"Gerçekten" haber verir 05 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Ahmet ÖZDEMİR

“Kırklar”ın hikmeti -2



Gençlik, nefsanî heveslerin heyecanlandığı, yaratılıştan gelen duyguların galeyana geldiği zamandır. Dünya ihtirasları daha çok görülür. His, heves ve kahramanlık duyguları hâkimdir. Yaş ilerledikçe bu duygular etkisini kaybederken yerine akıl, iz’an ve şuur yerleşmeye başlar.

Hâlbuki peygamberlikte sırf İlâhî, uhrevî ve mukaddes vazifeler esastır. Kırktan önce ne kadar ciddi de, halis de olsa, şöhret peşinde koşanların aklına kötü çağrışımlar yaptırabilir. Meselâ, “Acaba bir makam, mevki peşinde mi, mal mülk elde etmek için mi çalışıyor?” gibi sorular akla gelebilir. Kırk yaş, dünya hayatının tepe yaşı, zirvesi olarak kabul edilir. Kırktan sonra kabir tarafına ister istemez bir meyil ve iniş başlar. O gençlik duyguları körelir. Bu tür ittihamlar ve kötü zanlardan kurtulur.

Peygamberimize ilk vahiy geldikten sonra kırk günlük ara verildi (Fetret-i Vahiy). Kırk gün sonra vahiy tekrar gelmeye başladı.

Kur’ân “kırk” vecihle mu’cizedir

Hz. Peygamberin (asm) en büyük mucizesi bilindiği gibi Kur’ân-ı Kerim’dir. Bu büyük mucize kıyamete kadar devam edecektir. Zaman ihtiyarladıkça Kur’ân gençleşiyor. Her asırda belki yüzlerce, binlerce cilt tefsir yazılmıştır. Ama bir türlü bitirilememiştir. Çünkü o büyük bir hazinedir. Asrımızda da birçok tefsirler yazılmıştır. Bu tefsirler içinde Risâle-i Nurların yeri bambaşkadır. O, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez, susmaz ve susturulmaz bir mu’cize olduğunu dünyaya ilân etmiştir. Hem de kırk vecihle mu’cize olduğunu. Kur’ân-ı Kerim hiçbir şekilde insan sözü olamaz ve karıştırılamaz.8

Kur’ân-ı Kerim tamamı bir arada indirilmemişti. Sure sure, âyet âyet, ihtiyaca göre indirilmişti. Nazil olan âyetleri vahiy kâtipleri dediğimiz sahabeler hem yazıyor, hem de ezberliyorlardı. Bu vahiy kâtiplerinin sayısı da kırk kişi idi. Gündüz işine giden Müslümanlar dönüşte bu kâtiplere uğruyor, o gün nazil olan âyetleri öğreniyorlardı.

İslâmın ilk yılları...

İslâm’ın yayılışı ve diğer insanlara tebliği kolay olmadı. Mekke müşrikleri Hz. Muhammed’in (asm) dinini yaymasına karşı çıktılar. Çünkü onlar atalarından gördükleri putlarını çok (!) seviyorlardı. Kâbe’yi hiçbir şeye gücü yetmeyen bu ağaç ve taş parçaları ile doldurmuşlardı. Onlara hakaret edilmesini hiç istemiyorlardı. Putlar dışındaki ibadet şekillerine kökten karşıydılar.

İşi önce tatlıya bağlamak istediler. Amcası Ebu Talib aracılığı ile cazip teklifler sundular. Fakat bu teklifler “Bir elime ayı, diğer elime güneşi koysanız bu dâvâmdan vaz geçmem!” diyerek reddedildi. Yapılan teklifler reddedilince tansiyon yükseldi. Kılıçlar çekildi. Bu yolda “kelle” getirene büyük hediyeler vaad edildi.

Bu işi yapabilecek bir Ömer vardı. Kureyş’in en babayiğit, en cesur Ömer’ine merasimle kılıç kuşatıldı. Alkışlarla yola çıkarıldı.

Yollar onu önce kız kardeşinin evine götürdü. Orada Ömer’e bir şeyler oldu. İçindeki kin, nefret, öfke duyguları güneş karşısındaki kar yığınları gibi erimeğe başladı. Kardeşinin evinden sevinçle çıktı. Erkam’ın evinin yolunu tuttu. Nezaketle kapıyı çaldı. Büyük bir edeble içeri girdi. Doğruca gidip Resulullah’ın (asm) dizinin dibine diz kırıp oturdu. Kelime-i şehadet getirip Müslüman oldu.

Ömer’le (ra) Müslümanların sayısı kırka yükseldi. Böylece dünyaya meydan okuyacak ve İslâm’ı dünyanın başına geçirecek kırk kişilik kadro tamamlanmış oluyordu. Ömer’in (ra) Müslüman olması Kureyş’in başına bomba gibi düştü.

Kırk dakikada elde edilen marifet

Sahabelerin makamına yetişmek öyle kolay değildir. Onlar Resûlullah’ı görmek ve teslim olmakla öyle bir makam elde ediyorlar ki, o makama başkaları yetişemez. Kırk dakikada bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir.9

İman hakikatlerine ulaşmak eskiden çok zordu. Şimdi kolaylaştı. Nasıl mı?

Said Nursî bu sorunun cevabını şöyle veriyor: “Eskiden kırk günden tut, tâ kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk ile bazı hakaik-i imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle, kırk dakikada o hakaike çıkılacak bir yol bulunsa, o yola karşı lâkayt kalmak elbette kâr-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’ânî bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmediyorlar.”10

Allah insanların vücuduna

kırk günlük yiyecek stoklamıştır

Allah insan vücuduna kırk gün yetecek kadar rızkı depolamıştır. Buna fıtrî rızık diyoruz. Bazen bu kırk gün katlanır, iki kırk gün olabilir. Bunun bir örneği yıllar önce İngiltere’de yaşanmıştır. Bir adamın, şiddetli bir inat yüzünden, Londra hapishanesinde yetmiş gün, sıhhat ve selâmetle, hiçbir şey yemeden hayata devam ettiğini o tarihteki gazeteler yazmışlar.

Bediüzzaman hakiki rızkın Allah’ın taahhüdü altında olduğunu şöyle anlatır: “Madem kırk günden yetmiş seksen güne kadar rızk-ı fıtrî devam ediyor. Ve madem Rezzak ismi, gayet geniş bir sûrette rûy-i zeminde cilvesi görünüyor. Ve madem hiç ümit edilmediği bir tarzda, memeden ve odundan rızıklar akıyor, baş gösteriyor. Eğer pür-şer beşer sû-i ihtiyarıyla müdahale edip karışmazsa, herhalde rızk-ı fıtrî bitmeden evvel o zîhayatın imdadına o isim yetişiyor, açlıkla ölüme yol vermiyor. Öyleyse, açlıktan ölenler, eğer kırk günden evvel ölseler, kat’iyen rızıksızlıktan değildir. Belki ‘Terkü’l-âdât mine’l-mühlikât’ (Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir) sırrıyla, sû-i ihtiyardan gelen bir âdet ve terk-i âdetten neş’et eden bir illetten, bir marazdan ileri gelmiştir. Öyleyse, açlıktan ölmek olmaz, denilebilir.”11

Allah kırk günlük yiyecek stoklarımızı hazırlamıştır. Beşerin pis eli karışmazsa, canlıların imdadına Rezzak ismi yetişmektedir.

İslâm fıkhında kırklar

İslâm fıkhında da kırk sayısı yer almaktadır. Malın kırkta biri zekât olarak verilir.

Şafiî Mezhebinde Cumanın bir şartı da, imamın arkasında kırk adamın Fatiha sûresini okumasıdır. Cuma namazında kırk kişi gereklidir.

Zaman zaman nazil olan âyetlerin tespiti vahiy kâtipleri tarafından yapılıyordu. İslâm’ın birinci kaynağı Kur’ân bu şekilde kitap haline getirilirken, ikinci kaynağı veya birinci kaynağın tefsiri olan hadisler de kayıt altına alınmalıydı.

İlk zamanlarda bu işin âyetlerle karışması endişesi vardı. Bu sebeple yazılması yasaklanmıştır. Sahabeler, Resûl-i Ekrem’i adeta bir gölge gibi takip ediyorlardı. Onun söylediği her söz, yaptığı her iş, karşılaştığı her durum zihinlere kazınıyordu. Yalan söylenmemesi için Hz. Peygamber (asm) ikazlarda bulunmuştu. Hatta: “Benim üzerime söylenen yalan, bir başkası üzerine söylenen yalan gibi değildir. Öyleyse kim bile bile bana yalan nisbet ederse Cehennemdeki yerini hazırlasın!” buyurmuştu.

Hadis rivayet etmek bu kadar sıkı tutulurken “kırk hadis” rivayet etmenin fazileti üzerine düşülmeye başlandı. Bu konudaki hadis esas alınarak bugün birçok “kırk hadis” kitapları yayınlanmıştır.

Hicrî 40 senesi

Cumhuriyet nasıl yaşanıyordu? İslâm tarihinde gerçekten cumhuriyet devri yaşandı mı? Demokrasi var mıydı?

Bu soruların cevaplarına dört halife devri örnek olarak gösterilir. Bu zamanda idare edilen idare edeni seçtiği gibi; ona gereken hesabı da sorabilmektedir. Hz. Ömer’e (ra), “Seni kılıcımızla doğrulturuz!” diyebiliyorlardı.

Dört halifenin dördüncüsü Hz. Peygamber’in (asm) damadı Hz. Ali (ra) idi. Ramazanın 21. Cuma günü sabahı oğlu Hasan (ra) ile camiye gidiyordu. İbn Mülcem tarafından zehirli bir hançerle yaralandı. Hançerin zehiri kana karıştı. Her fani gibi o da üç gün sonra fani dünyaya veda etti. Tarih hicrî kırk yılı idi (m. 661). Katil de aynı akıbete uğradı.

“Kırk”lı isim ve cümleler

Günümüzde bazı kurslar kırk gün sürer. Okul dersleri kırk dakika yapılır. Aslında sayıda bir kutsallık olmasa gerektir. Ama biz “kırk” sayısını kültürümüzde o kadar çok işlemişiz ki, unutmamız mümkün değildir. “Kırk”lı sayılar akılda daha çok kalmaktadır. Hatırlamanın bir yolu da bu olsa gerektir.

Bugün ülkemizde “kırk”la söylenen pek çok isim vardır. Bunlardan bazıları:

Kırklareli, Kırkpınar güreşleri, Kırkçeşme suları, Kırkevler, Kırkağaç, Kırkgeçit…

Mehter ruhuyla yazılan bir şiire bakalım:

“Kimi hançer olmuş, kimisi mızrak,

Yüz değil, bin değil, kırk er geliyor.

Her biri ufukta bir şanlı bayrak,

Gözümün önüne sefer geliyor.

Emretmiş Kanuni, Yıldırım, Murat,

Tuna boylarında oynatmışız at.

Nasıl coşmuş nasıl Sakarya, Fırat,

Bir tarih dolusu zafer geliyor.

Selam o muhteşem, o altın çağa,

Selam destanlaşmış eşsiz bayrağa.

Kalkın ey yurttaşlar, kalkın ayağa,

Zafer müjdecisi mehter geliyor!”

Türklerde “tarih düşürme” diye bir gelenek vardır. Bir çeşme yapılır: Kitabesinde yapılış tarihi de vardır.

Bir cami inşa edilir: Bir kitabe yerleştirilir. Bu kitabede çok defa inşâ tarihi düşürülür. Ölen birisi için şair bir kıta veya beyit yazar. Bu kıta veya beyitle ölenin ölüm tarihi düşürülür.

İstiklal Marşımızın şairi M. Akif Ersoy’un vefatı dolayısıyla Fatin Gökmen tarafından tarih düşürülmüştür. Kıt’a şöyle:

“Mum gibi yandı ciğer, çünkü vatan türküsü,

Hep geçen kapkara günlerde, terennüm etti.

Çıktı “Kırklar” bir ağızdan dediler tarihin,

İçimizden vatanın şairi “Akif” gitti!”

“Kırklar” sözü dualarda ve niyazlarda da çok geçiyor. Akif’in vefat tarihi düşürülürken yukarıda görüldüğü gibi “kırklar” çıkıyor. Hepsi bir ağızdan “vatanın şairi Akif gitti” diyorlar.

Mehter duasında da “kırklar” sözü geçiyor. Dua şöyle:

“Allah! Allah! Celilü Cebbar, Muin-i Settar, Haliku’l-leyli vennehar! Layezal, Zülcelâl. Birdir Allah. Anın birliğine, Resul-i Kibriya Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmud-u Muhammed Mustafa, Âl-i evlâd-ı resul-i müçteba. İmdad-ı ruhaniyetine, piran mürşidin, âşıkin… erenler, üçler, veliler, kırklar, göçenler demine devranına “Hû” diyelim, “Huuuu.”12

“Kırk vefiyattan yalnız birkaç tane...”

Dünyadan ahrete göç eden insanların en büyük meselesi kabre imanla girmektir. Âhir zamanda bir yerde kırk kişiden ancak birkaç tanesi imanla kabre girebiliyor. Bediüzzaman Said Nursî bu olaya dikkat çekerken şu gerçekleri ifade etmektedir:

“Herkesin, imân mukabilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyen ve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer imân vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

“İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.”13

Baştan beri anlatmaya çalıştığımız “kırk”la ilgili noktalara daha başkalarını da eklemek mümkündür.

Görülüyor ki, sözlerimizi “kırk”la ifade etmeye ne kadar hevesleniyoruz. Her tabaka insanda bu “kırk”a karşı oldukça büyük sevgi var. “Kırk”la ilgili anlattıklarımız kırkı geçtiyse bu da bir tevafuktur diyeceğim. Baştan buraya kadar “kırk”tan fazla hakikatin ipuçlarını vermeye çalıştık.

Belki bunlar bildiklerimiz, belki de unuttuklarımız.

Hatırlatmaya ve hatırlamaya çalıştık.

Dipnotlar:

8- Bkz. Bediüzzzaman Said Nursi, Sözler, s. 328-5-425

9- Sözler, s. 453

10- Mektubat, s. 27

11- Lem’alar, s. 113-114

12- N. Şahiner, Mehter ve Marşları, Yeni Asya Yayınları

13- Şuâlar, s. 185

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Ercan Bey: “'Ümmetim dalâlet üzere ittifak etmeyecektir. Siz bir ihtilâf gördüğünüzde sevad-ı azama tâbi olunuz' hadisini açıklar mısınız?”

Dalâlet üzerinde birleşmemenin, Hazret-i Muhammed’in (asm) ümmetinin mühim bir imtiyazı olduğu anlaşılıyor. Böyle bir mümtaz şahsiyete (asm) ümmet olduğumuz için Rabb-i Rahîm’imize ne kadar şükretsek azdır. Mensubu bulunmakla şeref duyduğumuz “ümmet”in, Allah’ın rahmetine ne derece gark edilmiş olduğu bu hadisten anlaşılmaktadır. Çünkü “dalâlette birleşmemek”1 diğer ümmetlere nasip olmamış eşsiz bir nimettir.

Ümmetin dalâlet üzerine ittifak etmeyeceği, dalâlet fırkalarının çıkmayacağı mânâsında söylenmiş değildir. Dalâlet fırkaları çıkacaktır. Nitekim bir başka hadis-i şerifte Allah Resûlü (asm), “Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir. Bunlardan yetmiş ikisi cehennemde, biri de Cennette olacaktır” buyurmuş; “Cennette olan kimlerdir Yâ Resûlallah?” diye sorulduğunda da, “Benim ve ashabımın yolunda olanlar” buyurmuştur.2

Burada bahsi geçen yetmiş iki fırka, dalâlet fırkalarıdır. Kurtulan fırka ise, sünnet-i seniyyeyi esas alan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin yoludur. Demek “sevâd-ı azam” yani ümmetin kahir ekseriyeti, ehl-i sünnet yolunda olacaktır. Dalâlet fırkalarının sayısı ne kadar çok olursa olsun, Allah’ın müsaade etmemesi netîcesinde, etkileri ve güçleri zayıf olacak, ümmetin ekseriyetine söz dinletemeyecek, çoğunluğun sağduyusunu bozmaya güç yetiremeyecek, ekseriyetin inancını ve anlayışını idlâl edemeyecek, İslâm toplumunu dalâlete atamayacaktır.

Bu hükmü anlamak için, ülkemizde ihtilafa konu edilen birçok mesele hakkında ümmetin kahir ekseriyetinin hilafsız birleşmiş olduğuna bakmamız yeterlidir. Söz gelişi başörtüsünün, ya da ezanın nasıl okunacağı meselesinin veya namazın kaç vakit olduğunun “dindeki yerini” anlamak için doğudan batıya, kuzeyden güneye, Türkiye’den Endonezya’ya Müslüman çoğunluğun “ameline” bakmak kâfîdir. İhtilaf mı var, ittifak mı?

Demek, ihtilaflı meselelerde çelişkiye düşenler, ümmet ekseriyetinin ameline ittibâ ederlerse, Cadde-yi Kübrâyı bulmuş olacaklardır. Çünkü ümmet-i Muhammed (asm), Allah’ın izniyle, dalâlette ittifak etmemiştir, etmeyecektir.

***

Ünal Bey: “Büyü ve kâğıt yaptırmanın dini hükmü nedir? Büyüden yardım ve şifa beklenir mi?”

Büyü, göz ve basîret bağlamaktan ibârettir. Yani aldatmacadır. Özünde ilmî gerçekleri ters yüz edip kullanmak olan büyüyü yapmak da, yaptırmak da haramdır. Büyüden yardım ve şifâ da beklenmez.

Büyü ve sihir aldatıcı tesiri nedeniyle doğru itikadı bozar, tevhid inancına zarar verir, insanları ve toplumları aldatır, kişileri iğfal eder, insanların dünya ve âhiretlerine zarar verir.

Firavun’un sihirbazları karşısında bir an tereddüt geçiren Hazret-i Mûsâ’ya Cenâb-ı Hak şöyle vahyetmiştir: “Korkma! Üstün olan sensin. Elindekini bırak, onların yaptıklarını yutsun! Onların yaptığı sihirbaz hîlesidir. Sihirbaz, nereye gitse iflah olmaz.”3

Peygamber Efendimiz (asm) buyurmuştur ki: “Helâk edici yedi şeyden sakınınız!”

Ashab-ı Kiram (ra):

“Onlar nedir yâ Resûlallah?” diye sordular.

Peygamber Efendimiz (asm):

“1-Allah’a şirk koşmak, 2-Sihir yapmak, 3-Haksız yere Allah’ın haram kıldığı cana kıymak, 4-Fâiz yemek, 5-Yetim malı yemek, 6-Savaş günü düşmandan kaçmak, 7-Mü’min, hiçbir şeyden haberi olmayan ve nâmûslu kadınlara iftira atmak” buyurdu.4

Peygamber Efendimiz (asm) bir diğer hadislerinde, “Bir takım şifreli ve tılsımlı ifâdelerle üfleyip düğümlemek, bu niyetle nazar boncuğu takmak ve kadınla erkeği birbirine sevdirmek için sihir yapmak Allah’a ortak koşmaktır”5 buyurdu.

Dipnotlar:

1- C. Sağîr, 1/582

2- Tirmizî, 2/107

3- Tâhâ Sûresi: 68, 69

4- Müslim, İman, 145; Buhârî, Tıp, 48; Câmiü’s-Sağir, 1/74

5- Câmiü’s-Sağir, 3/540

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Radyo lisanıyla konuşmak



Eskiden kağnı arabasıyla, deveyle, atla uzun mesafeleri katetmek zorunda kalan insanlık bugün aylar süren mesafeleri çok kısa bir zamanda katedebiliyor. Hz. Peygamberin (asm) asırlar öncesinde, “Zaman kısalacak, araçlarla mesafeler azalacak”1 buyurduğu gibi gerçekten mesafeler kısaldı.

Neml Sûresi’nin 40,42. âyetleri ve tefsirlerinden Hz. Süleyman’ın yakınlarından semâvî kitapların esrarına vâkıf bir âlimin, “Sen daha gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm” dediğini, demesiyle birlikte Yemen’in San’a şehrindeki Belkıs’ın tahtını yanında hazır ettiğini öğreniyoruz. Bugün gelişen ilim, eşyayı anında aynen nakledemese bile ses ve görüntüsünü nakledebiliyor; radyo ve televizyonlarda Kur’ânlar okunuyor, dinî konuşma ve sohbetler yapılıyor.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri de “Gün gelecek Risâleler radyolardan okunacak” demişti. Bu da gerçekleşti: Kur’ân’ın asrımıza bakan hakiki, kuvvetli ve tesirli bu tefsirleri bugün ülkemizin dört bir yanında nice radyolarda okunuyor.

Hayra da, şerre de kullanılabilen böylesine yayın organlarında hakkın, hakikatin, doğrunun, güzelin, faydalının anlatılması aynı zamanda emri bi’lmaruf vazifemiz arasında yerini almaz mı? Onun için arkadaşlarımız diyaloğa geçtikleri radyo ve televizyonlarda bu önemli görevi zevk ve şevkle yapıyorlar; evlere, gönüllere Kur’ân’ın, İslâmın munis, sevimli, ruhları okşayan iklimini aktarıyorlar.

104.4’ten İstanbul’da vesâir yerlerde internetten yayınlarımızı takip eden dinleyicilerimizin memnuniyetlerini izhar etmeleri yapılan hizmetin sevincini yaşattırıyor bizlere de. Hatta zaman zaman Amerika’dan bile dinleyicilerimizin zevkle dinlediklerini öğrenince ne kadar güzel ve faydalı bir iş yaptığımızı anlıyoruz.

Geçtiğimiz Cumartesi günü Balıkesir’de mahalli bir radyodaydık. Yetmiş yaşına merdiven dayadığı halde yirmi yaşındaki genç heyecanıyla ordan oraya koşan Necati Yılmaz Ağabeyimizin radyoda Risâlei Nurları okuduğunu öğrendiğimizde de mesrur olduk. Radyonun sahibi Balıkesir’in ünlü avukatlarından Turgut İnal Bey ziyaretlerine gittiğimizde bizi radyosuna konuk ettiler. Bir müddet yaptığımız sohbette ister istemez günlük olaylarla ilgili görüşlerimizi de sordu. Davos’ta başbakanın resti bunlardandı. Özetle şunu söyledik: “Çıkış gönlümüze su serpti. Ülkemizin ağırlığını hissettirmesi açısından önemli. Eğer bu çıkış İsrail’le ilgili diğer ilişkilere de yansırsa o zaman tam hedefine ulaşmış olur” demiştim.

Radyolar mesajlarımızı iletme açısından oldukça önemli.

Dipnotlar:

1 Buharî, Fiten: 25; Müsned, 3:313.

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bayraktar Namık Kemâl, Sancaktar Bediüzzaman



Hürriyet, Meşrûtiyet ve Kànun-u Esâsî (anayasa) gibi sosyal hayatın can damarını teşkil eden meselelerde Namık Kemâl ile Üstad Bediüzzaman'nın fikir ve kanaatleri arasında muazzam bir benzerlik, fevkalâde bir müştereklik vardır.

Namık Kemâl'in "aşkına esir olmayı esaretten kurtulmak" mânâsında tâbir ve tasvir ettiği hürriyet hakikatini, Üstad Bediüzzaman "imana nisbet" ederek şu hükme varıyor: “İman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar.” (Münâzarât, s. 59)

Namık Kemâl'in hürriyeti destanlaştıran "Hürriyet Kasidesi" şiiri ve "Rüyâ" başlıklı makalesi ile Üstad Bediüzzaman'ın "Hürriyete Hitap" nutuklarından yazımızın ilerleyen bölümlerinde genişçe söz etmek arzusundayız.

Bu bölümde ise, Said Nursî'nin Namık Kemâl'den ve onunla benzer mânâda bakmış olduğu hürriyetten, hükümetten, Kânunu Esâsî ile siyasetteki "muktesit meslek" dediği konulara kısaca temas etmeye çalışalım.

Kemâl'in "Rüyâsı"yla uyanmak

Bediüzzaman Said Nursî, buluğ çağına erdiği 15–16 yaşlarında (1892?) Mardin taraflarında olduğunu ve burada iken Namık Kemâl'in "Rüyâ" isimli makalesini okuduğunu, aynı zaman zarfında hürriyetin mânâsı ile siyasetteki "muktesit meslek" hakkında ciddî mâlumat sahibi olduğunu gayet açık bir sûrette beyân ediyor.

İşte kendi orijinal ifadeleri: "İnkılâptan (1908'den) on altı sene evvel, Mardin cihetlerinde, beni hakka irşad eden bir zâta rast geldim. Siyâsetteki muktesit mesleği bana gösterdi. Hem, tâ o vakitte, meşhur Kemâl’in 'Rüyâ'sıyla uyandım." (Age, s. s. 123)

Bu paragrafta geçen "siyasetteki muktesit meslek" tâbirini biraz açarak devam edelim.

Muktesit, iktisat mânâsıyla bağlantılı bir tâbirdir. İktisatlı olmak, israf ve cimrilikten kaçınmak; dolayısla, ifrat ve tefrite düşmeden "hadd–i vasat" denilen "orta yol"u bulmak, bu yolu benimsemek ve bu vasat çizgiden ayrılmamak demektir.

Bu tâbirin siyasetteki mânâsı ise, yine ümmetinekseriyetini temsil eden "vasat yol"dan gitmek, aşırılıklara sapmayan, yani radikalizme düşmeyen, dengeli ve müsbet bir idare tarzını benimsemek ve siyasî mesleğini bu müstakim hat üzere sürdürmeye çalışmak demektir. Ki, Said Nursî de ömrünün sonuna kadar, hiç inhiraf etmeyerek daima bu meslekten gitmiştir.

Üstad Bediüzzaman, aynı eserinin ilerleyen sayfalarında, siyasette vasatı terk ederek ifrat ve tefrite düşenlere de şahit olduğunu ve kendisinin bu tür kimselerle müşterek hareket etmediğini ise şu sözleriyle açıklıyor:

"...Maatteessüf, sûi tesadüfle hükûmete itiraz edenlerden ehli ifrat ve ehli tefrite rast geldim. Ehli ifratın bir kısmı, Arap'tan sonra İslâmiyetin kıvâmı olan Etrâkı (Türkleri) tadlil ediyorlardı. Hattâ bir kısmı o derece tecavüz etti ki, ehli kànunu tekfir ederdi. Otuz sene evvel (1876) olan Kànunu esâsîyi ve Hürriyetin ilânını (1908) tekfire delil gösterirdi, Acaba sâbık istibdadı hürriyet zanneden ve Kànunu Esâsîye (Anayasaya) itiraz eden adamlara nasıl itiraz etmeyeceğim? Çendan onlar hükûmete itiraz ederlerdi. Lâkin onlar, istibdadın daha dehşetlisini istediler. Bunun için onları reddederdim. İşte şimdi ehli hürriyeti tadlil eden şu kısımdandır.

"İkinci kısım olan ehli tefriti gördüm; dini bilmiyorlar, ehli İslâma insafsızca itiraz ediyorlar, taassubu delil gösteriyorlardı. İşte şimdi Osmanlılıktan tecerrüd edip, tam tamına Avrupa’ya temessül etmek fikrinde bulunanlar şu kısımdandır.... Lillahilhamd, tâ o vakitte anladım; bizim ekser Ahrarımız mutekid müslümanlardır.

"Elhasıl: Hükümete hücum edenler, bazıları 'Haydo, Haydo' derlerdi, bazıları 'Haydar Ağa, Haydar Ağa' derlerdi; ben 'Haydar' derdim, şimdide 'Haydar' diyorum vesselam..." (Age, s. 125)

NETİCE

Namık Kemâl, yıllarca hürriyet, meşrûtiyet ve kànunda hâkimiyet yolunda mücadele etti. Bu dâvânın bayraktarlığını yapmak uğrunda, ömrünün çoğunu sürgünde, hapiste ve zindanlarda geçirdi, Neticede, maksadında bir derece muvaffak oldu. 1876'da I. Meşrûtiyet ilân edilerek Kànun–u Esâsî kabul gördü.

Bu tarihten otuz sene sonra meydana çıkan Said Nursî de, Kur'ân ve Sünnet prensipleri dahilinde, ilim ve mârifet yoluyla istibdada karşı çıkarak hürriyet dâvâ etti; Mutlakiyete muhalefet ederek Meşrûtiyeti savundu.

Bu yaptıklarından dolayı da, tıpkı Namık Kemâl gibi—hatta daha da beteri—başına gelmedik belâ, musibet kalmadı: Tımarhane, hapishane, zindan, idam talebiyle muhakeme...., Cumhuriyetten sonra ise, otus beş yıl süren sürgün, hapis ve zindan hayatı.

Buna rağmen, Said Nursî, hürriyet ve demokrasi (meşrûtiyet) yolundan asla caymadı; hatta bu vâdide büyük muvaffakiyetler kazandı. O, bilfiil siyasete girmeyerek, nice eserleriyle bu dâvânın bir nevî sancaktarlığını yapmış oldu.

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Sadakat kazandırır



Kur’ân’ı anlamanın, İslâmı yaşamının birinci şartı, sadakat, samimiyet ve sebattır. Sadakat, gönlü açmaktır. Yemek yiyebilmemiz için ağzımızı açmalıyız! Hakikatlerden beslenebilmemiz ve hazmedebilmemiz için de gönlümüzün ağzını açmalı. İşte o da samimiyet ve sadakattir.

Dâvâya sadakat, huzur ve mutluluk kaynağıdır. Zira, sadakat, ikilemi, çelişkiyi ortadan kaldırır. Sadakattan gelen sıkıntı, ikilemden gelen menfaatten binlerce kat daha huzur vericidir.

Peygamberine sadakat gösteren ümmet, şeyhine sadakat gösteren mürid, üstadına sadakat gösteren talebe dünyada da kazanır. İşte tarihin derinliklerinden gelen sadakat dersi ve kazandırdıkları:

Zülkarneyn (as) ordusuyla gece yolda giderken ordusuna:

“Ayağınıza takılan şeyleri toplayın” diye emir verir.

Ordu bu emri duyunca; içlerinden bir grup:

“Çok yürüdük, çok yorgunuz. Gece vakti bir de ayağımızı takılan şeyleri toplayarak boşuna ağırlık mı yapacağız? Hiçbir şey toplamayalım” diyerek hiçbir şey toplamıyorlar.

İkinci grup ise;

“Madem Komutanımız emretti, birazcık toplayalım, emre muhalefet etmeyelim. Zira ordunun komutanına itaat etmek gerekir” diyerek az bir şey topluyorlar.

Üçüncü grup ise;

“Komutanımız bir şeyi boşuna emretmez. Muhakkak bildiği bir şey vardır. Bir hikmete vardır” diyerek bütün abalarını ağzına kadar doldururlar.

Sabah olduğunda bir de bakıyorlar ki, meğer bir altın madeninden geçmişler de, ayaklarına değen şeylerin altın olduğunun farkına varamamışlar. Bunu anlayınca:

Hiç almayan birinci grup;

“Ah niçin almadık! Nasıl dinlemedik komutanımızın sözünü. Keşke alsaydık! Bir tane bâri alsaydık” diyerek pişman oluyorlar.

Az alan ikinci grup ise;

“Ah ne olaydı da biraz daha fazla alsaydık. Ceplerimizi, abalarımızı hınca hınç doldursaydık” diye sitem ediyorlar kendilerine.

Çok alan üçüncü grup ise:

“Keşke gereksiz, lüzumu olmayan eşyalarımı atsaydım, daha çok toplasaydım. Her şeyimizi doldursaydık, daha fazla alsaydık” diyerek, fazla almalarına rağmen üzülüyorlar.

İşte bu misâlde olduğu gibi, ahirette bütün insanlar da bunun gibi ağıtlarda bulunacak.

Kâfir olan:

“Keşke iman etseydik, keşke inansaydık da, hiç olmasa Cehenneme girdikten sonra iman etmemiz sonucunda Cennete girseydik, ebedî cehennemden kurtulsaydık”;

Mümin, fakat az sevabı olan:

“Keşke biraz daha sevap işleseydim de, biraz daha ikrama mazhar olsaydım”;

Mümin, çok sevabı olan ise:

“Ah ne olaydı da makamımı biraz daha yükseltecek bir vakit daha namaz kılsaydım, biraz daha fazla sadaka verseydim, oruç tutsaydım, biraz daha sevap işleyecek ameller yapsaydım...” diyeceklerdir.

05.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Mikail YAPRAK

Cezanın geciktirilmesi zalimin aleyhinedir



Zillete düşmemek ve zulme rıza göstermemek şartıyla mazlumların safında kalmak, daha açık bir ifadeyle zulmedenlerden olmaktansa, zulme uğrayanlardan olmak daha ehven olsa gerektir. Cehennem azabına düşmek mi, yoksa dünyada zalimlerin geçici ateşinde yanmak mı? Aslında insan olarak her ikisinden de Allah’a sığınmak gerek. Zulmedenlerden sayılmaktan korktuğumuz kadar, zulme uğramaktan da korkmamız ve sakınmamız lâzım.

Zalimlerle mücadele etmek şereftir, kahramanlıktır. İnsanlık tarihi bu şerefli mücadelenin örnekleriyle doludur. Dinimizde, zulme karşı direnişin çok büyük değeri ve sınırsız mükâfatı vardır. Zalim hükümdara karşı hakikatı haykırmak, büyük bir cihaddır. Kur’ân-ı Kerim’de ve hadis-i şeriflerde adalet övülmüş, zulüm şiddetle yerilmiştir. Zalimlere karşı ürkek ve sessiz kalmak, zulmün umuma mal olmasına sebep olur ki, bu da umumî musibetlerin ve belâların celbine sebep olur. Bediüzzaman, bir hadis-i şerifi şu şekilde naklediyor: “Hattâ deniz dibindeki balıklar dahi günahkâr ve zâlimlerden şekvâ ediyorlar ki, ‘onların yüzünden yağmur kesilir, hattâ bizim de nafakamız azalır’ derler.”

İnsanlık âlemine hem manevî, hem maddî alanda örnek ve model olan Peygamberler, insanlık adına en büyük vazifeyi omuzlarında taşımışlar, insan ve kul olmanın gereğini en mükemmel bir düzeyde ifa etmişlerdir. Vahye ve peygamber tebliğlerine muhatap olan diğer insanlarda ise, kabul ve inkâr zemininde ve vazifeyi ifa noktasında alabildiğine dereceler meydana gelmiştir. İmanın ve kabulün dereceleri olduğu gibi, inkârın ve zulmün de dereceleri vardır. Küfrün her çeşidi zulümdür, ama her zulüm küfür değildir. Diğer bir ifadeyle her kâfir zalimdir, ama her zalim kâfir değildir. Zalimlerden sayılmak, zalimlerin safında yer almak tehlikesi, Müslüman için de geçerlidir. Hatta insan bazen kendi kendisine de zulmetmiş olur. Bilirsiniz, Yunus Aleyhisselâm bile, balığın karnında Rabb-ı Rahimine niyazda bulunurken, “Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum” demişti.

Zulmün devam etmeyeceğine, zalimin dünyada bile cezasının verileceğine dair çok rivayetler vardır. Nitekim tarih buna şahittir ki, zalimlerin akibeti daima acı ve dehşet verici olmuştur.

“O kâfirler, kendilerine mühlet vermemizin kendileri hakkında hayır olduğunu sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz, günahlarının artması içindir. Onları zelil ve perişan eden bir azap vardır.” (Al-i İmran, 3/178)

Acaba İsrail zalimlerine tanınan mühletin hikmeti nedir? Onu da Üstad Bediüzzaman’dan dinleyelim:

“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”

(Şualar, s. 435)

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




S. Bahattin YAŞAR

Dünya şimdi Gazze dersini okuyor



İnsanlık tarihi ibretli

derslerle dolu

İnsanlık tarihi menfi ya da müspet derin derslerle doludur. Nerede ve kimler arasında yaşanmış olursa olsun, şu dünya misafirhanesindeki her yaşanan olay, misafirlere birer ders niteliğindedir. Tarih, bu derin izlerin birikimidir.

Önümüzde zaman diliminde dünyadaki oturumlarda, durum değerlendirmelerinde, bireysel ve toplumsal atılan adımlarda Gazze, gündem olmaya devam edecektir. Çünkü insanlık apayrı bir ruh haliyle tanıştı Gazze’de.

Gazze’de yaşananlar

birer ibret dersi oldu

Dünya, medeniyetlerin nasıl bir halet-i ruhiyede insan yetiştirdiğine şahit oluyor. Hıristiyanlık dini-i hakikisinden uzaklaşmış Batı medeniyetinin çirkin yüzü, değişik vesilelerle ortaya çıktığı gibi; tarih boyunca taşıdığı hırs sebebiyle rahat yüzü görmemiş ve bir meskenete sahip olamamış Yahudi zihniyeti de yine içinde olduğu ruh halini Gazze’de ortaya koydu.

Hikmet-i felsefe ile yaşayan zihniyetler sosyal hayatın dayanak noktasını ‘kuvvet’ olarak görüyorlar. Hedefi sadece kendi menfaatidir. Hayat düsturu ‘cidal’dir. İnsanlar arası bağı unsuriyet ve menfi milliyet üzerinde tutar; böyle bir yaşam biçiminden de netice olarak, ‘hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyit’ çıkmaktadır. Sözler, s. 133.

Kuvvet, beraberinde tecavüzler getirdi. Menfaat, her arzuya kafi gelmediğinden üzerinde boğuşmaları netice verdi. Düstur-u cidalin şe’ni çarpışmak oldu. Unsuriyetin gereği de, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecüvüzler meydana geldi. İşte böyle bir yaşam biçimi ve düşünce tarzıyla insanlık saadetini yitirdi. Bu durum dün için de geçerli yarın için de.

Gazze’de ortaya konan ve adına da savaş denen davranış şekli, bunun tipik bir örneği oldu. Üç beş yaşındaki çocuklara donanımlı ve zırhlı askerlerin kurşunlar yağdırmasının adı, ‘kuvvet’in çıkardığı sonuç değil midir? Kendi menfaatini düşünürken başkalarının menfaatlerini göz ardı etmek, menfaatperestlik değil midir? Tarih boyunca hep muhatap olduğu toplumlarla savaş halinde olmak ve kendi ırkını bütün ırkların ve milliyetlerin üstünde tutmak, toplumsal bir hastalık değil de nedir?

İşte şimdi dünya bu toplumsal ruh halini tahlil ediyor. Bu tarihi dersten dünyanın çok şeyler çıkaracağı apaçıktır.

Artık dünya haklı ve

haksızı görüyor

Yaşananların an be an dünyaya nakledilmesi, dünyanın dersine çalışmasına yardımcı oldu. Savaş başladı denirken, savaşın karşı tarafının olmadığı, sivil halka karşı yürütülen tek taraflı bir ‘soykırım’ olduğu anlaşıldı. İsraillilerin, farklı ırkta insanlarla birlikte yaşama ruhunun öldüğünü dünya fark etti.

Peki sonuç ne mi olacak?

Gazze’de yok edilmek istenen düşünce, yaşam biçimi, inanç, toplumsal ruh iyice gün yüzüne çıkacak. Toprağa gömülen şehitler, dallarında binler meyveler vermiş olarak geri dönecekler. Gazze vesilesiyle dünya, Yahudiliği bir kez daha okudu, şimdi ise Gazze’deki yaşayan ruhu yani İslamiyeti okuyacak.

Kur’an’ın ortaya koyduğu medeniyet yansımaları ile muharref Yahudiliğin ortaya koyduğu yaşam tarzını bir kez daha değerlendirecek.

Önce Gazeliler kendi

derslerini okudular

ve okuyorlar

Gazze şehitleri dünyaya en güzel derslerini verdiler ve gittiler. Şimdi o binler şehitli topraklar, manevi değerine değerler kattı. Şimdi Gazze çok daha anlamlı, Gazze çok daha değerli, Gazze çok şehitli…

Malum, bir hadise ne derece yürek paralayıcı ise, o nispette dersi de büyüktür. Kadınının gözleri önünde beyler, beylerin gözleri önünde evlatlar, evlatların gözleri önünde babalar birer çınar gibi devrildi. Yürekler en derin derslerini okudular. Gözler, en dramatik sahnelere şahit oldular. Kulaklar unutulmaz çığlıklarla doldu. Gazze tarihe ders oldu.

Gazze’de yaşananlar

nasıl bir sonuç mu verecek?

İnsanlar yaşadıkları, gördükleri hadiseler kadar tecrübelidirler. Her hadise insanda bir takım uyanışlara vesiledir. Şimdi insanlık vicdan muhasebesi yapıyor.

Allah’ın takdirini bilmeyiz ancak, yakın gelecekte o bebeklere, kadınlara, masumlara kurşun sıkan askerlerin trajedilerine şahit olacak insanlık.

Vicdanları, –varsa- onların rahatla yaşamalarına fırsat tanımayacak.

Kulaklarında o bebeklerin çığlıkları eksilmeyecek. Uykularını kaçıracak, o insanlık dışı davranışları.

Sonuç onlara ‘mutluluk’ getirmeyecek. Dünya ve ahirette kahrolmak onların sonu olacak.

Ya bizim imtihanımız nedir?

Kahramanlar en güzel payeleri alarak gittiler; şehadet.

Ya kalanlar, biz hangi dersi çıkardık? Yaşananları gördükten sonra hayatımızda neler değişti? “Kahrolsun zalimler!” dediğimiz vahşilere muhtaç olmamak için, hangi adımları atıyoruz? Sabahları saat kaçta uyanır olduk? Çalışma saatlerimize kaç saat daha ilave ettik? Uykumuzu kaç saat azalttık? Okumalarımızı kaç sayfaya çıkardık? Dostlarımızla olan irtibatımızı ne kadar arttırdık? Kendimizle olan ilişkilerimizde neler değişti? Ev dostlarımızla olan iletişimimizde neler değişti? Komşularımızla olan ilişkilerimizde neler değişti? Dualarımıza neleri ilave ettik? Kavlen dualarımıza fiilen ne kattık?

Herkes yapabildiklerinden sorumludur. Küçücük değişiklikler, çok büyük sonuçlar içerir.

En büyük ve en önemli işler, en iç dairede –kendimizde- başlattığımız derslerdir. Hiçbir şey değişmemişse, şikayete hakkımız yoktur.

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Saadet BAYRİ

Eskimeyen eskiler



Hatıralarımızın en güzelini oluştururlar kahkahalarıyla, tebessümleriyle vardırlar. Bazen en acı olayın içinde yer alır, sessiz sakin beklerler. Bazen en sevinçli olayın içinde, elimizi tutarak havaya zıplarlar.

Hiçbir şeyi onlarsız yapmayız.

Güzel bir haber mi aldık? Elimizde telefon sevinçten çığlıklar atarız. Üzüntülü bir söz mü duyduk, iki gözümüz iki çeşme başımızı omzunda buluruz.

Onlar olmadan hiçbir duyguyu tam yaşayamayız sanırız. Sanki ne yapıp ettiğimizi bilmezlerse eksik kalacağız. Yani gündüzdeki güneş, gecedeki yıldız gibi vazgeçilmezdirler.

Kimlerden bahsediyorum dersiniz?

Tabiî ki dostlarımızdan. Hani yaşamımızın olmazsa olmazlarından.

“Dost” denince aklıma hep lise yılları gelir.

Tebeşir kokan parmaklar ve tahta sıraya kazınmış hatıralar. En kadim dostlukların başladığı yerlerden biridir sınıflar. Aynı sırayı paylaştığımız, aynı şeylere kızıp, aynı kişileri çekiştirdiğimiz kişilerdir onlar.

Her gün gördüğünüz hiç ayrılmadığımız, teneffüslerde beraber gezdiğimiz dostumuzdur o. Sabahı zor edersiniz, onu görüp yaşadığınız ilginç olayı anlatmak için. İlk heyecanımız, hüzünlerimiz, yani gençliğe ait ne varsa paylaştığımız anlar.

Yıllar geçse de üstünden, asla unutulmazlar.

Tek başına büyük olunmaz nedense.

Onları görünce geçmişimiz koşarak gelir saklandığı yerden. “Ya ne günler yaşadık.” Diyerek yâd edilir eski günler. Geçmişin her günü kendine ait bir anıyla gelir karşımıza.

“Dostum” kelimesi belki iki hecedir ama çok büyük anlam, çok derin hisler barındırır bağrında… Sayfalar dolusu özlü söz vardır kalbinde, ne ummanlar, ne tadı acı yaşlar saklar yaşattıklarında.

“Birine “dostum” demem için, kaç yıl gerek acaba”

Bence bu sınır, yaşadıklarımıza, olaylara, kişiliğimize ve paylaşımlarımıza göre farklılık arz eden bir durum.

Ve insan tek başına yaşayamıyor.

İstiyor ki birisi olsun hüzünlendiğinde başını omzuna yaslayıp saatlerce ağlasın. En mutlu gününde beraber havalara uçsun. Yani kendi gibi olsun. Ondan bir parça olup dursun yaşamında.

Dostluk hayatın pembe rengidir. Takdir ve paylaşımla doğru orantılı olan başarılarımızın ibresini yükseltir.

“Acı gün dostu dosttur.” dense de. İyi günde de yanımızda olanlar bizim gerçek dostlarımızdır.

Nereden çıktı şimdi bu? demeyin.

Mutlu olduğumuz günlerde de yanımızda olup gerçekte bizimle mutlu olan, yanımızda olamasa da, bir şekilde sevincimizi, mutluluğumuzu, küçük de olsa başarımızı kendi başarısı gibi kutlayan, sevinen dostlarımız da, gerçek dostlarımız olduklarını gösterirler.

Oscar Wilde ”Bir dostun üzüntüsüne her kim olsa katılır, bir dostun başarısına ancak yüksek ruhta olanlar sevinir” der.

Böyle dostlarınız var mı? Sorusunu anında cevaplıyorsanız şanslısınız.

***

Ayrıca dostluklarımız da dikkat etmemiz gereken ölçü de efendimiz tarafından bizlere verilmiş. “İki kişi birbirini sever de sonra araları açılırsa, bu ancak birsinin işlediği bir günah sebebiyle olur.”

Yaşadıklarımıza ve yaşattıklarımıza dikkat etmemiz duasıyla…

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Umut YAVUZ

Müslümanlar barışa razı ama...



Sıkça söylenir, hiç bir din esasında savaşmayı emretmez diye... Buna rağmen dünya tarihinde yaşanmış savaşların bir çoğu doğrudan veya dolaylı olarak din veya mezhep kaynaklı sebeplerden ileri gelmektedir. İnsanlığın dünyada varoluşundan bu yana bir iman-küfür mücadelesi olduğu ve bunun kıyamete dek süreceği kabul edilir. Bu mücadele zaman zaman bildiğimiz savaş boyutuna yükselmiş, bazen de günümüzde yaşandığı gibi fikirsel bazda ve teknolojik anlamda bir mücadeleye evrilmiştir. Ancak şu bir gerçektir ki, savaşlar dünya zemininden hiç silinmemiştir.

İlâhi dinler dediğimiz dinlerin özünde elbette zulüm, sebepsiz yere savaşmak ve haksız yere insan öldürmek gibi insanlık suçları yer almamaktadır. Ancak bu demek değildir ki, bu dinlerin mensupları bu ilkelere özü özüne sadık kalacak ve hiç bu suçları işlemeyecektir. Ne yazık ki, tarihin de bir çok defalar şahit olduğu üzere hangi din veya mezhepten olursa olsun dünya tarih sahnesinde bu türden zalim ve cahiller ortaya çıkmıştır. Bu bazen dini ilkelerin yanlış yorumlanmasından, bazen de dinin çıkarlara alet edilmesinden ileri gelebilmektedir. Evet bazen dini inançlar kullanılmak ve kışkırtılmak vasıtasıyla savaşlar üretilmekte ve toprak, ganimet gibi tali çıkarlara ulaşmak amacıyla din istismar edilebilmektedir.

Böylesi bir risk ve tehlikeye karşı samimi dindarların ve doğru dini ve de dine yakışır doğruluğu şiar edinmiş grupların varlığı ve faaliyeti çok ehemmiyetlidir. Bugün gerek İslam dünyasında gerekse ehl-i kitap dediğimiz Hıristiyan ve Yahudi dünyasında böylesi bir anlayışa sahip grup ve kişilere her zamankinden çok ihtiyaç duyulmaktadır. Zira insanlığın kısm-ı azamını oluşturan ve kaynama noktalarında aktif olan her üç dinin mensupları arasında yukarıda bahsettiğimiz şekilde dini yanlış yorumlama ve algılamadan kaynaklı gereksiz düşmanlık duyguları besleyen kitleler mevcut olabilmektedir. Bu tür kişi ve fikirlerin panzehiri ise doğruluğu temsil eden kişi ve fikirlerdir...

Son ve hak din olduğuna inandığımız İslamiyet, ehl-i kitap adını verdiği ilahi dinlerin mensuplarıyla olan ilişkilerimizde bizlere altın bir kriter vermiştir. Bu kriter mana itibariyle bir çok ayette geçen ama en açık anlamda Al-i İmran suresi 113. ayette zikredilen “Onların (Kitap ehlinin) hepsi bir değildir” kriteridir..

Evet Müslümanların yaşayış ve hayata bakış prensiplerini belirleyen Kur’ân-ı Kerim’de ehl-i kitap ile münasebetlerle alakalı onlarca ayete rastlamak mümkündür. Her bir ayeti kendi iniş kaideleri ve siyak-sibak denilen öncesi ve sonrasıyla ele alarak değerlendirmek en doğrusudur pek tabii ki. Ancak bu ayetlerin genelinde ehl-i kitaptan olanları tek bir kefeye koyarak değerlendiremeyeceğimizi anlamak mümkündür. Dolayısıyla Müslümanlar bu münasebetlerinde muhatabı olduğu kimselerin değer ve kriterlerini baz alarak sonuca ulaşmak yoluna gitmelidirler.

Bugün İsrail devletinin Siyonizm’in etkisi altında olduğu ve bu sebeple de Yahudilik adına bir çok zulümler yaptıkları ortada. Çok yakın bir zamanda dünyanın süper gücü olan ABD’nin başındaki evanjelik George W. Bush’un da dindar geçinip dünyanın başına felaketler açtığını unutmayalım. Aynı şekilde İslamiyet’i arkasına alarak her türlü istibdat ve zulmü halklarına reva gören liderler de tarihin sayfalarında yer almaktadır.

Diğer yandan İsrailli bir Haham olan Menahem Froman’ın Müslümanlarla dindarlık ekseninde barış yapılmasından yana olduğu ve bu yönde mesajlar verdiğine de şahit oluyoruz. Aynı Haham geçtiğimiz sene Mart ayında Filistinlilerin “toprak günü” faaliyetlerine katılmış, barış ve adalet mesajları vermişti. Bununla beraber aynı tarihlerde İsrail’deki Kiryat Arba Yahudileri Hahamı Dov Lior tüyler ürperten açıklamalarda bulunmuştu. Tüm Filistinlilerin etnik temizliğe tabi tutulması gibi garip fikirleri bulunan bu Haham bütün sinagoglara dağıttırdıkları bir bildirisinde “Yahudilikte savaş sırasında sivillerin düşünülmesi diye bir şey yok. Sivillere zarar gelse bile terörizmi yok etmeliyiz” demişti.

Görülüyor ki, dinlerin temelinde ne olursa olsun onu yorumlayanların bakış açıları ve niyetleri hakikati büsbütün saptırabiliyor. Dolayısıyla biz Müslümanlar hem doğru İslamiyet’i şiar edinmeli hem de ehl-i kitaptan bizimle aynı değer çatıları altında birleşebilecek, özünü kaybetmemiş ve Allah’ın birliği şemsiyesi altında birleşebilecek muhatapları bulup, bunlarla ilişkilerimizi geliştirmeli, geri kalanlarıyla münasebetlerimizde de feraset ve dikkati elden bırakmamalıyız.

Netice itibariyle barış çağrılarına en başta cevap verecek ve ‘uzatılan dostluk elini’ sıkacak olanlar Müslümanlardır. Zira Kur’ân-ı Kerim’de Enfâl Suresi’nde bu ilke açık bir şekilde beyan edilmiştir: “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güven” (Kur’ân, 8/61)

Barış isteyenle barışmak Müslümanın faziletindendir ancak herşeyden önce işgale ve zulme son vermek ve gaspedilmiş hakların iadesi şartıyla...

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yanlıştan geri adım



Önümüzdeki günlerde ‘Keşke gerçekleşse’ diyebileceğimiz bir konunun Türkiye’yi idare edenlerin gündemine gelmesi bekleniyor. Buna göre, yıllardan beri ‘yasak’ olan karayolu ile hac, önümüzdeki yıldan itibaren mümkün olabilecek.

1990’lı yıllardan bu yana kesintili olarak yapılan ve 2001 yılından bu yana da tamamen yasaklanan karayolu ile hac, nihayet Bakanlıklar Arası Hac Kurulu’nun Mart ayındaki toplantısında gündeme gelecekmiş. Haberlere bakılırsa karayolu ile hacca Diyanet İşleri Başkanlığı da sıcak bakıyormuş. (Akşam, 3 Şubat 2009)

Türkiye’yi idare edenlerin hac konusundaki tavrı çok çelişkilidir. Millet hac yolculuğunun kolaylaştırılmasını ister ve beklerken, çoğu zaman aksi olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren uzun yıllar (tek parti devrinde) Türkiye’den hacca gidişin yasaklandığını da bu arada hatırlamakta fayda var. Yakın tarihte yaşanan pek çok gerçek, gençlere anlatılmadığı gibi bu konu da anlatılmaz. O yıllarda çok az sayıda kişi hacca gidebilmiş, ama onlar da ‘hacı’ olarak değil de ancak ‘tüccar’ sıfatıyla bunu yapabilmişler.

Aradan yıllar geçip de Türkiye ‘tek parti’ devrini geride bırakınca hac yolu da açılmış. Ekonomik durumla paralel olarak her yıl artan sayıda kişi hacca gitmeye başlamış ve bu günlere gelinmiş. Son yıllarda gerek maddî imkânların düzelmesi, gerekse milletimizin daha ‘dindar’ olması sebebiyle hacca gitmek isteyenlerin sayısında bir ‘patlama’ yaşandığı ortada. Bu talep artışı sebebiyle artık her isteyen değil, “kur’ada kendisine isabet eden”ler hacca gidebiliyor.

Kara yolu ile hac elbette zahmetlidir, ancak bu zahmeti göze alanlara ‘hayır, yasak’ demek mümkün değil. Hacca gitmeyi arzu edip, daha pahalı olduğu için uçakla gitmeye imkân bulamayanlar kara yolunu tercih edebilir. Ayrıca özel arabasıyla gitmek isteyenler de olabilir. Bu sebeple, kara yolu ile haccın yolu mutlak sûrette açılmalıdır.

Belki ilk fırsatta ‘özel araba ile hac’ca izin çıkmaz, ama toplu taşımaya mutlaka izin çıkmalıdır. Ne de olsa ‘uçak gibi’ konforlu otobüslerimiz vardır. Kara yolu ile haccın yasak olmasının başka mahzurları da vardır. Bütün hacıları uçakla taşımak, fiyatları da aşırı yükseltiyor. Avrupa’ya ortalama 200 euroya giden bir yolcu, hac yolculuğu için yaklaşık 700 euro ücret ödüyor. Bu da yıllardan beri haklı olarak tenkit edilen bir uygulama...

Hem ulaştırma sektörü de krizde olduğuna göre, karayolu ile hac; krizi aşmak için de bir çare olabilir. Belki bu işten hava yolu şirketleri biraz zarar eder, ama onlar da bunca yıl yaptıkları ‘haksız kazanç’la idare ediversinler...

Kara yolu ile haccın yasaklandığı ilk yıllarda, o gün muhalefette, bugün ise iktidarda olan siyasetçiler bu uygulamaya kökten karşı çıkmış ve haksızlık olarak görmüşlerdi. Tepkilerinde haklıydılar. O halde şimdi yapılması gereken şey, bu yanlıştan geri adım atmaktır. İsteyen kara yolu ile, isteyen de hava yolu ile hac ibadetini yapabilmelidir. Bu uygulama yeniden başlarsa, hem millet hem de krizde olan sektörler kazanır.

Bu vesile ile önümüzdeki yılın ‘hacı’larını şimdiden tebrik ederiz. Haydi hayırlısı...

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Ankara’nın İsrail’le işbirliği hevesi



Kırılma devam ediyor. Başbakan’ın Davos’ta İsrail’in katliam ve kıyımına gösterdiği tepkiden eser kalmadı. “Erdoğan’ın çıkışı” garip bir biçimde Türkiye – İsrail ilişkilerinin daha da derinleştirilmesine aracı ediliyor.

Ankara–Telaviv arasında karşılıklı jestler sürüyor. İsrail Başbakanı Olmert’in bakanlarına “Türkiye’ye karşı dikkatli olmaları”nı salık vermesinin ardından Dışişleri Bakanı Livni, “Türkiye ile stratejik ilişkilerimiz vardır, bu devam etmeli” diye konuşuyor.

Buna mukabil Davos’tan sonra hafta başında toplanan Bakanlar Kurulunda “İsrail’le ilişkilerin daha da arttırılması” kararı çıkıyor. Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsü Cemil Çiçek, “Erdoğan’ın çıkışı”nı “İsrail’le ilişkilere önem veriyoruz ve devam ettiriyoruz” diye değerlendiriyor.

Görünen o ki AKP hükûmeti, İsrail’le ilişkilerin ve işbirliğinin devamına İsrail’den ziyade kendini kaptırmış. Öylesine ki Dışişleri Bakanlığı, Başbakan’ın “tepkisi”nin arkasında durmak yerine, “Erdoğan’ın tepkisinin Peres’e değil, moderatöre olduğunu” İsrail’e bildiriyor. Güya bir “kriz havası” verdirmemek için İsrail Büyükelçisi Levy’nin Dışişleri’ne çağrılmasından bile vazgeçiliyor.

Kısacası “Davos’ta doğru konuşan Başbakan Türkiye’ye dönüşte çarkediyor” yorumları haklı çıkıyor. Her iki ülke de hızla viraj alıyor. Üstelik ilişkilerin daha da arttırılması için Ankara ve Telaviv’de hiçbir şey olmamış gibi “ısınma diyalogları” arttırılıyor.

İŞGAL VE ZULÜM DEVAM EDİYOR

Belli ki İsrail, özellikle son altı yılda AKP iktidarı döneminde ekonomik işbirliğinden tarım, telekomünikasyon ve turizme, savunma sanayinden askerî anlaşma ve işbirliklerine kadar Türkiye ile olan ilişkilerini sürdürmek için her türlü politik atraksiyonun içinde. İsrail Cumhurbaşkanı Peres’in, İsrail radyosuna “Erdoğan’a saygım var, dostlar arasında her zaman tartışma olabilir, bu bir görüş alışverişidir, Türkiye ile kavga istemiyoruz” konuşması bunun ifâdesi. Keza İsrail’in Ankara Büyükelçisi’nin, “İki ülke ilişkileri geçmişte de benzer sıkıntılar yaşadı. İlişkilerimizin belli bir süre içinde eski haline döneceğine eminim” demesi, bunun göstergesi…

Ne var ki İsrail’in bu atraksiyonları sadece sözde kalıyor. Türkiye’nin ricâlarını hiçe sayarak yarısına yakını çocuk ve kadınlardan oluşan bin üçyüz mâsum insanı katleden İsrail, işgal ve zulmüne devam ediyor.

İsrail’in güvenliği için Irak’a saldıran ve İsrail’e hizmeti “Tanrının kendisine bir vazife olarak verdiğine” inan Evanjelist Bush’a dahi giderayak haraket edip fırçalayan İsrail Başbakanı Olmert’in bir taraftan Türkiye ile ilişkileri devam ettirme kararı alırken diğer taraftan yine Gazze’den atıldığını iddia ettiği lakin isâbetsiz roketleri bahane göstererek, “Saldırılar sürerse tepkimiz çok sert ve orantısız olacaktır” demesinin anlamı bu. Yine ismi açıklanmayan “bir İsrailli yetkili”nin bu arada “Türkiye’nin arabuluculuk rolünü yitirdiğini, artık arabulucu olamayacağını” söylemesinin maksadı da bu…

Oysa Erdoğan’ın Davos’ta dile getirdiği hiçbir hususta İsrail geri adım atmış değil. Hâlâ Gazze Şeridi’ne yönelik füze saldırılarını ve bombardımanı devam ettiriyor. Gün geçmiyor ki İsrail uçaklarından atılan füzelerle bir veya birkaç Filistinli öldürülmüş olmasın. Hâlâ Türkiye’den ve dünyada yıkılıp yakılan Gazze’ye gönderilen yardımları engelliyor. Hâlâ Gazze’yi ablukaya alan gıda, su, ilâç ve hertürlü zarurî maddenin geçişini yasaklayan amansız ambargo devam ediyor.

Gazze hâlâ İsrail’in kuşatmasında; bütün Filistin’in açıkhava hapishanesine çeviren utanç duvarının yapımı sürüyor. İsrail cezaevlerinde başta seçilmiş Filistin’in Meclis Başkanı olmak üzere milletvekilleri ve binlerce Filistinli sırf “Filistinli” oldukları için esir durumunda tutuklu, işkence görüyor.

Davos krizinden sonra Türkiye ile ilişkileri devam ettirmek isteyen İsrail’in “ateşkes”e uyarak saygılı davranması bir yana, İsrail her fırsatta ateşkesi bozup yeniden saldırabileceğini bütün dünyanın gözü önünde pervâsızca açık açık bildiriyor. Anlaşılan o ki İsrail Türkiye dahil kimseyi kale almıyor ve bütün dünyaya meydan okuyor.

NİÇİN BİR YAPTIRIMDA BULUNMUYOR?

Sormak lazım; İsrail’in işgal ve zulmünü, ambargo ve saldırılarını sürdürdüğü süreçte Davos’taki “çıkış”ın ardından AKP hükûmetinin büyük bir hevesle Türkiye’yi İsrail’e yaklaştırma çabasının gereği nedir?

Türkiye neyi elde etti ki Başbakan’ın bütün dünyanın gözü önünde açıkladığı İsrail’in zulmünü görmezden geliniyor. Sanki İsrail özür dileyip zulümden caymış, ambargoyu kaldırmış, Gazze’ye saldırıdan vazgeçmiş mi ki hahişkâr bir surette Dışişleri’nden İsrail’e “olumlu” mesajlar gönderiliyor. Kamuoyunda Başbakan’ın Davos çıkışından sonra İsrail’le son askerî ihâle ve işbirliklerinin iptalini, en azından askıya alınmasını beklenirken, Bakanlar Kurulundan İsrail’i “kınama kararı” dahi çıkmıyor; dahası İsrail’le ilişiklerin devam edeceği kararı çıkıyor…

Neticede İsrail hiçbir zulüm ve vahşetinden caymış değil, üstelik Başbakan’ın çok üzerinde durduğu “orantısız güç kullanımına” devam edeceğini, yani çocukların, evlerin, hastanelerin, okulların, camilerin üstüne fosforlu bombalar yağdıracağını fütûrsuzca açıklamakta. Ama siyasî iktidar Başbakan’ın haklı tepkisinin arkasında durmayarak daha baştan İsrail’le ilişkilerin önemli olduğunu ve devam edeceğini ilân etmekte.

Başbakan bile sözünün arkasında durmamakta; kimse İsrail’le ilişkileri askıya almaktan söz etmemekte. Yüzlerce Filistinli çocuğu katleden, fosfor bombalarını atan İsrail değilmiş gibi herkes “moderatör” te’viline sapmakta. Sahi Türkiye’yi İsrail’e mecbur eden nedir; neden Ankara yan çiziyor? AKP hükûmetinin İsrail’le koparamayacağı hangi bağı var ve niçin bir yaptırım kararı alamıyor?

Gerçekten merak konusu…

05.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Osmanlı misyonu



Osmanlı misyonunun yeniden ihyasından bahsederken, günümüz şartlarında o modeli aynen hayata geçirmenin artık mümkün olmadığını da ifade etmek lâzım.

Bir defa, cihanşümûl imparatorluklar devri geride kaldı. Sovyetler’in dağılmasından sonra bu role soyunan ve Bush döneminde işi iyice çığırından çıkaran ABD’nin bu yöndeki hegemonyacı politikaları da fiyaskoyla sonuçlandı.

Gelinen noktada dünya, tepeden inmeci, dayatmacı tavırları reddedip paylaşımcı yaklaşımları talep eden bir anlayışta buluşmuş durumda.

Gerçi Osmanlının hegemonyacı ve sömürgeci bir imparatorluk olduğu söylenemez. Ve bu yöndeki iddiaların fitne amaçlı kasıtlı propagandalar olmaktan öte bir kıymet-i harbiyesi yok.

Ama netice olarak, Osmanlı da bir cihan devleti olarak 90 yıl önce tarih sahnesinden çekildi.

Osmanlı özleminin arkaplanında yatan arayış, onun bilhassa adalet ve hoşgörü anlayışına duyulan hasretin ifadesi. Bugünkü sıkıntıların en önemli sebebi ise bu değerlerin kaybedilmesi.

Buna, İslâm ortak kimliğinde buluşan farklı kavimlerin arasına sokulan ırkçılık fitnesinin tahripkâr neticeleri eklenip, bölgeye haricî müdahalelerle yapılan tasarruflar da işin tuzu biberi olunca, günümüzün kaos tablosu ortaya çıktı.

Ve kasıtlı propagandalarla gerek Türkiye’nin, gerekse Arap ülkelerinin elit kesimleri, birbirine kuşku ve önyargıyla bakar hale getirildi. Osmanlının asırlarca Ortadoğu’yu baskı altında tutup sömürdüğü gibi iddialarla zihinler bulandırıldı. Bu propagandanın etkileri hâlâ sürüyor.

Onun için, “Osmanlıyı ihya” gibi bir gündemle işin içine girildiği takdirde, söz konusu kuşkuların yeniden alevlenmesi riski hayli büyük.

Öte yandan, diğer ülkelere tepeden bakan bir “büyük ağabey” rolü, hiçbiri tarafından benimsenmez ve hoş karşılanmaz. İstenen şey, kimsenin kimseye birşey dikte etmediği, tarafların birbirlerine eşit şartlarda muhatap olduğu, ortak menfaatlerin öne çıkarıldığı ve ortak tehditlere müşterek tavır alınan dengeli bir birliktelik.

Yani, Bediüzzaman’ın “Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl” beyanıyla dile getirdiği tarihî tesbit, Osmanlıyı ihya projesi için de geçerli.

Onun yerine, yine Said Nursî’nin, sömürge olmaktan kurtulup bağımsızlığa kavuşan İslâm ülkelerinin ittihadı için öngördüğü model, “Cemahir-i Müttefika-i Amerika” benzeri bir yapı.

Halkı Müslüman olan devletlerin kendi kimliklerini koruyarak oluşturup dahil olacakları bu yapı, kendi içlerinde ortaya çıkabilecek problemleri başkalarının müdahalesine fırsat vermeden çözmeleri; dünya meselelerinde ortak tavır almaları; sahip oldukları kaynak ve imkânları müşterek kalkınma projeleriyle daha verimli bir şekilde kullanmaları gibi neticeler doğuracak.

Tabiî, böyle bir yapının sağlıklı işlemesinin en önemli şartlarından biri, İslâm ülkelerinin kendi içlerinde, halkla bütünleşen, hak ve hürriyetlerin kemaliyle yaşanabildiği bir demokratik hukuk devleti anlayışını geçerli kılmış olmaları.

İttihadı istibdadın engellediğini bir asır önce vurgulayan Bediüzzaman’ın, “Osmanlının hürriyeti, bütün İslâm âleminin ve Asya’nın hürriyete kavuşmasının anahtarıdır” mealindeki ifadeleri de aynı önemli gerçeğe dikkatleri çekiyor.

Onun hayatı boyunca tahakkukuna çalıştığı Medresetü’z-Zehra projesi de, böyle bir ittihadın ilim ve fikir temelini teşkil etmek üzere, Anadolu ile beraber Ortadoğu, Kafkasya, Orta Asya ve Hind yarımadasını kapsayan geniş bir coğrafyada kurulacak uluslararası bir üniversite olarak, bugün hâlâ hayata geçirilmeyi bekliyor.

Bu bağlamda önemli bir nokta da şu:

İslâm birliği için “Amerika Birleşik Devletleri” gibi bir yapılanma öngören Üstadın meramına AB modeli daha uygun düşüyor. Avrupa ülkelerini aynı çatı altında bir araya getiren AB sisteminin gerekli rötuşlarla İslâm âlemine uyarlanması, her açıdan olumlu gelişmelere vesile olur.

05.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır