"Gerçekten" haber verir 05 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hakan YALMAN

Acılara tebessüm



Son zamanlarda ruhumun derinden etkilendiği iki olay yaşadım. Biri, iki hafta önce beynindeki tümörü tesbit etmiş genç bir radyolog arkadaşımın şifa dileği için arayan arkadaşı ile telefon görüşmesi kendi beynindeki tümörü muhteşem bir tevekkül hali ve sükûnet içinde anlatmasıydı. Bu tablo içinde bile yüzünde Âlemlerin Rabbi’ne dayanmış olmaktan kaynaklanan huzur yüzüne tebessüm şeklinde yansıyordu.

Diğeri ise, beraber çalıştığımız Filistin’li doktor kardeşimin bir kaç gün önce Gazze’de büyüdüğü evin bombalanması haberini kalbindeki huzur halinin yüzüne yansıdığı tebessümlü bir çehre ile vermesiydi. Geçtiğimiz Pazar sabahı Filistin için duâlarla sonlandırdığımız ve birlikte olduğumuz sabah namazının ardından bu kardeşimiz evi yıkılan abisi ile ilgili şunları nakletti: Büyük ağabeyim ile telefon görüşmesinde bana evi yıkılan ortanca ağabeyimin kendisinin imanını tazelemesine vesile olduğunu söyledi. Çünkü evinin yıkılmasından beş dakika sonra hiçbir şey olmamış gibi tevekkül içinde, okunan ikindi ezanının çağrısına uymuş ve huzur içinde namazını kılmış. Rabbi’ne tevekkül ve şükretmiş. Bunu anlatırken de doktor kardeşimin yüzünde huzur dolu bir tebessüm vardı. Bu tebessüm halleri gerçekten derinden etkilere ve izlere sahipti. Çünkü hayatın en ağır algılanan tablolarında bile Rabbi ile birliktelik algısından çehrelere yansıyor ve uhrevî âlemlerden izler taşıyordu. Sonsuz cemal ve kemal idrak edicilerin ve şuur sahiplerinin yokluğunda gizlenmişken varlığı kuşatma istidadındaki sınırsız muhabbetin içinde yer aldığı ilk atom tohumu büyük bir patlama ile çatladı ve o muhabbet bin bir yapraklı bir gül goncası gibi asırlara yayılan serüven içinde açmaya başladı. Âlemleri kuşatan rahmet bir gülün güzelliğinde, bir böceğin süslerle bezenmiş elbisesinde, varlık âleminde güzellik ve estetik anlamında ne varsa hepsinde ve en önemlisi gül-ü Muhammedi’de (a.s.m.) tecessüm etti. Âlemdeki bütün güzellikler estetik kavramının oluşmasına hizmet eden her türlü incelikler aynı Şems-i Ezeli’nin rahmet tarzında yansımasından eşya gerisinde gizli bin bir isimden rahmet ve cemale ayineliğinden kaynaklandı.

İlk patlama belki de en önemli boyutu ile kabına sığmayan önündeki yokluk setlerini yıkarak taşan ve maddî âlem içinde çağlayan sonsuz bir rahmetin açığa çıkışının ta o zamanlardan günümüze kadar yankılanan sesiydi. O patlama içinde milyarlarca yıl sonrasının kafa taslarını saran lâtif örtülerde binlerce kasla buluşup yüzlerde rahmetin yansımasına asırlarca öncesinden varlığın en ulvî gayesi olan rahmete ve sevgiye ayinelik için kasılacak ve gevşeyecek olan kaslarla buluşacak mineraller kalsiyumlar, sodyumlar ve potasyumlar gizliydi. Uzayın sonsuz gibi gözüken boşluğunda savrulup uçuşarak o ana, kasların kafa taslarının, ve onları şekillendirecek merkezî mekanizma olan beyinlerin buluşmak için sabırsızlıkla beklediği niyet ile buluşmak üzere milyarlarca yıl öncesinden ve kâinatın çok uzak mesafelerinden koşarak geldiler. Bütün bu işleyişlerin niyet ile buluşmasının ardından yüzlere yansıyan muhteşem bir manzara varlığı kuşatan sonsuz rahmetin çehrelerde tebessüm gülleri şeklinde açması ve maddî âlemi kuşatan sevginin cesedin işleyişi ile buluşması anlamında muhteşem bir manzara ortaya çıkacaktır. O manzara hem yansıdığı cesede hem de sonsuz rahmeti yansıttığı şuurlara tarif edilmez bir huzur kaynağı ve kâinatı kuşatan sevgi ile bütünleşmekten ve varlığın ahengi ile uyum içinde olmaktan dolayı ruhlarda büyük bir sükûn sebebi olacaktır.

Dünyamızı şenlendirmek ve sosyal ahenk ve refah için satın alabileceğimiz en ucuz şeylerden biri yüzlerimizde sonsuz rahmetin tebessüm şeklinde yansıması olmalıdır. Hem tebessüm edenin hem de o tebessüme gözleri ile şahit olanın ruhlarına ılık bir meltem serinliği, ruhlarda lezzeti tarif edilmez bir huzur ve varlığın genel ritmini yakalamış olmanın verdiği bir dinginlik ortaya çıkacaktır. Bu, ilk patlamanın en önemli sebeplerinden olması muhtemel mukaddes bir sevgiden güneşe, güllere ve âlemin en güzide gülü Hazret-i Muhammed’in (a.s.m.) yüzüne ve ruhuna yansıyan bir güzellik ve sevgi seliyle bütünleşmek anlamına gelecek ve karşı çehreleri de aynı bütünlüğe dâvet edecek tahrik edici bir dâvet olacaktır.

Yaşadığımız âlemi daha mutlu hale getirmenin en etkili yollarından biri ve belki de en önemlisi varlığın genel ritmine uyum sağlamak ve olabildiğince mümkün olan her fırsatta tebessüm etmektir. Yüz kaslarının çoğunun tebessüm için kullanılmak üzere verildiğine dair fizyolojik veri de fıtratın bu tezimizi doğrulaması şeklinde algılanabilir. Yine her tebessümde mutluluğun bedendeki maddî boyutunu ifade eden seretoninde artışa yol açması aynı teze fıtratın vurduğu başka bir damga olarak kabul edilebilir. Asık suratlar, somurtganlıklar abus çehreler fıtratın aleyhine işleyen âlemin genel ritmi içindeki çatlak sesler, rahmetin Şems-i Ezeli’den bütün varlıklara ve cesetlere yansımasının önündeki engellerdir. Bu anlamda insanlığın refahında topyekûn dünya mutluluğunda sonsuz rahmetin sosyal hayata yansıması anlamına gelecek olan tebessümün yaygınlaşması çok önemli olmalıdır. Bu önem belki ekonomik kalkınmanın ve maddî refahın da önündedir.

Sosyal hayatta mutluluğun kaynağı sevgi lisanının hakim olmasıdır. Bu lisanın en kolay ve etkili dile getiriliş şekli de tebessüm olsa gerektir. İş yerlerimizde, evlerimizde, sokak ve caddelerde, toplu ulaşım vasıtalarında özel ve resmî iş kurumlarında hep mütebessim olduğumuz, herkesin yüzünde sonsuz rahmetin yansıdığı bir sosyal hayatta depresyonlar, stresler, anksiyeteler ne derece yer bulabilir? Başta kendimizden ve sonra çevremizden ve dostlarımızdan bu güzellikleri esirgemeyelim. Yüz kaslarımızı fıtri halleri olan tebessüm şeklinde tutmaya çalışalım. Bir müddet sonra artık bu çehremizin vazgeçilmez hali olacaktır. Bu hal ise çevremize, diğer insanlara verebileceğimiz en güzel hediye ve en değerli sadaka olacaktır. En başta kendi mutluluğumuz ve sonra dünya mutluluğu için ilk adım selâmın ve tebessümün yaygınlaştırılması olmalıdır. Hele de hayatın en zor anlarında bile ruh ve kalpten yüze yansıyan tebessümler şu âlemin en güzel tabloları olsa gerektir. Bu tebessümlerin tesirleri o derece derindir ve etkilidir ki şu âlemin karmakarışık ve dehşet verici tabloları içinde sonsuz rahmetin hissedilmesine ve devamına en büyük vesilelerdir denebilir.

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İhlâs Risâlesini daha sık okuyalım



Abdullah Bey: “Bazen olmadık zamanlarda ortaya çıkan ve hizmetlerimize doğrudan zarar veren ‘birbirini sevmemeyi ve adaveti’ kardeşler arasında nasıl öldürebiliriz?”

Bedîüzzaman Hazretleri İhlâs Risâlesine başlarken, mühim bir uyarı yapıyor: “Bu Lem’a lâakal her on beş günde bir defa okunmalı” diyor. Kendimizi sorgulamaya buradan başlayalım: Okuyor muyuz?

Okumayınca uygulama da olmuyor veya uygulamada aksamalar görülüyor. İhlâsta aksamalar olunca, bu, hizmetimize ve amelimize doğrudan yansıyor. Adâvet ve husûmet de bu boşluktan fırsat bulup kalbimize sokuluyor ve yerleşiyor.

Üstad Hazretleri İhlâs Risâlesinin Birinci Düsturunda halkın beğenisiyle Hakkın beğenisini mukayese ediyor. Buna göre, hareket noktamız ya halkın beğenisi olacaktır, ya da Hakkın beğenisi. Halkın beğenisini esas alırsak orada adâvetin ve husûmetin bulunması olağan bir şeydir. Bundan şikâyet etmemize gerek yoktur.

Hakkın rızasını esas aldığımızda ise, buraya kardeşler arası adâvet girmez. Çünkü burada hakem Haktır, yargıç Haktır, yaratıcı Haktır, sorgu sahibi Haktır, rızâ sahibi Haktır. O’nun rızâsı ise birbirimizi itham etmekte, suçlamakta, yargılamakta ve gıyâben mahkûm etmekte değil; affetmekte, bağışlamakta, sîneye çekmekte, yutmakta, Allah’a havâle etmekte ve uhuvveti bozucu tavırlardan uzaklaşmaktadır. Eğer bunun tersini yapıyorsak orada ihlâs, yani Hakkın rızâsını kazanma endişesini arayabilir miyiz?

İhlâs Risâlesinin İkinci Düsturunda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerimizi tenkid etmemeyi ve onların üstünde fazîlet satıcısı durumuna düşerek onların gıpta damarını tahrik etmemeyi ısrarla ve bir prensip çerçevesinde işliyor.

Bu düsturun aksine olarak; eğer birbirimizi tenkid ediyorsak, eğer birbirimizin fazîletini yetersiz görüp kendi fazîletimizi öne sürüyorsak, onların gıpta damarını tahrik etmiş oluruz. Burada ise adâvet ve husûmet yol bulup kalbimize girer. Bir yerde tenkid varsa, fazîlet satıcılığı varsa, orada adâvet, haset, husûmet, fitne…vs. gibi alçak damarlar da vardır. Olmasın dersek, tenkîdden ve fazîlet satıcılığından vazgeçmemiz gerekecektir. Vazgeçmiyorsak, adâvetten ve husûmetten boşuna ne diye şikâyet ediyoruz? Boşuna ne diye kendimizi aldatıyoruz?

İhlâs Risâlesinin Üçüncü Düsturunda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, bütün kuvvetimizi ihlâsta ve hakta bilmemiz gerektiğini bildiriyor. Bu düstura göre, kardeşlerimizin nefislerini şerefte, makamda, halkın teveccühünde, hattâ maddî menfaat gibi nefsimizin hoşuna gidecek şeylerde nefsimize tercih etmeliyiz.

Aksi olursa, yani kendi nefsimizi şerefte, makamda, halkın beğenisinde veya maddî menfaatlerde tercih edersek orada adâvet başlar, husûmet başlar, kin başlar, nefret başlar, fitne başlar, fesât başlar. Kendi nefsimizi tercih etmemizin normal ve tabiî sonucu budur çünkü. O zaman da bütün bunlardan şikâyet etmeye hakkımız olmaz. Kardeşler arasında neden adâvet var, sorusu boşlukta kalır. Bütün barış çabaları sonuçsuz kalmaya mahkûm olur. Çünkü Üçüncü Düstur tersine işletilmektedir.

Dördüncü Düsturda Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, en zor prensipleri vazediyor. Buna göre kardeşlerimizin meziyetlerini şahıslarımızda göreceğiz, fazîletlerini ve üstünlüklerini kendimizde bileceğiz ve kardeşlerimizin şerefleriyle iftihar duyacağız.

Biz ise kendi kişisel beğenilerimizi ön plâna çıkarıyoruz, hatırsız nefsimizin yanımızdaki hatırından dolayı bu prensibi tersine işletiyoruz ve bu prensibin uygulanırlığını ortadan kaldırıyoruz. İşte düşmanlık da, adâvet de, husûmet de buradan sonra sökün edip geliyor. Biz muhabbete liyâkat göstermeyince, adâvet, husûmet, ihtilâf ve ikilik bir İlâhî tokat olarak geliyor. Kaynaşma ve kardeşlik sünnetini böylece rafa kaldırmış oluyoruz. Şüphesiz bunun âhirette vebali ve günahı vardır!

Bizim bu düsturda tersine işlettiğimiz bir prensip de, “fenâ fi’l-ihvân” prensibidir. 1 Eğer sırf bu prensibi işletsek emin olun aramızda hiçbir dert, hiçbir münâkaşa, hiçbir husûmet ve hiçbir fitne kalmayacak! Çünkü zaten kardeşimizde fenâ olmuşuz! Bunun gereği olarak kardeşimizin meziyetini meziyetimiz saymışız, kardeşimizin kusurunu ve hatâsını da kusurumuz ve hatâmız bilmişiz. Tefânî sırrı budur! Burada eleştirmek ve suçlamak yoktur. Eleştirmek ve suçlamak olmayınca fıtrî olarak adâvet de olmayacaktır, kin de olmayacaktır, garaz da olmayacaktır! Çünkü şeytan fırsat bulup kardeşler arasına giremeyecektir!

Oysa bu sırrı tersine işlettiğimizde, yani ya yalnız nefsimizle fânî olduğumuzda, ya da yalnız sevdiğimiz ve tercih ettiğimiz kardeşlerimizle fânî olduğumuzda, diğer bir grup kardeş dışarıda kalmaktadır! Ne var ki buna da hakkımız ve haddimiz bulunmamaktadır. Bir grup kardeşi dışarıda bırakmayı ihlâs prensipleri ile izah etmek mümkün değildir.

Dışarıda bıraktığımız bu bir kısım kardeşlere karşı tefânî sırrını işletmemekteyiz. İşte burada da kin ve garaz, adâvet ve husûmet, nefret ve ihtilâf yol bulup girebilmektedir.

Kardeşler arasında İhlâs Risâlesini hakem kılmaya şiddetle ihtiyacımız vardır.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, 167

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yoktan ihsan edilen ziyafet



Allah’ın ibda ve inşa tarzında iki tarz yaratışı vardır. Ya bütünüyle yoktan yaratır, buna ibdâ denir. Ya da yine önceden yarattığı varlıklardan yeni bir şey terkip ve icad eder. Buna da inşâ denir.

Emr-i “Kün feyekûn”e malik bir Yaratıcıdır Allah. Yani birşeye ol derse hemen oluverir. Bazan peygamberleri eliyle mû'cize, evliya kulları eliyle de kerâmetler ihsan eder.

Ancak her şey her zaman olağanüstü tarzda olmaz. Dünya imtihan dünyasıdır. Her şeyi bir sebebe bağlar.

Maide Sûresi’nin 111’le 115. âyetleri arasında anlatıldığı gibi Hz. İsa’nın (as) gökten indirdiği sofrada sebepler bütün bütün ortadan kaldırılmıştır. Hz. İsa (as) gibi sevgili bir kulunun duâsı üzerine gökten bir sofra indirmiştir Cenâb-ı Hak. Sonsuz kudretin eseriydi bu. Yolunda olan kullarına Allah’ın ihsan ettiği bir sofraydı.

“İman ettik, şahit ol ki biz Müslümanlarız” diyen Havariler Hz. İsa’ya (as) “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” diye sormuşlardı. Hz. İsa'da (as), “Eğer gerçek mü’minlerseniz Allah’tan korkun” diye cevap vermişti.

Onlar, “Biz o sofradan yemek istiyoruz. Tâ ki kalplerimiz tatmin olsun; senin hak peygamber olarak bize doğruyu söylediğini bilelim ve buna şahitler olalım” demişlerdi.

Bunun üzerine Hz. İsa (as), “Ey Rabbimiz olan Allah! Bize gökten bir sofra indir. O bize, şimdikiler ve sonrakiler için bir bayram ve Senden bir mû'cize olsun. Bizi rızıklandır. Rızık vericilerin en hayırlısı Sensin” diye duâ etti.

Cenâb-ı Hak buna, “Muhakkak Ben onu size indiririm. Fakat ondan sonra sizden kim inkâra saparsa, âlemlerde kimseye vermediğim bir azapla onu cezalandırırım” diye cevap vermişti.

Derken iki bulut arasından kırmızı bir sofra indi. Cenâb-ı Hak Hz. İsa’nın (as) duâsını kabul etmişti.

Gözyaşlarını tutamadı Hz. İsa (as). Ağlamaya başladı ve şu duâyı yaptı: “Ya Rabbi, beni şükreden kullarından et. Bunu bir nimet kıl, ceza kılma.” Sonra da Hz. İsa (as), “Bismillâhi Hayrirrâzikîn (Sen rızık verenlerin en hayırlısısın)” diyerek sofrayı açtı.

Havariler merak ve heyecan içindeydiler: “Bu sofra dünyadan mıydı, ahiretten miydi?” Merakla sordular.

“İkisinden de değil” dedi Hz. İsa (as). “Bu, Allah’ın kudretiyle yoktan var ettiği bir ziyafettir. İstediğinizi yiyin ve Allah’a şükredin.”

Sofra bir Pazar günü inmişti. Onun için Hristiyanlar o günü bayram yaparlar.

Ne gariptir ki İsrailoğullarından bir kısmı bu mû'cizeyi gördükleri halde inkâra sapmışlar, Allah da onları domuz sûretine çevirmişti.

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Değişim rüzgârları



Dünyada olduğu gibi, Türkiye'de de değişim rüzgârları olanca hızıyla esmeye devam ediyor. Buna muhalefet etmek mânâsız, karşı koymaya çalışmak ise beyhude.

Akarsuları tersine döndürmek mümkün olmadığı gibi, rüzgârın önüne geçmek de imkânsız. Bir darb–ı meselde "Rüzgâra tüküren, yüzüne tükürür" deniliyor.

Sosyal ve siyasî gelişmeler de, tıpkı suya ve rüzgâra benzer. Durgunluk, durağanlık bilmez, tanımaz, kabul etmezler. Kendi mecrâsında dinamik bir hızla akar giderler.

Şu da var ki, sosyal ve siyasî hadiseleri tek bir sebebe, tek bir şahsa, tek bir gruba, tek bir partiye bağlamamak gerekir. Bilhassa gitgide globalleşen günümüz dünyasında, devletler ve hükümetler gibi, fikirler ve siyasetler de birbiriyle ciddî bir etkileşim halindedir.

Bugün, dünyanın en ücrâ noktasında bir hadiseyi, bulunduğumuz şehirdeki bir hadise ile aynı anda duymakta, aynı anda yorumlayabilmekteyiz.

Dünya, âdeta küçülmüş ve bir şehir mesabesine gelmiş durumda.

Dolayısıyla, değişim rüzgârlarından bahsederken, lokal sebeplerin yanı sıra, mutlaka global çaptaki sebepleri de nazar–ı itibara almak durumundayız. Aksi halde, meseleye dar çerçeveden bakmış ve dar bir ufukla da değerlendirmiş oluruz.

Statükonun direnişi

Son elli yıllık zaman diliminden söz edecek olursa, değişimin en şiddetlisinin Avrupa'da yaşandığını görürüz. Bugünkü AB'yi vücuda getiren değişimin ilk adımları, bundan yaklaşık elli sene evvel atıldı.

Avrupa'daki değişim rüzgârları öylesine hızlı ve şiddetli esti ki, akla hayale gelmeyecek, havsalaya sığmayacak kadar büyük ve önemli değişiklikler yaşandı: Şengen Antlaşmasına imza koyan ülkelerin vatandaşlar için, pasaport ile hüviyet cüzdanı arasında hemen hiçbir fark kalmadı. AB ülkelerini kapsayan geniş ve karmaşık coğrafyanın sınırları hemen hemen ortadan kalktı, adeta izafî bir konuma geldi.

Ülke sınırlarındaki geçişler kolaylaşırken, bir yandan da para farklılıklarını ortadan kaldıracak harikulâde gelişmeler yaşandı. EURO denen bir ortak para birimi çıktı ki, şu an dünyanın en güvenilir, en itibarlı bir metaı haline geldi.

Müşterek pasaport, müşterek para birimi derken, Avrupa'da şimdi de müşterek hukuk, müşterek anayasa gibi konular gündemde...

Avrupa ve bir yönüyle Amerika'da yaşanan bu hızlı değişim rüzgârından, Türkiye de illâ ki bir şekilde etkileniyor. Seksen yıllık statüko, her ne kadar dirense ve birtakım ayakbağlarıyla gelişmeleri yavaşlatsa da, değişimin önünü istediği gibi kesemiyor.

Bazı şeyler var ki, ister istemez, yani mecburiyet tahtında gelişiyor, değişiyor.

Meselâ, seksen yıldır halkın, yani cumhurun bir türlü seçemediği Cumhurbaşkanını, bundan sonra halkın kendisi seçecek.

Kezâ, resmî ideoloji, seksen yıldır dilini ve milliyetini inkâr ettiği Kürd'ün varlığını ister istemez kabule mecbur oldu. Hatta, kabul etmekle de kalmayıp, kendi imkânlarıyla bu halkın diline hizmet etmeyi bir vazife olarak üstlenmeye başladı. TRT'nin bir kanalını Kürtçe'ye tahsis ederek, seksen yıllık ihmalini telâfiye ve hatasını tamire çalışıyor şimdi.

Sadece Kürt unsuru için değil, yine bizzat devlet eliyle yıllarca itilip kakılmış olan Alevî, Arap, Rum ve Ermeni gibi sâir unsurlar için de, benzer tarzda açılımların yapılması gündeme gelmiş bulunuyor.

Öte yandan, sembolik düzeyde olsa bile, CHP'nin "çarşaf açılımı" kimilerini şoke edecek derecede bir değişim oldu. Tıpkı, bazı generallerin (Ergenekoncular gibi) ilk kez bir sivil mahkemede yargılanıyor olmasının bazılarını şoke ettiği gibi...

Hazımsızlık olsa da...

Yukarıdan beri sıraladığımız bütün bu gelişmeler, elbette ki bir takım rahatsızlıklara ve hazımsızlıklara da yol açabilecektir. Bu hazımsızlık sebebiyle, hiç umulmadık bir takım ajitasyonların yapılması da muhtemeldir.

Ne var ki, yine de zaman seli akmaya, sel dolapları dönmeye ve değişim rüzgârları esmeye devam edecektir. Bu dinamizmi durdurmak, bu akışkanlığın önüne geçmek imkân ve ihtimâl harici.

Tabiî, her türlü değişimin, her türlü gelişmenin doğru ve sağlıklı olduğunu iddia edemeyiz. Ancak, hiçbir zaman ülkenin hayrına görmediğimiz ve öyle de yorumlamadığımız şu seksen beş yıllık "derin statüko"yu sarsan, yerinden oynatan gelişmeleri terazinin kefesine koyduğumuzda, iyi ve faydalı tarafının yine de ağır bastını söylemek mümkün.

DÜZELTME: 3 Ocak Cumartesi günkü yazıda geçen "Harnâme" isimli şiir Şeyh Galib'in değil, yine bir Divân şairi olan Şeyhî'ye ait. Bu sehvi düzeltir, özür dileriz. MLS Tarihin yorumu 5 Ocak 1937 CHP ile içli–dışlı bir anayasa Laiklik ilkesi, 3115 sayılı kànunla Anayasa metni içine dahil edildi. Bu yöndeki teklif Meclis'in tek partisi olan CHP milletvekillerinden geldi. Laiklik, aslında önce CHP'nin "altıok"una dahil edildi, ardından bu altı okun içinde yer alan maddeler, olduğu gibi Anayasanın 2. maddesine ilâve edildi. 1928'de yapılan bir değişiklikle 2. maddede yer alan "Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir, makarrı (başkenti) Ankara'dır" şeklindeki ifadenin baş kısmına şu cümle ilâve edildi: "Türkiye Devleti, cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçıdır.'' O devirde, ülke tek parti zihniyetiyle idare edildiğinden, parti işleriyle devlet işleri, parti tüzüğüyle devletin anayasası, bütünüyle içiçe girmiş bir vaziyetteydi. CHP, 85 yıldır Anayasada yapılacak her değişiklikte kendini yegâne yetkili ve tasarruf sahibi olarak görüyor. Yani, şayet bir değişiklik yapmak gerekirse, onu da kendisi yapacak; ve illâ yaptırmayacak. Aksi halde, başkasının teşebbüsünü akim bırakacak, geçersiz kılacak bir takım yollara başvurması kaçınılmazdır. Nitekim, son yıllarda yapılan onca Anayasa değişikliği teşebbüslerinin de önüne geçti ve Meclis'in görüşüp onayladığı muhtelif maddeleri bir şekilde geçersiz kılmayı başardı. Ne var ki, bu partinin gücü giderek azalıyor ve halk desteği de seçimden seçime geri saymaya devam ediyor. Bu gidişle, yakın gelecekte tarih olacak.

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Batı medeniyeti çöküşe mi gidiyor?



“Rus Profesör Igor Panarin, 2010 yılında ABD’nin bölüneceğini öne sürdü. ABD’de yayımlanan Wall Street Journal gazetesinin haberine göre, toplu göçler, ekonomik çöküş ve ahlâkî düşüşün gelecek sonbaharda ABD’de bir iç savaşı tetikleyeceğini ve doların düşeceğini öne süren Panarin, 2010 yılının Haziran ayı sonralarında ya da Temmuz başında ise ülkenin altı parçaya bölüneceğini savunuyor.” (Basın/30.12.2008)

Bediüzzaman, onlarca yıl önce, Batı medeniyetini “kurtlaşmış bir ağaca” benzeterek çökeceğini ve yerini İslâm medeniyetinin alacağını;1 herkesin kıyameti beklediği bir karanlık devirde, İslâm’ın parlayacağını/Müslümanların yükseleceğini müjdeler.2

Bediüzzaman, Rusya’nın da (SSCB’nin) çökeceğini ve dinsiz kalamayacağını öngörmüştü 70 yıl önce… Ve 1989’da, kimsenin tahmin etmediği—Nur talebeleri hariç—bir çapta çöktü gitti…

Aslında, ABD’nin siyasîleri, Amerika’nın müthiş bir çözülme içinde olduğunu, çeşitli ırklar, milletler, gruplar, odaklar arasında çatışmalar olduğunu ve ayrışmaya doğru gittiğini görüyorlardı. 2001’de, birlikteliği sağlamak ve çatışmayı ABD’nin dışına taşımak için İkiz Kuleleri havaya uçurdular! Düşman belirlenmişti. ABD halkı güvenlik tehlikesi içinde idi, kenetleşmeliydi ve terörizmle savaş dışarıya taşınmalıydı…

İşin doğrusu, siyahî Barack Obama’nın seçilmesi de, bu çöküşü durdurmaya yöneliktir. Zira, ayrılığı en çok isteyen; uzun yıllar ezilen ve halen ikinci sınıf insan muamelesi gören ABD’li siyahlardır.

Batı medeniyetinin çöküşünü haber veren ayak seslerinden birisi budur: Irak, Afganistan ve Filistin’de yapılan zulüm, vahşet ve katliâmları durdurmamasıdır!

Batının mânevî değer ve insânî zenginliklerinin büyük bir erozyona uğradığını, bizzat kendi sosyal ilimlerle uğraşan ilim adamları, üniversiteleri, ahlâkçıları, araştırma merkezleri, teolog ve gönüllü kuruluşları istatistikî rakamlarla ortaya koyuyor. Aile ve akrabalık bağları, komşuluk münâsebetleri, insânî değerler olan yardımlaşma, selâmlaşma, sevgi ve fazilete ait duyguların dumura uğradığı çok açık.

Batı felsefesinin dayandığı menfî esaslar, “moda kültürü ve medeniyeti”nin karışımından meydana gelen mütenevvî hastalıklarla çalkanmaktadır. Alkol, uyuşturucu, AIDS, kumar, fuhuş, ensest ilişki, intihar, boşanma bunlardan sadece bazılarıdır. Ferd ise şaşkınlığın çıkmazı içindedir. Aile müessesesi, feminizmin tahribatıyla dağılmış ve parçalanmıştır. Toplum, hayatı mânâsız ve sıkıntılı bulmaktadır. İnsânî münâsebetler bitmiştir. Batı, bugüne kadar teknik, haberleşme, maddî imkân ve teknolojinin gücü ile bu yönlerini gizlemeyi başarabilmiştir. İnat ve gururları yüzünden bunu görmüyor, itiraf edemiyor! Hâlâ “medyatik” oyunlarla kendilerini kandırı-yorlar. Ne var ki, Harward Üniversitesi Visual and Environmental Studues Bölümü öğretim üyesi Dr. Nan Burks Freeman ve onun gibileri artık saklanacak durumun kalmadığını ifade ediyor: “Bu toplumun bunalım içinde olduğunu görmek çok büyük eğitimi gerektirmiyor. Hemen herkes, onu fark eder.” (Zaman, 26 Haziran, 1995.)

Bilhassa beynelmilel fesat şebekeleri, İslâm ülkelerindeki Müslümanların perişan hâlini sık sık ekranlara, gazete ve dergi sayfalarına aktararak yanıltıyorlar. Müslüman coğrafyalarda yaşayan gayr-ı müslim veya ateistlerin ahlâk ve davranışlarını da Müslümanlıktan kaynaklanıyor gibi göstererek, İslâmiyete olan teveccühleri kırmak istemeleri gözlerden kaçmıyor. Böylece Batı insanı, medyanın bombardımanı altında, gerçeği bulamıyor, en azından kıyaslayamıyor! Hele, bir kısım İslâm ülkelerinde yaşanan menfî hâdiseleri duyunca, bütün bütün aleyhte şartlanıyor ve İslâmiyeti öyle zannediyor!

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler” hakikati, mutlak bir realite olarak kendisini gösteriyor.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 43. 2- Tarihçe-i Hayat, s. 120.

05.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Ruhan ASYA

Kâinat kitabının Avustralya sayfasından gezi notları



Dokuz aydır Nur Vakfında yoğun bir hizmet temposunun içerisindeyiz. ”Tebdil-i mekânda ferahlık vardır“ deyip, Sydney ve Canberra’ya doğru yola çıktık Nur Vakfı müdavimleriyle. Sabah 07.30’da ayrıldık Melbourne’dan konvoy halinde. Küçük bir kasabanın sınırları içerisindeki şirin bir parkta kahvaltımızı yaptık. Hele Canberra‘da muhteşem bir göl kenarında, Rabbimin bir san'at harikası olan bu manzara karşısında geçirdiğimiz saatler unutulmayacak anlardan. Bir söğüt ağacının göle sarkan dalları altında genç kardeşlerimiz Rümeysa, Cennet, Kevser‘le sohbet ettik, geleceğe dair hayaller kurduk.

Avustralya’nın başşehri Canberra’da dikkate değer yapılardan biri parlamento binasıydı. Göze ve gönle hitap eden bir mekânda bulunan bina, turistlerce ziyaret akınına uğruyor. Christmas tatili dolayısıyla kapalı olan binanın içini gezemedik. Canberra başşehir olma hasebiyle mi bilmem, Ankara’ya benziyor biraz. Tabiî Ankara Canberra kadar yeşil değil. Büyükelçilikler bu şehirde. Türkiye Büyükelçiliğinin önünden geçerken nazlı nazlı salınan ayyıldızlı bayrağımızı görünce duygulandık. İstiklâl Marşımızı terennüm ettik şöyle sessizce. Öğle ve ikindi namazlarımızı Canberra Camiinde kıldık.

BİZDE TATİL, ZENGİN İNSANLAR İÇİN

Gezdiğimiz yerlerde en çok dikkatimizi çeken Alman turistlerdi. Çok sayıda Alman turistle karşılaştık gittiğimiz yerlerde. Yabancılar dünyayı gezme tutkusuna sahip. Gitmiş olduğumuz İngilizce kursunda da bizzat şahit oluyoruz bu tutkuya. Hocalarımızdan bazıları Türkiye’yi ziyaret etmiş. Ziyaret ettikleri onlarca dünya ülkesinden sadece bir tanesi Türkiye. Bize soruyorlar: “Fethiye’ye gittiniz mi?” Biz biraz mahcup “hayır” diyoruz. Ama onlar Avustralya’dan kalkıp Fethiye’ye gelmişler. Ve tekrar gitmek istiyorlar. Seyahat etmek için sürekli birikim yapıyorlar. Ve tatiller onlar için yeni ülkeler, farklı  coğrafyalar görmek için çok büyük bir fırsat. Benim ülkemde tatil bir lüks insanlar için. Ve burjuva tabakasının harcı. Orta halli vatandaş tatil olunca, ya köyüne gider ya da her yaz tatilini ailesinin bulunduğu şehirde geçirir. Zengin işidir Türkiye’nin güzelliklerini gezip görmek. Bir Avustralyalı gelip görür Pamukkale’yi, Marmaris’i, İstanbul’u. Ama benim ülkemin insanı ya okulda coğrafya dersinde görür buraları ya da televolelerde ünlülerin tatil yaparkenki absürd görüntülerini izlerken.

Canberra‘da bir botanik bahçesinde gezerken büyülendik adeta. Küçük küçük göller, göllerde nilüferler, ördekler, kuğular bakmaya doyamadığımız güzelliklerdi. Çeşitli tropikal bitkiler, rengârenk çiçekler, şu ana kadar hiç görmediğimiz ağaç çeşitleri bizi nutka getirdi. "Maşallah. barekallah, Allahuekberlerle"mukabele ettik Rabbimin bu eserlerle bize kendini tanıttırmasına mukabil. Göl kenarında güneşin batışını izledik kardeşlerimizle. Bu kadar güzelliği kaydetmeye kameralarımızın bataryası yetmedi. Pes etmedik, bu sefer cep telefonlarımızla video kaydı yaptık, fotoğraflar çektik. Türkiye’deki dostlarımız da görsün istedik bu güzellikleri. Canberra’dan ayrılma vaktimiz gelmişti. Çünkü Sydney bizi bekliyordu.

TATLI BİR HAYRET VE TEFEKKÜRLE...

Sydney’de bizi Hasan Cömert Ağabey karşıladı. Cemaat mensubu olmanın nimetlerinden biri de her gittiğimiz yerde bizi bekleyen kardeşlerimizin olması ve kapısını çalacak bir dersanemizin bulunması. Sydney dersanesinde üç gün kaldık. Yeni Asya okurlarından İsmet Ağabeyimizin eşi Derya Ablamızın yemeklerinden müteşekkil sofrada bir akşam yemeği yedik. Yemekten sonra çaylar yudumlandı, Risâle-i Nur okundu. Rabbimize ne kadar şükretsek az, bize dünyada bu kadar kardeşi nasip ettiği için.

Dünyaca meşhur Opera House ve asma köprü insanın maddî terakkisinin nümunelerinden. Kul yapısı bu harika san'at eserlerini hayranlıkla seyrettik. Öğle namazlarımızı Auburn Gallipoli Camiinde eda ettik. Sydney’de, Canberra’da cami görmek bizi son derece mutlu etti.

Sydney’de görmüş olduğumuz ve unutamayacağımız güzelliklerden bir tanesi de Blue Mountains’di. Türkçesi “mavi dağlar.” Dağlar arasında gür bir yağmur ormanı. Ve ormanın üzerinde yer yer mütemadiyen bir sis tabakası. Dağlardan akan bir şelâle. İnsanın dağa taşa haykırası geliyor “Rabbim!” diye. Teleferiğe binip bir dağdan diğer bir dağa geçiveriyoruz o muazzam yükseklikte. Bir anda fırtınalı bir yağmur bastırıyor gökgürültüsüyle birlikte. Yabancıların yüzündeki korku ve tereddüt bizi güldürüyor. Üstad diyor ya kalbi imanın nuruyla nurlanmış bir mü'mini küre-i arz bomba olup patlasa ihtimaldir ki onu korkutmayacak. Belki harika bir kudret-i Samedaniyeyi, lezzetli bir hayret ile seyredecek. Gerçekten ekip arkadaşlarımızda da böyle bir hal vardı. Herkes tatlı bir hayret ve tefekkürle o muazzam yükseklikte yağmur eşliğinde dağlardan, ormandan müteşekkil eşsiz manzarayı seyrediyordu.

KUDRET KALEMİNİN MÛ'CİZELERİ

Ormanda çok güzel yürüyüş yerleri olduğunu söylüyor buraları daha önce gören kardeşlerimiz. Ama yağmurdan dolayı inemiyoruz. Sadece yukarıdan seyrediyoruz yağmur ormanını. Blue Mountains’da Three Sisters, yani üç kızkardeş adında üç dağ parçası var. Efsanevî bir hikâyesi var Three Sisters’ın. Yabancılar bunlara o efsanevî hikâye nazarıyla bakarken, biz kudret kaleminin bu mû'cizelerini mütalâa ediyoruz. Biraz Peri Bacalarını hatırlatıyor bu üç kızkardeşler.

Ayrılacağımız gün Hatice Ablanın evinde Sydneyli kardeşlerimiz Kevser, Ayşe ve gezi ekibimizle son dakikalarımızı Risâle-i Nur’dan sohbetle geçiriyoruz. Hasan Cömert Ağabeyin okuduğu, kendisi tarafından kaleme alınmış şiir eşliğinde ayrılıyoruz Sydney’den.

Melbourne’a dönünce bir başka güzelliğe dâvet ediliyoruz. Melbourne sınırları içerisindeki Warrnambool kasabasına doğru yol alırken, yolumuz üstündeki pek çok yeri ziyaret ediyoruz. Bunlardan bir tanesi Great Ocean  Road. Hayatımızda ilk kez böyle dev dalgaları görüyoruz burada. Şiddetli bir rüzgâr var. Kocaman kayalar denizde.

ESMAYA AİNE OLAN ESERLER

Warrnambool’da dokuz aylık bir arayışımız sona eriyor. Ve sonunda kanguru ve koala görme şerefine nail oluyoruz. Elleri ve ayaklarıyla bir ağacın dalına sarılmış, bebek masumluğunda uyuyan koalayı gürültümüzle uyandırıyoruz. Günde 18 saat uyuyan koalalar gri tüylü, çok sevimli hayvanlar. Uzaktan bakmakla yetinip, yanlarına yaklaşamadığımız kanguriler bizi görünce ürküyorlar. Ön bacakları arka bacaklarından kısa olan kanguriler zıplayarak kaçışıyorlar.

Bu yazdıklarımız Avustralya kıt'asında bizzat müşahede ettiğimiz muhteşem güzelliklerden sadece birkaçı. Ve Rabbimin kâinat sayfasındaki âyetlerinden tefekkür edebildiklerimiz. Esma-i Hüsna’nın bir tecellîgâhı olan şu dünya mezraasında, güzeller güzeline ayine olarak güzellesen nice eserler var okunmayı bekleyen. Bu güzellikleri yerinde görmeyi Rabbim müştaklarına nasib etsin İnşaallah…

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Unutma yahu insan!



Yahu insan! “Nisyan”dan geliyorum diye bu kadar da unutkan olunmaz ki…

Bir insan bu kadar da balık hafızalı olmaz ki.

Bir bakıyorum yaratılmışların en şereflisi olma yolunda mini minnacık bir adım atmış gibisin.

Bir de bakıyorum aşağıların en aşağısına göz kırpıyorsun.

Dün öğrendiklerinden “tamam oldun” sonucunu çıkarıyorum.

Bugün unuttuklarını düşünüp, “hayır, olmamış; henüz ham” diyorum.

Dün “Dünya malı dünyada kalır” ve “Unutma ki, dünya fani, veren Allah alır canı” sözlerini mırıldanıyorsun.

Bugün, hepsini unutmuş; bire on veren yatırım araçları konusunda uzman kesilmişsin.

Dün, “Güzellik geçici, mühim olan…” diye başlayan cümleler kuruyorsun.

Bugün, yüzündeki kusurları örten, saçındaki beyazları gizleyen kozmetikleri senden iyi bilen yok.

Dün, “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım” diyen Hz. Peygamber (asm) duâsını ezberlemişsin.

Bugün onu da unutmuş, kendini en gereksiz bilgilerle donatmışsın.

Dün “Şöhret zehirli bir bal gibidir” diyen sen, bugün kısa zamanda şöhret olmanın yeni bir yolunu keşfetmenin gururuyla gülümsüyorsun.

Dün zekâttan, muhtaçlara yardımdan, akrabaya destekten dem vuruyorsun.

Bugün, hepsini unutmuş, dünyanın en muhtaç insanı senmişsin gibi, ihtiyaçlar listene yeni kalemler ekliyorsun.

Yahu insan, ben dün derken gerçekten dünü kastediyorum. Dün değilse de geçen hafta, geçen ay. Sonuçta unutulamayacak kadar yakın bir geçmiş.

Ama sen dün başka söylüyorsun, bugün başka yaşıyorsun.

Yahu insan haklısın, “Sen önce kendine bak” demekle.

Ama aslında “yahu insan, yahu insan” derken, ben kime sesleniyorum, farkında değilim mi sanıyorsun?

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Gazze saldırısı ‘büyük planın’ bir parçası mı?



İsrail önceki gece geç saatlerde Gazze’ye kara harekâtı başlattı. Bir haftadır süren hava saldırılarının ardından böylesi bir kara harekâtının gelmesi bekleniyordu. Sürgündeki Hamas lideri Halid Meşal “kara harekâtının İsrail için büyük bir hata” olacağını iddia ediyor ve büyük bir direniş göstereceklerini söylüyordu. Bu sözün üzerinden daha 24 saat geçmeden beklenen oldu ve İsrail 10 bin asker ile Gazze sınırını aştı. Bundan sonra ne olacağı ise belirsiz.

İsrail makamları harekâtının uzun sürebileceğini belirtiyorlar. Hamas tarafı ise büyük bir direniş göstereceklerini... Aşikâr olan bir durum var ki her iki taraf da büyük kayıplar verecektir. Onlarca can kaybı olacak ve zaten açlık ve sefalette yaşayan Gazzelilerin hayatları daha fazla kararacaktır. Öte yandan İsrail ordusunun kara harekâtlarında genelde çok başarılı olmadığı ve bu sefer Lübnan örneğinde olduğu gibi geniş bir manevra ve hareket alanları bulunmadığı göz önünde bulundurulacak olursa İsrail ordusunun da ağır kayıplar vereceği söylenebilir.

Bütün bunlar yaşanırken İsrail gazetesi Yediot Ahronot’da Nahom Barnea’nın 19 Eylül tarihinde yayınlanan makalesinde gündeme getirdiği Filistin güvenlik komutanları ile İsrailli yetkililer arasında yapılan gizli görüşme yeniden gündeme geldi.

Barnea’nın da gazeteci olarak şahit olduğunu iddia ettiği toplantının ana gündem maddesi Filistin yönetimi ile İsraillilerin ortak hareket ederek “ortak düşman” olarak nitelendirdikleri Hamas’ı yok etme planlarıydı. İddiaya göre sekiz kıdemli El Fetih komutanı ve Filistin polisi başmüfettişinin de aralarında bulunduğu üst düzey yetkililer Ramazan ayının bir gününde Ramallah yakınlarındaki İsrail Savunma Güçlerinin karargâhında İsrailli yetkililerle görüşmüşlerdi. Barnea’nın konuyla ilgili ifadeleri şöyle: “Mevzunun özü 2009 Ocak’ında El Fetih ve Hamas arasındaki şiddetli bir hesaplaşmaydı. 9 Ocak’ta Ebu Mazen (Mahmut Abbas)’ın başkanlık dönemi bitecekti. Ocak 2010’a kadar görevde kalmasına karar verildi. Ebu Mazen’in Gazze Şeridini “isyancı bölge” ilân edeceği ihtimalini göz ardı edemeyiz.”

Barnea şok edici iddialarına devam ediyor: “Filistin güvenlik komutanları, İsrailli meslektaşlarından saha planı hazırlamada kendilerine katılmalarını ve kuvvetlerini eğitip, silâh sağlamalarını istedi.”

İddialara göre Filistin’in en üst düzey komutanlarından Ebu El Fateh, İsrail için “Bizim aramızda çatışma yok” derken Hamas’ı kastederek de “Onlar bizim ortak düşmanımız” ifadelerini kullanıyordu. Nitekim bu toplantıda İsrail tarafından Hamas’ı yok etme konusunda yardım isteniyordu. Yine iddialara göre İsrail tarafı El Fetih yetkililerinden Hamas’ın kurumlarıyla “ilgilenmelerini” istediği ve El Fetih’in de bu isteği başarıyla yerine getirdiği anlaşılıyor.

Konuşmalarda 2009 Ocak ayına önemli vurgular yapılıyor. Bu tarihin Hamas-El Fetih çekişmesinde mühim bir tarih olduğu anlaşılıyor. Zira Halid Meşal bir konuşmasında Mahmut Abbas yönetiminin Ocak ayından sonra meşrû olmayacağını söylediği de bu toplantıda hatırlatılıyor.

Toplantının sonunda ise Filistin polisi başmüfettişi Hazem Ataallah sözü devralıyor ve diyor ki: “Geniş kapsamlı bir plandan bahsediyorum, tam anlamıyla hazırlanmadan önümüzdeki sene girecek olursak mağlûbiyetten kimin sorumlu olduğunu tartışmaktan başka bir şey yapmayacağız, biz ya da siz ya da Amerikalılar.”

Bunun üzerine İsrailli general Yoav Mordechai söze giriyor ve şu taahüdde bulunuyor: “Ortak bir ekip kuracağız, size eğitim ve askerî gereç desteği vereceğiz..”

İşte Yediot Ahronot’da yayınlanan iddiaların özeti bu şekilde. Şimdi İsrail’in Gazze’ye yapmış olduğu son kara harekâtını bu açıdan bakarak değerlendirelim. Acaba her şey bu gizli toplantıda konuşulduğu iddia edilen büyük planın bir parçası mı? Bu son saldırılar İsrail ve El Fetih’in el ele vererek yapmış olduğu ve Hamas’ı tamamen yok etmeye yönelik bir girişim mi?

Yoksa bunlar İsrailli bir gazetecinin tamamen uydurduğu saçma sapan teoriler mi? Bunu şu anda bilemiyoruz ama uzun sürecek olan kara harekâtının sonuçları bize doğru cevabı verecek diye düşünüyorum.

Allah Gazzelilere yardım etsin!

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Müslümanın fıtratı ve vicdanı



Çarşaf ile ilgili olarak CHP Genel Başkanı Baykal’ın yapmış olduğu açılım birçok insan gibi beni de şaşırttı. Başörtüsüne türban diyerek saldıran ve “İslâmiyetin sembolü” diye karşı çıkan insanlar şimdi çarşaf kıyafetine dahi karşı çıkmıyor hatta onu korumaya çalışıyor. Baykal’ın bazı fanatik partililere bizzat ağır sözler sarf ederek insan haklarından ve tek parti döneminden bahsetmesi bir gerçeği ortaya çıkarmıştır. Bir Müslüman asla dinimizden vazgeçemez.

Münâzarât isimli eserinde Bediüzzaman “…Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslâmiyetten tecerrüt etse (sıyrılsa) bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslâmiyetten vazgeçemez. En ebleh (ahmak), en sefih bile, Seddi rasini istinadımız (dayandığımız sağlam duvarımız) olan İslâmiyete bütün mevcudiyeti ile taraftardır; lasiyyema (özellikle) siyasetten haberdar olanlar…”

Yüzyıl önce söylenen bu sözler; bizi dinsiz yapmak için uğraşan insanların bütün emeklerinin boşa gideceğini ifade etmektedir. Bu topraklarda Kur’ân’ın hükmünü kaldırmak isteyenler hüsrana uğramıştır.

Özellikle siyasetten haberdar olanlar yapılan yanlışı daha erken anlamışlardır. Rüzgâra karşı işemek gibi yasaklara destek veren siyasetçiler bütün seçimleri kaybetmiş milletten tokat yiyerek adeta şamar oğlanına dönmüştür.

Türklerin dinini yıktık, ortadan kaldırdık diye sevinerek bayram yapan zavallılar, Baykal ve partisinin ileri gelenlerinin sözleri karşısında bu sefer kendileri yıkıldı ve perişan oldu. “Çarşaf açılımı” büyük bir deprem yaptı. Dinsizlerin dünyası bir defa daha başlarına yıkıldı.

Ellerinden gelse başta Baykal’ı çiğ çiğ yiyecek olan bu insanların akıllarını başlarına getirmesi için Rabb’ime duâ ediyorum. Girmiş oldukları çıkmaz sokaktan bir an önce çıkmaları hem dünya hem de asıl yurdumuz olan ahiret menfaatleri icabıdır.

Zira bin yıldan beri dedelerimizin kanları ile siper olduğu İslâmiyeti bu topraklardan çıkarmaya hiçbir güç yetmez. İşte yapabilecekleri en büyük tahribat ancak buraya kadardır. Bundan sonra din ve vicdan özgürlüğü önündeki engeller bir bir kalkmaya başlayacaktır. Belki birkaç yıl daha özgürlükler için emek vermek ve gayret etmek gerekebilir, lâkin sonunda taşlar yerine oturacak ve halkımızı yönetmek isteyenler diktatörlüğü ve baskı rejimini bir tarafa koyup özgürlükleri genişleterek amaçlarına ulaşabileceklerini anlayacaklardır.

Kimse “yahu bu seçim yatırımıdır, seçim bittikten sonra eskiye döneriz” demesin. Yapılan büyük bir yanlış anlaşılmış ve geriye dönülmeye çalışılmaktadır. “Zararın neresinden dönersek kârdır” anlayışı hâkimdir. Baskı ve zorbalığın devam etmesini isteyenlerin sesi her geçen gün kısılmakta özgürlüklerden yana olanların sesleri ise daha da gür çıkmaktadır. Bundan sonra yapılacak iş sadece formaliteden ibarettir. Göreceksiniz birkaç yıl içinde üniversiteler başta olmak üzere birçok yerde uygulanan başörtüsü yasağı her yerde kalkacaktır.

Keşke, yasağa karşı çıkması gerekirken “füruat” vesaire diyerek bir yerde destek olan kardeşlerimiz olmasaydı. Onların bu büyük hatası birçok aile için felâkete yol açtı. Dinî hassasiyetini kaybeden kardeşlerimiz bilmeden ateşin içine atıldı. O halde en büyük görev de bu kardeşlerimize düşmektedir. Açılan yaraların kapanması için dört elle çalışmalı kaybettiğimiz dinî hassasiyetlerin yeniden kazanılması için gayret göstermelidirler, vesselâm…

05.01.2009

E-Posta: [email protected]





Faruk ÇAKIR

Duyarsızlığa ‘dur’ diyelim



Amerika’nın Irak’ta yaptığının bir benzerini İsrail Gazze’de yapmaya başladı. Tabiî ki buradaki benzerlik “Ben keyfimin istediğini yaparım. Dünyanın gösterdiği tepkiyi dinlemem. Keyfimin kâhyası benim” şeklindeki bir tavır benzerliğidir. Yoksa zulüm bakımından İsrail’in Gazze’de yaptığı, Amerika’nın Irak’ta yaptığından kat be kat fazlasıdır.

Bütün dünyayı yanıltıp, ani bir şekilde Gazze’yi bombalamaya başlayan İsrail bir adım daha atarak karadan da Gazze’ye girdi. Gelen haberler, işlenen cinayetlerin büyüklüğünü anlamak için yeter de artar bile. Kara işgalini cami bombalayarak başlatan İsrail, yaralılara yardıma koşan ambulanstaki doktorları da katletmiş. İnsafsız İsrail zulmünün sınırı olmadığı için, katliâmın nerede duracağını tahmin etmek bile zor.

Dünya barışını temin maksadıyla kurulan Birleşmiş Milletler de bu zulüm karşısında sessiz. Daha doğrusu, fertler ve ülkeler tek tek zulme karşı çıkıyor, ama bunu toplu bir halde ‘karar’ haline getiremiyorlar. Bunun da sorumlusu ne yazık ki Amerika. Kendi kurdukları sistem gereği, ABD’nin onayı ve tasdiki olmadan BM’nin herhangi bir konuda karar alması, adım atması mümkün değil. Çünkü ABD ve onun gibi 4 ‘daimî ülke’ daha alınan kararları ‘veto’ etme hakkına sahip.

Uzun dönemli düşündüğümüzde, bu zulmün ilanihaye devam etmesinin mümkün olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün itibarıyla ‘insan’lar bu zulme zaten taraftar olmadıklarını ilân ediyorlar. Bazı ülkeler ise güya ‘tarafsız’ davranmak suretiyle dolaylı olarak zalimlere yardımcı olmuş oluyor. ABD’nin bu konulardaki sicilinin kırıklarla dolu olduğu zaten belliydi, ama son hadisede AB üyeleri de net bir tavır sergileyemedi. Ama uzun dönemde AB’nin bu zulme seyirci kalması mümkün değil. İsrail’in zulmü arttıkça, insanlık âleminden yükselen tepkiler ve feryatlar ‘idareciler’i de uyandıracak ve İnşallah zulüm sona erecektir.

Nasıl ki ABD’nin Irak’ı işgalinin ilk günlerinde ‘müttefik’ ülkeleri ve kamuoyu vardı. Ama ilerleyen günlerde hem kamuoyu desteğini, hem de ülkeler nezdindeki desteğini kaybetti. İsrail de yaptığı bu zulümler sonrasında ülkeler nezdindeki desteğini kaybedecek. İnsanlık nezdinde zaten itibarı olmayan işgalcilerin, ülkeler nezdinde de desteklerini kaybedeceği unutulmamalı.

Gazze’nin kan gölüne dönmesi sonrası yeni bir diplomatik çalışma başlatan ülkemiz, bu konuda daha ciddî ve kararlı olmalıdır. ‘Söz’ü bir yana bırakıp, fiili işler yapılmalıdır. Çünkü sadece ‘söz’lü tepkilerle işgalcileri durdurmanın mümkün olmadığı görüldü. Öyle ki, ABD’nin “hamili kart yakınımdır” kartını cebinde taşıyan İsrail, Türkiye’nin diplomasi yoluyla işgali sona erdirme çalışmaları devam ederken bir anlamda alay edercesine Gazze’ye karadan işgal başlatıyor. Bu anlayışta olanların ‘söz’den değil, ‘icraattan’ anlayacağını lütfen görelim.

Türkiye, işgali sona erdirecek her türlü girişimi cesaretle yapmalı ve bunun için de geç kalmamalı. Geç kalınan her gün, her saat; yeni canların toprağa düşmesi anlamına geliyor.

İnsanlık mutlak surette bu zulmü, bu işgali ve bu haksızlığı durduracak; ama keşke geç kalmasa...

05.01.2009

E-Posta: [email protected]




Yeni Asyadan Size

40. yıl çağrısı



Geçen hafta bu köşede çıkan “2008’de Yeni Asya” başlıklı yazıda, geride bıraktığımız yılda gerçekleşen belli başlı yayın ve hizmet hamlelerimizi kısa başlıklar halinde hatırlattıktan sonra sözü, Allah nasip ederse önümüzdeki 21 Şubat’ta idrak edeceğimiz 40. yılımıza getirerek, bu yıldönümüyle ilgili hazırlıklarımız için şunları yazmıştık:

“40 yılda gerçekleşen yayın hizmet ve hamlelerinin hatırlatıldığı bir broşür, gazetede bu yıldönümüne ilişkin okuyucuların katılımıyla gerçekleşecek bir özel ‘40. yıl tebrik ilânları kampanyası,’ İstanbul’da ve potansiyeli olan başka yerlerde 40. yıl kutlama toplantıları ve gazetemizi çıktığı günden beri takip eden 40 yıllık okuyuculardan 40’ıyla özel röportajlar, bu kapsamda düşündüğümüz hazırlıklardan bazıları.”

Bunları ifade ettikten sonra “Sizlerin de katkılarınızı bekliyoruz” çağrısıyla yazıyı bitirmiştik.

Bu hafta konuyu biraz daha açmak istiyoruz.

Geçen sene 21 Şubat’ta, 39. yılımıza girerken okuyucularımıza takdim ettiğimiz “Ses getiren manşetler” broşürümüz vardı.

Yeni Asya’nın, yola çıktığı 1970 yılından bu yana takip ettiği “tavizsiz istikrar çizgisi”nde verdiği hizmetlerin, attığı manşetlerin, yaptığı yayınların boşa gitmediğini, zaman zaman hedefi 12’den vurduğunu, tirajla ve sayılarla ölçülemeyecek bir tesire sahip olduğunu ve bunu da fikirlerinin sağlamlığı ile bu fikirlere olan samimî, tavizsiz bağlılığından aldığını çarpıcı örneklerle ortaya koyan bu broşür büyük ilgi ve takdirle karşılandı.

Okuyucularımızın, gazetelerine olan inanç ve güvenlerini tahkim edip pekiştirdi, şevk ve azimlerini arttırdı.

Şimdi 40. yıl vesilesiyle, bu broşürün daha kapsamlı bir versiyonu için çalışıyoruz. Geçen yılki çalışmada, 1993’ten 2008 başına kadarki dönemden örnekler yer alıyordu. Yeni vereceğimizde, kapsamı 21 Şubat 1970’te çıkan ilk sayıdan günümüze uzanacak şekilde genişleteceğiz.

Ve bu broşürün de, geçen yılki gibi hem şevke medar olacağına, hem de Yeni Asya için öteden beri talep edilen etkili bir tanıtım dokümanı olarak kullanılacağına inanıyoruz.

40. yıl için düşündüğümüz bir diğer çalışma, bu yıldönümüne özel tebrik ilânları kampanyası olacak. Bu kampanyaya mahsus özel fiyatlarla, olabildiğince her okuyucumuzun 40. yıl coşkusuna, gazeteye ilân vermek suretiyle iştirakini sağlamak istiyoruz. Yaşadığımız kriz ortamında söz konusu kampanyanın gazete için ayrı bir destek olması, işin diğer bir vechesi.

40. yıl için düşündüğümüz başka bir etkinlik, önce İstanbul’da okurlarımızın katılımıyla bir kutlama programı tertiplemek. Bu tür bir programı 36. yılımıza girerken, Beylikdüzü Kaya Ramada Otelinde gerçekleştirmiştik. Şimdi de başka bir mekânda benzer bir program yapmayı planlıyoruz. Bu programı, potansiyeli olan başka yerlerde tekrarlamak da düşüncelerimiz arasında. Mahallerdeki okuyucularımızın konuyu şimdiden gündemlerine almalarını ve şartları uygun olup da “Biz de yapalım” diyenlerin bizimle irtibat kurmalarını rica ediyoruz.

Bir diğer başlık ise, gazetemizi çıktığı günden beri takip eden 40 yıllık okuyuculardan 40’ıyla özel röportajlar yapıp yayınlamak. Biliyoruz ki, her mahalde böylesi sâdık, vefakâr ve fedakâr okuyucularımız var. Hattâ bunların içinde, 39 yıldır aldığı gazetelerin hiçbirini zayi etmeyip ciltleterek saklayanlar dahi mevcut.

Sizlerden ricamız, bu çalışmanın kapsamına alınmasının uygun olacağını düşündüğünüz 40 yıllık okuyucularımızdan bizleri haberdar etmeniz, hattâ mümkünse söz konusu röportajları yapıp fotoğraflarıyla birlikte bize ulaştırmanız.

Bunlara ilâveten, sizlerin de teklif ve katkılarınızı bekliyoruz. 40. yılla ilgili olarak daha neler yapabiliriz? Düşüncelerinizi bize yazın. Bu köşede yayınlayarak, bütün Yeni Asya okurlarının müdavele-i efkârına açalım.

Ve 40. yılımızı, el, gönül ve fikir birliğiyle, bilumum sıkıntıları aşıp yeni hizmet hamlelerini gerçekleştirmenin vesilesi kılalım. Bekliyoruz...

05.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır