlarımız...

Evimiz, barkımız, yolumuz ve sonumuz...

Bunlar, her insanın az veya çok endişeleridir. İnsanız... Endişeler ile dolu dolu geçer hayatımız.

Arzularımız, emellerimiz, çevremiz, akrabalarımız, annemiz, babamız, teyzemiz, amcamız ve halamız...

İnsanı bu denli endişelere sevk edip kahreden şeylerin çaresi, pozitif düşünceden geçiyor.

Pozitif düşüncenin en kolay yolu, hayatın gerçeğini ve mânâsını anlamak ve de uygulama alanına koymaktan geçiyor.

Eskiler, gelecekle ilgili kaygılara “endişe-i istikbal” diyorlardı.

Kimi ise günü yaşar. Günlük kazanır, günlük yer, günlük içer...

Avrupa’da hayat böyledir. Çocuk on sekiz yaşına geldiği zaman anne ve babanın kontrolünden çıkar.

Kendi kazanır, kendi harcar, kendisi evini yapar veya alır. Kendisi eşini bulup evlenir...

Biz millet olarak toplu yaşamayı seven insanlardık.

Yediğimizden yedirirdik, içtiğimizden içirirdik, giydiğimizden çevremizdekileri de giydirirdik.

Sonra bu hasletlerimiz yavaş yavaş azalmaya başladı. Yediğimizden yedirmemeye, giydiğimizden giydirmemeye, içtiğimiz şeylerden içtirmemeye başladık.

Bu gelecek endişesi, hepimizi sarıp sarmaladı.

Diller ayrıldı, yollar ayrıldı, evler ayrıldı, işler ayrıldı, eşler ayrıldı...

Himmetimiz milletimiz olması gerekirken, himmetimizi sadece kendimize has kaldı.

Önce iş, sonra aş, daha sonra bir ev, iki ev, toruna ev, oğlana ev, kıza iş, kıza aş, oğlana maaş, hanıma araba, çocuğa araba ve daha niceleri niceleri...

Bunların yanında ahirete ait endişelerimiz azaldı... Hakendiş değil, hodendiş olduk maalesef...

Ve âniden hastalık, âniden ölüm, âniden musibetler...

Gelecek endişesi o zaman bizi kayıtlı ve kelepçeli olarak yakaladı.

20.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sosyal uyum davranışları ve ispat



İnsanlara iman ve İslâm esasları anlatılırken dikkat edilmesi gereken bir takım prensipler vardır.

Uyma; ferdin, davranışlarını, düşünce ve görüşlerini gerçek veya var kabul edilen bir baskı vasıtasıyla değiştirmesi ve baskı yönüne göre uyum göstermesidir. Şöyle de ifâde edebiliriz: Başkası öyle davrandığı için biz de aynı davranışı gösterebiliriz. Yanlış düşünce ve hareketler için de aynı durum söz konusudur.

Uyma davranışı göstermemizin çeşitli sebepleri vardır. Bâzıları şunlardır:

* Yüz yüze bulunma: Yüz yüze etkileşim, iletişim çok daha fazla ve tesirlidir. Cemaatle namaz, bir arada ders, hizmetlerin ferden ferdâ yürütülmesindeki harika sonuçların alınması gibi. “Göze bakıp akla ve kalbe hitap” diye formule edilmiştir.

* Kitle/grup/cemaatin büyüklüğü de davranışları etkiler: Meselâ, büyük bir kalabalık caddede yürürken; kişi niçin yürüdüğünü bilmeden onun tesirine kapılır, onlarla yürümeye başlar.

* Grup/cemaatin sözbirliği yapması: Bu da ferdlerin uyma davranışını etkiler. Bu tecrübelerle sabittir: Birçok kişi bir şeyi iddiâ etse; bir ferd bu iddiânın yanlışlığını bile bile onlara uyarak o iddiâya katılır. Buna kuvve-i mâneviye, şahs-ı mânevî de denir.

* Hürmet/saygınlık ve güvenirliliğin de uyma davranışı üzerinde önemli bir tesiri vardır: Grup/cemaatin itibar ve güvenilirliği nisbetinde ferdlerin de uyma davranışları fazlalaşır.

Uyma davranışı; gönüllü/isteyerek, ikna olarak, itaat etme, özdeşleşme/aynîleşme, benimseme şeklinde ortaya çıkabilir:

* İkna; uyma/ittibâ etmede önemli rol oynar ve üç esas söz konusudur: “Tebliği verenin, mesajın mahiyetinin ve mesajı alanın” özellikleri.

Tebliğci; sahasında otorite, güvenilir ise; güzel/düzgün, hoş bir görünümdeyse tebliğ daha etkili olur.

Mesaj; akla yatkın, ispat edilir, kalb ve vicdanları tatmin ediciyse ve ayrıntılı bilgiyi ihtivâ edip tekrarlanırsa tesiri daha da artar.

Mesajı alan da; mevzuyla alâkalı, hâlet-i rûhiyesi müsait ise sosyal etkinin gücü daha büyük ve kalıcı olur.

* İtaat: Kişi, kendi arzusuyla değil de, başkalarının isteklerine göre bir davranışta bulunursa bu “itaat/boyun eğme” olur. Eğer aklına yatar, kendi isteğiyle bir davranışta bulunursa, buna da “uyma” denir.

Aklî/mantıkî izâh ve ispat, kendi isteğiyle uymayı; mükâfat veya cezâlar, itaati artırabilir. Kur’ân, hem imân ve İslâm esaslarını ispat ederek; hem de Cennet ve Cehennemden söz ederek her iki unsuru kullanır.

* Özdeşleşme: Erkek çocukların çok sevdikleri babalarıyla, kızların anneleriyle veya kişilerin Peygamberimiz (asm), sahâbileri, ilim ve fikir ehliyle özdeşleşmeleri; onlar gibi davranmaları gibi. Pespâye bir hayata sahip olan aktör, şarkıcı, modacılarla özdeşleşme de mümkün.

* Benimseme/kabul etme: Kişi, bir fikri, kaideyi gerçekten inandığı için benimser, kabul eder ve o davranışa uyar. Meselâ, gençlerin, eve gelen misafire cân ü gönülden “Hoş geldiniz!” demeleri ve ilgilenmeleri gibi. Büyüklerin tenkitlerinden çekindikleri için alâka gösterirlerse “itaat”; değer verilen kişilere özenilerek yapılıyorsa “özdeşleşme/aynîleşme”dir.

20.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır