"Gerçekten" haber verir 25 Ocak 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Hüseyin GÜLTEKİN

Bir hizmet adamı



Çoğu zaman suskundur o. Konuşmaktan ziyade dinlemeyi tercih eder. Dinlerken de hep pür dikkat kesilir. Muhatabının ağzından çıkanları doğru anlamak için bütün dikkatini toplayarak dinler. Konuşulanlar cevabı gerektirecek bir mesele ise veya bir konunun mütalâası ve müzakeresi ise ona katkıda bulunmak için konuşmacının gözlerinin içine bakarak, tefekkür ederek dinlemesini sabırla sürdürür.

O çok iyi bir dinleyici olduğu gibi, çok iyi bir konuşmacıdır da. Ama hep az konuşmayı tercih eder. İlle de konuşması gerekiyorsa veya cevaplandırılması gereken bir suâl ile karşılaşmış ise, çok beliğ bir üslûpla konuşmasını yapar. Söylemek istediklerini, merâmını en özlü, en kısa, en anlaşılır bir dil ile söyler. Lüzumsuz, malayani, içi boş söz ve ifadelerden kaçınır. Alçak bir ses tonuyla ağzından çıkan kelimeler, tane tane ve yavaşçadır.

Dışarıdan soğuk ve resmî bir duruşu olsa da, yakından konuşup tanıdıkça hiç de göründüğü gibi olmadığını anlarsınız. İnsanlara karşı çok sıcak, candan bir yaklaşımı olmasa da, her mizaçtaki insanla anlaşıp dostluk kurabilecek bir yapısı vardır. Bu yapısının bir sonucu olarak, bugüne kadar hiç kimseyle herhangi bir dargınlığa veya küskünlüğe sebep olacak bir tartışmanın, sürtüşmenin içine girdiği vâki değildir. Hâlet-i ruhiyesinde sürekli bir halim-selimlik ve sükûnet hâkimdir.

Ciddî, vakarlı duruşuyla, birbirine mütenasip hâl ve davranışlarıyla çevresinde hep nümune-i imtisâl olarak bilinir. Yeterli bilgisi ve derin kültür birikimi onun bütün hâl ve davranışlarına da aksetmiş olmalı ki, kolay kolay abes veya tuhaf karşılanacak bir hâl göremezsiniz onda.

Çokça gıpta edilecek, imrenilecek kabiliyeti olmasına rağmen; hiç kimsenin gıpta damarını tahrik edecek, şu veya bu şekilde onları kendisine özendirecek bir hâl ve tavır içine girmez. Çoğu zaman suskun durarak kenarda kalmayı âdet haline getirmiştir. Onca hizmetine, onca tecrübesine, onca birikimine rağmen, onu, en ufak bir ucb, en küçük bir gururu akla getirecek hiçbir davranışın içinde görmek mümkün değildir. En sevmediği şey, fazilet satıcılığı ve mürşidâne bir tavır içine girmek gibi Nur talebelerinde olmaması gereken hâl ve tavırlardır. Bu özelliğinin bir neticesi olarak o, her zaman kendini sıradan bir şakirt olarak görür.

İhlâsın, hasbîliğin bütün sır ve emârelerini hemen hemen bütün davranışlarından okumak hiç de zor değil. Nur hizmetiyle alâkalı yaptıklarını ve yapacaklarını hiç kimsenin görmemesini, bilmemesini tercih eder. Yaptıklarını, hiç kimseden bir beklenti içine girmeden, bir iltifat veya teşvik beklemeden yapar.

Onun hizmet tarzında hiçbir değişiklik, bir zikzak bulamazsınız. Yıllar öncesinde nasılsa, öylece devam ediyor hizmetlerine. Nur camiasının başına gelen onca hadiseye rağmen, duruşunu ve istikametini hiç bozmadan yoluna devam ediyor.

Onun belirgin diğer bir özelliği de, nur hizmetlerinde yegâne kaynak olarak eserleri esas alması. Onun dışındaki kişi ve kaynaklara karşı hep “hüsn-ü zan, adem-i itimat” prensibiyle yaklaşır. Doğru olan fikir ve düşüncelere destek verdiği gibi yanlış duruş ve mütalâalara hiç çekinmeden karşı çıkarak Hakk’ın hatırını her şeyin üstünde tutmayı prensip edinmiştir.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

İnsan huzur ister



İnsan hayatta pek çok şeye ihtiyaç duyar. İlim ve teknoloji ilerledikçe, insanların refah seviyesi yükseliyor, hayatını kolaylaştırıcı araçlar artıyor ama, içindeki boşluğu doldurmak, mümkün olmuyor. Çünkü insanın maddî ihtiyaçlarının karşılanması, kalbinin ve ruhunun ihtiyaçlarını ortadan kaldırmıyor. Maddî olarak hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insanların mutlu olması, hayattan zevk alması her zaman mümkün olmuyor. Kalbinin bir yerinde, ruhunun bir köşesinde daha başka şeylere ihtiyacı olduğunu fark ediyor. İnsan çok defa bunun adını koyamıyor ama, “huzurum yok” diyerek eksikliğini ifade etmeye çalışıyor.

Huzursuz insanın mutlu olması, hayattan zevk alması mümkün değildir. Bazı insanlar huzursuzluğu ruhunda taşır, bazılarının da huzursuzluk yüzüne yansır. Şiirlerde, şarkılarda, huzursuzluktan yakınan insanların feryatları yankılanır. Meclislerde sohbetlerde insanlar huzursuzluktan yakınır. Huzur, romanlara ve filmlere konu edilir. Hakkında seminerler düzenlenir, konferanslar verilir. Her devirde ve her yerde huzur arayışı devam eder gider.

İnsanın bu kadar aradığı ve ihtiyaç duyduğu huzur nedir, tarifi nasıldır, nereden bulunur? Şimdi gelin bu soruların cevabını arayalım.

Bazı şeyleri çok güzel anlarız, derinden yaşarız fakat ifade etmekten çok defa âciz kalırız. En iyi bildiğimiz bir kavramı izah etmekten, ona bir tanım getirmekten zorlanırız. Huzur kavramı da bunlardan birisidir.

Huzuru tarif etmek zor olsa da, bunun zıttı olan huzursuzluğu tarif etmek biraz daha kolaydır. Zaten bir şeyin zıttını ifade edebildikten sonra, kendisi de kolayca anlaşılır. Öyleyse, huzursuzluğun ne olduğunu ifade etmek, aynı zamanda huzur nedir sorusunun da cevabını vermek demektir.

Huzursuzluk, bilinen ve bilinmeyen bazı sebeplerden dolayı korku ve endişe duymak, insanın gördüğü ve yaşadığı olumsuz olaylardan rahatsız olması halidir diye tanımlanabilir. Günümüzde insanı endişeye sevk edecek o kadar çok sebep var ki, bu sebeplere takılıp kalanların mutlu olması mümkün değildir. Ancak huzursuzluğa sebep olan etkenler ortadan kaldırıldıktan sonra huzura ermek mümkün olur.

İnsan geleceğinden kaygı duyar, huzursuz olur. Arzu ettiği bir çok şeyi elde edemez, huzursuz olur. Elde ettiklerini kaybetme endişesi taşır, yine huzursuz olur. Bugün sahip olduğu nimetlerin yarın elinden çıkabileceğini düşünmek, hazır lezzetine zehir katar. En önemlisi de, önünde ölüm gibi bir gerçek, kabir gibi bir çukur olduğunu düşünmek, bütün mutluluğunu ve sevincini, eleme ve kedere çevirir.

İnsanın aradığı ve arzu ettiği huzuru bulması için, bütün bu endişelerden, kederlerden ve korkulardan kurtulması gerekir. Kendisini tam bir güven içinde hissettiği an, huzura kavuşmuş demektir. Öyleyse, kâinatın her köşesine, varlıkların her zerresine, olayların her türlüsüne, hem hayata ve ölüme, hem dünyaya hem ahirete hükmeden öyle bir Sultan’ın saltanatına sığınmalı ki, her türlü elemden, korkudan ve kederden kurtulsun. Bediüzzaman Hazretleri bu hale “huzur-u daimî” diyor. Yani insan kendini her daim Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda hisseder, O’nun rahmet ve merhametine sığınırsa, hiçbir şeyden korkusu kalmaz. Yine Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Tam münevverü’l-kalb bir abidi, küre-i arz bomba olup patlasa, ihtimaldir ki, onu korkutmaz.”

Bîçare bir yavru, annesinin şefkatli sinesine sığınmakla huzur bulduğu gibi, âciz ve zayıf olan insan da Allah’ın rahmet ve merhametine sığındığı zaman kendini güvende hisseder, hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir olaydan endişe duymaz. Zira “her şeyin dizgini O’nun elinde, her şeyin anahtarı O’nun yanındadır.”

Huzur arayan, Rabbinin huzuruna koşsun. İnsan Allah’ın huzurunda iken, hiçbir şey onu huzursuz edemez.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Bereket kaynağı: İktisat



Nuray Hanım: “İktisat nedir? İktisat etmek neden güzeldir?”

Sözlükte tutumlu olma, tasarruf, biriktirme, artırma, aşırılıklardan uzak durma, orta yolda olma, itidal üzere olma, uygun davranış ve hareket, ekonomik davranma mânâlarına gelen iktisat, dînimizin önemle üzerinde durduğu ve teşvik ettiği bir güzel davranış biçimidir, bir ahlâkî ve ekonomik güzelliktir.

İktisat cömertliğe, sehâvete, hayra, ikrâma ters olmadığı gibi, cimrilik, pintilik, hısset ve mal tutkunluğu anlamlarında da değildir.

Kur’ân iktisatlı ve tutumlu olmayı, aşırılıklardan kaçınmayı ve orta yoldan gitmeyi teşvik eder: “Eğer onlar Tevrat’ı, İncil’i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur’ân’ı) doğru dürüst uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının altından yerlerdi (yeraltı ve yerüstü servetlerinden istifade ederek refah içinde yaşarlardı). Onlardan aşırılığa kaçmayan (iktisatlı, mutedil) bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!”1 Bir diğer âyette ise; “Onları sağ salim karaya çıkardığımız zaman bir kısmı orta yolu tutarlar”2 buyurulmuştur. Peygamber Efendimiz de (asm), “İktisad eden, âile belâsı çekmez” buyurmuştur.3

“Yiyiniz, içiniz; fakat israf etmeyiniz”4 âyetinin tefsîrinde yedi nüktede iktisadı işleyen ve iktisadı ders veren Bedîüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın iktisadı kesin bir dil ile emrettiğini, israftan kaçınmayı da açık biçimde yasakladığını bildirir. Bedîüzzaman’ın iktisatla ilgili hârika tefsîrini burada özetlemeye çalışalım:

Birinci Nükte: Cenâb-ı Hak insanlara sırf iyilik yapıyor, her zaman ve her konuda A’ dan Z’ ye bolca nimetler veriyor—bütün iyilikler ve bütün nimetler O’na aittir;— karşılığında sadece şükür istiyor.

İsraf ve savurganlık ise şükre zıttır. Çünkü Allah’ın nimetlerini saçıp savurmak, onları hafife almak demektir. Oysa iktisat, yani tutumlu olmak, mânevî bir şükür demektir ki, Allah’ın nimetlerine karşı ticâretli bir hürmet ve saygı mânâsı taşımaktadır.

İkinci Nükte: Cenâb-ı Hak insan vücudunu muntazam bir saray sûretinde yaratmıştır. Ağızdaki dil, bu vücut sarayının kapıcısı; âsab ve damarlar, telefon ve telgraf telleri, mîde de efendisi hükmündedir. Dil bu telefon tellerini kullanarak mîdeyle ve beyinle ânında haberleşmektedir. Bedene lüzumu olmayan, zararlı, bozuk veya acı bir şey ağza geldiğinde dil bunu içeri almamakta, dışarı atmakta ve tükürmektedir.

Vücut sarayının hâkimi ve efendisi olan mîdeye gönderilen rızık hediyesi dil denen kapıcının denetiminden geçmektedir. Aslında saray hâkimi olan mîdeye yüz derecelik kıymette bir rızık geliyorsa, bunda dilin hakkı sadece beş derecelik bir bahşiş olmalıdır.

Zeytin, peynir, yumurta gibi gıdâ ve vitamin deposu olan hediyelerde dilin yüzde beşlik bahşiş hakkı fıtrî biçimde verilmiştir. Mîdeye yüzde doksan beşlik gıdâ ve vitamin hakkı da yeterli biçimde verilmiştir. Bu maddeler hem mîdeye yararlı, hem de çok pahalı değildir.

Oysa baklava gibi aslında çok da gıdâ yükü taşımayan, fazlası mîdeye de, vücuda da zarar ve ihtilâl veren ve ağızda çiğnendikten sonra öncekilerle maddî plânda eşitlenen çeşitlerde ise dile verilen bahşiş, oran itibariyle mîdenin hakkından fazla olmaktadır. Dilin bu bahşiş arsızlığı cebin ekonomisine de dokunmaktadır.

Bu durumda yalnız dilin tad alma zevkini okşamak için, aslında mîdeye ve vücuda çok da yararı olmayan baklava gibi maddelerden çok almak hem hikmete zıt, hem de iktisada zıttır. İktisad, en yararlı olanı mümkün olan en ucuza almaktır. Yoksa, en zararlıyı en pahalıya almak iktisat değil, israftır. İşte Kur’ân’ın hoş görmediği davranış budur.

İktisat ve kanaat, Allah’ın hikmetine uygun davranmaktır. Konumuzla ilgili olarak söylemek gerekirse; iktisat, dili kapıcı hükmünde görmek ve bir saray kapıcısının hakkı ne ise dile de o kadar bahşiş ve değer vermektir. Nitekim burada yapılan israfta dil çabuk tokat yemekte, mîdede karışıklık ve ihtilâl çıkarmakta, mîde hakîkî iştihâsını kaybetmekte ve kapıcının lezzet aşkı yüzünden vücud sarayı hasta olmaktadır.

Üçüncü Nükte: Dil, şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Ve bu kapıcı, kendi lezzeti hatırına bir çok israfa da kapı açmaktadır. Oysa şükredenler için dil, Allah’ın rahmet mutfaklarının leziz ürünlerini tadan bir müfettiş ve bir bakan derecesinde bir makama sahiptir. Dil, yiyecekler sayısınca ölçücüklerle Allah’ın nimet çeşitlerini tanır, tadar, tartar, ölçer, biçer ve bir mânevî şükür mesajı halinde mîde ile beyne haber gönderir. Mesajı alan mîde ile beyin de Allah’ın eşsiz nimetlerini takdir etmesi ve değerlendirmesi için hiç zaman kaybetmeden kalbe, akla ve rûha iletiler gönderir, mesajlar geçer. Akıl, kalp ve rûh ise şükür için yine dönüp dile müracaat ederler ve dilin konuşma yeteneği ile Rabb-i Rahîm’e şükrederler. Böylece dil hem müfettiş, hem de şükredici vasfıyla mîdenin üstüne çıkar. Yani şükreden dil, makam ve derece itibariyle mîdeyi geçer.

Bu durumda; 1- İsraf etmemek, 2- Allah’ın nimet çeşitlerini tadıp tanıyarak sırf şükür vazifesini yerine getirmek, 3- Meşrû ve helâl olmak, 4- Dilenciliğe ve minnete yol açmamak kaydıyla dil lezzetini takip edebilir. Bu şartlarla olması halinde dilin lezzetini takip etmesi İktisad anlayışına zıt düşmez. Çünkü israf yoktur. Çünkü haram lokma yoktur. Çünkü yüz suyu söz konusu değildir. Çünkü maksad Allah’a şükretmektir.

Üstad Bedîüzzaman’ın vecîz ifâdesiyle, rûh cesede, kalp nefse ve akıl mîdeye hâkim olmak ve lezzeti şükür için istemek kaydı ve şartıyla dil lezzetli şeyleri tercih edebilir. Bu israf olmaz. İktisada ters de düşmez.5

Konuya İnşaallah yarın devam edelim.

Dipnotlar:

1- Mâide Sûresi: 66; 2- Lokman Sûresi: 32; 3- Müsned, 1/447; 4- A’râf Sûresi: 31; 5- Lem’alar, s. 143, 144

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İşi ehline vermek



“Muhakkak ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bu emriyle size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve her şeyi hakkıyla görür.“1

Kur’ân bir âyetinde böyle buyuruyor.

Emanetleri ehline vermek, işleri o işten anlayanlara vermek demektir. İşten anlamayan insan o işi yüzüne gözüne bulaştırır, fayda vereceğim derken zarar verir. Zararını da sadece kendisi değil, herkes çeker. Allah Resûlü (asm) bir işe bir kişiyi tayin edeceği zaman bu noktaya son derece dikkat ederdi. İşin altında ezilecek kimselere o işi vermezdi.

İslâm dünyası bu hakikate kulak verdiği sürece ilerlemişti. Osmanlı’da da özellikle işlere ehil kişiler getirilir, başarı üstüne başarı kazanılırdı. Bu gerçekten uzaklaşıldığı sürece gerileme başlamıştır.

Yukarıdaki âyetin inişiyle ilgili tefsirlerde şöyle bir olay anlatılır: Mekke döneminde Allah Resûlü (asm) bir grup sahabeyle birlikte Kâbe’ye girmek istemiş, o günlerde Kâbe’nin anahtarları elinde olan kayyım Osman bin Talha müşrik olduğu için oldukça kaba ve sert bir davranışla Kâbe’ye girmelerini engellemişti.

Bunun üzerine Allah Resûlü (asm), “Ey Osman!” dedi. “Öyle bir gün gelir ki Kâbe’nin anahtarları elime geçer, istediğim yere koyar, istediğim kişiye veririm” dediğinde, “Bu Kureyş’in bitişi, değerden düşüşü demektir” demişti Osman bin Talha. “Hayır,” demişti Allah Resûlü (asm) de “Tam tersi o gün Kureyş ayakta kalacak ve değeri daha da artacaktır.”

Gün geldi Mekke fethedildi. Kâbe’nin tasarrufu tamamen Resûlullah’ın (asm) eline geçti. Kâbe’nin anahtarlarını istediği kişiye verebilecek konumdaydı. Ama o ne intikam duyguları içerisine girecek, ne de bu iş için Osman bin Talha’dan başka birini arayacaktı. Çünkü yukarıdaki âyet nazil olmuş, emanetlerin ehil olanlara verilmesi emredilmişti. Onun için Allah Resûlü (asm) işin ehli olan Osman bin Talha’yı çağırıyor, indirilen yukarıdaki âyeti okuyor, günün iyilik ve ahde vefa günü olduğunu belirterek Kâbe’nin anahtarlarını yeniden ona verirken Osman bin Talha ailesine şu tavsiyelerde bulunuyordu: “Ey Ebû Talha Oğulları! Allahü Teâlânın emanetini, sizde sürekli kalmak ve dürüst davranmak üzere alınız. Zulme girmedikçe onu elinizden kimse alamayacaktır.”

Böylece iş hem ehil ellere teslim ediliyor, hem adama iş değil, işe adam seçilmesi gerektiği gösterilmiş, hem de Resûlullah’ın (asm) bir mû'cizesi gerçekleşmiş oluyordu.

Dipnotlar:

1- Nisa Sûresi: 58.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Bir seminerin ardından…



Geçtiğimiz hafta Pazar günü Yeni Asya Vakfı’nın Süleymaniye’deki merkezinde değerli eğitimci arkadaşım Melek Artan’la “Dünyevîleşme ve tesettür” konulu geniş bir çalışmanın “deryadan bir katre” misâli sunumunu yaptık. Çoğunluğunu genç arkadaşlarımızın oluşturduğu kalabalık, ama dikkatli dinleyici grubuyla zaman zaman soru cevap bölümleriyle de zenginleşen karşılıklı fikir alış verişi mahiyetinde hoş bir paylaşımdı.

Felâket ve helâket

asrinin ınsanlari

İnsanlara hayatın anlamını, ölümü, ölüm sonrasını unutturan bir hayat tarzının hâkim olduğu çağın insanlarıyız. Dünya hayatının fani ve geçiciliğini, bu âlemde misafir olduğumuzu çoğu zaman unutuyor, kimi zaman “bilerek ve severek” hiç ölmeyecekmiş gibi bütün kalbimizle sımsıkı yapışıyoruz bizi cezbeden güzelliklere. Fanilik damgasını gördüğümüzdeyse derin bir hüzün kaplıyor içimizi. Oysa ki, ahireti unutmasak, her sevdiğimizi Allah namına sevsek dünyamız da, ahiretimiz de cennet misâl olacak.

Sinir konulmayan

duygular…

Bediüzzaman Hazretlerinin tâbiriyle insanın mahiyetindeki kuvve-i akliye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i şeheviye duygularına sınır konulmamış. Bu duyguları hikmet, şecaat ve iffet olarak “sırat-ı müstakîm” üzere yönlendiren tek ölçü sünnet-i seniyye, yani Peygamberimizin (asm) hâl ve hareketleri, sözleri.

Sahabeler bu modeli en güzel şekilde yaşantılarına aktaran güzide insanlar. Bu felâket ve helâket asrının sisli puslu ortamında yaşayan insanlar olarak onlar bize gökteki yıldızlar gibi “doğru yolu” gösteren örnek insanlar.

Yapacağımız tek şey “menfî ibadet” hükmünde olan günahlara girmemeye özen göstermek. İnanan bir insana binler günahın hücum ettiği bu zamanda günahtan kaçınmak önemli bir salih amel hükmünde. Bu noktada her bir inanan kendi iç âleminde nefisle mücadele noktasında “cihad-ı ekber” ile vazifedar.

Bediüzzaman Hazretlerinin belirttiği gibi “Risâle-i Nur şakirdleri böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, İnşallah zaman-ı Sahabedeki gibi az amelle, pek büyük sevap ve amal-i salihaya medar olur.”

Değışen HAYAT tarzlari ve ınançlar…

“İnandıklarını yaşantısına doğru bir şekilde aktarmaya çalışmayanlar, nasıl yaşıyorlarsa onun doğru olduğuna inanırlar” diye bir söz vardır ya, günümüz insanı da öyle. Namaz, oruç, zekât, hac ibadetlerimizde yaptığımız küçük ihmaller, aslında büyük mûsibetler olarak bize dönmekte. Risâle-i Nur’un satırları arasında bu “İlâhî ikazlar”ın sayısız örneklerini görmek mümkün. Sözgelimi “Rüyada Bir Hitabe” başlıklı konuda İslâm âleminin I. Dünya Savaşı sırasındaki içler acısı mağlûbiyetinin hikmetlerinden birini Bediüzzaman Hazretleri Müslümanların ibadetlerinde yaptıkları ihmaller olarak açıklamakta. Bu mûsibette zarar görenlerin mükâfat olarak Rabbimizce şehit, gazilik gibi makamlarla taltif edildiğini, mallarının sadaka hükmünde kabul edildiğini de ifade etmekte.

Tesettür…

Günümüzde tesettür emri ülkemizde ve dünyanın her yerinde İslâma giren hanımların severek tercih ettiği bir ibadet. Tesettür ölçülerine göre giyinen bir hanım, Settar isminin âyinedarlığını yapmakta. Müslümanlığını bir şeâiri yerine getirerek başında dalgalandırmakta.

Özellikle gelişmiş Batı toplumlarında sosyal hayatın içinde yer alan Müslüman hanımlar, tesettür kıyafetinin inançlarından kaynaklanan bir tercih olduğunu ifade ederek kamusal haklarını istemekteler. Öğretmen, doktor, işçi, işveren, akademisyen gibi çok farklı alanlarda hukukî bir hak olarak başörtüsüyle vazife yapma hakkını almakta, bunun mücadelesini sonunu kadar yapmaktalar. Basından takip ettiğimiz kadarıyla da bu konuda başarılılar. Konuyla ilgili haberleri daha önce Satır Arası’nda sizlerle paylaşmıştık.

Bu hanımlardan bir tanesi olan ve Risâle-i Nurlar sayesinde İslâma giren, şu anda İspanyolca’ya Risâle-i Nurları çevirmekle meşgul Amerikalı Havva Kurter’in arkadaşlarımızla yaptığı sohbette “Her sabah uyandığımda Müslüman olduğum için Allah’a şükrediyorum. Başörtümle gurur duyuyorum. Başörtüsünü taşıyan bir hanımın bundan eziklik duyması mümkün değil” tarzındaki açıklamaları bu açıdan ne kadar ibretli!

Bu konuda bizlere düşen Kur’ân ve Sünnetteki modelleri ayrıntılarıyla öğrenip, yaşantımıza aktarmaya çalışmak. İbadetlerin az bile olsa ihlâsla daimî yapılmasının çok hükmünde olduğu, Risâlelerde ifade edilmekte. Tıpkı Sahabelerde olduğu gibi.

Evet geçen hafta sonundaki programda değindiğimiz konular genel çerçevesi ile böyleydi. Ve soru cevap bölümüyle daha da açılıp detaylandı. Sanırım bu konuları kendi aramızda özel sohbetlerimizde, toplantılarımızda sıkça konuşup mütalâa etmekte hepimiz ve gelecek nesiller için sonsuz faydalar söz konusu.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İslâmda emek/ çalışma/üretim ahlâkı



İlim ve duâ vasıtasıyla tekâmül etmek, gelişmek için gönderilen insan yeryüzünün halifesi kılınmış. Mülkün Sahibi Allah’tır.

Ancak, ahsen-i takvimde, yani tam kıvamında, en güzel bir şekilde, kâinattaki bütün varlıkların özeti, minyatürü şeklinde yaratılan insana; tekâmülünü tamamlayabilmesi için toprak, bitki, hayvanlar dahil, bütün varlıkların tasarrufu, kumandanlığı verilmiş. Dünya ve sonsuz mutluluk yurdunu kazanabilmesi için dünya ona bir tarla gibi sunulmuş.

İşte bu mahiyette olan insanın, insaniyet şeref ve izzetine yakışır şekilde yaşaması istenir; asla sefâletine razı olunmaz. Dolayısıyla hayatın bütün safhalarında “aslî ve zarûrî ihtiyaçların” akıl ve mantık çerçevesinde üretimi, karşılanması icap eder. Kur’ân, yüksek prensipleriyle onu “insaniyet-i kübra”, yani, büyük insan, gerçek insan olan İslâmiyete yöneltir. Bununla ilgili doğrudan âyetlerin yanında dolaylı olarak da pek çok teşvik vardır:

“De ki: Çalışın; Allah da, Resûlü de, mü’minler de sizin yaptıklarınızı görecektir. Sonra da görünür görünmez âlemleri hakkıyla bilen Allah’ın huzuruna döndürülürsünüz ve O size işleyip durduklarınızın ne olduğunu bildirir.”1

İnsan, tekâmül edebilmesi, yani olgunlaşıp gelişmesi için imtihana tâbi tutulmuştur. İmtihanı başarıyla vermesi için de çalışması gerekir. Çünkü, “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.”2 Bu âyetteki bir incelik de, “insan için” tâbirini kullanmasıdır. Hangi dinden, hangi inançtan olursa olsun, kim çalışırsa, karşılığını alır. Çünkü, Allah’ın iki türlü kanunu vardır:

a- Tekvinî: Sünnetullah, âdetullah denen tabiat kanunları, prensipleridir. Bu kanunlara kim uyarsa, Allah ona verir. Çünkü, onun kanununa, tekvinî şeriatına ittibâ ediyor...

b- Teşriî: Şeriat kanunu, mânevî kanunlar. Bunlara ittiba imtihana tâbidir...

***

Emeğin değeri, emek veren kadar başka hiç kimse tarafından anlaşılamaz; değer verilemez; korunamaz! Emek, başkası tarafından ikram edilen yemek değildir ki, bir oturuşta yensin!

Zengin bir bey, ağa varmış. Bir oğlu varmış. İstermiş ki, çalışmanın önemini anlasın; mirasyedi olup servetini har vurup, harman savurmasın. Bir gün onu yanına çağırıp sıkı sıkıya tenbih etmiş:

“Oğlum, bugün git çalış, bir altın kazan; getir!”

Çocuk gitmiş, gezmiş, tozmuş. Akşam annesinden bir altın istemiş. Havuzun kenarında oturan babasına:

“Buyur baba, bir altın kazandım!” demiş. Babası hiç ehemmiyet vermeden, bir altını havuza fırlatmış. Çocukta hiç ses-sedâ yok.

“Git oğlum bir altın kazan!” demiş.

Yine aynı tablo, aynı hissizlik, aynı hareketsizlik:

“Git oğlum, bir altın kazan, kendi emeğin olsun!” demiş.

Çocuk, “Ya babam meseleyi anladı veya annem söyledi” diye geçirmiş içinden. Ertesi gün gerçekten çalışmaya gitmiş. Hamallık yapmış, bir şeyler satmış; çalışmış, didinmiş, ter topuğundan akmış ve bir altın kazanmış. Akşam yorgun argın eve dönmüş. Altını babasına uzatmış. Babası aynı şekilde havuza fırlatmasıyla, çocuğun söylenerek havuza atlaması bir olmuş:

“Yâhû baba, ne yapıyorsun, ben onu kazanana kadar canım çıktı!”

25.01.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




İslam YAŞAR

Gözlerin dehşetten donacağı gün



“Hızla geç kalabalık caddeden,

Şoför milletine güven olmaz.

Çabucak sapıver sokağına,

Akşam karanlığı tekin değil.

Durma, çal evinin kapısını,

Taş düşebilir komşu duvardan.

Ben geliyorum demez ki ölüm

Kaza, belâ adım başınadır

Kişi evde gerek akşamları,

Ölürse helâlleşerek ölür.”

‘Ölüm Tehlikesi’ni böyle anlatmış Cahit Sıtkı.

Ona göre evin dışındaki hiçbir yer, tekin değil. Kalabalık caddelerde şoför milletine güven olmaz. Sokakta giderken çatıdan kiremit, komşunun duvarından taş düşebilir.

Akşamın pek çok muhtemel tehlikelerle dolu karanlığına bir de günün yorgunluğu, vaktin telâşı eklendi mi, ölüm tehlikesi, ben geliyorum demeden gelir çatar. Hatta insan kapının önünde bile fazla durmamalı, hemen zile basmalıdır. Her yer adım başı kaza belâ dolu olduğundan ve ölüm kol gezdiğinden bir an önce evine girmelidir.

Gerçi ölüm ihtimali orada da vardır. İnsanın vadesi yetmiş, ömrü bitmişse ölüm bir vesile ile orada da gelip kendisini bulur. Fakat evde eşinin ve çocuklarının yanında olma ve gerektiğinde onlarla helâlleşebilme ümidi taşımak ölüm korkusunu biraz azaltmaktadır.

Lâkin, her halde şair bu şiiri yazdığında dünyada İsrail diye bir devlet yokmuş. Eğer olsaydı ve kurulduğu günden bu yana bulunduğu bölgede icra ettiği vahşeti görseydi bunların hiçbirini söylemezdi.

O caniler, vahşiler güruhunun şenaati, denaeti, fecaati neticesinde ölümün zaman, mekân tanımadığını; yaş, ırk, din, cinsiyet ayırımı yapmadığını sekerattaki ihtiyardan kundaktaki bebeğe, hayvandan bitkiye kadar her canlıya her an isabet edecek hâle geldiğini görürdü.

Gazze’de, Batı Şeria’da, Lübnan’da, Sina’da, çeşitli yerlerdeki toplama kamplarında ve Birleşmiş Milletlerin koruması altındaki binalarda ise katliâmın mutad hâle geldiğine şahit olurdu.

Hatta bunun sadece canın bedenden ayrılmasından ibaret normal bir ölüm olmayacağını, o menfur ve menhus kelimenin, şeytanın bile aklına gelmeyecek dehşetli ölüm ihtimalleri ihtiva ettiğini anlardı. O zaman da ölüm tehlikesini anlatmak için bu kadar söz etmezdi.

‘İsrail’ der geçerdi.

***

“Miskin âdem oğlanını benzetmişler ekinciye

Kimi biter, kimi yiter yire tohum saçmış gibi

Bu dünyada bir nesneye yanar içim göynür özüm

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi”

Yunus Emre’nin mısralarına da böyle aksetmiş ölüm acısı.

Şiirde miskin âdem oğlanını ekinciye benzetmiş ve zamanın seyri içinde yere saçılan tohumlar gibi kiminin bittiğini, kiminin yittiğini görmüşse de bunları kaderin tecellisi sayarak teselli bulmuş.

Onun yaşadığı zamanda dünyanın pek çok yerinde hassaten Müslümanların yaşadığı bölgelerde büyük savaşlar olduğu, bu savaşlarda da genellikle gençlerin öldüğünü bildiği için üzülmüş.

Aslında her muttaki mü'min gibi Yunus da her ölümü normal saymış ve acısını sineye çekermiş. Fakat göğermiş, yani büyüyüp başağını yetiştirmiş ve olgunlaşmaya meyletmiş ekine benzettiği gençlerin, hayatlarının meyvesini veremeden öldürülmelerini insanlığın kaybı saymış.

Derviş hâlet-i ruhiyesiyle gezdiği yerlerde şahit olduğu hadiselere velâyet nazarı ile bakmış, yaşanması muhtemel pek çok hadiseyi müşahede etmiş ve insanları teselli edecek tesirli sözler söylemiş.

Yalnız kendisinin değil, zamanında yaşanan ictimai hayatın da hülâsası olan, tesirini Kur’ân’dan, hadislerden alan ve san'at hissiyle tezyin ettiği şiirleri gerçekten de çağlar boyu insanların ruhlarında, akıllarında, şuurlarında müsbet tesirler icra etmiş.

Fakat Yunus gibi dâhi bir mütefekkir bile, istikbalde İsrail diye bir devletin kurulacağını, devlet sıfatını taşımasına ve dünya devletleri tarafından o sıfatı ile kabul edilmesine rağmen, bir türlü devlet gibi hareket edemeyeceğini keşfedememiş.

Hatta bu devlet sıfatlı eşkıya güruhunun, varlığını korumak ve sınırını genişletmek için kurulmasına zemin hazırlayan devletleri bile dinlemeyeceğini, onların samimiyetsiz mesajlarını duymazdan gelip bebekleri, sabileri, çocukları katletmekten çekinmeyeceğini, üstelik bu şenaatini defaatle tekrar edeceğini hissedememiş.

Şayet bir nebze hissetmiş olsaydı şiirlerinin ekseriyetini, kundaktaki bebeklerin, okuldaki çocukların, sokakta oynayan sabilerin kanına girecek olan o caniler güruhunun bir araya gelmemesi için insanlığı ikaz etmeye ayırırdı.

Bununla da iktifa etmez, beşeriyetin basiretsizliğini nazara alarak savaş meydanlarında yiğit iken ölen gençlere veya telef olan mallara, canlara değil, bir başka şeye acırdı.

İsrail devletinin olduğu bir zamanda dünyaya gelen çocuklara.

***

“İnsanoğlu hilebazdır kimse bilmez fendini

Kime iyilik edersen sakın ondan kendini”

İnsanı böyle anlatmış adı unutulsa da sözü unutulmayan bir şair.

Hilebazlığın, nankörlüğün beşerin bariz zaaflarından biri olduğunu söyleyip insanın, kendisini hassaten iyilik yaptığı kişilerden sakınmasını tavsiye etmesi mânidâr.

Zira tarih, bunun acı gerçekleriyle dolu. Hele ‘iyilik yapıp kötülük bulmak’ hadisesinin sadece iyilik yapan ferde münhasır kalmayıp onun mensup olduğu millete de sirayet etmesi, tarihte dehşetli hadiselerin vuku bulmasına ve büyük acıların yaşanmasına sebep olmuş.

Şair de zaten ‘tarihin bir daha tekerrür etmemesi’ için insanlığı ikaz etmiş ama çare olmamış. İnsanlık insan eliyle temelinde merhamet olan büyük facialar, katliâmlar yaşamış.

Meselâ Sultan II. Beyazıt, Endülüs devletinin yıkılması üzerine Müslümanlarla birlikte İspanya’dan kovulan ve eski teknelere doldurularak Akdeniz açıklarında ölüme terk edilen Yahudileri kurtarmış. Onları ülkesinin değişik yerlerine yerleştirerek huzur içinde yaşamalarını sağlamış.

Lâkin o iyiliğe muhatap olan Yahudilerin torunları önce devletin iktisadî işleyişini ele geçirmişler. Ardından devlet idaresinde müessir olmak istemişler ve çeşitli hilelerle mühim makamları ele geçirmişler.

Nihayet merhum İkinci Abdülhamid’i tahttan indirterek emellerine ulaşmışlar, dünyayı karıştırmışlar, Osmanlı’yı savaşa sokmuşlar ve milyonlarca masum insanın hunharca öldürülmesine sebep olmuşlar.

Hâlâ da oluyorlar.

***

“Hergiz ölümin sanmaz ölesi günin anmaz

Bu dünyadan usanmaz gaflet ögin almışdur

Yunus sözi âlimden zinhar olma zalimden

Korkadurun ölümden cümle doğan ölmüşdür”

Yunus’un bu beyitte de ifade ettiği gibi ölüm mukadderdir. İnsanlar öleceğini bilse de bilmese de, ölümü ansa da anmasa da, ölümden korksa da, korkmasa da vadesi yettiğinde ölecektir.

Mühim olan bu ölümün vahşet, dehşet veya mezâlim şeklinde tecellî etmemesi, insanın da ‘zinhar zalimden olmaması’ yani mezalime zemin hazırlamaması veya za-lime yardım etmemesidir.

Bu yüzden ekser şairler ölüm hakikatini şiirlerinde işlemişler ve hem kendilerini, hem de muhataplarını o hayat gerçeğine âşinâ hâle getirmeye çalışmışlardır.

Fakat vahşeti, dehşeti, mezalimi san'atın malzemesi olarak kullanmamışlardır. İnsanlığın ders alması için şahit olduğu müthiş hadiseleri anlatmak isteyenler de başarılı olamamışlardır.

Çünkü âlim olsun, şair olsun hiçbir insan, insan eli ile işlenen vahşeti tam olarak anlatmaya muktedir değildir. Mezalimin bıraktığı kanlı izleri hafızalardan temizlemeye de güç yetmez.

Hassaten İsrail vahşetini ve mezalimini.

“Zalim yine bir zulmete giriftar olur âhir,

Elbette olur ev yıkanın hânesi vîran.”

Ziya Paşa’nın bu şekilde de ifade ettiği gibi elbette hiçbir zulüm cezasız kalmayacaktır. Zalim en sonunda irtikâb ettiği zulmü ayniyle yaşayacak, ev yıkanın hânesi viran olacaktır.

Bu itibarla, tarihin en korkunç mezalimlerinden birini işleyen İsrail devletini ve ona yardım eden Yahudi zalimlerini; yaptığı katliâm yüzünden ‘Beyrut Kasabı’ olarak anılan sabık ve mel’un başbakan Şaron’un duçar olduğu müzmin illet ve dehşetli akıbet beklemektedir.

Çok yakın bir zamanda şehirleri, kasabaları, köyleri bombalayan ve masum insanların evlerini başlarına yıkan İsrail, kendi ürettiği bombaların patlaması ne-ticesinde hâk ile yeksan olacaktır.

Askerlerine katliâm emri veren devlet adamları da, o emri merhametsizce uygulayan zalimler güruhu da, tıpkı bir zamanlar benzer emirleri hem uygulayan, hem veren Şaron gibi mefluç, menhus, ufunetli, iğrenç bir şekilde ve kendilerine en yakın insanların bile menfur nazarları altında her an kahrolarak ölümü bekleyeceklerdir.

Lâkin ölüm onlar için bir kurtuluş olmayacaktır. Kader, o beşerî ifrazatları zamanın dışına attığında, kabir toprağı leşlerini zehmerir bürudetiyle diri diri yakacaktır.

Kıyamet kopup mahşer kurulduğu zaman, katlederek cennete gitmelerine vesile oldukları mazlûm mü’minlerin ve masum çocukların müntakim bakışları arasında, kendilerini köpürerek bekleyen cehennemin gayya kuyusuna atılacaklar ve orada ebediyen kalacaklardır.

Zira hükmü Kur’ân vermiştir: “Zâlimlerin işlediklerinden Allah’ı habersiz sanma. Allah onların cezasını öyle bir güne bırakır ki o gün gözler dehşetten donakalacaktır.”

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Krizden geriye ne kalır?



Temel meseleleri bir neticeye bağlayamadığımız için, benzer problemlerin etrafında dönüp duruyoruz. Amerika merkezli olarak patlak veren ‘finansal ekonomik kriz’in ülkemize ulaşması ve piyasaları tahrip etmesi de bu ihmâlimizin bir neticesi.

Dünyanın en büyük bankaları ve finans merkezleri sarsılırken Türkiye, ‘Krizin bizi etkileyip etkilemeyeceğini’ tartıştı. Oysa bu tartışmanın yerine; ‘Yaklaşan krize karşı nasıl tedbirler alabiliriz?’ sorusuna cevap aransaydı belki de bugün daha farklı bir konumda olabilirdik. Bu cümleden olarak Sanayi Bakanı Zafer Çağlayan’ın da şikâyetçi olduğu üzere ‘faiz indirme’ konusunda bile çok geç kalındı. Öyle ki Türkiye hâlâ dünyanın en yüksek faizini veren ülke durumunda. Elbette kendimize has eksiklikler, ekonominin sağlam temellere oturmayışı bu yaranın bir sebebi, ama ‘faiz çetesi’nin tesiri de göz ardı edilebilir mi?

TÜSİAD Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Mustafa Koç da derneğin “39. Genel Kurul”unda yaptığı konuşmada, özetle; “Kriz belirtileri çıktığında biz türbanla meşguldük” demiş. (Milliyet, 23 Ocak 2009) Tabiî ki bu tesbit farklı değerlendirmelere sebep olabilir. “Türban/ başörtüsü konusuna kilitlendik ve bu sebeple krize hazırlıksız yakalandık” şeklinde yorumlayanlar olabileceği gibi, “Hükümet ‘türban’la ilgilendiği kadar, krizle ilgilenmedi” şeklinde değerlendirenler de olabilir.

Nasreddin Hoca gibi, her iki değerlendirmeyi yapanlara da “Sen de haklı olabilirsin” demek mümkün mü? Elbette ‘türban’ denilen ve özünde “başörtüsü yasağı” olan bir uygulama Türkiye’nin gündeminde olmasa, onun yerine ekonomi ya da siyasî konular tartışılsa iyi olur. Ama “Başörtüsü yasağı önemli değil, varsın devam etsin. Biz ekonomiye bakalım” tavrını anlamak ve kabul etmek mümkün değil. Bunun yerine, “Şu yasağı bir an önce sona erdirelim. Bu yasak 2009 Türkiye’sine yakışmıyor. Hem dünyada eşi ve benzeri olmayan bir yasak. Hürriyetleri kâmil mânâda geliştirelim ki sıra ekonomiye gelsin” demek en doğrusu.

Nihayetinde devam etmekte olan bu ekonomik kriz de bir gün sona erecek. Peki ondan sonraki gündemimiz ne olacak? Yine kısır çekişmeler ve boş tartışmalarla mı yıllarımızı heba edeceğiz? Böyle olmasını istemiyorsak, çeyrek asırdan beri devam eden inatlaşmayı bir kenara bırakalım. Hak, hukuk, adalet ve özgürlük anlayışı temelinde bir araya gelelim ve bu kavramların Türkiye’nin önünü açıp ufkunu genişleteceğini görelim. Bunu başaramazsak kriz gelir, kriz gider ve biz yine bir arpa boyu yol alamamış oluruz.

Maddî krizlerin aşılması bir iki yıl alıyorsa, sosyal ve siyasî krizlerin aşılması on yıllar alıyor. Bunu görmek için 12 Eylül’ün sebep olduğu siyasî parçalanmaya bakmak yeterli olur. Kurduğu tuzaklarla ‘merkez sağ’ı dağıtan 12 Eylül yönetiminin sebep olduğu zararlar aradan çeyrek asır geçtiği hâlde telâfi edilemedi. Aynı şekilde 28 Şubat süreci de siyasetçiye olan güveni dağıttı. Bu krizlerin aşılması ‘para’ ile de mümkün olmuyor.

O hâlde, temeldeki sıkıntıları görelim ve önce onlara göre çare arayalım.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Hz. Yunus ve Gazze



İsrail üç hafta boyunca karadan, denizden ve havadan olmak üzere Gazzelilere ateş yağdırdı. Üç ateş arasında kalan zavallı Gazzelilerin sığınacak bir yerleri yoktu. Kurtuluş için umut bağladıkları Arap Birliği Teşkilâtı, İslâm Konferansı Teşkilâtı, Birleşmiş Milletler gibi teşkilâtların hiçbiri, ateş kusan İsrail’i durduramadı maalesef. Çaresiz insanlara karşı açılan bu ahlâksız harbin neticesinde, çoğu çocuk ve kadın olmak üzere bin üç yüzün üzerinde insan öldü. Binlercesi de yaralı. Enkaz kaldırıldıkça ölü sayısı artmaya devam ediyor ne yazık ki.

Mâbedlere saldırılmaz diye düşünen zavallı Gazzeliler camilere sığındılar; camiler bombalandı!

Birleşmiş Milletler’e bağlı olan UNRWA’nın okuluna saldırılmaz diye düşünüp okula sığındılar; okul bombalandı!

Gazzeliler için ateş kusan canavarın elinden kurtulabilmenin tek çaresi kalmıştı:

O da diri diri toprak altına girmek!

İsrail’in gütmüş olduğu ırkçı politikaları eleştirdiğinden dolayı kendisine “İsrail’in böğründeki diken” diye ad takılan Gideon Levy, 10.1.2009 tarihli Haaretz gazetesinde yayınladığı makalesinde İsrail vahşetini eleştirdi: ” Bu savaş İsrail toplumunun maskesini düşürdü. Irkçılık, nefret, intikam alma hırsı ve kana susamışlık kafalarında şaha kalkmış durumda” diyen Levy, vahşi bir saldırganlıkla hareket eden İsrail askerlerinin, ne kadar çok Filistinli öldürebilirlerse onu kâr saydıklarını, ölen her bir İsrailliye karşılık 100 Filistinli öldürüldüğünü, bu durumun da İsraillilerin nazarında bir Filistinlinin kan değerinin Yahudi kanından yüz kat daha aşağı değere sahip olduğunu gösterdiğini belirtti.

Ölü bilânçosunu değerlendiren Gideon Levy, bilânçonun İsraillilerin özlerinde bulunan ırkçılığı açığa vurduğunu itiraf etmekten kendini alıkoyamadı.

Ve ” Çaresizlik içinde olan bir topluma, hele de kaçacak bir yeri bulunmayan ve dünyada eşi benzeri bulunmaz bir çaresizlik içinde olan bir topluma karşı açılmış olan bu savaş, gaddarlıktır, âdiliktir” dedi.

Özelde Gazzelilerin durumu, genelde de İslâm ümmetinin içine düşmüş olduğu bu acı durum, her mü'min gibi benim de ciğerimi dağladı.

Kendi kendime ”Bu acıya nasıl dayanılır Rabbim!” derken, birden Yunus Aleyhisselâmın kıssasını hatırladım. Risâle-i Nur Külliyatından Lem’alar adlı eserin 1. Lem’asında gayet tesirli bir şekilde ele alınan Hz. Yunus'un (a.s.) kıssasını tekrar tekrar okudum. Ve bu kıssada ümmetin kurtuluş çekirdeğini gördüm.

Lem’alar’da anlatılan kıssa özetle şu şekilde gelişiyor:

Denize atıldıktan sonra büyük bir balık tarafından yutulan Hz. Yunus (a.s.), birden kendini karanlıklar içinde bulmuştu. Aynen Gazzeliler olduğu gibi, o da üç taraftan sarılmıştı. Onun aleyhine gece, deniz ve hût ittifak etmişlerdi. Kendisini gecenin, denizin ve balığın karanlığından kim kurtarabilirdi ki?

Esbab külliyen sukut etmiş olduğundan kurtuluş ümitleri tükenmişti. Böyle bir çaresizlik içinde kalan Hz. Yunus (a.s.), tevhid nuruyla Müsebbibü’l Esbabdan başka sığınılacak yer olmadığını aynel-yakin görmüştü.

Müsebbibü’l Esbab öyle bir Zât idi ki, bütün kâinat dest-i kudretindeydi. Sözü aynı anda hem geceye, hem denize, hem de balığa geçerdi. İhlâsla ona sığınmak lâzım diye düşünen Hz. Yunus (a.s.), kalbine doğan bir ilhamla Rabbine yanık bir şekilde duâ etmişti.

“Lâ İlâhe İllâ Ente Subhaneke. İnnî küntü minezzâlimûn/ Senden başka İlâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum.” (Enbiya Sûresi, 87. âyet)

Tevhid nuruyla dolu olan bir kalpten ısrarla yapılan bu münâcât neticesinde inkişaf eden Ehadiyyet sırrı, Yunus Aleyhisselâmın aleyhine olan şartları birden lehine çevirdi. Karanlıklı gece seyrine doyum olmayan mehtapla aydınlanırken, koca koca dalgalarla insanı korkutup ürperten deniz sakinleşti. Ve karnında bulunduğu o koskoca balık ise bir denizaltı hükmüne geçti.

Cenâb-ı Hak aynı âyetin sonunda “Ve kezâlike nünci’l mü’minîn / Mü’minleri de böyle kurtarırız” diye buyuruyor. Âyeti kısa fehmimizle açıklayacak olursak: “Ey kullarım! Bilerek veya bilmeyerek işlemiş olduğunuz günahlarınızdan dolayı başınıza gelen mûsibetlere karşılık bıkıp usanmadan ihlâsla tevbe istiğfar ederseniz, kurtuluş mutlaktır.”

Rum Sûresi 6. âyette ” Allah vaadinden caymaz” diye buyruluyor. Evet, Rabbimiz vaad ettiğine göre ve “Külli âtin karîb” olduğuna göre bu kurtuluş pek yakındır İnşaallah.

Sâffat Sûresi 143-144. âyetleri Yunus Aleyhisselâmın necatının sebebini onun tesbih ve istiğfara devam etmesi olarak gösteriyor.

“Eğer o, Allah’ı tesbih edip yüceltenlerden olmasaydı, mutlaka insanların diriltileceği güne kadar balığın karnında kalırdı.”

Yunus Aleyhisselâmın münâcâtını dilimizde vird yapmamız lâzım; özellikle de İslâm ümmetinin düçar olduğu şu zor günlerde. Dilde dolaşan vird, zamanla fiile tesir edecek ve bizi nefis muhasebesine sevk edecektir İnşaallah.

Şûrâ Sûresi 30. âyette de şöyle buyuruluyor:

“Başınıza her ne mûsibet gelirse, kendi yaptıklarınızdan dolayıdır. O yine de çoğunu affeder.”

Tefsir âlimleri, âyette Mekkeli müşriklerin kastedildiğini, mûsibetlerin onlar için bir ceza olduğunu, Müslümanlar üzerine gelen felâketlerin ise keffâretüzzünûb veya imtihan olduğunu söylüyorlar. Keffaretüzzünûb veya imtihan. İslâm ümmetinin başına gelen mûsibetlerde, dini doğru anlayıp hayata aksettirmeyen Müslümanların payı vardır kuşkusuz.

Üstadın da belirttiği gibi, nefislerimiz bizi yutmuş durumda. "İnnâ lillâh innâ ileyhi râciûn” deyip yüzümüzü Allah’a dönmediğimiz sürece mûsibetlerden kurtulmamız imkânsız. Onun emrettiklerini yapıp yasakladıklarından uzaklaşmadığımız sürece, ağyarın ayaklar altına aldığı izzet ve şerefimizi kurtarmamız imkânsız.

Cihad önce ileri cepheden değil, merkezi, yani kalbi temizlemekten başlar ve bu da kolay birşey değildir. İşte bu yüzdendir ki, Resulullah Efendimiz nefis terbiyesini “büyük cihad” olarak tanımlamıştır.

Bizi enaniyete düşürüp vahdet zırhımızı kıran; tembelliği başımıza musallat edip ilim irfandan geri bırakan; israfa alıştırıp helâl-haram demeden yiyip-içip eğlenmeyi ilkemiz haline getiren; örf ve âdetlerimizden uzaklaştırıp kültürel yozlaşmaya sevk eden nefislerimiz terbiye edilmeden, değil cihada gitmek, bir parmak dahi kaldıramayız!

25.01.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




Mehmet KARA

Eğitimin "karnesi"



2008-2009 eğitim-öğretim yılının ilk dönemi sona erdi. Yaklaşık 15 milyon öğrenci ile 600 bin öğretmen 9 Şubat’a kadar tatil yapacak.

Okulların tatile girmesi ile birlikte eğitimdeki birçok sorun da gündeme geldi. Eğitim sendikaları bu sorunları sıralarken, eğitime sağlanacak kaynaktan öğretmen açığına, okullara ayrılan ödenekten hizmetli ihtiyacına, derslik yetersizliğinden okulların fizikî yetersizliğine, bölgeler arasındaki öğretmen açığından katsayı adaletsizliğe, ezberci eğitiminde sık sık değişen eğitim sistemine kadar pek çok soruna dikkat çektiler.

Bazı sendikalar Millî Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e “derslerinde gösterdiği performansı” dikkate alarak karneler verdiler. Türk Eğitim-Sen ve Bağımsız Eğitimciler Sendikasının verdikleri karneler tahmin edileceği gibi “kırık notlar”la dolu. Burada hangi notların kırık olduğundan ziyade OECD ülkeleri ile Türkiye’deki eğitim sisteminin karşılaştırılmasını yapıp eğitimin durumunu görebiliriz.

* * *

Türk Eğitim-Sen’in verilerine göre, OECD ülkelerinde sınıf başına düşen öğrenci sayısı ilköğretimde 21.5, ortaöğretimde 24. Türkiye’de ise, ilköğretimde 34.4, ortaöğretimde ise 32.1... Tabiî, ülkemizdeki rakamlar illere göre büyük farklılık gösterdiğini de dikkate almak gerekir. 5 yılda öğrenci sayısı ilköğretimde 538 bin 925 artarken, okul sayısı bin 40 azaldı.

OECD ülkelerinde ilköğretimde öğretmen başına düşen öğrenci sayısı 16.2 iken, ortaöğretimde 13.2 iken, Türkiye’de öğretmen başına düşen öğrenci sayısı ilköğretimde 24.4, ortaöğretimde 16.9 seviyesinde.

Türkiye’de eğitim çalışanları OECD ülkelerine göre daha fazla çalışıyor. OECD ülkelerinde ilköğretimde görev yapan bir öğretmen yıllık toplam bin 662 saat çalışırken, Türkiye’de yıllık toplam bin 832 saat çalışıyor.

Ülkemizde öğretmenler dünyadaki meslektaşlarına göre fazla çalışmasına karşın, daha düşük ücret alıyor. OECD ülkelerinde göreve yeni başlayan bir öğretmen yıllık ortalama 27 bin 828 dolar, 15 yıllık bir öğretmen 37 bin 832 dolar, en üst derecedeki bir öğretmen ise 46 bin 290 dolar kazanırken, Türkiye’de ise göreve yeni başlayan bir öğretmen, yıllık 10 bin 209 dolar, en üst derecedeki bir öğretmen de 11 bin 831 dolar ancak kazanabiliyor.

Bağımsız Eğitim Sendikasının verilerine göre de, OECD ülkelerinde öğrenci başına tutan harcama tutarı, ilköğretimde 5 bin 331 dolar, ortaöğretimde 7 bin 163 dolar, yükseköğretimde ise 11 bin 443 dolarken, Türkiye’de ise öğrenci başına harcama miktarı ilköğretimde bin 120 dolar, ortaöğretimde bin 808 dolar, yükseköğretimde ise 4 bin 231 dolar seviyesinde.

Bu karşılaştırmalara bakılırsa eğitimin sisteminin düzlüğe çıkması için Millî Eğitim Bakanlığı’nın çok çalışması gerekiyor. Bu sorunları bir çırpıda çözmek elbette kolay değil, ancak çözülmesi gereklidir.

* * *

ÇÖZ ÇÖZEBİLİRSEN

Okullar açıldığında öğrencilere bedava dağıtılan kitaplarda, darbeleri meşrû gösteren bilgilerin yer alması büyük tepki çekmişti. Bakanlık ders kitaplarında yanlışlıktan dönerken, öğretmenlerin bu konuyu anlatmamasına karar verdi. Ancak hâlâ bu bölüm ders kitaplarında duruyor. Öğrenci isterse okuyabiliyor! Bir de Millî Güvenlik Bilgisi kitabındaki yer alan “irtica” ilgili bölümün akıbeti de nedir bilmiyoruz.

Bedava dağıtılan kitapları karıştırdıkça yeni yanlışlıklar veya eksiklikler ortaya çıkmaya devam ediyor. Karnesinde Matematiği pekiyi olanlara, İlköğretim 3. sınıflarda okutulan ‘İlköğretim Matematik-3 Öğrenci Çalışma Kitabı’ndaki mantık sorusunu soralım. Bakalım cevaplandırabilecekler mi?

Soru şöyle: “Levent ve Bülent oğullarıyla balık tutmaya gittiler. Levent oğlunun tuttuğu balığın iki katı kadar balık tuttu. Bülent de oğlunun tuttuğu balığın iki katı kadar balık tuttu. Toplam 21 balık tutulmuştu. Levent’in oğlunun adı Mert’ti. Bülent’in oğlunun adı nedir? Her biri kaç balık tutmuştur?”

Çözemediyseniz üzülmeyin, bu soruyu o kitaba alan da çözemezdi zaten. Kitaplardaki diğer hata ve yanlışlar gibi bu da Talim Terbiye Kurulu’na iletildi. Bakalım kurul üyeleri bu soruyu cevaplandırabilecek mi? Yoksa önümüzdeki yıl onu da mı ders kitabından çıkaracaklar. “İrtica” konusu ve bu “ilginç” soru konusunda bakanlık bilgilendirirse, biz de sizlere aktarız.

Karne alan bütün öğrencilere tatilde bol bol kitap okumalarını tavsiye ediyoruz.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Said Nursî ve ABD



20. yüzyılda dünyanın süper gücü olarak öne çıkan ve Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra bu özelliği, yanına rakipsizlik sıfatı katılarak iyice pekişen ABD, genel ve yaygın değerlendirmelerde, daha ziyade uyguladığı politikalarla ölçülüp tartılıyor.

Ve bu politikalar özellikle Bush dönemindeki uygulamaların sonucu olarak dünya genelinde yaygın bir ABD nefretini doğurmuş durumda.

Bu da normal. Zira insan fıtratı zulme, haksızlığa, katliâma, sömürüye itiraz ve isyan eder.

Kur’ân’ın çağımıza dersi ve mesajı niteliğindeki Risale-i Nur’da da Amerika’ya atıflar yapılır. Ama bunların tamamı, külliyatın ana mesajı olan iman ve Kur’ân hizmeti ekseninde, siyasî olaylardan bağımsız bir perspektifle dile getirilir.

Maksat, şeriat-ı fıtriyenin kanunlarına riayet ederek bu güce erişen Amerika’nın dine ve insanlığa hizmet hedefine yönlendirilip teşvikidir.

Bununla ilgili bahislerden kısa bir derleme:

* “Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme” bahsinde “Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli dinî cemiyeti gibi, rû-yi zeminin (yeryüzünün) geniş kıt'aları ve büyük hükümetleri Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh-u canlarıyla sarılacaklar” (Sözler, s. 141) tesbiti var.

* Üstadın talebesi Hüsrev’in imzasını taşıyan bir mektupta “Mesmuata (duyduğumuza) göre, bugünkü Amerika, aktar-ı âleme (dünyanın her tarafına) tetkikat için gönderdiği dört heyetten birisini, bugünkü beşeriyetin saadetini temin edecek salim bir din taharrîsine (araştırmasına) memur etmiştir” deniliyor ‘Emirdağ L., s. 128)

* “Amerika’nın en yüksek ve meşhur feylesofu olan Mister Carlyle”ın “Başka kitaplar hiçbir cihette Kur’ân’a yetişemez. Hakikî söz odur, onu dinlemeliyiz” beyanı aktarılıyor (a.g.e., s. 461).

* Üstadın talebe ve hizmetkârı Zübeyir Gündüzalp, Ankara Üniversitesinde verdiği konferansta, “Amerika’da, Beyaz Saray’da bütün dünyanın ve kâinatın güneşi olan Kur’ân-ı Hakîm yeşil ipekliler arasında lâyık olduğu yüksek mevkiye konuyormuş” (Gençlik Rehberi, s. 210) diyor.

* “Eskiden Hıristiyan devletleri ittihad-ı İslâma taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ân’a ve ittihad-ı İslâma taraftar olmaya mecburdurlar” (Emirdağ L., s. 577) tesbiti, konunun bir başka önemli boyutunu veriyor.

* Menderes’e yazılan bir mektuptaki “Bütün âlem-i İslâmı arkasında ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye (İslâm kardeşliği) ile 400 milyon (şimdi 1.5 milyar) kardeşi bulmak ve Amerika gibi din lehinde çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyetle olabilir” (a.g.e., 816) tavsiyesi, aynı gerçeğin Türk hükümetine bakan cihetine vurgu yapıyor.

* “Amerika buranın en küçük bir havadisini merakla takip ettiği halde, buranın en büyük bir hadisesi olan Risale-i Nur’u elbette arayacaktır” (a.g.e., s. 383), ifadesinde de, aktardığımız diğer hususları tamamlayan önemli bir tesbit mevcut.

Bu son cümleyle irtibatlı gelişmeler ayrı bir fasıl ve bunlar yazımızın kalan kısmına sığmayacağı için müstakil olarak ele alınması daha uygun olur.

Ve yukarıda yaptığımız nakiller, Risale-i Nur perspektifinde Amerika’ya nasıl bakılması gerektiğinin belli başlı parametrelerini veriyor.

“Ben talebeyim, onun için herşeyi mizan-ı şeriatla muvazene ediyorum” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 18) diyen bir Üstadın talebeleri de, herşeyi şeriat mizanlarının en mükemmel şekilde ortaya konulup izah edildiği Risale-i Nur’daki evrensel ölçü ve prensiplere göre değerlendirirler.

Haliyle Amerika da buna dahildir.

Hakkın değil, kuvvetin esas olduğu günümüz dünyasında yapılacak siyaset, ekonomi v.s. gibi dünyevî eksenli yorumlarda ABD yandaşlığı veya karşıtlığı gibi kategoriler ortaya çıkabilir.

Ama Nur talebesinin bakışını belirleyen ölçüler bunların üzerine çıkan bir derinliğe sahip olmalı.

25.01.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır