"Gerçekten" haber verir 22 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Umut YAVUZ

Obama moralleri yükseltti



Gerek Amerika Birleşik Devletleri’nde gerekse dünya genelinde yaşayan Müslümanlar son yaşanan dramatik olaylardan sonra Barack Obama’nın dünyanın büyük devletlerinden ve siyaseti belirleyen baş aktörlerden biri olan ABD’nin başına geçmiş olmasından dolayı bir umut ve moral buldular.

Evet gerek yapılan anketler ve kamuoyu yoklamaları, gerekse insanların birebir verdiği ifadeler hep bu umut sözcükleriyle bezeli.

ABD’li Müslümanların ve Afrika asıllı vatandaşların ise Obama’nın başkanlığıyla sevinç ve umut dolu olmalarının çok daha farklı ve özel sebepleri var şüphesiz. Amerikan toplumu gerçek manada mozaik bir toplumdur. Bizim 72 milletli Osmanlı Devletiyle gurur duyduğumuz gibi, ABD de daha farklı bir şemsiye altında onlarca milleti birleştirmiş ve bir çatı altında yaşamayı sağlamıştır. Ancak aynı zamanda Amerikan tarihi “beyaz olmayanlar” için acı ve ezilmişlikler tarihidir. Daha çok uzak olmayan zamanlara kadar itilip kakılan, ikinci sınıf muamelesi gören Afrika asıllılar, Latin kökenliler, Kızıl Derililer, Asya kökenliler, Müslümanlar ve diğer etnik gruplar bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde bazı şeylerin değiştiğini somut bir şekilde görmüş oldular. Obama kabinesi bir çok açıdan insanlara umut aşılamakta ABD’de... Zira kabinesinde yer alan Hillary Clinton’da her ne kadar başkan olamasa da en az başkan kadar prestije sahip olduğundan kadınların umudu ve gururu olarak onlara moral vermektedir.

Bugün ABD’de yaşayan Müslümanlar bilhassa 11 Eylül olaylarının yaşandığı 2001 yılından sonra en fazla baskı gören ve ikinci sınıfa itilen Amerikalı topluluktur. ABD’li Müslümanların Barack Obama’nın seçilmesiyle mutlu olmalarının bir başka sebebi de onun sadece Barack değil aynı zamanda Hüseyin olmasıdır… Her ne kadar Hıristiyan olduğunu söylese de, birinci dereceden Müslümanlıkla bağlantılıdır Barack Hüseyin Obama… Yemin töreninde özellikle Hüseyin ismini de kullanmış olması, onun Müslümanlara ve İslam alemine bir nevi göz kırpması anlamına da gelmektedir.

Şimdi insanlar hep onu konuşuyor… “Adı Hüseyin… Demek ki Müslüman da olabilirdi…” diyor örneğin bir Amerikalı Müslüman vatandaş. Bir diğeri de, “Sadece 40 yıl önce Afro-Amerikanlar en basit hakları için ölümüne mücadele verirken, bugün öyle bir insan başkan olabiliyor, bu herkese ilham ve umut vermeli…” diyor.

Bir diğer muhtedi Amerikalı Müslüman ise “Bence Obama bir çok norm ve tabuyu altüst etti. Bir çok farklı insan kendinden bir şeyler buluyor onda. Şimdi 7 yaşında bir Müslüman Amerikalı çocuk, yahut Afro-Amerikalı bir çocuk bir gün Başkan olma hayaliyle uykuya dalabilir…” diyerek Obama’nın geleceğe dair nasıl bir umut verdiğini özetliyor bir diğeri…

Evet 8 yıllık bir kabus döneminden sonra Amerika Birleşik Devletleri vatandaşları üzerlerine düşen görevi hakkıyla yerine getirdiler. Obama’yı seçerek bunu başardılar…

Bütün bu yaşananlar bana biraz Türkiye’deki bazı gelişmelerle paralelmiş gibi geldi. Belki kimilerine aşırı dolaylı bir tespit gibi gelebilir ancak, bugün ABD’lilerin yıktığı bir çok tabuya paralel olarak Türkiye’de de bir çok tabu yıkılmaktadır. Daha yakın zamanda Mustafa belgesiyle doruğa çıkan “Atatürk” tabusu… TRT 6 (Şeş) ile yerle bir olan Kürtçe fobisi ve tabusu… Nazım Hikmet… Ahmet Kaya… Ve daha nice talihsiz tabu ve gereksiz trajediler…

Anlaşılıyor ki, Türkiye’de de ABD’deki kadar keskin ve kökten olmasa da, insanların hayatlarını felç eden korku ve fobiler, zihinleri dumura uğratan putlar ve ideolojiler bir bir yerlere seriliyor… Sanki dünya üzerinde bir esenlik ve rahmet eli dolaşıyor… Dileriz bu esenlik ve rahmet eli kalıcı olur ve Gazze, Irak, Afganistan gibi rahmete herkesten fazla muhtaç olan topraklara da huzur getirir… Bu ümide her zamandan fazla ihtiyacımız var…

Bu noktada gelin asrın manevi doktoru Bediüzzaman Said Nursi’nin konuyla çok alakalı olduğuna inandığım, ‘bilhassa Müslümanları’ geri bırakan 6 hastalıktan bahsettiği o mucizevi teşhisini dinleyelim:

“Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda (orta çağlarda) durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır: 1. Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi. 2. Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi. 3. Adavete muhabbet. 4. Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek. 5. Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad. 6. Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.” (Hutbe-i Şamiye, s.27).

İşte bu altı hastalıktan en birincisi ümitsizlik ve onun da ilacı Bediüzzaman Hazretleri’nin de ifade ettiği “umut etmektir”… Bu bakımdan hepimiz geleceğe dair ümitli olmalıyız…

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Beyaz sayfa



El attığı her alanda dehşetli bir enkaz bırakan Bush’un ardından ABD Başkanlığına seçilmesi hem Amerika’da, hem de dünyada temkinli bir iyimserlikle karşılanan Obama’nın, bir milyonu aşkın insanın katıldığı bir törenle görevi devralırken verdiği mesajlar da genel hatlarıyla bu ümitleri kuvvetlendirdi.

Onlara geçmeden önce törenin dikkat çeken birkaç önemli detayına işaret etmekte fayda var.

Bunlardan biri, pişkinlikle, hâlâ başkanlığında yaptıklarından gurur duyduğunu ve aynaya baktığında kendisiyle gurur duyan bir surat gördüğünü söyleyebilen Bush’un ve tören günü tekerlekli sandalyeye mahkûm olan yardımcısı Cheney’nin, alanı dolduran yüz binlerce Amerikalı tarafından “yuhalanarak” yolcu edilmesi.

Bir diğeri, törene hakim olan dinî atmosfer.

Obama’nın, oraya eşiyle birlikte katıldığı kilise ayininden sonra gelmesi; yemin faslından önce bir rahibin uzunca bir dua okuması; yeminin, ABD'deki ırk ayrımıyla mücadele uğruna canını vererek Obama’nın buralara gelmesinin yolunu açan eski Başkanlardan Lincoln’ün İncil’ine el basarak yapılması; Obama’nın yemin sonrası bir cümleyle Allah’tan yardım dilemesi; ve ilk konuşmasında yine Allah’ın verdiği güç ve nimetlere atıf yaparak dinî motifler serpiştirmesi...

Bütün bunlar, bizdeki mâlûm lâikçi zihniyetin inanılmaz şekilde ruhsuzlaştırdığı yemin merasimleriyle mukayese edildiğinde çok daha farklı ve enteresan bir tabloyu gözler önüne seriyor.

Gelelim yeni Başkanın ilk konuşmasında verdiği mesajlardan bazı önemli satır başlarına.

Seçim kampanyası boyunca verdiği “değişim” mesajıyla ipi göğüsleyen Obama, “eski nefretlerin geride bırakıldığı bir barış dönemine önderlik etmeleri” gerektiğini söyleyerek, bütün dünyaya “yeni bir beyaz sayfa açma” işareti verdi.

Bunu yaparken evvelâ Amerikan toplumunun yapısına atıfta bulunarak, “Hıristiyan, Müslüman, Yahudi, Hindu ve inançsızlardan meydana gelen” bu toplumdaki farklılıkların ABD’yi ABD yapan bir zenginlik kaynağı olduğunu ifade etti. Farklı din mensuplarını nüfuslarına göre sıralayan bu ifade, 11 Eylül sonrası ABD’nin kendi içindeki Müslümanlara da yönelen rahatsız edici politikalarına son verileceğinin işaretini de taşıyor mu, bunu zaman içinde göreceğiz.

Aynı şekilde Obama’nın Müslüman dünyasına seslenirken “Müşterek çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan yeni bir yol arıyoruz” çağrısında bulunması ve ardından liderlere “Sıkı yumruklarınızı yumuşatın ki elimizi uzatalım” mesajı vermesi, en çok konuşulacak hususlardan biri.

Bu çağrıya karşı İslâm dünyasının “Siz de Irak’ı kendi halkına bırakma ve Afganistan’daki ‘barış’ı güvence altına alma taahhütlerinize ilâve olarak, Filistin’deki trajediye âdil ve hakkaniyetli bir çare bulunması için İsrail’e baskı yapın ki, biz de elimizi açalım” cevabı vermesi beklenir.

Umalım ki, Beyaz Saray’daki siyah başkanın verdiği ilk mesajlarla oluşan “Dünyada yeni bir beyaz sayfa açılıyor” izlenimi, bu sayfayı daha açılmadan kirletecek gelişmelerle bozulmasın...

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Zafer AKGÜL

Yargısız infaz



JİTEM'ci albayın intiharı üzerine ortam gerildi. Cenaze töreninde yaşananları da hepimiz seyrettik. Ergenekon terör örgütüyle ilgili mahkeme safhaları, soruşturma süreçleri devam ederken elbette ki bir takım beklenmedik gelişmeler, umulmadık davranışlar olacaktır. İşin içine duygusallık da girecek, acımasızlık da. Acımasızlık derken adaletin gerçekleşme safhasında zanlı, şüpheli veya sanık kim olursa olsun ve kimlerden olursa olsun yargının tarafsızlığını bozmadan, iltimas/özel muamele, kayırma göstermeden yargılama işini yapmasını kastediyoruz. Daha kısa tabirle “Müsavatsız adaletin adalet olamayacağı” karinesinden bahsediyoruz. Eğer bu asker kökenlidir böyle tutulmaz, şu falanca gruptandır böyle sorulmaz, falanca geçmişte şöyle kahramanlıklar yapmış kişiydi bu şekilde yargılanmaz” diye ayırımlar olacaksa o zaman yargının ve yargılamanın anlamı ne? Modern demokrasi anlayışında “Kuvvet kanunda olmalıdır” hükmü bir yerde böylesi durumlarda daha bir kendini göstermektedir zaten.Ötesi hikâye..

Kişinin hüküm giyinceye kadar—velev ki mahkûmiyeti neredeyse kesin bile olsa—adı sanıktır, eski tabirle maznun. Masuniyet, suçu sabit oluncaya kadar ki süreç için geçerlidir. Fakat bu süreçti maznun ya da sanık durumdaki kişinin masumiyetine dair peşin peşin hüküm vermek veya öyle göstermeye çalışmak da bir nevi yargısız infaz gibi, yargısız ibradır ki aynı derecede hukuka müdahele veya en azından ihsas-ı rey gibi indî ve şahsi bir davranış sayılır.

İntihar olayı üzerine en şiddetli eleştirilere maruz kalan medya için söylenecek çok şey vardır aslında. İlk elde medya sadece bu konuda yargısız infaz yapmış değildir. Geçmişte bundan çok daha iğrenç bir şekilde yargısız infazlar yapıldığına şahit olduk. l960 İhtilâli sonrası Yassıada mahkemeleri sürerken İsmet Paşa’nın damadı Metin Toker’in yayınlattığı bir dergide kapak resmi olarak üç ayaklı idam sehpası/darağacı resmi vardı. Kimseler pek oralı olmadı, ama sanki mahkemenin nihayette nelere karar vermesi gerektiğini sanki zerk ediyordu beyinlere. Mahkeme üyelerine demiyorum zira onlar “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diye tarihe geçecek demeçlerini vermişlerdi bile..

O kadar uzak geçmişe gidip örnek vermeye gerek yok. Yakın zamana gelelim. 28 Şubat sürecinde basın ve medyaya yönelik bir sürü brifing verilmişti. Onlarca yazar/gazeteci hareketi yapanların penceresinden bakarak olayları değerlendirsin diye oturumlara, seminerlere davet edilmişlerdi. Bir resepsiyonda “Efendim bu süreçte basının da pek önemli desteği oldu. Basın 4. kuvvet!” sözleri üzerine dönemin Genelkurmay Başkanı İ. Hakkı Karadayı’nın “Ne dördüncüsü? Birinci, birinci!” diye gevrek gevrek gülerek düzeltme yaptığını hepimiz televizyon haberlerinde seyretmiştik. Şimdi dememiz o ki, birinci kuvvet kadar önemsenmiş ve benimsenmiş medyanın intihar olayını haber olarak duyurmasına karşı bu kadar tehevvüre gerek yoktu. Bize göre bu kadar sert ve dışlayıcı üslup müktesebatını aşan bir üsluptur. Objektif olalım geçmişte başka vatandaşların ya da sivillerin de başına bu tür olaylar geldiğinde mahkemeleri etkileyecek haberler konusunda aynı tepki verilmemişti. Ve basına, medyaya bu tür uyarılar yapılmamıştı. Habercilik görevlerini yaptıkları söylenmişti en fazla..

Hatta spekülatif ve yalan haberlerle kişileri yargılanmadan suçlu ilân eden vatandaşı mağdur duruma düşüren, mahkeme kararıyla düzeltme ve tekzip gönderdikleri halde bunları yayınlamayan basın organlarını hâlâ krediteli kriterlerle onore etmeye devam edenler de vardı. O günden bu güne aynı basın, aynı şekilde görevini yapıyorken bu gün haber objesi olanın kişilik ve mesleğine göre farklı tepki verilmesi bize pek objektif gelmedi ve bizim için pek inandırıcı olmadı.

Kaygımız şudur ki, yargı söz konusu olduğunda herkes kendisi için adalet isterken sıra başkalarına gelince önyargılı yargısız infaza tevessül edebilmektedir. Kökten yalan, masa başı haberleriyle birisinin dünyası yıkıldığında umarsız davrananlar, bu gün en azından yüzde on da olsa doğru çıkma ihtimali mevcut ve yargıya intikal etmiş bir haber konusunda pekala âlâ-yı vâlâ ile uyarılarda bulunabiliyorlar. Adalet önyargılı infazı da kaldırmaz...

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Adaletle hükmet!



Dünyanın ‘jandarması’ Amerika, nihayet George W. Bush’dan kurtulup yeni başkanına kavuştu. Yeni Başkan Barack Hüseyin Obama, pek çok noktada eski ABD başkanlarından farklı. Müslüman bir babanın oğlu olması yanında, aynı zamanda Amerika tarihinde yıllarca ırk ayrımına maruz kalmış siyahî bir başkan.

Değişik renk, ırk ve dinlere mensup insanların yaşadığı Amerika’da, siyahî bir ismin başkan seçilmesi başlı başına bir değişim işareti. Çünkü Obama’nın da hatırlattığı üzere, babası sırf ‘derisinin rengi/siyah oluşu sebebiyle’ gittiği lokantada hizmet alamamış. Amerika çok eski olmayan tarihlerde insanları ‘siyah’ ve ‘beyaz’ olanlar diye ikiye ayıran bir ülkeydi. Yakın zamana kadar ‘siyah’ların otobüse ön kapıdan binmesi ve herhangi bir beyaz ayaktayken oturması yasaktı. Böyle bir ülkenin değişerek bu günlere gelmesi ve siyahî bir ismi başkanlık koltuğuna oturtması hakikaten sürprizdir.

Türkiye’de yaşayan ‘azgın azınlığın’ bunu anlaması ve kabullenmesi kolay değildir. Nitekim, bu azgın azınlık; her zaman milletin tercihine karşı çıkmış, seçtiklerini ya çalışamaz hale getirmiş ya da ihtilâllerle devirmiş maalesef. Haliyle, dünyayı etkileyen değişim rüzgârlarının, Türkiye’yi etkilememesi de mümkün değil. Ülkemizdeki değişime biraz da bu nazarla bakmakta fayda var.

Bu konudaki tartışmalar Obama’nın aday olduğu gün başlamıştı. Başkan olmasına ihtimal verilmiyordu, ama kaderin sevkiyle başkanlık koltuğuna oturdu. Şimdi bütün gözler onun üzerinde olacak. Elindeki maddî güç sebebiyle herkes ne dediğine bakacak, bazıları onun sözlerinin arkaplanını çözmeye çalışacak, vs...

Yemin edip göreve başlaması esnasında yaptığı konuşma ve verdiği ilk mesajlar ‘iyimser’likle karşılandı. Ama bu iyimserlik, “Bush gitti, Obama geldi. Her şey ‘fıstık gibi’ olacak” anlamına gelen bir iyimserlik değil. Aksine, ihtiyatı elden bırakmayan bir iyimserlik söz konusu.

Yeni başkandan her ülkenin farklı talepleri olacak. Türkiye’yi idare edenler, milletin taleplerine karşılık “Burada ‘bakkal’ idare etmiyoruz. Devlet idare ediyoruz, bu işler kolay değil” anlamında sözler sarfediyor. Bu pencereden bakılınca Obama da, “Burada gros market idare etmiyoruz, dünyanın ‘jandarması’ olan büyük bir ülkeyi idare ediyoruz” diyebilir ve bu sütrenin arkasına sığınarak ‘insanlığın’ adalet taleplerini ötelemek isteyebilir.

Keşke maddî gücü elinde bulunduran Amerika, uluslar arası ifsat şebekelerinin tuzağına düşmese de ‘kuvvetli’den değil ‘haklı’dan yana tavır alsa. Bizim teklifimizi duyacak değil, ama dua yerine geçmesi için ifade edelim: Sayın Başkan Obama! Her işte ‘adalet’i esas al. Dünya ülkeleriyle ilişkilerde de Osmanlı Devleti sana örnek olsun. Eğer attığın adımlarda ‘adalet’i esas alabilirsen, ‘ilk siyahî başkan’ olarak tarihe geçmiş olmanın yanı sıra ‘dünya barışını temin eden başkan’ olarak da tarihe geçebilirsin.

Bütün temennimiz, ‘gelen’in ‘giden’i aratmaması. Bu konuda ümitliyiz. Aksi halde sadece Obama’ya oy veren Amerikan vatandaşları değil, ‘insanlık’ sukut-u hayale/hayal kırıklığına uğrar.

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Vehbi HORASANLI

Demek ki hukuk herkese lâzım olurmuş



Askerî bürokrasi bu kez kendilerine dokunulduğunu görünce hukuku hatırladı. Daha önce ‘Emir demiri keser, hukuk neymiş, ben yaparım onlar haklarını arasınlar, devletin yüce menfaati için hukuk rafa kaldırılabilir’ gibi sözler TSK’da görev yapanların duydukları sıradan sözlerdi. Fakat “masuniyet/masumiyet karinesi” gibi sözleri Genelkurmay Sözcüsünden duyunca insan şaşırmadan edemiyor.

Her insan suçu ispatlanana kadar masum sayılır. Ben hukukçu değilim lakin bu söz “masuniyet/masumiyet karinesi” ile ifade edilmeye çalışılıyor. Neyse zararın neresinden dönülürse kârdır. İnşaallah eskiden yapılan hatalar bir daha yapılmaz.

Aslında orduda gözaltına alınma ve kovuşturma uygulamaları yeni değil. Lâkin soruşturmalar generallere kadar uzayınca “Herkes eşittir, ama bazı insanlar daha eşittir” diye düşünen bir kısım insanlar feryad ü figâna başladılar. Halbuki “TSK’dan sorgusuz, sualsiz ve savunma alınmadan ihraç edilen, bir gün sabah sarı bir zarfla karşılaşıp elinden ekmeği alınıp sokak ortasında bırakılan ve belediyelerde bile çalışmasına izin verilmeyen 1550 civarında subay, astsubay gözümüzün önünde duruyor. Bunların masumiyet karinesi ne olacak?” diye sormak gerekmez mi?

Senelerdir köyünde, evinde hayvanları ile ilgilenen vatandaşın, kapısını sertçe çalan, postalları ile eve giren jandarmaya “Benim masumiyet karinem ne olacak?” diye sorması gerekmez mi?

Dinî kitaplar okudu diye hapse atılmış, faili meçhul ile bir yakınını kaybetmiş, düşünce suçundan yargılanan, terörle mücadele adı altında itilip kakılan insanların “Benim masumiyet karinem ne olacak?” diye sormaya hakları yok mudur?

Bazı generallerin görevleri esnasında askerî birliklerdeki mescidi kapatmak ve dindar personeli fişletmesi ile ünlenmişti. Bu durum cemiyetimizi derinden derine üzdü. Toplumun içini acıttı.

Bazı askerler “Dini siyasete alet edenlerle mücadele edeceğim” diyerek dinle ve mütedeyyin insanlarla mücadele etmeye başladı. Fakat akıllı insan hatasını görüp kabul etme erdemini gösteren insandır. Zaten toplumuzun isteği insan yerine konulmak, değer verilmek ve değerlerine saygı duyulduğunu görmektir.

TSK’nın halk içindeki görünen yüzü jandarmamız ve diğer askerî birliklerimiz çok büyük itibar kaybetmiştir. Üzerine titrenen askerî mühimmat sokaklardan toplanır hale gelmiştir. Kaybedilen itibarın geriye kazandırılması için ise bütün sorumluların hangi rütbede olursa olsun cezalandırılması ile mümkündür.

Eski yöntemlerle çalışan, toplumu fişleyen, masumiyet karinesini ucu kendisine dokununca hatırlayan, darbecilerin çöreklendiği bir askerî kurumun itibarını düzeltmesi için bir an önce kirlenmiş şahıslardan arındırılmalıdır.

Bu maksatla hükümete düşen ilk vazifelerden biri jandarma teşkilâtının mutlaka çağdaş hale getirilmesidir. Hatta bu konu ile ilgili olarak “İç Güvenlik Komutanlığı” kurulup İçişleri Bakanlığına bağlanması akla gelebilecek tedbirlerin başında yer almaktadır. İnsan hakları derslerinin ve hukuk bilgisinin verildiği, halkı küçük görmeyen subay kadrolarının yetiştirilmesine önem verilmelidir.

Bulunduğumuz coğrafya her zaman kaynayan kazan durumundadır. Her beş yılda bir sıcak savaş çıkmaktadır. Bu sebeple TSK’nın her an harbe hazır bulundurulması ve gerekli güvenlik projeleri üretmek aslî görevler arasında yer almaktadır. Yoksa irtica ile mücadele adı altında başörtüsü ile uğraşmak askerin görevi değildir.

Siyasete sürekli müdahale etmek, jandarmayı darbe plânları içinde tutanlara sessiz kalmak, askerî istihbarat arşivini açıp çete soruşturmalarını başlatmamak, görevini ihmalin ötesinde çok büyük bir suçtur. Gözbebeğimiz olan askeriyede onarılmaz yaralar açmaktadır.

Ağustos ve Aralık aylarında yapılacak Askerî Şûrâlarda bahsettiğimiz bu konuların ne derece ele alındığı ve “masumiyet karinesinin” ne derece korunduğu ve daha iyi görülecek. Allah tüm yöneticilerimize adaletle hükmetmeyi ve hukuktan ayrılmamayı nasip etsin.

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

“BOP’un eşbaşkanlığı” meselesi (2)



Türkiye’nin “BOP eşbaşkanlığı” görevini üstlendiğini, bizzat Başbakan Erdoğan tarafından içte ve dışta büyük bir iddiayla vurgulamaya devam edildi.

11 Mayıs 2006’da Avusturya’da “Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesine niye katıldınız’ diye eleştiriler geliyor; biz de ‘olacağız’ diyoruz” diyen Erdoğan, iki gün sonra (13 Mayıs 2006’da) “G-8 zirvesi”ne giderken Zaman gazetesine verdiği röportajda, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi Eşbaşkanı olarak Türkiye’ye büyük görev düşüyor” beyânında bulundu.

Bu açıklama aynı günkü Yeni Şafak gazetesinde “Bölgemizdeki gelişmeler karşısında Türkiye olarak üzerimize büyük görev düşüyor; bunun için de ABD’’ye bir ziyaret plânlıyorum… Türkiye, ‘Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi Eşbaşkanı olduğu için bunu ABD’yle konuşmamız gerekiyor” ifâdeleriyle yer aldı.

Devamında 20 Mayıs 2006’da Mısır ziyareti öncesi Esenboğa havaalanındaki basın toplantısında, “Ziyaretim sırasında Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi çerçevesinde yapmayı plânladıklarımızı da anlatma fırsatını bulacağız” diye konuşan Erdoğan, her fırsatta bu “BOP eşbaşkanlığı” görevini anlattı…

HER FIRSATTA “BOP EŞBAŞKANLIĞI” İKRARI…

Nitekim 6 Kasım 2006’da CNN Türk “Editör” programında “BOP içerisinde davet edilen ülkeler kimlerdir? Türkiye var, Yemen var, İtalya var; üç tane eşbaşkan var” bilgisini verdi. 4 Ocak 2007’de Beyrut dönüşü bunu, “Biz Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesini bunun için kabul ettik. …Türkiye, İtalya ve Yemen’le eşbaşkanlık görevi üstlendik” diye tekrarladı.

7 Şubat 2008’de Alman “Süddeutsche Zeıtung” gazetesindeki makalesinde, “Bu sebeple Türkiye, G-8 ülkelerinin de desteklediği Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde inisiyatif almaktadır” diye yazan Erdoğan, “Türkiye’nin aldığı BOP eşbaşkanlığı görevi”ni bu süreçte yurtiçinde katıldığı çeşitli toplantılarında da deklâre etti. 19 Kasım 2005’te Denizli Polisevindeki işadamları toplantısında, “Eğer bugün Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nde Türkiye eşbaşkan olarak görev yapıyorsa” diye başladığı cümlesini “şu anda bu görevi yapmaya çalışıyoruz” diye bitirdi.

Peşinden 28 Aralık 2005’te atv’deki “siyaset meydanı”nda, “Biliyorsunuz, geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içinde eşbaşkanız, bunun gereği olarak da inisiyatif alma gayreti içindeyiz” itirafını, 28 Nisan 2006’da İstanbul’da Sait Halim Paşa Yalısındaki Ubs Bank’ın yemeğinde, “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi”ne niçin girdiklerini açıklamasıyla sürdürdü.

Başbakan Erdoğan, “BOP eşbaşkanlığı” ikrarını yalnız uluslararası zeminlerde, yerli ve yabancı medyada değil, partisinin ilçe kongrelerinde de dile getirdi. 26 Şubat 2006’da Üsküdar AKP ilçe kongresinde, “Biz Ortadoğu’da ‘GODKA’ denilen Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesinin içinde eşbaşkanız. Biz orada görev ifa ediyoruz. Böyle bir görev Türkiye’ye seçilerek verilmiştir” demesi, bunlardan biri.

Keza 4 Mart 2006 Tuzla ilçe kongresinde, “Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanlarından biriyiz” diyen Erdoğan, aynı gün katıldığı Bayrampaşa kongresinde, “Türkiye’nin Ortadoğu’da bir görevi var. Biz BOP’un eş başkanlarından biriyiz; bu görevi yapıyoruz” diye “BOP eşbaşkanlığı” görevini yineledi. Ardından 15 Temmuz 2006’da Artvin’de, “Biz Türkiye olarak GOKAP içerisinde yer aldıysak, bunun için bizlere davet yapıldı, bunlar olacak diye biz eşbaşkan olarak kabul ettik” ikrarında bulundu.

TÜRKİYE’YE GÖREV VERİLDİ” İTİRAFI…

Ancak Erdoğan’ın “BOP eşbaşkanlığı” beyânları bununla da bitmedi. Tamamı AKP’nin internet sitesi “akparti.org.tr”de yer alan partisinin Meclis grubunda yaptığı sunuşlarda da bu “görevi” defalarca kaydetti.

29 Kasım 2005’te AKP Grup toplantısında yaptığı konuşmada “Onun için biz şu anda Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içerisinde eşbaşkanlık görevini üstlenmişiz” diye konuşan Erdoğan, 30 Mayıs’taki Grup’ta da “Türkiye, Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi içerisinde ortak üyeliğe kabul edilmiştir. Bizler bunun için burada bir ortak üyeliği ve ardından da eşbaşkanlık görevini İtalya ve Yemen ile birlikte kabul ettik” cümlesini sarfetti.

Aslında Başbakan Erdoğan’ın 21 Şubat 2006’daki Gurp toplantısında milletvekillerine “BOP eşbaşkanlığı rolü”nü izâhı, AKP siyasî iktidarının perspektifini açıkça ortaya koyuyordu. Erdoğan’ın açık açık, “Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika İnisiyatifindeki rolümüz, eşbaşkanlık görevimiz bize özellikle Ortadoğu’da önemli görevler yüklemektedir. Bugüne kadar başlattığımız bütün dış politika hamleleri, bu parametre üzerine kurulmuştur. Az önce bir kaçını hatırlattığım bu girişimler, aynı dış politikanın, aynı vizyonun tutarlı ve tamamlayıcı parçalarıdır” sözleri, AKP’nin dış politika açılımının temel dinamiklerinin ifâdesiydi.

Bunun içindir ki Başbakan hiçbir zaman “BOP eşbaşkanlığı görevi”nden vazgeçmedi. İsrail’in savaş uçaklarından attığı fosfor bombalarıyla, füzelerle, çoğu çocuk ve kadın bin beşyüze yakın insanın katlettiği, beş bini aşkın Filistinlinin yaralandığı son Gazze saldırısı sırasında bile 13 Ocak 2009’da AKP Meclis Grup toplantısında Başbakan, “BOP eşbaşkanlığı görevi”nden dem vurdu.

“Değerli arkadaşlar, Büyük Ortadoğu Projesi’nin amaçları bellidir ve o amaçların içerisinde Türkiye’nin üstlendiği görev de bellidir” sözleriyle BOP’un özgürlükler için kurulduğu övgüsüyle, “Ve burada (BOP’ta) Türkiye’ye de bir görev verildi ve biz bu görevi üstlendik” itirafında bulundu…

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Mikail YAPRAK

Avrupa’nın zaten iki yüzü var



İsrail’in ambargosu, baskısı ve saldırısı altında Gazze yanarken ve yürekleri yandırırken, Avrupa basını Gazze yerine “gaz “ demeyi tercih etti. Rusya-Ukrayna arasında yaşanan “gaz” krizi Avrupa’yı daha çok ilgilendirdi. Şükür ki, gaz krizi çözüldü, Ukrayna üzerinden Avrupa’ya doğalgaz akmaya devam edecek. Öte tarafta Barack Obama da yemin ederek göreve başladı. Haydi bakalım, bundan sonra Batı merkezli Evrensel Hukuk Organizasyonlarını göreve davet ediyoruz. Gazze’de çok haklar ihlâl edilmiştir. İnsan hakları, çocuk hakları, kadın ve aile hakları, mesken hakları vesaire.

Evrensel değerler, demokrasi, insan hakları ve fikir hürriyeti dendiğinde ilk akla gelen Batının, buna lâyık bir çehreye bürünmesi lâzım gelmez mi?

Aralarında Türkiye’ nin de bulunduğu 47 ülkeli Avrupa Konseyine bağlı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi nerededir? Strazburg’dadır, yani Batıda..

Savaş suçlularını da yargılayan ve BM’nin başlıca yargı organı olan Uluslararası Adalet Divanı nerededir? Lahey’de, yani Batıda..

Türkiye ve diğer bazı İslâm ülkeleri dahil, 192 üye ülkesi bulunan BM’nin merkezi nerededir? New York’ta, yani Batıda..

İnsan haklarını, ırk, din, dil ve cinsiyet ayrımı gözetmeksizin tüm insanların yararlanabileceği haklar olarak yorumlayan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi ilk nerede imzalandı? Paris’te, yani Batıda..

11 Eylül saldırılarında ayağa kalkan ve bütün dünya Müslümanlarını sorgulayan Avrupa’nın ve topyekûn Batının Gazze ilgisizliği, çifte standart ve ikiyüzlülük olarak yorumlanıyor. 11 Eylül saldırılarından hemen sonra Fransız Le Monde gazetesi, “Hepimiz Amerikalıyız” manşetini atmıştı. Bugün de “Hepimiz Gazzeliyiz” demeye hangi engeller vardır? İkiyüzlülük kötü bir sıfattır. Müraîliktir, münafıklıktır, yalancılıktır. Daha bir çok kötülükleri barındıran bir sıfattır. Ama ikiyüzlü, iki vecheli, iki yönlü, hatta bazen birkaç yönlü olmak gayet normaldir. Avrupa’nın da, biri müsbet ve insanlığın hayrına olan yüzü, diğeri de bozuk ve tahripkâr olan çehresi var. Olsa olsa Gazze’ye ilgisiz kalan Avrupa’nın bu çehresidir, bu yüzüdür. Demek ki, Avrupa medyası, bizde olduğu gibi, genellikle bozuk ellerde.

Uzun süredir Avrupa’da yaşayan, buranın nimetlerinden faydalanan ve çok iyiliklerini gözleyen biri olarak, toptancı bir yaklaşımla Avrupa’nın aleyhinde yazmayı öteden beri doğru bulmam. Aleyhindeki yazı ve yorumları da kendi fikrimle ve müşahedemle tahlile tâbi tutar, ayıklar ve elekten geçiririm. Risale-i Nur’daki Avrupa perspektifi bu meyanda herkes gibi beni de tereddüt ve keşmekeşten ve de ikileme düşmekten kurtarır. Zira her meselenin, meselâ siyasetin, meselâ milliyetin, hem menfi, hem de müsbet tarafını aklın eline veren Bediüzzaman, Avrupa’nın da hem menfi, hem müsbet tarafını ilmî ve mantıkî ve de Kur’ânî ölçülerle tahlil eder. “Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir” diyerek, Avrupa’nın iki yüzünü, iki vechesini ve iki halini ortaya koyar. Buna rağmen, yani bu net ve berrak tahlile rağmen, Avrupa’nın bazı tavırlarının, o berrak aynadaki yansımasını açık seçik görmekte zorlanırız. Bunun böyle olması, Bediüzzaman’ın tahlil aynasına asla gölge düşürmez ve o nurlu aynayı buğulandırmaz. Olsa olsa, Avrupa’nın bile kendi kendisini Bediüzzaman kadar tanıyamadığını ele verir. Eğer Avrupa kendi konumunu, dünyadaki yerini ve misyonunu Bediüzzaman kadar idrak edebilse, bünyesinde ve mahiyetinde barındırdığı tüm insanlığın faydasına olan nimetleri keşfedebilse, yani müsbet tarafını menfi tarafından kesin çizgilerle ayırt edebilse, insaniyet ve İslâmiyet âlemine de yardım etmiş olur.

Hele hele Avrupa, bilhassa Avrupa Birliği bu meyanda hem insanlık âlemine, hem dünyanın bu gidişatına, hem de bizzat Batı âlemine yardımcı olmaya daha müheyyadır, daha hazırdır. Çünkü Avrupa, hem Amerika’nın, hem de Amerika desteğiyle şımaran İsrail’in saldırgan tutumlarına sahne olmaktan, çok şükür ki coğrafî, siyasî ve fizikî konumu itibariyle de uzaktır.

Hele şu “ikiyüzlülük” sıfatı Avrupa’nın müsbet ve faydalı tarafına hiç yakışmıyor. Avrupa böyle sıfatla tavsif edilmekten kendisini kurtarmalıdır. Bilhassa bu son İsrail-Gazze meselesinde Avrupa’nın ve topyekûn Batının tavrına bakarak İslâm ve Türk basınında Batının aleyhinde yazılanlara hak vermemek elde değil. Kültürler ve inançlar arası diyalogdan yana olan herkesi üzen bu tavır, aynı zamanda diyalog karşıtı fikirleri güçlendiriyor ve öteden beri diyaloğa karşı olanların eline koz veriyor.

Bilinmelidir ki, Avrupa’yı bütün yönleriyle inceleyen; Asya’ nın, Afrika’nın ve bütün İslâm âleminin Batıya bakışını doğru ve sağlıklı bir mecraya çeken ve sağlam bir zemine oturtan Bediüzzaman’ın fikirleri henüz herkesin eline ulaşmamış veya ulaştığı halde bazı kafalarca henüz anlaşılmamıştır. Unutulmamalıdır ki, bu güzel tahlillerin ulaşmadığı veya ulaşmasına rağmen anlaşılmadığı çevrelerde Avrupa’ya toptancı bir yaklaşımla kahır vardır, adavet vardır, nefret vardır. Bugün teknolojik ve maddî güce sırtını dayayan, demokrat ve medenî olduğunu her vesileyle izhar eden Batı, kendisine kahırla ve nefretle bakanları hiçe sayabilir ve onlara aldırış bile etmeyebilir. Ama mesele sadece “zayıf” ve “güçsüz” görülen o çevrelerin nefreti ve kahrı değildir ki. Asıl mesele, Batının, öteden beri savunageldiği “evrensel değerler”in gereği olarak, insaniyet namına, hak ve hukuk namına ve adalet namına kendini sorgulaması, “ikiyüzlü” yaklaşımlardan sıyrılması ve dünyanın kahir ekseriyetinin nefret ve kahrına maruz kalmaktan kurtulmasıdır.

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Ateş düştüğü yeri yakıyor



Beyaz bir geceydi, tutukladı hüzün ellerimden.

En öfkeli yanımdan tehdit etti, yaşamak. Gözyaşları yıkadı yanaklarımı. Ekranlar karardı çığlıklardan ve insanlık bir kez daha ispatladı: Küfür insanı gayet aciz bir canavar eder.

Bir ana, yavrusu kucağında feryadı arşı inletirken, uçup gitmişti minik bir can cennete. Ve ben ayrılığın arkasına bağladım saçlarımı, darmadağın oldu yüzüm, tanınmıyorum şimdi.

Sürgünüm.

Gelmekti zor olan, herkesin gittiği o yoldan. Bir el atabilmek, bir kol sarmak, bir yaraya pansuman yapmak.

En zoru dayanabilmekti bu kadar acının içinde sapasağlam.

Ardına bakmadan, yollara düşmekti belki de yiğitlik…

Çözemedim.

***

Hastanedeki doktor yorgun, hemşireye sitem ediyor; “Bugün neden bu kadar çok hasta var? Başım ağrıyor. Yeter! Almayın.” İçimden bin tane söz geçiyor, “Ya Gazze’deki doktorlar ne yapsın doktor bey? Acaba onların dinlenmeyi dahi düşündüğü bir tek ânı var mıdır?” Söyleyemiyorum alacağım tepkiyi bilerek ve bütün sözlerim hafızamın çepelerine takılıp kalıyor.

Susuyorum herkes gibi ve geçiyorum hayatın içinden.

İnsanlar sokaklara dökülmüş, vicdanlar galeyanda… “Dayanılacak gibi değil” diyor bir teyze. Ağlamak ve duâdan başka elinden bir şey gelmeyenler var.

Ya gelenler.

Ya çok şey yapabilecekken, hiçbir şey yapmayanlar. Onlar da benim kadar masum mudur gerçekten?

***

Çocuklar kapıda koşuşuyor, her şeyden habersiz.

Bir anne, çocuğunun yaramazlıklarından yorgun. Elinde ilâçlarla, “Psikolojim bozuldu, bu çocuğun yüzünden” diyor. Elinden çekiştirirken beş yaşındaki oğlunun.

Gözlerim doluyor, “Derdin evlâdın mı?” derken. “Yani yaramazlığı, yani çocukluğa has halleri mi?

“Seni de görürüm” diyor bilmiş bir edayla. “Öyle konuşmakla olmuyor.”

“Ama oradaki çocuklar annelerinin kucağında kanıyor, o çocuklar oynamıyor ağlıyor. O çocuklar bir ananın ellerinde yitip gidiyor çaresizce. Bunu hiç düşündün mü?” diyorum. “Yaşamadan bilinmez” diyerek geçip gidiyor yanımdan.

***

Velhâsıl duyarlı değiliz, meydanlarda bağırdığımız kadar.

“Bir çocuk nasıl ölür bir insanın gözlerinin önünde?” diyerek düşünmüyoruz. “Bir ana buna nasıl dayanır?” diyerek, içimiz yanmıyor. Bir türlü koyamıyoruz kendimizi, bir Gazzeli’nin yerine.

Koyabilseydik, günlük hayatımızda yaşadığımız hiçbir olay canımızı acıtmazdı.

Biz sadece ekranlara bakıyoruz. Kimimiz “Moralim bozuluyor” diye onu da yapmıyor.

Velhâsıl; ateş yine sadece düştüğü yeri yakıyor.

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Hayatın gerçek zevkini tadabilmek için



Hayat bir anlamda nefis ve şeytanla mücadele edip terakkî etmek, Cennete liyakat kesbetmekten ibaret değil midir?

Mesele bu olunca nefis ve şeytanın hile ve tuzaklarına karşı da o ölçüde uyanık olmak gerekiyor. Bunun yolu ise Kur’ân ve Sünnetin gösterdiği tarzda hayat sürmek, bunun için de bilgili olmak gerekir. Çünkü bilgisiz insanı şeytan ve nefis çabuk ve çok kandırır. Evet, okumak ve bilgili olmak! Hemen okumak, bugün okumak… “Şimdi oku, kabirde okuyamazsın” diyen hizmet kahramanı Zübeyir Gündüzalp en mühim iki şeyden birinin okumak, diğerinin de uhuvvet ve ihlâs olduğunu söylüyor ve samimiyet dairesinde okumak gerektiğine parmak basıyor ve “Herşey, her mesele okumakla halledilir. Zirâ eserlerde hepsi var. Fakat insan görmüyor” diyor, “Daima okumak, dem ve damarlarımıza karışacak derecede okumak” gerektiğinden söz ediyor. Elbette herşeyin terakkî ettiği bir dünyada okumayı terk ederek yerinde sayamaz, geri kalamaz insan. “Beşikten mezara kadar ilim” paralosını hayatının prensibi hâline getirmiş insanların dünyasında mutlaka okumak için zaman vardır. Başkalarının boşu boşuna ve zararlı bir tarzda öldürdükleri elmas değerindeki ömür dakikalarını okuyarak en verimli şekilde değerlendirirler. Merhum hizmet fedaîsi Zübeyir Gündüzalp, “Oku, oku, hergün oku. Okudukça oku ki, ruhun nur-u İlâhî ile parlasın. Kalbin nur-u Kur’ân’la temizlensin. Aklın nur-u İslâmla işlesin ve yükselsin” diyerek okunan hakikatlerin marifetullah ve muhabbetullahta terakkî ettirmesi gerektiğine de dikkat çekiyor.

Geçtiğimiz Salı günü Gemlik’te, tatillerini en verimli tarzda değerlerdirmeye çalışan; akıl, ruh ve kalplerini doyuran yüce hakikatleri okumak için canhıraş bir gayret içerisindeki idealist gençlerle beraberdik. Cenâb-ı Hakk’ın nefis ve güzel bir nimeti, ihsanı olarak gördükleri gençliklerini yine Onun yolunda, Onun dinini öğrenmek için sarf eden, sefahette boğdurmayarak o fanî gençliklerini bakileştirmeye çalışan bu gençlere hayran kalmamak elde değildi. Onlara ağabeylik eden, yıllardır yakından tanıdığımız, altmış küsûr yaşında olduğu halde bir delikanlı gibi bıkmadan, usanmadan hizmetten hizmete koşan fedakâr insan Saadettin Ağabeyimizin refakatinde onların mutluluklarını bir görecektiniz. Bu vesileyle sevincini, hüznünü hizmette gören, uykusundan fedakârlık ederek misafirlerine ev sahipliği yapan diğer fedakâr insan Tevfik ağabeyimizi, kendini bu dâvâya vakfetmiş genç kardeşimiz Harun’u da burada yad etmek gerekir.

Hayatın zevkine kitaplarla varmak; sevinci, mutluluğu kitaplarda aramak kadar güzel ne var? Maneviyât ülkelerinin zirvelerinde dolaşan büyük bir zatın, “Onun kadar iyiliksever bir komşu, insaflı bir dost, itaatkâr bir arkadaş, mütevazi bir hâldaş, bıktırıp usandırmayan, kötülük yapmaya imkân bırakmayan, kavgadan uzak tutan ve kıtalden alıkoyan birisini tanımıyorum” dediği kitapla dostluk kurmak gerçekten çok güzel.

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Niyet üzerine



Abdullah Bey: “Niyet sevabı günaha, günahı sevaba nasıl çevirir? Bunu örnekle açıklar mısınız?”

Niyet ile îmân birbirini doğuran, birbirini doğrulayan, birbirini gerekli kılan, birbirini tamamlayan iki temeldir. Îmân ve îtikat, hâlis ve makbul niyetin tarlasıdır. İyi bir niyet de doğru îmanın ve îtikadın meyvesidir.

Peygamber Efendimiz’e (asm), hicret edenlerin arasında birisinin, sadece bir kadını nikâhlamak niyeti taşıdığı, bunun için hicret ettiği bildirilir. Peygamber Efendimiz (asm): “Ameller niyetlere göredir. Herkese ancak niyet ettiğinin karşılığı vardır. Kimin hicreti Allah ve Resûlü için ise, hicreti Allah ve Resûlü içindir. Kimin de hicreti dünya malı veya nikâhlayacağı kadın için ise, hicreti onun içindir” buyurur.1

Bedîüzzaman Hazretlerinin ifâdesiyle niyet eşyanın mahiyetini değiştirir. Günahı sevaba, sevabı günaha çevirir. Niyet; âdî, ama ibâdet kastıyla yapılan bir hareketi ibâdete; gösteriş için yapılan bir “görünüşte ibâdeti” de günaha dönüştürür. Meselâ, varlıklara sebepler hesabıyla bakılırsa cehâlettir; Allah hesâbıyla bakılırsa mârifet olur, ilim olur, irfân olur; îmânı olgunlaştırır.2 Yine meselâ yoldaki taşları Müslüman’ın ayağına takılmasın ve zarar vermesin diye kenara atmak sevaptır, hayırdır, güzeldir, ibâdettir. Bu işi yaparken, dikkat etmesine rağmen sehven birisine zarar verse özür diler, zarar verme kastı ve niyeti olmadığından, günahtan da muâf olur. Yine bu işi yaparken yolun sertleşmesi ve oturması için döşenmiş taşları da sehven ayıklamış ve atmış olsa, bilgi eksikliğinden doğan zararı telâfi eder. Niyetinin sıhhatinden dolayı günahkâr olmaz, sevabında eksilme de olmaz.

Fakat aynı davranışı kötülük yapmak ve zarar vermek niyetiyle yaparsa, yaptığı iş ibâdet olmaz, günah bir fiil olur.

Peygamber Efendimiz (asm) bu hususu şu vecîz hadisiyle ifâde buyurur: “Mü’min’in niyeti amelinden hayırlıdır. Münâfığın ameli ise niyetinden hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mü’min hayır ve iyilik niyetiyle bir amel işlediğinde kalbinde bir nûr ve feyiz bulur.”3

Bu hadislerin tefsîri sadedinde Saîd Nursî Hazretleri, niyetin sıradan âdetleri ve âdî davranışları ibâdete çeviren pek acîp bir iksir, bir mâye ve bir rûh olduğunu, ölü halleri ibâdetle canlandırdığını kaydeder. Bedîüzzaman’a göre niyetin rûhu ihlâstır. Öyle ise gerçek kurtuluş ancak ihlâs ile mümkündür. Az bir ömürde, bütün lezzetleriyle ve güzellikleriyle Cennet ancak böyle bir hâlis niyetle kazanılır. Çünkü niyet ile insan dâimî bir şâkir olur, dâimî şükredici olur; dâimî şükür sevabı kazanır.4

Niyetin mahşerdeki yansımasını Peygamber Efendimiz’den (asm) dinleyelim:

* “Allah hak edenlerin üzerine azabı indirdiğinde bazı salih kimseler de ölürler. Onlar da diğerleri ile birlikte helâk olurlar. Sonra âhirette niyetleri ve amelleri üzerine diriltilirler.”5

* “İnsanlar niyetlerine göre diriltilecek ve hesaba çekilecektir.”6

* “İnsanlar niyetlerine göre dirilirler ve haşrolunurlar.”7

* “Kıyâmet gününde aleyhinde ilk önce hüküm verilmek üzere, şehit olduğu bilinen bir kimse getirilir. Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu nimetleri hatırlar. Allah:

“Ne amel işledin?” diye sorar. Adam:

“Senin yolunda cihad ettim ve nihâyet senin için şehid düştüm” der. Allah:

“Yalan söyledin. Bilakis sen cesâretlidir desinler diye savaştın. Senin için öyle de denilmiştir” buyurur. Başka bir hayırlı ameli bulunmadığından, emir verilir de yüzü üzerine sürüklenerek Cehenneme atılır.

Sonra ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kimse getirilir. Allah ona da nimetlerini hatırlatır, o da itiraf eder. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” diye sorar. O:

“Senin rızan için ilim öğrendim. Onu başkalarına öğrettim. Senin için Kur’ân okudum” der. Allah:

“Yalan söyledin. Bilakis sen âlim denilmek için ilim öğrendin. Ne güzel okuyor desinler diye Kur’ân okudun. Hakikaten senin hakkında bunlar da söylendi” buyurur. Başka bir hayırlı ameli bulunmadığından, emir verilir de, yüzü üzerine sürüklenerek Cehenneme atılır.

Sonra Allah’ın kendisine her çeşit maldan bolca verdiği bir kimse getirilir. Allah ona nimetlerini hatırlatır. O da hatırlar. Sonra Allah ona:

“Ne amel işledin?” der. Adam:

“Verilmesini istediğin yerlere senin rızan için bolca verdim” der. Allah:

“Yalan söyledin. Benim için vermedin. Ne cömert bir kimsedir desinler diye verdin. Nitekim hakkında böyle de denilmiştir” buyurur. Nihayet, başka bir hayırlı ameli de olmadığından, emir verilir de yüz üstü sürünerek Cehenneme atılır.8

Dipnot:

(1) Buhârî, 1,50; Müslim, İmâre, 155; Riyâzu’s-Sâlihîn, 1; Câmiü’s-Sağîr, 1/1;(2)Mesnevî-i Nûriye, s. 45;(3) Câmiü’s-Sağîr,4/3810; (4) Mesnevî-i Nûriye, s. 61; (5) Câmiü’s-Sağîr, 955; (6)Câmiü’s-Sağîr, 1436; (7) Câmiü’s-Sağîr, 3890;(8)Müslim, İmâre, 152

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Toptancılık tarafgirliktir



Bir zulüm, bir başka zulüm hareketiyle önlenmez. Bir haksızlık, bir başka haksızlık ile ortadan kaldırılmaz.

Başkası ne yaparsa yapsın, bizler yine de hak, hukuk ve adâlet sınırları içinde kalarak hareket etmek durumundayız.

Bize bu ölçüyü ders veren temel kaynak ve dayanak noktası şudur: "Birinin hatasıyla başkası mes'ul olamaz." (Zümer Sûresi, Âyet: 7) Velev ki, karşımızda hatalı ve günahkâr kişinin kardeşi, evlâdı, yahut ebeveyni dahi olsa, onu yine de sorumlu tutamayız.

Bu mukaddes ölçüyü esas almayanlar, zalime karşı geleyim derken, kendisi de zulme girebilir. Haksızlığı bertaraf edeyim derken, kendisi de haksızlığa düşebilir. Baskıya mani olayım derken, kendisi de baskıcı bir cereyanın esiri olabilir. Vesaire...

Kur'ân'ın bu adâlet ölçüsüne uygun hareket etmeyenler, tarafgirlik marazına müptelâ olarak, mükâfatlandırmada olduğu gibi, cezalandırmada da toptancı davranmaya kendilerini mecbur zannederler.

Oysa, bu tür davranışlar beşerî zaafların neticesidir. İlâhî adâlet ise, bu zaaflardan uzaktır ve zerre miskal ona ihtiyaç duymamaktadır.

Elimize sağlam ve şaşmaz ölçüleri verin bu noktadan hareketle, aktüel konularla bağlantılı olarak şu mülâhazalarda bulunmak mümkün:

* İsrailli Yahudilerin mâsum Filistin halkına yönelik yaptığı zulüm ve işlediği cinayetler sebebiyle, bütün Yahudilere aynı ölçüde kin ve intikam duygusu besleyerek onları cezalandırmaya kalkışmak doğru değil. Suçu işleyen kim ise, cezaya müstehak olan da odur.

* Ordu mensubu bazı subayların teröristlerle işbirliği yapması, uyuşturucu ticaretine bulaşması, sabotaj veya sûikast silâhlarını kullanması veya saklaması gibi kànun ve meşrûiyet dışı işlerle meşgul olmasından dolayı, aynı mesleğin başka mensupları mes'ul tutulamaz, suçluymüş gibi gösterilemez. Aksi halde toptancılık, dolayısıyla tarafgirlik marazı depreşir ve etrafa da sirayet eder.

* Bazı yargı mensuplarının yakın geçmişte yönlendirici brifinglere gitmiş olması, baskı altında kalarak haksız kararlar vermiş olması, şimdiki yargı mensuplarını bağlamaz ve onları mes'uliyet altına almaz. Her yargıç, kendi yaptığından sorumludur. Bazılarının eski hataları, bizleri toptancı bir yaklaşım ve tarafgir bir anlayış girdabına doru sürüklememeli.

* Gündemdeki sair meseleler de, bu misâllere kıyasen muhakeme edilebilir.

Sultan Selim'in Sînâ Seferi

Asla geçilmez denilen Sînâ Çölünü beş günde ordusuyla birlikte geçen Yuvuz Sultan Selim, 22 Ocak 1517'de Kahire yakınlarındaki Ridaniye denilen mevkide Mısır Sultanı Tumanbay'ın ordusuyla karşı karşıya geldi. O gün hayli çetin geçen muharebe, Osmanlı ordusunun zaferiyle neticelendi.

Dünya harp tarihine takdirle geçen bu hadise kadar, Yavuz'un koca Osmanlı ordusunu Sînâ Çölünden büyük bir maharetle geçmesi de büyük takdir kazandı.

Sefere çıkma mecburiyeti

Şah İsmail'in kesin mağlubiyeti ve İran'a kaçmasıyla neticelenen Çaldıran Savaşı (Ağustos 1514) sonrası İstanbul'a dönen Sultan Selim, bölgedeki gelişmeleri daha bir dikkat ile takip ediyordu.

Gelen istihbarî bilgilere göre, Şah İsmail'in Mısır'daki Kölemenlerle temasa geçtiği ve Osmanlı'ya karşı Sultan Kansu Gavri'den yardım istediği ve işbirliği yapma talebinde bulunduğu şeklindeydi. (Bu tarihlerde Mardin dahil, Urfa ve Anteb'in öte tarafı İran ve Mısır hükümetlerine ait idi.)

Gerçeğin bu merkezde olduğu, çok kısa bir süre sonra anlaşıldı. İkinci kez Şah İsmail'in üzerine giden Osmanlı ordusu, karşısında Kölemen ordusunu savaş nizamını almış bir şekilde gördü.

Bunun üzerine, daha büyük bir kuvvetle harekete geçen Sultan Selim, önce Halep taraflarında konuşlanmış bulunan Kölemen ordusunun üzerine yürüdü. Burada, Mercidabık (Dabıkçayırı) denilen yerde büyük bir muharebeye tutuştu. Mısır Sultanı Kansu Gavri'nin ölümüne de yol açan bu savaş, Osmanlı'nın kesin zaferiyle neticelendi. (24 Ağustos 1516)

Başında Sultan Selim'in bulunduğu Osmanlı ordusu, ilerlemeye devam etti. Halep'ten sonra Şam'a girdi. Kısa süre içinde Suriye, Lübnan ve Filistin'in hemen tamamını aldı. Sultan ve ordusu Kudüs'ü de ziyaret ettikten sonra Gazze'ye gelip yerleşti. Burada Mısır üzerine yapılacak olan sefer hazırlıklarına başlandı.

Ortada görünen birinci ve en büyük engel, koca Sînâ Çölünün geçilmesiydi. Çöl susuz ve arazi engebeliydi. Vezir Hüseyin Paşa, ordunun bu çölü selâmetle geçebileceğine inanmadığını söyledi. Bu inadı ve itikatsızlığı, onu idama kadar götürdü.

Sultan Selim, Ocak ayı ortalarında Kahire'ye doğru on binlerce kişilik ordusu ve yüzlerce parçadan müteşekkil toplarıyla Sînâ Çölünde ilerlemeye başladı. Ordunun sıcaktan ve susuzluktan kırılması beklenirken, İlâhî inayet eseri olarak, aynı günlerde bolca yağmur yağmaya başladı. Bu sâyede, hem susuz kalınmadı, hem de kumu sertleşen çölde çok daha rahat ilerleme imkânı doğdu.

Kölemen Sultanı Tumanbay, Kahire yakınlarındaki Ridaniye mevkiinde ordusunu harp nizamına sokmuş, topların yönünü Sînâ Çölüne doğru sabitlemişti.

Ne var ki, Sultan Selim'in 21/22 Ocak gecesi El–Mukaddam Dağı'nın etrafını dolaşarak Güney istikametinden saldırıya geçmesi, Tumanbay'ı şaşkına çevirdi ve onun savaş planını suya düşürmüş oldu.

Savaşı kaybettiğini anlayan Tumanbay, son bir hamle ile Osmanlı padişahının otağı zannettiği Sadrâzam'ın çadırına doğru hücûma geçti. Sadrâzam Sinan Paşa bu esnada şehit düştü.

Neticede, Mısır Sultan Tumanbay savaşı adım adım kaybetti; kaçarak kurtulmaya çalıştıysa da, yakalandı ve idam edildi. Fetvâ gerekçesi olarak şu hususlar gösterildi: Şiî Safevilerle Osmanlı aleyhinde işbirliği yapmak, sulh için gelen elçiyi katletmek ve Müslüman kanının dökülmesine sebebiyet vermek.

Hilafetin Osmanlı'ya geçmesi, bu hadiseden sonra kesinleşti. Halife–Sultan Yavuz Selim, idam ettirdiği Tumanbay'ın cenaze namazına katıldı ve onu sultanlara lâyık bir merasimle ebediyete uğurladı.

Ridaniye Zaferine (22 Ocak 1517) ve Mısır'ın fethine giden yol, susuz ve engebe ile dolu Sînâ Çölünden geçiyordu. Büyük ağırlıkları olan koca Osmanlı ordusunun bu çölden sağ–sâlim geçebileceğine inanılmıyordu. Buna inanmayanlardan biri de, Vezir Hüseyin Paşaydı. Bu kişi, seferde askere yeis verdiği gerekçesiyle idam edildi .

22.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ele geçirememek nasıl inkâra sebep olur?



Işık güneşi bildirdiği gibi, şu kâinatın yüzünde serilmiş olan gayet güzel, san’atlı, parlak ve süslü bütün varlıklar,—her eser sanatkârını bildirmesi sırrınca—kâinatın Yaratıcısını ve Sahibini gösterir.

Yaratıcı’nın varlığını gösteren sayısız kesin veriler, aklî, mantıkî, ilmî deliller vardır. Basit bir dikkatle bile, O’nun varlık ve birliğine varlıklar adedince delillerin bulunduğu, zerreden güneşlere kadar her şeyin O’nu zâtıyla, sıfatıyla tarif ve ispat ettiği görülür.

Madde/eşya var ve san’atlıdır. Bu inkâr edilemez. San’atlı olduğunu da yine hem göz, hem de aklımız ile görüyoruz. Maddelerin derinliklerine inildiğinde, yani fizikî, kimyevî, biyolojik, jeolojik vs. yapıları incelendiğinde ise, çok daha harika ve enteresan san’at harikalarıyla karşı karşıya olduğumuz anlaşılır.

Maddenin en küçük parçası atom, atomun yüzlerce altparçası elektron, nötron, foton, çekirdek; yüzlerce kitabı içine alan DNA, hücre, ateş, hava, toprak, su, bitki-ağaç-çiçek, dünyamız ve ondan milyonlarca kere büyük koca yıldızlar, milyarlarca yıldızı barındıran samanyolu, milyonlarca samanyollarını bünyesinde bulunduran galaksi, nebulalar ve kâinat... Sathî bir nazarla baktığımızda bile her birinin üstünde “kudret sikkesi, terbiye mührü ve kudret kaleminin nakışlarını”nı inceliklerini, parıltılarını görebilir, okuyabiliriz.

Ne var ki, bazıları bu belgeleri yok sayarak veya görmezlikten gelerek Yaratıcıyı inkâra yeltenir. İnkâr, herhangi bir ilme ve fikre dayanmaz. Psikolojik derinliklerinde yatan birçok sebebi vardır. Bunlardan birisi ve en önemlisi şudur:

Her insan güzelliklere aşıktır. Kimisi de her türlü zevk ve lezzet bağımlısı olmuştur. Özellikle hedonist, devamlı nimetler içinde yüzmek ister. Öyle alışmış, öylesine bağımlı hale gelmiş ki, doymak bilmez duyguları vardır.

Yemek yemenin tadını almak için kendisini acıktırır, midesindekileri sun’î yolla boşaltır. Veya şehvetkolik olduğundan, kuvve-i şeheviyesini kamçılayan ilâçlar alır. Bir vadi dolusu altını olsa, bir vadi daha; pek çok mal-mülk sahibi olmak ister. Bağımlı olduğundan İlâhî gerçekleri düşünmek istemez.

Diğer bir sebep de; insan sonsuza dek yaşamayı arzu eder. Ne var ki, ömür sermayesi sınırlı ve herkes ölümü tadacaktır.

İşte, dönmemek üzere yok olmaya, batmaya mahkûm olan bir seyircinin, zevâlin/yok olmanın tasavvuruyla sevgisi düşmanlığa döner. Hayreti hafife almaya, hürmeti tahkire meyleder. Çünkü, yalnız kendi keyfini, zevkini düşünen insan, bilmediği şeye düşman olduğu gibi, yetişmediği şeye de karşıdır.

Ve nihayetsiz bir sevgi, hadsiz bir şevk ve tebrik ile mukabeleye lâyık olan bir cemâle karşı gizli bir düşmanlık, kin ve inkâr ile karşılık verir.1 Kedi yetişemediği ete murdar der! İnsan meselenin bu boyutunu kavrayamazsa, ele geçirememenin, bir şeye ulaşamamanın ve bilememenin verdiği üzüntü ve sıkıntı ile inkâra yeltenir. İşte, inkârcıların Allah’ın düşmanı olduğunun sırrı budur.

Dipnot: 1- Sözler, s. 69

22.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır