"Gerçekten" haber verir 10 Şubat 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Cevher İLHAN

Siyasetin “dinî açılımları” (1)



İsrail’in Gazze saldırısı, “Ergenekon” soruşturması, “Davos çıkışı” sonrasında siyasetin sözünün arkasında durmayıp çark etmesi, IMF ile yeni stand by anlaşmasının “ümüğümüzü sıkacak radde”ye geldiğinin bizzat Başbakan tarafından itirafıyla mahallî seçimler sonrasına ertelenmesi ve ekonomik kriz ve artan işsizlik karşısındaki kırılganlık âdeta birbirine yol vermeyen Türkiye’nin başlıca gündemleri…

Ancak seçim sath-ı mailinde daha önce CHP Genel Başkanı Baykal’ın partisine katılan başörtülülere törenle “rozet takması”yle başlayan ve en son Kocaeli Belediye Başkanı Safa Sirmen’in açacağı mahalle evleri bünyesinde isteyenlere Diyanet’in kontrolünde Kur’ân kursu verileceğini belirten projesi, siyasetin “dinî açılımları" tartışmasını tazeledi.

Gerçek şu ki siyasetin milletin taleplerini yerine getirmesi, mânevî ihtiyaçlarını da karşılayacak imkânlar temin etmesi asıl vazifeleri arasında. İnanç ve ibadet özgürlüğünün yerine getirilmesi, halkın dininin gereğini yaşamasına imkân hazırlaması, temel görevi…

Bütün bunları yaparken elbette siyasetin tabiatında olan halkın teveccühünü kazanma ve bunu oya tahvil etme hesapları olabilir; lâkin burada önemli olan bu projelerin milletin istek, inanç ve değerleriyle ne derece uyuştuğudur. “Niyet sorgulaması”, siyasette son merhaledir ve hele manevî hizmetlerde bunun peşine düşmenin bir anlamı yoktur; faydası da yoktur.

Ancak tutarlılık esastır. Politikacıların bir yandan milletin dinî taleplerini dile getirirken diğer yandan buna aykırı düşen icraatların içinde bulunmaları, insaflı bir nazarla tahlil edilip nazarlarına sunulması; siyasetin asıl işlevinin milletin maddî talepleri olduğu gibi, manevî taleplerini yerine getirmek olduğu gerçeği hiçbir zaman unutulmamalıdır…

MİLLETİN VARLIĞI VE

BÜTÜNLÜĞÜ ADINA…

Bediüzzaman’ın siyasete ve siyasetçilere inançları gereği olmazsa bile, gençliğin ve cemiyetin selâmeti, milletin manevî varlığı ve birliği adına ve hesabına dine ve din eğitimine değer verilmesi konusundaki tavsiyesi, bu konuda açık bir örnektir.

Türk milletinin dünyanın her tarafında Müslüman olduğunu ve milliyetinin İslâmiyetle imtizaç etiğini, ondan ayırmanın mümkün olmadığını, ayırmasıyla mahvolacağını nazara veren Bediüzzaman’ın, siyasetçilerin kendileri inanmazsa dahi, ülkenin geleceği, sosyal hayatın hayatı, anarşi, kargaşa ve terörden kurtulmanın çaresi olarak dine ve manevî esaslara önem verilmesi tavsiyesinin, bütün siyasî partiler ve devlet yöneticileri için geçerli olduğu yakın tarihin yüzlerce olayıyla ortada.

Büyük Millet Meclisi’nde Doğu’da Müslüman milletler ortasında din ve fen ilimlerinin beraber okutulacağı üniversite teklifine, “dinde çok lâkayd ve Garblılaşmak ve an’anattan (gelenekten) tecerrüd etmek (ayrılmak) taraftarı bulunan bir kısım mebuslar”ın itirazı üzerine verdiği cevap, hâlâ dinden tecrit politikalarının peşinde koşanlara büyük bir derstir.

Bunun içindir ki dün “Batılılaşma” gerekçesiyle dinden uzak duran ve müsbet ilimlerin yanında dinî ve mânevî ilimlerin verilmesi gerekli görmeyip “Biz şimdi ulûm-u an’âne ve ve ulûm-u dîniyeden ziyâde, Garblılaşmaya ve medeniyete muhtacız” itirazlarına izâhı, bugünün siyaseti için de geçerli.

Aslında Bediüzzaman’ın, “Bağdat Paktı”yla daha sonra İran’ın da katıldığı Türkiye’nin Irak ve Pakistan’la işbirliği anlaşmasını, “İnşaallâh dörtyüz milyon (şimdi iki milyara yakın) İslâmın sulh-u umûmiyesine (genel barışına) ve selâmet-i âmmenin (dünya huzur ve barışının) teminine katî bir mukaddeme (başlangıç) olarak ruhumda hissettim” diye tebrik ettiği, “Reis-i Cumhura ve Başvekile” başlıklı mektubu, altmış yıl önce bu tartışmayı temelinde neticeye bağlar.

“MİLLET VE VATANIN

SELÂMETİ İÇİN…”

Bediüzzaman’ın, “Siz, farz-ı muhâl olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmazsa da” kaydıyla milletvekillerini dinin vatan ve milletin huzur, asayişi ve bekası ve “bütün bütün bir tehlike-i azim (büyük) bir tehlike” olan “ırkçılık” zihniyetine karşı “böyle kıymettar bir üniversitenin ehemmiyetini beyânı”, için lüzumu üzerindeki tesbitleri, dinde çok lâkayd ve Garplılaşmak ve an’anattan (manevî kültür ve geleneklerden) tecerrüd etmek (sıyrılmak ve kopmak) taraftarı bulunan bir kısım mebusları dahi” ikna eder. “Şark Üniversitesi”ne bütçeden tahsisat verilmesi yönünde kabullerini sağlar.

Zira Bediüzzaman’ın beyânıyla, “ekser enbiyânın (peygamberlerin) Asya’da, Şark’ta zuhuru (çıkması) ve ekser hükemânın ve feylesofların Garbda (Batı’da) gelmelerinin delâletiyle Asya’yı hakîki terakkî ettirecek, (maddî ve mânevî kalkındıracak) fen ve felsefenin tesiratından ziyâde, hiss-i dinî olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak ‘Garblılaşmak (Batılılaşmak)’ nâmıyla an’ane-i İslâmiyeyi (İslâmî esas ve kültürü) bıraksanız ve lâdînî (din dışı sistemi) bir esas yapsanız dahi, millet ve vatan selâmeti için dine, İslâmiyetin hakikatlerine, katiyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir” dersine ihtiyaç var.” (Emirdağ Lâhikası, 437-439)

Demokrat Parti’nin milletle bütünleşmesi, maddî ve mânevî kalkınma hamlesindeki başarısının sırrı budur. Ülkede her türlü etnik tefrika ve ırkçılığı ortadan kaldıracak, İslâm kardeşliği etrafında milletin birlik ve bütünlüğünü sağlayacak Bediüzzaman’ın bu haklı ikazına ciddiyetle kulak asmasındandır.

Menderes’in, Konya Nutkunda “Müslüman Türk milletinin evvela kendine ve gelecek nesillere dînini telkin etmesinin, onun esâsını ve kaidelerini öğretmesinin ebediyyen Müslüman kalmasının münâkaşa götürmez bir şartı olduğu” ifâdesinin anlamı da budur. “Mekteplerde din dersi olmayınca evlâdına kendi dînini telkin etmek ve öğretmek isteyen vatandaşlar bu imkânlardan mahrum edilmiş olurlar. Müslüman çocuğu dînini öğrenmek gibi pek tabiî bir haktan mahrum edilmemek icap eder. Bu itîbarla mekteplerimize din dersleri koymak yerinde bir tedbir olacaktır” diyerek inanç ve vicdan hürriyeti ve din eğitimi ve öğretimi hakkı çerçevesindeki bu görüşleri, millete hizmet yolundaki siyasetin şâhâne bir misalidir. (a.g.e., 419)

Keza Demokrat Parti Maarif Vekili merhum Tevfik İleri’nin, “Bizim için yol, köprü, baraj yapmak ne ise imam hatip okulu açmak da odur” açılımı, bunun gerçeğin bir başka tezâhüdürür.

Siyaset ve devlet bu gerçeğin gereğini yerine getirmesi oranında başarılı olmuştur…

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Tencere yuvarlanır, kapağını bulur



Mahallî idare seçimleri yaklaştıkça, ‘oy için yardım’ tartışmaları da yoğunlaştı. Hemen her seçim öncesinde benzer hâdiseler yaşanır ve haliyle tartışmalar da tekrarlanır. Bu konudaki en hararetli tartışmaların biri de, ANAP’ın iktidar olduğu 1990 öncesi dönemlerde yaşanmıştı.

Belki ‘bire bin katılması’ sebebiyle, dönemin iktidar partisinin bazı seçim bölgelerinde millete ‘tencere’ dağıttığı, ama ‘kapağını’ teslim etmeyi seçim sonrasına bıraktığı yazılmış ve söylenmişti.

Son dönemde de yine ‘oy için eşya dağıtma’ tartışması yapılıyor. Hatta bu konuda Yüksek Seçim Kurulu’nun çeşitli kararlar aldığı ve ilgililer hakkında soruşturma açılması isteneceği de ifade ediliyor. Tartışmanın odağında Tunceli’de dağıtılan yardımlar var. Seçimler öncesi ‘yardım dağıtımı’nın siyasî, hukukî ve ahlâkî yönüyle ilgili tartışmayı bir yana bırakıp, dağıtıldığı ifade edilen ‘bulaşık makinaları’ hakkında iki kelâm etmek gerekecek.

Eğer doğru ise,—ki dağıtımla ilgili fotoğraflara bakılırsa doğru olduğu anlaşılıyor—bazı ‘fakir’lere ‘bulaşık makinası’ hediye ediliyormuş. Diğer ‘hediye’leri anladık da, bu bulaşık makinesi hediyesine anlam veremedik. Yanlış anlaşılmasın, “Fakir, bulaşık makinesini ne yapacak, eliyle yıkasın!” demiyoruz. Ama asıl önemli olan ‘bulaşık makinesi’nin kaçıncı sıradaki ihtiyaç olduğudur! Madem yardım dağıtılan kişiler fakir ve muhtaç insanlar, onların daha öncelikli olan ihtiyaçlarının karşılanması gerekmez mi? Bugün bunca ‘zengin’liğimize rağmen şehirlerde yaşayan çoğu kişinin evinde de bulaşık makinesi yoktur. Bulaşık makinesi; buzdolabı, çamaşır makinesi ve fırından sonra gelen bir ihtiyaç olarak görülüyor. Öyle ise, evinde ‘su’yu akmayan ve başka pek çok eşyaya muhtaç olan ‘fakir’lere bulaşık makinesi hediye edilmesi ne anlama gelir?

Böyle vakitlerde ‘yardım’ dağıtılması, kanunen kabahat olarak görülmese bile ahlâken problemlidir. ‘Sosyal devlet’ anlayışı, bu ve benzeri yardımları seçim öncesinde değil, gerçek ihtiyaç duyulduğu zaman yapar ve yapmalıdır.

Şu da var ki, böyle yardımlarla kişilerin ‘oy’larının alınabileceği garanti değildir. Geçmiş dönemlerde de benzer yardımlar yapılmış, vatandaş ‘eşya’yı, ‘hediye’yi aldığı halde, oyunu ‘hediye dağıtan’a değil, gönlünden geçene vermiştir.

Yardım dağıtma esnasında yapılan böyle ‘teknik’ hatalar, insanlar arasındaki yardımlaşma duygusunu da köreltiyor. Her istismar, bir yardımseverin şevkini kırıyor, yapacağı yardımları yapmaz hâle getiriyor. O halde, bir ‘el’in yaptığı yardımı diğer ‘el’in haberi olmadan yapmaya gayret etmek lâzım. Gerçekten de ‘yardım listesi’ndeki buzdolabı, çamaşır makinası, çekyat ve tencere gibi eşyaları anladık, ama ‘bulaşık makinesi’nin ‘yardım listesi’nde yer almasını garipsedik. Türkiye; “ekmeği ve suyu” götüremediği köylere ‘bulaşık makinesi’ götürebilecek kadar ‘zengin’ midir?

Şimdiye kadar “Tencere yuvarlanır, kapağını bulur” denilirdi. Bundan sonra “Bulaşık makinası yuvarlanır, tenceresini bulur” denilse yeridir!

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Filistin ne yapmalı?



Bugün yapılacak olan İsrail seçimlerinden çıkması beklenen sonuç, saldırı ve katliâm politikalarını hız kesmeden devam ettirme sözü veren partilerin ağırlıkta olduğu bir siyasî yapı. İddialı liderler içinde “Hamas’ı tamamen yok edeceğiz” tehdidi savuranlar var.

Tabiî, işbaşı yaptığı günden bu yana Arap ve İslâm dünyasıyla ilişkileri düzeltme mesajları vermeyi sürdüren Obama yönetimi, seçimden çıkacak yeni İsrail hükümetine yeni katliâmlar için yeşil ışık yakar mı, orası şimdilik belli değil.

Obama’nın, evvelce Filistin sorununa kalıcı bir çözüm bulmak için, aralarında Demirel’in de bulunduğu uluslararası şahsiyetlerden oluşan bir heyetle hayli ciddî ve etraflı çalışmalar yapmış olan Mitchell’ı Ortadoğu temsilciliiğine getirmesi, yeni dönemde İsrail’i kendi başına bırakmaya niyetli olmadığının işareti olabilir mi?

Gerçi kimse ABD’nin İsrail’e desteğinin sona ermesini beklemiyor. Ama hiç değilse, İsrail’in Filistin’e hayat hakkı bile tanımayan insanlık dışı politikalarına ve kanlı emrivakilerine artık izin verilmemesi isteniyor. Ve bunları yapan bir İsrail’e dahi kayıtsız şartsız desteğini sürdürmesi, ABD’yi İslâm âlemi başta olmak üzere dünya ile ilişkilerinde ciddî şekilde sıkıntıya sokuyor.

Nitekim geçtiğimiz haftalardaki Gazze saldırılarının durdurulması için BM Güvenlik Konseyinde yapılan son oylamada ABD’nin dahi kabul oyu verme noktasına gelmesi, Obama döneminde izlenecek politikanın ilk işareti gibiydi.

O oylamada ABD’nin kabul oyunun çekimsere dönmesi ise, son dakikada kendisini arayan Olmert’in “fırça”sı üzerine Bush’un Rice’a telefon ederek verdiği talimatla gerçekleşmişti.

Netice olarak işaretler, İsrail’in Bush zamanındaki rahatlığı bulamayacağı farklı bir döneme girildiğini gösteriyor. Dökme kurşun katliâmının Obama işbaşı yapmadan evvel apar topar kotarılmasının asıl sebebi de her halde bu olmalı.

Hal böyle olunca, Filistin tarafının da yeni bir durum değerlendirmesi yaparak, sorunun çözümü için kendi üzerine düşenleri bihakkın yerine getirme gayreti içerisine girmesi gerekiyor.

Bu bağlamda, son günlerde en çok üzerinde durulan hususlardan biri olarak, Filistinlilerin kendi aralarındaki ihtilâfların sona erdirilmesi en önemli ve âcil ihtiyaçların başında gelmekte.

Hamas-El Fetih ikiliğinden hareketle, iki ayrı Filistin devletinden söz edilir hale gelinmesi, bölünmüşlüğün hangi boyutlara ulaştığını gösteren irkiltici bir işaret. Onyıllardır süren acılı ve sancılı bir mücadeleye rağmen daha bir Filistin devleti kurulamamışken, şimdi iki ayrı Filistin devletinden bahis açılması hiç olacak şey mi?

Filistinliler İsrail karşısında varlık gösterebilmek için evvelâ kendi içlerinde kuvvetli bir ittifak ve tesanüdü tesis etmek mecburiyetindeler.

Görev süresi sona eren ve Hamas tarafından “işbirlikçi” olmakla itham edilen Abbas bu birliği sağlayamayacak durumda ise—ki öyle görünüyor—o zaman tarafların uzlaşabilecekleri daha toparlayıcı bir isim bulunmalı. El Fetih ve Hamas, güçlerini onun arkasında birleştirmeli.

Daha doğrusu, Filistin mücadelesi, topyekûn Filistin halkının şahs-ı manevîsine dayanan yeni bir yapılanma ile sürdürülmeli ve bu dâvâya Arap ülkeleri başta olmak üzere, İslâm âleminin ve Batı dünyasının da desteği sağlanarak, 60 yıllık İsrail mezalimine hep birlikte son verilmeli.

Kronik Filistin sorununun çözümü için Mısır ve Suudî Arabistan’ın başını çektiği diğer Arap ülkeleri tarafından geliştirilen ve Batının desteğini de alabilecek barış planı, çoktandır masada.

Filistinliler, uzun yıllara dayanan zorlu, sancılı, ara ara sonuca varır gibi olduğu noktalarda suikast ve provokasyonlarla sabote edilen barış arayışında, geçmişin yanlışlarından doğru dersler çıkararak, birlik beraberlik içinde ortak stratejilerle yola devam ederlerse çözüm zor değil.

Dağınık ve kendi içinde kavgalı bir bünye ile İsrail’in hakkından gelmek ise kesinlikle imkânsız.

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




Fatma Nur ZENGİN

Ümmü’d-dünya



Bugün Kahire’ye dair yazacak çok şey vardı. Ümmü’d-dünya (dünyanın anası) Kahire iken, Türkiye’ye yahut İstanbul’a belki de Ebu’d-dünya (dünyanın babası) diyen arkadaşlar Türkiye’ye doğru hareket etmek üzerelerdi. Neden Mısır’da olduğumu anlayamayan Türkiye hayranı Mısırlılar... Baktım, bir yanda Mısır’da hayat çabası içerisindeki bizler, öte yanda Türkiye’ ye eğitim için giden Mısırlılar…

Kahire dünyanın nasıl olur da annesi olurdu diye düşünürken, penceremin önünden son model Hummer marka jipine binen takım elbiseli bir adam geçti… Nasıl annesi olunur dünyanın diyordum, beyaz elbiseli bir mango satıcısı geçti, başının üzerinde taşıdığı hasır sepetiyle… Ümmü’d dünya nasıldı, diyordum, Pazar sabahı kilisenin çanları çaldı sabah ezanından hemen sonra… Sorularımın cevabını takım elbiseli işadamı, beyaz elbiseli bedevi mangocu, kilisenin çanları ve sabah ezanları vermişti. Hepsini birden bağrında sadece bir anne taşırdı: dünyanın annesi…

Kahire, bitmek bilmeyen bir heyecanın, keşmekeşin şehri. Her sokağı döndüğünüzde, yeni bir sırrın açığa kavuşacağı yahut yeni bir sırrı öğreneceğiniz bir şehir. İlk geldiğim zamanlarda “Acaba bugün ne göreceğim, ne öğreneceğim?” düşüncesiyle dışarı çıkardım ve her gün kameramı yanıma almam gerektiğini hatırlardım. Sokak aralarında, ana caddelerde, camilerin önünde, alışveriş merkezlerinin civarında, Nil’in kıyısında yürüdükçe, karşınıza hangi sürpriz görüntünün çıkacağını kestirmenin mümkün olmadığı, hem Mısır’ın, hem Afrika’nın başkenti Kahire’ydi çünkü burası.

“İstanbul ile Kahire’yi mukayese etmeye kalkarsanız, İstanbul’a çok büyük haksızlık etmiş olursunuz” demişti tanıştığım bir İngiliz bey. Ben yine de bu iki şehrin birbirine neden bu kadar çok benzediğini ve nasıl bu kadar farklı olabildiklerini anlayamıyorum. Aslında demek ki herkes bir şekilde bu iki şehri kıyaslıyor ki, haksızlık edilen İstanbul oluyor. Fakat bir yandan, Kahire’nin dar sokaklarındaki pencerelerden size bakan bir çift göz, Balat’ın pencerelerinden size bakan bir çift göze o denli benziyor ki… O olmadığına emin olmak için bir kere daha bakmak zorunda kalıyorsunuz… “K” harfini telâffuzdan çıkarıp, bakkala “ba’al” dedikleri zaman, o bakkaldan mis gibi taze bir somun ekmek alabileceğinizi düşünüyor, hızla gidiyorsunuz. Sanırım, İstanbul’a haksızlık etmemek gerektiğini, o bakkalda somun ekmek bulamadığınızda anlıyorsunuz en çok.

Eğer Kahire’yi Mısır’dan ayrı yorumlarsanız, karşınıza bambaşka bir dünya çıkar. Ben Kahire’yi Mısır’dan ayrı yorumlarsam, Kahire’de hiç duramam. Çünkü Kahire’de yaşamak için, soluk alacak bir yere ihtiyacı var insanın. Gün gelsin deniz görsün, gün gelsin çöl görsün. Ama nefes alsın. Kahire’yi özlesin yeter ki. Artık eskisi kadar özlemediğimi, belki de özleyemediğimi fark ediyorum, bu eskisi kadar çok üzmüyor beni. Sanırım, İstanbul’un dışına çıkmadan İstanbul’da nefes alabiliyor olmanın lüksü varken, Kahire’den ayrı kalmak eskisi kadar üzmüyor beni. Yine de veda zamanı yaklaşırken, insan derin düşüncelere dalıyor… Her veda az biraz zordur insana…

Allah’ın izniyle, şimdilik Mısır’dayım, veda etmiyorum temelli… Belki haftaya ve devam eden haftalarda başka ülkelerden yazıyor olacağım. Ümmü’d-dünyaya en kısa zamanda dönmek üzere….

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Cennetliklere yapılan ikramlar



Cehennemden en son çıkıp Cennete giren kimseye ne kadar mülk verilecek dersiniz?

Bu sorunun cevabı, aynı zamanda Cennetliklere ne kadar ikramlarda bulunacağı da göstermiş olacaktır. Cehennemden en son çıkan imanlı insan “Cennete gir!” emrini alınca bakar ki her taraf dopdolu. Nereye gideceğini şaşırır. Cenâb-ı Hak da ona dünya büyüklüğünde bir Cenneti ihsan eder.1

Diğer bir hadis-i şeriften de Cennetliklerin en aşağı mertebesinde bulunan bir kimseye seksen bin hizmetçi, yetmiş iki hanım ve inci, zebercet ve yakuttan inşâ edilmiş Cabiye ile San’a arasını içine alacak büyüklükte bir saray verilir.2

Orada herkes dünyadaki amellerinin karşılığı olarak mükâfatlara erecektir. Meselâ Allah yolunda canla başla cihad edenler için Cennette yüz derece verilir. Herbir derecenin arası da yerle gök kadardır.3

Cennetlikler nimetlere gark olurlar. Pınar başlarındadırlar. Onlara, “Oraya selâmetle ve emniyet içinde girin” denilir. Allah onların gönüllerinden her türlü kini çıkarıp atar. Onlara hiçbir zorluk ve sıkıntı erişmez; onlar oradan çıkarılacak da değillerdir.4

Bu iman edip güzel işler işleyenler birer Cennet bahçesinde ikramlara kavuşur, güzel sesler ve nağmelerle safa sürerler.5

Orada ne boş bir söz işitirler, ne de günaha sokacak birşey. İşittikleri söz selâmdır, selâmettir.6

Kavuştukları onca nimete şükretmeyi de ihmal etmezler. “O Rabbimiz ki, ebedî olarak kalınacak bu yurda bizi lütfuyla yerleştirdi. Burada bize ne bir yorgunluk dokunur, ne de bir usanç gelir” derler.7

İnsanı üzecek hiçbir şeyin bulunmadığı, sevindirecek her şeyi içerisinde bulunduran Cennet gerçekten binlerce kere şükrü gerektirecek büyük bir nimettir. Bunlardan daha büyük nimetler de var Cennette. Bunun üzerinde de inşaallah bir sonraki yazımızda duralım.

DİPNOTLAR: 1. Buharî, Rikak: 51; Müslim, İman: 308. 2. Tirmizî, Cennet: 23. 3. Buharî, Cihad: 4; Müslim, İmare: 116. 4. Hicr Sûresi: 45-48. 5. Rum Sûresi: 15. 6. Vakıa Sûresi: 25-26. 7. Fatır Sûresi: 35.

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Birinin zararına yaptığımız yemini bozmalıyız



Ahmet Bey: “Bir hatası nedeniyle işçimi işten çıkarmıştım. Çıkarırken de bir daha sana iş vermeyeceğim diye yemin ettim. Aradan bir hayli zaman geçti. Adam iş bulamadı. Perişan oldu. Şimdi yeniden çalışmak için bana geldi. Yalvarıyor. Ben seni işe almamaya yeminliyim diyorum, ama çare değil. Onu işe almaya ihtiyacım da var aslında ve yemin ettiğime pişman oldum. İşi biliyor ve yapıyor. Bu durumda ben ne yapayım? Yeminimi bozarsam günah olmaz mı? Kefaretini vermek sûretiyle adamı işe almakla doğru yapmış olur muyum? Eğer böyleyse kefaretini nasıl ve ne şekilde ödeyeceğim?”

Yemin eğer bir farzı terk etmeye, Müslümanlar arası barışı bozmaya, Müslüman’lardan birinin veya birkaçının zararına, bir musibetin gelmesine veya bir menfaatin engellenmesine sebep olacak şekilde yapılmışsa; yemin bozulur, yani yemine uyulmaz ve yapılan yemin için kefâret verilir. Bu çerçevede yemini bozmak ve kefaret ödemek günah değildir. Bilâkis burada günah olan, birinin zararına olacağını bile bile yemin etmektir ve yemini sürdürmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyuruyor ki: “Allah adına yaptığınız yeminleri iyilik etmenize, günahtan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın. Allah işitir ve bilir.” 1

Öyleyse yaptığımız yemin iyilik etmemize ve insanların arasını ve işini düzeltmemize engel ise, böyle yemini bozmak ve kefaretini ödemek doğru davranıştır.

Üç çeşit yemin vardır. Bunlar: 1. Lağv yemini. 2. Geçmişe dönük haberleri doğrulamak amacıyla yapılan yeminler. 3. Geleceğe dönük akit ve sözleşmeleri kuvvetlendirmek için yapılan yeminler.

Bunlara sırayla temas edelim:

1. Lağv Yemini: “Lağv” tabiri Kur’ân’a aittir. Kur’ân, “doğru olduğu sanılarak, dil alışkanlığı ile veya yanlışlıkla” yapılan yeminleri bu tabirle zikreder. Ve bu tür yeminlerden dolayı sorumluluk olmadığını bildirir. Âyet şöyledir: “Allah sizi lağv türü yeminlerinizden dolayı sorumlu tutmaz. Lâkin bilerek yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah gafûrdur, halîmdir.”2

Lağv yeminine “alışkanlık yemini” de denebilir. Kişinin dilinin kasıtsız ve bilinçsiz olarak yemin cümlesine kayması bu cümledendir. Bu, bir yemin sayılmaz. Çünkü bu tür yeminler bir işi sağlama almak veya ispatlamak kastıyla yapılmış değildir. Bunlar, mânâsı düşünülmeden, kendiliğinden ağızdan çıkıveren sözlerden ibârettir. Meselâ herhangi bir konuşma sırasında ikide bir “Evet vallahi... Hayır vallahi” gibi sarf edilen sözler lağv sözleridirler. Yemin değildirler. Bu sözlerin kefâreti, mümkün mertebe dili bu sözlerden temizlemek ve yeminsiz konuşmaya alışmaktır.

2. Geçmişe dönük haberleri teyid eden yeminler: Bu tür yeminlere fıkıh literatüründe “gamûs yemini” de denmektedir. “Vallahi ben falan işi yaptım.” Veya “Allah’a yemin ederim ki, ben o kişiyi görmedim” gibi yapılan yeminler bu türdendir.

3. Geleceğe dönük akitleri ve verilen sözleri kuvvetlendirmek için yapılan yeminler: Bu tür yeminlere de fıkıh dilinde “Mün’akit yemin” denmiştir. “Vallahi şu işi yapacağım”, “Billahi oraya girmeyeceğim” gibi ifâdelerle, gelecekle ilgili işlere dönük verilen sözleri kuvvetlendirmek için yapılır. Peygamber Efendimiz’in (asm), “Allah’a yemin ederim ki, ben Kureyş’e savaş açacağım”3 sözü gelecekle ilgili yapılan yemine bir örnektir.

Lağv yemini için kefâret gerekmiyor. Fakat dili böyle alışkanlıklardan temizlemek gerekir. Diğer yemin türlerine gelince: Gerek geçmişe dönük haberlerle ilgili yalan yere bilerek yapılan yeminler için, gerekse geleceğe dönük akit ve sözleşmelerle ilgili yapılan ve bozulan yeminler için kefâret ödemek Allah’ın emridir, yani farzdır. Yapılan ve bozulan her bir yemin için öncelik sırasına göre: “1- On fakiri yedirmek. 2- Veya on fakiri giydirmek. 3- Veya mü’min bir köle âzâd etmek. 4- Ya da bunlara gücü yetmeyenlerin üç gün oruç tutması” şıklarından uygun olanı tercih edilmek sûretiyle kefaret ödenir.4 Yemini için on fakiri doyuran, on fakiri giydiren veya bir köle âzâd eden kimsenin, bundan başka ayrıca oruç tutmak gibi bir yükümlülüğü de yoktur. On fakiri doyurmaya, giydirmeye veya köle âzâd etmeye güç yetiremediği için zorunlu olarak oruç tutmayı tercih eden kimsenin de, “fakir doyurmak veya giydirmek” yükümlülüğü yoktur.

Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi, 2/224 2- Bakara Sûresi, 2/225 3- Ebû Dâvûd, 3285 4- Mâide Sûresi, 5/89

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Risâle'de hürriyet ve demokrasi



Hürriyet hakikatini kitlelere hitap ederek (Temmuz 1908) tesirli bir sûrette anlatan Üstad Bediüzzaman, imâna intisap ettiği ve Allah'a hakkıyla kul olmanın bir hususiyeti olarak kabul ettiği bu muazzam hakikati, en önce nefsine kabul ettirerek ona olan sadâkatini ibraz ve ispat ediyor.

Bediüzzaman'ın, seksen küsûr yıllık ömründe hükmünü nefsinde bilfiil tatbik ettiği “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” sözü, dillere destan olmuştur.

1908 yılı Temmuz ayı sonlarında önce Manastır'da, ardından Selanik ve İstanbul'da peşpeşe ilân edilen Hürriyet ve Meşrûtiyete hakkıyla sahip çıkan ilim erbabının başında Bediüzzaman Hazretleri gelir.

Bundan dolayıdır ki, bu büyük inkılâbın hemen üçüncü gününde Sultanahmet Meydanında ve muhtemelen bir hafta sonra da Selanik'teki Hürriyet Meydanında kalabalıklara hitaben "Hürriyet Nutku"nu irad eden Üstad Bediüzzaman, o günlerin en parlak şahsiyetlerinden biri olmuştur.

Bugün dahi büyük bir takdir ve hayranlıkla okunan "Hürriyete hitap" nutku, Üstad'ın "İki Mekteb–i Musibetin Şehâdetnâmesi/DHÖ" isimli eserinin sonunda yer almaktadır. İsteyen bu nuktun tamamını okuyabilir; biz burada çok kısa bir bölümünü sizlere takdim ediyoruz:

"Ey hürriyet–i şer’î! Öyle müthiş ve fakat güzel ve müjdeli bir sada ile çağırıyorsun ki, benim gibi bir bedeviyi tabakat–ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet, zindan–ı esarette kalacaktık. Seni ömr–ü ebedî ile tebşir ediyorum (müjdeliyorum.) Eğer aynü'l–hayat–ı şeriatı menba–ı hayat (hayat kaynağı) yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan; bu millet–i mazlumenin de eski zamana nisbeten bin derece terakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse ve ağraz–ı şahsî ve fikr–i intikam ile sizi lekedar etmezse..."

"Bu inkılâb–ı azîmin fatihası mucize gibi başladığı için bir fâl–i hayırdır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılâp, fikr–i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad–ı terakkiye karşı setleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta–yı mevtten tahlis ve bu millet–i mazlumede cevahir–i insaniyeti izhar ve âzâde olarak Kâ'be–i kemâlata doğru gönderdiği gibi, hatimesi (neticesi) de, ...Asya’yı ve Rumeli'ni tenvir ve ...hürriyetin yağmuru ile neşvünema bularak rengârenk elvân ile tezyin edeceğini, bu fâl–i hayır bize müjde veriyor.

"Ey ebnâ–yı vatan! Hürriyeti sû–i tefsir etmeyiniz (yanlış yorumlamayınız), tâ elimizden kaçmasın ve müteaffin (köhnemiş, kokuşmuş) olan eski esareti başka kapta bize içirmekle bizi boğmasın."

Bediüzzaman: "Demokratlık, meşrûtiyet mânâsında"dır

Daha evvel olduğu gibi, bugünlerde de sıklıkla bize şu suâl soruluyor: "Bütün kuvvetiyle meşrûtiyete sahip çıkan Bediüzzaman Hazretleri, acaba demokrasiden de söz etmiş midir? Bazıları Hz. Üstad'ın demokrasiden hiç söz etmediği, bu iki mefhumu ayrı telâkki ettiği, dolayısıyla bizlerin de meşrûtiyete olduğu kadar demokrasiye sahip çıkmamızın gerekmediğini söylüyor. Bu doğru mudur?"

CEVAP: Risâle–i Nur'da aynen "hürriyet ve meşrûtiyet" gibi "hürriyet ve demokrasi" tâbirleri de yanyana zikrediliyor. Dahası, Bediüzzaman Said Nursî'nin "hürriyet ve demokrasi"nin tesisine bütün milletle beraber çalıştığı ve bu meyanda hasıl olan muvaffakiyetten dolayı da memnun olduğu açıkça ifade edilmektedir.

Benzer mânâdaki takdirkârâne ifadeler Risâle–i Nur'daki muhtelif bahislerde de zikredilmekle beraber, ayrıca bizzat Bediüzzaman Hazretlerinin de meşrûtiyeti "demokrat" ve "demokratlık" tâbirleriyle yâd edip tefsir buyurduklarını görmekteyiz.

İşte, bu noktayı ispat eden pekçok delilden birkaç tanesi...

BİR: Üstad Bediüzzaman'ın yine Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserinin sonlarında yer alan ve "Ey mebûsân!" nidâsıyla başlayan bir hitabesi var.

Vaktiyle Volkan gazetesinde (Mart 1909) "Yaşasın şeriat–ı garrâ" başlığıyla neşrolan ve 1950'li yıllarda "Yaşasın Kur'ân'ın kànun–u esâsileri" başlığıyla son şeklini alan bu makalede, yeni yeni teşekkül etmeye başlayan demokratik cumhuriyetin meşrûtiyet mânâsında olduğu aynen şu sözlerle nazara veriliyor: "Cumhuriyet ve demokrat mânâsındaki meşrutiyet ve Kânun–u Esasî denilen adâlet ve meşveret ve kànunda cem–i kuvvet...."

Kaynak: Bu kısım, adı geçen eserin Sözler Yayınevi ile Envar Neşriyat (2000, s. 80) baskılarında olduğu gibi Yeni Asya Neşriyat (1995, s. 69) nüshalarında da aynen yer alıyor.

İKİ: Hemen bütün yayınevlerinin basmış oldukları "Emirdağ Lâhikası" isimli eserin sonlarında "Kalbe ihtar edilen içtimaî hayatımıza ait bir hakikat" başlığıyla yer alan Üstad Bediüzzaman'ın o meşhûr mektubunda, "demokratlık" şeklinde telâffuz edilen demokrasi, "İslâmiyetin bir kànun–u esâsisi" ile irtibatlandırılarak şu hakikatli sözlerle nazara veriliyor: "İslâmiyetin bir kànun–u esasîsi olan, hadis–i şerifte (Seyyidü'l–kavmi, hâdimuhum) yani 'Memuriyet, emirlik ise, reislik değil, millete bir hizmetkârlıktır.' Demokratlık, hürriyet–i vicdan, İslâmiyetin bu kànun–u esasîsine dayanabilir."

Kaynak: Age, s. 386; Yeni Asya N., 1994.

ÜÇ: 1952’de İstanbul’da görülen Gençlik Rehberi mahkemesine, ehl–i vukufa cevaben verilen itiraznameden kısacık bir bölüm: "Ey adâlet–i hakikiyenin mümessilleri sıfatıyla hukuk–u umumiyeyi ve haysiyet–i milliyeyi muhafaza eden hâkimler! Gençlik Rehberi’nin ...adalet–i kanun ve hürriyet–i fikir ve vicdan düsturuyla mahkûmiyeti ve muhakemesi mümkün değildir. Hürriyet–i fikir ve hürriyet–i vicdan düsturunu en geniş mânâsıyla tatbik eden cumhuriyet idaresinin demokrasi kànunlarıyla asla kabil–i telif değildir."

Kaynak: Emirdağ Lâhikası, s. 365.

DÖRT: "Tarihçe–i Hayat" isimli eserin 633. sayfasında yer alan İsa Abdülkadir'in yazısından kısa bir bölüm: "...Nur Talebeleriyle Nur Risâleleri ve onların bu büyük hizmet–i Kur’âniyeleri Demokrat hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübârek âlem–i Islâmdaki hareket–i Islâmiye bu hükûmet–i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor."

BEŞ: Yine "Tarihçe–i Hayat" isimli eserin 567. sayfasında yer alan Avukat Mihri Helav'ın mahkemedeki müdafaasından hürriyet ve demokrasi ile ilgili bölümde aynen şu ifadeleri okumaktayız: "Filhakîka, müvekkilim (Bediüzzaman Said Nursî), bütün milletle beraber istibdâda karşı mücâdele etmiş, hürriyet ve demokrasinin tesisine çalışmış ve bu hususta husûle gelen muvaffakıyetten dolayı da memnun olmuştur."

Netice: Üstad Bediüzzaman'ın hürriyet ve meşrûtiyet gibi, cumhuriyet ve demokrasiye de hak ve hakikat nâmına sahip çıktığına dair, yukarıda sıraladığımız delil ve ispat listesini daha da uzatmak mümkün. Ümit ederiz ki, bu muhkem deliller, aksi iddialarda bulunanları ya iknaya, ya da ilzâm etmeme kâfi gelsin.

10.02.2009

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

İnsan beyni “Allah’a inanmak için programlanmış”



Fıtrat, yani, Allah’a inanmanın delili, ilmî araştırmalarla ortaya konmuş. Dünyanın en saygın üniversitelerinden Yale Üniversitesi tarafından yapılan ve dünyanın yine en saygın bilim dergilerinden New Scientist’ta yayınlanan bir araştırmaya göre insan beyni “Allah’a inanmak için programlanmış”...

Bebekler ve çocuklar arasında yapılan araştırmaya göre, insan beyninin tabiatında Allah’a ya da bir yaratıcıya inanmak var. Beyin “sebep ve sonuçla” çalışıyor. Beyin, “beyin ile ruhun” birbirinden ayrı olduğunu düşünmek için programlı... Bu da “hayalî arkadaşlar” edinmeye veya “Allah’a ve dinlere inanmamıza” sebep oluyor...

Araştırmaya göre, hiçbir din eğitimi almamış 6-7 yaşında çocuklar bile dünyadaki her şeyin bir sebebi olduğuna inanıyor. Taşların, nehirlerin veya kuşların yaratılmasının bir sebebi olduğunu düşünüyor.

Darwinciler ise, bunu “doğal seleksiyona” bağlamış. Oysa tabiî seleksiyonun da meydana gelebilmesi için bir sebep, bir Müsebbibü’l-Esbâb lâzımdır. Yani, sonsuz bir kudret sahibi.

Fıtrat delilinin açılımını yaparsak:

Kuluçka için tavuğun altına konan ördek yumurtasından çıkan civciv, bir müddet sonra suya atlar.

Su, donarsa kabını parçalar.

Tohum, toprağı delip yeryüzüne çıkar ve sümbül verir. Bunlar fıtrattır. Ve fıtrat yalan söylemez! Yani her şey, dizayn edildiği yapıya göre hareket eder.

İnsanoğlunun, sapkınlıkla da olsa, kâinatın yaratıcısından başkasına tapması, onu “büyük” tanıması, “yaratıcı” olarak kabul etmesi, inanmanın fıtrî olduğunu gösterir.

Temiz hava veya su bulamayan, pis ve kirlisiyle yetinir. Gerçeğe ulaşamayan, Allah’ı tanıyamayan, O’nun vasıflarını maddeye/toteme/putlara taksim eder.

Putlara, birtakım unsurlara tapınma ve ibadet, yaratılışın, fıtratın aslında iman ve ibadet için olduğunu gösterir. Tarih boyunca en ilkel toplumlarda bile yanlış, sapık ve bâtıl şeylere inanma, tapınma, ibadet etme ve sığınma, insan ruhu için iman/ibadetin nefes almak gibi temel bir ihtiyaç olduğuna delildir. Dinler tarihi, beşerin hiçbir devirde dinsiz yaşayamadığını göstermektedir. Mutlaka bir şeye, bir güce inanmışlardır.

Vicdanlar/fıtratların, Allah’a ibadet etmesi, O’nu tanıması, O’na boyun eğmesi, zikir ve şükretmesi, O’nun varlığını ve büyüklüğünü göstermektedir.

Kâinatı yaratan kim ise, insanı da o yaratmıştır. Çünkü insan, kâinatın bir minyatürüdür. Kâinatın tabiatında, fıtratında ne varsa, insanın yapısında da o vardır. Bütün bunlar gösteriyor ki, inanmak bir zarûrettir; zira o, fıtratta vardır. İnsan fıtratına bu ihtiyacı yerleştiren, bize inanmayı emreden, aynı zattır. Ve o da Allah’tır (cc).

10.02.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]




Abdil YILDIRIM

Bediüzzaman'ın gözleri



Bediüzzaman kâinata sadece ruhun penceresi olan beden gözü ile bakmıyor. Sanki bütün duygularına bir beden verilmiş de, her bedenine hassas bir göz takılmış gibi, bir çok gözle çevresine nazar ediyor. Kalp gözü ile iman penceresinden, gönül gözü ile muhabbet penceresinden, merhamet gözü ile şefkat penceresinden, dostluk gözü ile vefa penceresinden, teâvün gözü ile tesanüd penceresinden çevresine bakıyor.

Öyle bir göz ki, baktığı zaman eşyanın ruhunu görüyor. Canlı varlıkların olduğu gibi, cansız varlıkların da hâlini görüyor, duygularını anlıyor, dertlerini dinliyor. Bîşuurların da zîşuur olduğunu kabul edip, kendine muhatap ediyor. Her zerrenin büyük bir san'at eseri olduğunu gördüğü için, zerrelere de büyük değer veriyor. Onları var eden San'atkâr’a hürmeten san'atlarına saygı gösteriyor.

Yunus Emre’nin “Yaratılmışı sevdim, Yaradan’dan ötürü” diyerek mahlûkata gösterdiği sevgiyi, Bediüzzaman daha müşahhas olarak onlara bir de vefa ve hasret gibi duygular yükleyerek muhabbetini belirtiyor. Bunu yaparken de edebî san'atları en güzel şekilde kullanarak en belâgatlı cümlelerle meramını ifade ediyor. Teşhisleri, tasvirleri, tekrirleri, telmihleri, istiâre ve intakları, o kadar samimî ve sıcak bir şekilde kullanıyor ki, her varlık onun gözünde bir dost, bir kardeş oluyor. Zerreler canlanıyor, kürreler dile geliyor.

İfadelerindeki nezafet, nezaket ve letâfet, edebiyatçılara edep dersleri veriyor, medenîlere medeniyet öğretiyor. Karıncalar için “cumhuriyetçi”, bal arıları için “tatlıcı böcekleri”, sinekler için “küçük kuşlar”, bülbül için “tesbihan, nutukhan” gibi benzetmeler yaparken; halk arasında pek de sevimli bulunmayan eşek için de “işlek” diyerek, bu çalışkan hayvanın da hakkını teslim ediyor.

Bediüzzaman, eşyalara da farklı bir gözle bakıyor. Kendisine yardımcı olan, işini kolaylaştırıp hizmetinde bulunan eşyalara da ayrı bir değer veriyor. Kırılan bir çay kaşığını atmaya gönlü razı olmazken, ustura için “yirmi dört sene tıraşıma hizmet eden bir ustura”, çarşaf için “çok zamandan beri bana hizmet eden bir çarşaf” diyerek, istimâl ettiği ve istifade sağladığı eşyalara da sevgi ve vefa duygusunu ifade ediyor.

Bediüzzaman Hazretleri, talebelerine ve dostlarına çok değer verdiği gibi, onların eşyalarını da bir dost, bir kardeş gözüyle bakıyor. Şu ifadeleri, ondaki vefa duygusunun ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir: “Ben kolu kısa, boyu kısa cübbeme razı oldum; daha birşey lâzım değil. Hüsrev’in sakosu yanımda makbul misafirdi, gönderiyorum.” Cüppesi cüssesine küçük geldiği halde ondan razı olduğunu belirtiyor, bir talebesinin ceketini makbul bir misafir olarak görüyor. Ondan ayrılmakla bir hasretlik duygusu yaşıyor. Dünyada böyle bir muhabbet, vefa ve kadirşinaslık örneğine rastlamak kolay değildir. Ancak Bediüzzaman gibi bir kalp ve gönül zenginliğine sahip olanlar, bir dostunun eşyasını makbul bir misafir olarak görebilirler.

Üstadımızın kâinata ve içindekilere bakış açısından çıkarmamız gereken çok önemli dersler vardır. Acaba bugün biz dost ve kardeşlerimizin eşyasına değil, eşhâsına hangi gözle bakıyoruz? Onlara ne kadar muhabbet ve vefa duygusu besliyoruz? Aramıza yeni katılan bir kardeşimize ne kadar ilgi gösteriyoruz? Çeşitli sebeplerle aramızdan ayrılmak durumunda olanları tekrar kazanmak için neler yapıyoruz?

Bediüzzaman’ın gözlerini üzerimizde hissetsek, biz de çevremize onun gözleri ile bakabilir, yukarıdaki sorulara da gönül rahatlığı içinde müsbet cevaplar verebiliriz diye düşünüyorum.

10.02.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır