"Gerçekten" haber verir 29 Mart 2009
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formuİletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Süleyman KÖSMENE

Zekâtlarımız ve himmetlerimiz



Sri Lanka’dan Fatma Kıran: “Yapmış olduğumuz himmetler zekât yerine geçer mi? Zekât yerine geçmesi için niyet şart mı? Bir başka deyişle zekâta niyet etmeden vermiş olduğumuz himmetler (din ve iman hizmetleri için verilen para) zekât yerine geçer mi? Eğer zekât yerine geçmezse bundan sonra zekât niyetiyle himmet verilse tekrar zekât vermek gerekir mi?”

Kur’ân’da zekât verilecek sekiz sınıftan özellikle bir tanesi, konusu itibariyle doğrudan İslâm’ın yayılması, imanın tebliği ve Kur’ân hizmetleri ile ilgili alanları kapsar. Bu sınıf Kur’ân’da sekiz sınıfın içinde “fîsebilillah” terimiyle ifade edilir.

Fîsebîlillah: İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için cihâd edenler sınıfıdır. Bu beyanla Kur’ân, Allah yolunda çalışan ve Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden bütün hizmet birimlerinin zekâtla desteklenmesini emrediyor. Zaman değişir, araç ve gereç değişir; ama gâye değişmez. Öyle ki, dün cihad malzemesi kılıç ve kalkan iken; günümüzde bunların yerini kitap, kalem ve değişik hizmet donanımı almıştır. Binâenaleyh, Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve îlân etmek, îmân hakîkatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nûr olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak gibi alanlardan birini veya bir kaçını yürütmeyi görev bilmiş hizmet birimlerinin, arsa, bina, araç-gereç… vs. ayırt etmeden zekât bütçesinden destek almaya hakları vardır.

Nitekim dört mezhebe göre, Allah yolunda cihad edenlere, ihtiyaçları olan silâh, at, yiyecek, içecek ve yol masrafları zekât fonundan karşılanabilir. Şâfiî mezhebine göre Allah yolunda cihad edenler zengin bile olsalar; yol, ikamet ve diğer masrafları bu fondan karşılanır. Giyim, silâh, eşya ve diğer malzemelerini taşımak için gerekli vâsıta bu fondan temin edilir. Mücâhede süresi içinde bakmakla yükümlü oldukları çoluk ve çocukları, ailesi ve yakınlarının nafakaları da zekât fonundan ödenir. Eskiden cihadın kılıçla, kalkanla, silâhla, atla yapıldığını; günümüzde ise medenî milletlere ve insanlara karşı kitapla, kalemle, yayınla, neşriyâtla ve muhtelif beşerî ve sosyal faaliyetlerle yapıldığını nazara alan çağdaş âlimler, Müslümanlar yararına yapılan her türlü hayırlı faaliyetlerin zekât bütçesinden desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ederler.1 Yusûf El-Kardavî cihadın sadece silâhla ve kılıçla yapılmadığını; Peygamber Efendimiz’in (asm) “Sultana karşı hakkı konuşmayı” “en efdal cihad” olarak nitelediğini ve “dil ile cihâdı” tavsiye buyurduğunu kaynakları ile gösterdikten sonra, yeryüzünde Allah’ın adını yükseltmeyi amaçlayan, gençleri ve toplumu zararlı ve yıkıcı yayınlara karşı korumak, İslâm’ı, îmânı ve iyi ahlâkı öğretmek ve teşvik etmek için kurulan her türlü İslâmî ve Îmânî tebliğ merkezlerinin yaptıkları çalışmaların “cihad” mânâsından ayrı düşünülemeyeceğini; binâenaleyh böyle hizmet merkezlerinin Müslümanların zekâtlarından payının öncelikli bulunduğunu kaydeder.2 Hanefî Mezhebi âlimlerinden İmam Kâsânî ile3, müfessirlerden Fahrettin Râzî’nin4 de görüşleri bu doğrultudadır.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ise, zekât çeşmesinin çorak topraklar hükmünde bulunan ve zarûrî derecede ihtiyaçlı olmadığı halde, sürekli âcizliğini ve fakîrliğini ileri sürerek hep dünyevî ihtiyaçlarını gündemde tutan “seele” (dilenci) grubunun tekelinden kurtarılmasını, bu çeşmeye güzel bir mecrâ ve havuz yapılmasını ve bu havuz ile milletin “kemâlât bahçesinin” sulanmasını önemle tavsiye etmiştir.5 Bedîüzzaman Hazretleri İslâm’ın gelişmesi ve Müslümanların gelişmiş milletler seviyesine yükselmesi için zekât gelirlerinin “millet menfaatine” harcanmasını tavsiye ediyor6; “Medresetü’z-Zehrâ”nın İslâmiyet’e ve insanlığa gösterdiği hizmetle, inananların zekâtları ile desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ediyor.7

İslâm’ın gelişmesi, iman hakikatlerinin genişleyerek doğru biçimde benimsenmesi ve İslâm ahlâkının yaşanması ve dünya toplumlarına tanıtılması, Müslüman toplumların ve nihayet insanlığın topluca “menfaatine” bir cihad alanı olduğundan; bu maksatları güden hizmet birimlerinin arsası için, binası için ve hizmet araç gereçleri için doğrudan ve aracı kullanmadan zekât verilebilir. Burada, zekâtın direkt olarak cihad alanına ve hizmet yerine sarf edilmesiyle temlik şartı yerine gelmiş oluyor. Mülk sahibi hizmeti alan insanlardır.

Din ve iman hizmetlerine yaptığımız himmetlerin zekât sayılabilmesi için elbette niyet şarttır. Yani zekât niyetiyle vermiş olmamız gerekiyor. Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Hayrettin Karaman, İ.I. Günümüz Meseleleri-2, s. 98, 99; İlmihal I, T. Diyanet Vakfı, s. 488 2- Kardavî, Ç.M. Fetvâlar, 1/388 3- Bedâiu’s-Sanâî, 2/45 4- Tefsîr-i Kebîr, 16/113 5- Münâzarât, S. 64; Münâzarât, s. 81 6- Münâzarât, S. 64 7- Münâzarât, s. 81.

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yeniden haşmetli günlere ulaşmak



Kalkınmak, gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşmak her geri kalmış ülkenin en büyük arzusu. Bu ihtiyacı hisseden milletler bu yolda adım atma yoluna da girerler.

Milletin geri kalmışlığını dert edinen büyük İslâm âlimi Bediüzzaman da bunun için gerekli her çareye başvurmuştur.

Ona göre kalkınabilmek için Resûlullah’ı (asm) ve onun getirdiği İslâmı model ve ölçü almaktan başka çare yoktur.1 Sadece manevî sahada değil, maddî sahada da peygamberleri örnek almak, onların mû’cize eliyle insanlığa hediye ettiği harikalardan faydalanarak benzeri gelişmeleri yapmak2 ilmî ve teknolojik kalkınmanın en önemli altyapılarından biridir.

Bunu gerçekleştirebilmek için de en büyük düşman olan cehaletle mücadele edilecektir. O da fen, san'at ve Kur’ân cevherinden yapılmış mânevî silâhlarla mağlûp edilecektir.3

Bediüzzaman’ın insanlığın ahirzamanda ilim ve fenlere döküleceğini, bütün kuvvetini ilimden alacağını, hüküm ve kuvvetin ilmin eline geçeceğini söylemesi de4 oldukça ilginç değil midir?

Medeniyet ve ilerleme açlığı içerisinde olmalı, buna her zaman ihtiyaç duymalıdır. Çünkü Bediüzzaman’a göre bu açlık san'at ve medeniyetin pederi ve üstadı olduğu gibi terakkinin de üstadıdır.5

Bu faaliyet ve gayretlerde himmeti kendine değil millete hasretme esas olmalıdır. Çünkü, “Bir adamın kıymeti himmeti nisbetindedir. Kimin himmeti milleti ise o kimse tek başıyla küçük bir millettir. Kimin himmeti yalnız nefsi ise o insan değil. Çünkü insanın fıtratı medenîdir, ebnâ-yı cinsini mülâhazaya mecburdur. Hayat-ı içtimâîyesi ile, hayat-ı şahsiyesi devam edebilir.”6

Demek refah ve saadetin yolu çalışmaktan geçiyor.

Dipnotlar:

1- Hutbe-i Şamiye, s. 18.

2- İşaratü’l-İ’caz, s. 238-240.

3- Divan-ı Harb-i Örfî, s. 46, 49.

4- Sözler, s. 275.

5- Hutbe-i Şamiye, s. 39.

6- Tarihçe-I Hayat, s. 64.

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Yasemin GÜLEÇYÜZ

Onlar gökteki yıldızlar gibi…



Sahabeler, Peygamberimizin (asm) benzetmesiyle gökteki yıldızlar misâli, asırlardır kesret çöllerinin karanlıklarında kaybolmaya yüz tutan inananlara yol gösteriyorlar, hakikati sunuyorlar.

Hangi konumlarda nasıl davranmamız gerektiği konusunda eşsiz bir modeller. Çok farklı çevrelerden gelen, farklı eğitimler alan, birbirinden değişik fıtratlara ve mizaçlara sahip olan sahabelerin tavırları, kararları, soruları, cevapları, üzüntüleri, sevinçleri, seyahatleri bizlere hayat yolculuğumuzda ışık tutan, yön gösteren örnekler teşkil etmekte.

Geçenlerde okuduğum iki hanım sahabenin hayatı da “ummandan katre” misâli bunlardan bir tanesi işte:

Dil yarasına Peygamber tesellisi

Hz. Dürre (ra), Peygamberimize (asm) yaptığı zulümler üzerine hakkında Tebbet Sûresinin indiği Ebû Leheb’in kızıdır. Gencecik bir kızken İslâmı kabul ederek Mekke’den Medine’ye hicret etmiştir. Medineli mü’mineler, Ensar hanımları ona “Hoş geldin!” ziyaretine geldiklerinde inen sûreyi hatırlatarak bu durumda Dürre’nin hicretinin nasıl kabul edilebileceğini sorarlar kendisine. Zira Tebbet Sûresinde babası ve annesinin Cehennemdeki halleri açık bir şekilde zikredilmiştir. Hz. Dürre çok incinmiştir söylenenlerden. Peygamberimize giderek durumu anlatır. Peygamberimiz (asm) ilk hutbesinde “Bazılarınıza ne oluyor ki, benim Ehl-i Beytimi incitiyor?” şeklinde bir konuşma yaparak küfür karanlığının, suçun, kabahatin şahsîliğini, çevresine sirayet ettirilmemesi gerektiğini ders verir sahabelerine.

Ebû Leheb, Efendimizin (asm) amcası olduğu halde zulmü, hakkında sûre inecek kadar kesifse de kızı iman ederek Medine’ye hicret etmiştir. Babasından dolayı kızına eziyet edilemez. Dil ile de olsa!

Bu nebevî ders Ensar hanımlarına verilse de elbette onların şahsında, zor zamanların insanları olan bizlere de verilmektedir. Değil mi?

Hataların, kusurların kolayca umumîleştirilerek bir ailenin, bir köyün, bir ülkenin mahkûm edildiği ve bu durumun küresel bir belâ olduğu günümüzde, “Birisinin hatasıyla başkası mesul olamaz” Kur’ânî düsturuna ne kadar da ihtiyacımız var!

Hz. Zeyneb (ra) ve yardımseverlik

Peygamberimizin (asm) halasının kızı ve aynı zamanda da eşi. Evlilikleri o dönemde hayli dedikodulara sebep olmuş ve hakkında âyet inmiş. Bediüzzaman Hazretleri Hanımlar Rehberi isimli eserinde bu evliliğin hikmetlerini müstakil bir konu olarak aktarmış ki, bu ayrı bir konu…

Asıl aktarmak istediğim Hz. Zeyneb’in (ra) mesleği. Evet o deri işlemeyi gayet güzel bir şekilde becerebilen, deriden eşyalar yapıp bunu satan ve kazandıklarını da ihtiyaç sahibi olanlara dağıtmayı çok seven bir hanım. Evinin bir odasını tamamen bu iş için kullanacak kadar bu san'atta maharet sahibi. Hani şimdilerde Batı dünyasında çalışan kadınların “home ofice” olarak tanımlayıp rağbet ettiği evden çalışma sistemi dediğimiz olay. Ama Hz. Zeyneb (ra) bu çalışmayı sadece yardım için yapmakta.

Bu konuda öylesine yardımsever ve şefkatli ki, Hz. Ayşe (ra) “İçimizde en merhametlimiz, yardımseverimizdi” diyerek onun bu özelliğini övmekte. Hatta Hz. Ayşe (ra) aktardığı şu olayla da bu hakikati teyid etmekte. Peygamberimiz (asm) bir gün “İçinizden bana en önce kavuşacak olan eli en uzun olanınızdır” diyor eşlerine. Hepsi ellerini duvarlarda ölçüyorlar. Asıl mânâyı zaman tevil ediyor. Peygamberimizin (asm) ölümünün ardından eşleri arasında ilk vefat eden Hz. Zeyneb (ra) oluyor. O zaman eli uzun olmak tâbirini kullanmakla Peygamberimizin (asm) yardımseverliği kast ettiğini anlıyorlar. Çünkü Hz. Zeyneb (ra) deyince akla ilk gelen şey onun fakirlere yardım etmeyi çok seven bir hanım olması…

Öyle ki vefat ettiğinde geride kalan “bir dirhem” bile yoktur.

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Hüseyin GÜLTEKİN

Fabrikayı tam kapasite ile çalıştıralım



Kudsî hizmetlerimizin adeta can damarı hükmünde olan, Nur hâdimleri için çok önemli düsturları ihtiva ettiği için Bediüzzaman’ın on beş günde bir defa okunmasını tavsiye ettiği “İhlâs Risâlesi”ndeki şu fabrika örneği, bizim için çok ince ve dikkat çekici mesajları barındırıyor. Bu bölümü beraberce bir hatırlayalım:

“..nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabetkârâne uğraşmaz, birbirinin önüne tekaddüm edip (geçip) tahakküm etmez, birbirinin kusurunu görerek tenkit edip, sa’ye (çalışmaya) şevkini kırıp atâlete (tembelliğe) uğratmaz. Belki bütün istidatlarıyla birbirinin hareketini umumî maksada tevcih etmek için yardım ederler; hakikî bir tesanüd, bir ittifakla gaye-i hilkatlerine (yaratılış gayelerine) yürürler.” Görüldüğü gibi fabrika çarklarının tam bir âhenk ve yardımlaşma içinde dönmeleri buna bağlı. Bu fabrikanın isteneni verebilmesi için, en küçük aksamdan en büyüğüne, en basit çarktan en önemli çarka kadar herbir parçanın tam bir uyum içinde, eksiksiz bir şekilde çalışması lâzım. “Eğer zerre miktar bir taarruz, bir tahakküm karışsa, o fabrikayı karıştıracak, neticesiz, akîm bırakacak. Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak.”

Görüldüğü gibi bu bölümde de Üstad; fabrikanın çarkları arasında arzulanan ahenkli işleyiş, beklenilen uyum olmadığı zaman, meydana gelecek acıklı sonucu nazarlarımıza veriyor. Demek ki çarkların işleyişini, onların âhenkli çalışmasını engelleyecek en küçük bir taarruz veya tahakküm dahi o fabrikanın tamamen durmasına sebep olabiliyor. Onun için bu ince ve nazik durumu kulak ardı etmemek lâzım. Bu noktada gerekli olan dikkat ve itinayı göstermek gerekir. Küçük bir ihmal, basit bir dikkatsizlik, fabrikanın durmasına veya âtıl hale gelmesine sebep olacağını akıldan çıkarmamak lâzım.

Buradan hareketle, bu hizmet-i Kur’âniyede bulunanların—Allah korusun—birbirine karşı menfîce rekabetler içine girmesi, birbiriyle uğraşması, birbirine tahakkümde bulunması, birbirinin önünü tıkaması veya mânâsız tenkitlerde bulunarak şevklerini kırması, gerek dâhilî, gerek hâricî hücumlara zemin hazırlamak anlamında muhtemel tahribatlara sebebiyet verir. Dahilî çekişmelerle zayıf düşmüş bir bünyeye zarar vermek için de öyle çok güç ve kuvvete gerek kalmıyor. Küçücük bir taarruz dahi yetiyor. Bundandır ki fabrikanın çarkları hükmünde olan her bir hâdime düşen vazife, bütün kabiliyet ve hasletlerini kudsî dâvânın muvaffakiyeti için gerçek bir dayanışma ve ittifak ruhu içinde kullanarak hedefe doğru emin adımlarla yürümek olmalı. Her bir hizmet erbabı, kendisini “hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları” olarak bilmeli ve Risâle-i Nur’dan aldığı dersle dâhilden veya hariçten gelmesi muhtemel olan hücum ve taarruzları geri püskürtmeli. Zaten hizmet erbabının bundan başka yapacağı birşey yoktur. Bunun aksi bir durumda, yani müntesiplerin birbiriyle çekiştiği, birbirinin şevkini kırdığı durumlarda da, istemeden de olsa haricî düşmanların hücumlarına zemin ihzar edilmiş olunur. Böyle olunca da “Fabrika sahibi de o fabrikayı bütün bütün kırıp dağıtacak” hükmünün gerçekleşmesine sebebiyet verilir.

Ve ayrıca böyle bir sonuca sebep olanlar; “hem bu hizmetteki umum kardeşlerinin hukukuna tecavüz, hem hizmet-i Kur’âniyenin hürmetine taarruz, hem de hakaik-i imaniyenin kudsiyetine hürmetsizlik” etmiş olurlar ki, böyle bir mânevî vebâlin ağırlığını hiçbir hizmet erbabı düşünmek dahi istemez. Böyle bir durumda bilinmelidir ki, Yüce Alllah, bu mânevî fabrikayı sahipsiz bırakmaz. Onu âhenkli bir şekilde, tam kapasite ile çalıştıracak daha ehil, daha lâyık omuzlara yükler. Evet dâvâmız kudsî, hizmetimiz ulvî, yükümüz ağır, mesuliyetimiz çok. Bu dâvâ feragat, fedakârlık, ihlâs, uhuvvet, tevazu ve mahviyet ister... Hizmet erbâbı için başka da bir yol yok.

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Selim GÜNDÜZALP

Son gün bilinmeli mi?



Gelecek olan her şey yakındır. Fakat ölüm hepsinden daha yakındır. Rabbimiz her şeyde olduğu gibi bu noktada da elimize bir teselli vermiş. Son demde bile dünyaya veda saatini bildirmemiş, lezzetimize elem katmamış. Faruk Nafiz Çamlıbel:

“Öleceği gün meçhûl olmalı insanların!

O gün uzak olsa da, değil mi günü belli,

Yoktur günü bilinen ölümlere teselli.”

mısralarıyla bu konuyu gerçekten güzel işlemiştir. Çünkü ecelimiz güneşin batış vakti gibi belli olsa idi, ömrün yarısından sonra her gün darağacına doğru adım adım yürüyen bir idam mahkûmu gibi, dehşetli bir korku içinde olacaktık. Bu yüzden başa gelecek her türlü musibetlerin ve hattâ dünyanın eceli olan kıyametin bile vakti gizli tutulmuştur.1

Aslında ölüm, dört harften teşekkül eden ve günlük hayatımızda en çok kullandığımız kelimelerden biridir. Fakat yine bu kelimeyi her anışımızda ilmimiz derecesinde ürpeririz.

Gökleri fetheden, fezayı arşınlayan, nice harikaları keşfeden insan zekâsı “Nereden geliyorum, nereye gidiyorum?” gibi birçok sorunun karşısında bugün bile beş yaşındaki çocuktan farksızdır. Kâinatın başı ve sonu hakkında kesin bir bilgisi yoktur. Bu bakımdan kendini hayalî bir devam ile aldatabilmek için, elini uzattığı şeylerde sonsuzluk izlerini bulmaya çalışır. Halbuki yaşadığımız hayatın nasıl olsa bir gün sonu gelmeyecek mi? Bugünkü saadetler yarın her güzel şey gibi bitmeyecek mi? Sevdiklerimiz, servetimiz, şöhretimiz ve en nihayet gençliğimiz bizi bırakıp da gitmeyecek mi? Ya da gitmedi mi?

Evet bugün, yarın başımıza gelecekleri bilseydik, önümüzdeki lezzetler bir anda hiçe inmez miydi?

İşte bütün bunları bilen, göremeyeceğimiz kadar küçük bir grip virüsü karşısında bile çok âciz olduğumuz halde dünyayı içindekilerle birlikte bizim için yaratan ve doğmadan önce her türlü tedbiri bizim için alan Rabbimiz şefkat ve rahmetini burada da gösterip, başımıza gelecekleri bildirmemektedir...

Kadir Gecesini Ramazan ayında, sevdiği kullarını insanların arasında, kıyametin vaktini dünyanın ömrü içinde gizlediği gibi, eceli de insan ömrü içinde saklamaktadır. Ecelimiz belli olsa idi, yarı ömrü gafletle geçirecek, yarıdan sonra da darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşete kapılacaktık.2

Fransa Kraliçesi Mari Antuanet’e ertesi gün giyotinde can vereceği haberi ulaşınca, bir gecede korkudan saçlarının tamamen beyazlaması tarihî bir hadise olarak nakledilir.

Evet, “Cenâb-ı Hak hem Hakîm’dir, hem Rahîm’dir. Hikmet ve rahmeti ise, umûr-u gaybiyeden (bilinmeyen işlerden) çoğunun setrini (örtülü kalmasını) iktiza ediyor, mübhem (gizli) kalmasını istiyor. Çünki; şu dünyada insanın hoşuna gitmeyen şeyler daha çoktur. Vukuundan (olmadan) evvel onları bilmek elîmdir (acıdır). İşte bu sır içindir ki, ölüm ve ecel mübhem bırakılmış ve insanın başına gelecek musibetler dahi, perde-i gaybda kalmış.”3

Yine bu konuyla alâkalı olarak Fransa’daki bir düşkünler evinde kalanlara “Ölümü düşünüyor musunuz, düşünüyorsanız, nasıl?” şeklinde sorulan sorulara şu cevaplar verilmiş: “Son nefesimi vereceğim gün, benim kurtuluş günüm olacaktır.” “Burada başkalarına yer açmak için bulunuyoruz.” “Ölüm de hayatın devamı.” “Bir gün ölmek gerek tabiî.” “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli.” “Ben kendime mezar bile satın alamadım...”4

Acaba bunlar ne derece samimiydi? İnsan utancından veya korktuğunu belli etmemek için yalana başvurmuş olamaz mıydı? Fakat cevapların aynı yola yönelişi çok mânâlı olup, ölüm ıztırap çekmeye tercih ediliyordu ve bu arada araştırmacılar “İnsan ne zaman öleceğini bilmemeli” cevabını hepsinden daha anlamlı buluyordu. Buna sebep olarak da, ölüm saati bilinmeyen bir uzaklıkta olmak yerine, belli bir zamanda ve yakınlıkta olsaydı ihtiyarların tutumunun aynı olmayacağı gösteriliyordu.

Gerçekten de bunun pek çok örnekleri vardır. Euripides “Alkeste” adlı eserinde yaşlıların hâllerinden şikâyet ettiklerini ve ölümü arzuladıklarını söylemektedir. Fakat iş başa gelince hepsi yan çizmektedir. Ünlü Rus yazarı Tolstoy da ölüm karşısında çok kayıtsız olduğunu ileri sürmesine rağmen karısı Sofya, “Hatıralarında” kocasının sağlığına dikkat etmek için aldığı tedbirlerden yaka silktiğini belirtmektedir...

Evet eski bir Arap şairinin “Gelecek olan her şey yakındır ama ölüm hepsinden daha yakındır” dediği gibi, madem ecel gizlidir, her vakit gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. O halde kışlık ihtiyaçlarını çok önceden halleden insan, her an kendini bekleyen dehşetli hadiselere karşı da hazırlıklı olmak ve mânevî çareler bulmak zorundadır.

Kaynaklar:

1- Bediüzzaman, Sünûhat, s. 19

2- Bediüzzaman, Sözler, s.317

3- Bediüzzaman, Mektûbat, s. 96

4- Simone de Beauvoir, Yaşlılık, s. 313

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Suna DURMAZ

Ağyarın elinde solan bir gül: Kudüs



Allahü Teâla, Kudüs şehrini insanlık için hidâyet ve barış menbaı yapmak istemiştir. Bu İlâhî irade dolayısıyla, Hz. İbrahim Irak’tan ve Hz. Musa Mısır’dan buraya doğru sevk edilmişlerdir. Hz. İsa, burada risâletle görevlendirilmiştir.

Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya, Hz. Davud, Hz. Süleyman gibi Peygamberler burada yaşamışlardır. Ve Hatemü’l Enbiya olan Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Mi’râc gecesi buradan Rabbine doğru yükselmiştir.

Kudüslü büyük âlim Mucîruddin el-Hanbelî “El Unsü’l Celil bit-Tarihi’l Kudsî ve’l Halîl” adlı kitabında, Ubâde bin Sâmit, Şeddad bin Evs, Ebu Reyhâne, Ebu Umâme bin Aclân, Ebu Ebiyy bin Ümmü Haram binti Milhân, Vasle b Ask’a el-Havâzini gibi Sahabelerin Kudüste ikamet ettiğini ve adı geçen Sahabelerden bir kısmının da burada vefat ettiğini, mü'minlerin annesi Safiyye Hâtunun Kudüs’ü ziyaret ettiği sırada Zeytin Dağını işaret ederek “İşte buradan, Kıyâmet günü insanlar Cennetlik ve Cehennemlik diye ayırd edilecekler “diye söylediğini rivayet etmiştir.

Zehratü’l Medâin (Şehirlerin çiçeği) sıfatını taşıyan ve yeryüzündeki şehirler arasında din ve dünyayı kendinde birleştiren tek şehir olarak tanınan Kudüs, tarih boyunca acı sahnelere şahit olmuş; üzerinde sel gibi kan akıtılmıştır.

Tarihin çeşitli dönemlerinde, Kudüs’e “kötülüklerden arınmış veya barış şehri “ mânâsı taşıyan Ursalim, Yerushalim, Hierosolyyma, İlia Capitolina, Beytü’l Makdis gibi isimler verildiği halde; ne yazık ki, İslâm dönemi hariç barışa hasret kalmıştır.

Geçmişe dönüp baktığımızda; Kudüs’te hak iddia eden Yahudilerin de, Haçlıların da bu mübârek beldede din adına kan akıttıklarını görürüz. Mukaddes belde lâyık olduğu güzel muameleyi ancak Müslümanlar zamanında görmüştür.

Kudüs’te 88 yıl hüküm süren (1099-1187) Haçlı hakimiyetini saymazsak, mübârek belde milâdî 638’den 1917’ye kadar Müslümanların elinde kalmıştır.

Bu zaman zarfında, Kudüs; Emeviler, Fâtımîler, Eyyûbîler, Selçuklular, Memlûkler ve Osmanlıların hakimiyeti altına girmiştir. Adı geçen devletlerden her biri, şehirde değerli kültür mirasları bırakmak için âdeta birbirleriyle yarışmışlardır. Mescid-i Aksa ve Kubbetü’s Sahra’ya hizmetten başka, medreseler, hanlar, hamamlar, çarşılar, bimâristanlar (hastahaneler) açmışlardır.

Hz. Ömer’in Kudüs’ü bir damla kan akıtmadan fethetmesi tarih sayfalarında altın harflerle yazılmıştır. Amerikalı tarihçi Karen Armstong, şanlı Kudüs fethini şöyle vasfediyor: “Ömer, tarihte Ursalim’i (Kudüs) fethedenlerin aksine şefkat göstergesi olmuştu. Hz. Dâvud müstesna, geçmişi acılarla dolu olan şehir, böyle bir fetih görmemişti! Şehir ahalisi ne kovulmuş; ne de mallarına el konulmuştu. Dinî simgeler yıkılmamış; insanlar İslâma girmeye zorlanmamıştı.”

(One City Three Faiths, s. 385)

Kudüs’ü Haçlıların elinden kurtaran Salâhaddin Eyyûbî de, hayvan boğazlar gibi 70 bin Müslümanı katleden Haçlılardan intikam almamıştır. Onları fidye karşılığı serbest bırakmış; fakir olanları da fidyeden muâf tutmuştur.

Müslümanları böyle davranmaya sevk eden sebep, sahip oldukları dinden kaynaklanan güzel ahlâkları ve Kudüs’ün İslâm dininde seçkin bir yeri olmasıdır.

Bilindiği gibi, Müslümanlar hicretten sonra on altı veya on yedi ay boyunca Mescid-i Aksa’ya doğru namaz kılmışlardır. Bilâhare, Peygamber Efendimizin Kâbe’nin Müslümanlara kıble olarak tayin edilmesi arzusunu Cenâb-ı Hak kabul etmiş ve Bakara Sûresi 144. âyette belirtildiği üzere kıbleyi Mescid-i Aksa’dan Kâbe’ye doğru çevirmiştir.

“(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (yücelerden haber beklediğini) görürüz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid- Haram’a çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, Ehl-i Kitap onun Rabbinden gelenin gerçek olduğunu çok iyi bilir. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.”

ARAP KÜLTÜR

BAŞŞEHRİ KUDÜS

Birleşmiş Milletler’e bağlı bir kurum olan, Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO)’nun “Kültürel Mirası Yaşatma Programı” adlı büyük bir programı var. Bu program çerçevesinde, 1996 yılından itibaren her yıl bir Arap başşehri “Arap Kültür Merkezi" oluyor ve bir yıl boyunca o şehirde kültürel faaliyetler düzenleniyor.

Önceki senelerde sırasıyla Kahire, Tunus, Birleşik Arap Emirlikleri’nden Şarika, Beyrut, Riyad, Kuveyt, Amman, Rabat, San’a, Hartum, Maskat ve Cezayir üstlenmişti bu görevi. 2009 yılında ise, Kudüs’ün “Arap Kültür Merkezi” olması gerekiyor.

Olması gerekiyor diyorum: Çünkü İsrail,” Filistin yönetimi Kudüs üzerindeki egemenliğini yasal olmayan yollardan ispatlamaya çabalıyor” diye 22.3.2009 tarihinde resmen başlayan kutlama faaliyetlerine engel olmaya çalışıyor. Bu bağlamda, merasimlere katılmak için Kudüs’e girmek isteyen Asya Olimpiyatlarının Kuveytli Başkanı Ahmed el-Fehed el-Sabah, Kuveyt Kültür, Edebiyat ve Sanat Yüksek Kurumu Başkanı Bedr el-Rif’âi ve beraberindekilerine izin vermemiştir.

İsrail, Kudüs’ün Arap şehri olduğuna işaret eden en ufak bir hareketi dahi içine sindiremiyor. Kutlama programı dolayısıyla, ilkokul öğrencilerinin Filistin bayrağı renklerini taşıyan balonları havaya uçurtmasına İsrail askerlerinin engel olması, hazımsızlığın derecesini göstermektedir.

Bunlar, Filistin’i simgeleyen balona dahi tahammül edemiyorlar! Mescid-i Aksaya, Kubbetüs-Sahra’ya, Kıyamet Kilisesine tahammül ederler mi hiç!?

BM KARARLARINA KULAK TIKAYAN İSRAİL

BM Genel Kurulu 29.11.1947 tarihinde aldığı 181 no’lu kararla Filistin’i ikiye bölmüş; Kudüs şehrine özel bir statü vermişti. Buna göre, “Corpus Sparatum” (bölünmüş gövde) olarak tanımlanan Kudüs, BM tarafından yönetilecekti. İsrail bu kararı dinlemeyip 1948’de Batı Kudüs’ü, 1967’de Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. Bununla yetinmeyip, 30.7.1980 tarihinde aldığı kararla, Kudüs’ü “İsrail’in bölünmez başkenti” olarak ilân etmiştir. Bunun üzerine, 20.8.1980 tarihinde toplanan BM Güvenlik Konseyi, 478 no’lu kararını alarak İsrail’in Kudüs hakkında aldığı kararı uluslar arası hukuka göre “geçersiz” saymıştır.

UNESCO, sahip olduğu tarihî, dinî ve kültürel zenginlikler sebebiyle 1980 yılında Kudüs’ü “Dünya Kültür Mirası,” 1981 yılında ise “Tehlike altındaki dünya kültür mirası” olarak ilân etmiştir.

Kudüs konusundaki BM kararlarına kulak tıkayan Siyonist İsrail, BM tarafından sınırları doğuda Abu Dîs, batıda Ayn Karîm, güneyde Beytlehm ve kuzeyde Şufât olarak çizilen Kudüs’ün çevresini binlerce yerleşim birimiyle sararak barış güvercini Kudüs’e nefes aldırmamaktadır. İsrail’de aşırı sağcıların idareye gelmesiyle, Kudüs’ün hem Hıristiyanlıkla, hem de İslâmla olan alâkasını kökten kazıma çalışmalarına hız verileceğini sezen Filistin Rum Ortodoks Piskoposu Hanna Atâullah, “Kudüs mukaddesatın beşiğidir. Ve her zamankinden daha fazla tehlike altındadır. Büyük bir felâketle karşı karşıya olan Kudüs’ü kurtarın. İşgal kuvvetleri karşısında Mescid-i Aksa’yı ve Kıyamet Kilisesini koruyun” diyerek Müslümanları ve Hıristiyanları kültürel ve dinî miraslarına sahip çıkmaya çağırmıştır. (alquds2009.org)

29.03.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com




H. İbrahim CAN

Hayvanlar âleminden öyküler



Bugün seçim günü. Oylarınızı ya verdiniz ya da vermeye gideceksiniz. Zaten haftalardır süren kampanya gürültüleri, kriz öyküleri, Ergenekon, kazalar iyice sıktı sizi. Haydi, şimdi rahatlayın ve sımsıcak hayvanlar âleminden gerçek hikâyeleri okuyun. İnsanlar arasında dostluğun azalmasından şikâyet ettiğimiz şu günlerde içiniz ısınsın.

***

İngiltere’de Newcastle Üniversitesinde yapılan bir araştırma, özel ilgi ve şefkat gösterilen ineklerin, diğerlerine göre yüzde 54 daha fazla süt verdiğini ortaya çıkardı. Araştırmada aslında çok fazla bir şey yapılmadı. Bir grup ineğe isimler verilip hergün isimleriyle çağrılırken, diğerlerine bu yakınlık gösterilmedi. Araştırmayı yürüten Dr. Catherine Douglas, “Araştırmamız aslında bir çok iyi çiftçinin kadimden beri inandığı bir sonucu gösterdi. Hayvanların hepsine isim koyup ayrı ayrı ilgilenmek ilâve bir masraf getirmiyor; ama süt üretimi önemli ölçüde artırıyor” diyor. Sevgi ve şefkat bütün yaratılanların ihtiyacı değil mi? Benzer araştırmalar çiçeklerde de aynı sonuçları vermiyor mu?

***

Yeni Zelanda’da 111 yaşındaki Tuatara cinsi bir kertenkele 11 yavrunun babası oldu. İşin ilginç yanı 2002 yılına kadar her şeyden elini ayağını çekmiş yaşlı bir sürüngen olarak hayatını sürdüren Peter isimli kertenkelenin genital bölgesindeki kanserli tümör temizlendikten sonra birden değişip, karşı cinse yakınlık gösterir hale gelmesiydi. Geçen yılın Mart ayında bir dişi ile arkadaşlık kurduğu gözlemlendi. Şimdi ise nesli tükenen bu cinsi sürdürmeye istekli 11 yavrunun babası. Rabbimizden umut kesmemek lâzım!

***

Hampshire’da diğer hemcinslerinin yarısından daha kısa bacaklara sahip bir ‘midilli’yi görenler, tam dört kez onu çamura saplanmış sanıp itfaiye çağırdılar. Kurtarma araçlarıyla gelen itfaiyenin yanlış ihbarlardaki toplam gideri 8.000 dolar oldu. Sahibi, “Artık bir levha koyalım ki çamura battı sanmasınlar. Korkum, bir gün gerçekten çamura batacak ve itfaiye inanmadığı için gelmeyecek” demiş.

***

Çinli bir kadın ormanda bulduğu köpek yavrusunu alıp köyüne götürdü. Onu besledi, büyüttü ve çok sevdi. Her gün işten gelince yürüyüşe çıkardı. Ancak komşuları geceleri evlerinin yakınından gelen kurt ulumalarından rahatsız oldular. Polise haber verdiler. Polis köpeği bir de kendileri görmek için geldiler. Bir de uzman çağırmışlardı.

Uzman bunun tipik bir kurt olduğunu söyledi. Alıp Qinling Hayvanat bahçesine götürdüler. Kadın kendisine “Hiç havlamayan kuyruğu böyle kalın ve tüylü köpek mi olur? Hiç dikkat etmedin mi?” diye soranlara: “Bana köpek gibi görünüyordu. Hiçbir zaman kurt olabileceğini düşünmedim” dedi ve köpeğinin (!) götürülmesine ağladı.

***

Amerika’da bir veteriner, kliniğinin bahçesine gürültüyle bir şeyin girdiğini duydu. Kapıyı açtığında karşısında yaralı bir yaban geyiği duruyordu. Kanlar içindeydi. Kapı açılır açılmaz geyik binadan içeriye dalıp yere uzandı. Veteriner hemen müdahale edip iki yarayı dikti ve üzerlerini kapattı. Sakinleştirici verdiği geyiğin gözlerine örttüğü havluyu kaldırınca, geyik ayağa kalktı birkaç saniyeliğine hiç kıpırdamadan minnettar gözlerle veterinere baktı ve açık kapıdan fırlayıp gitti. Sevk-i İlâhinin kendisini getirdiği bu şifahanenin aracısına teşekkür etmeyi ihmal etmemişti.

29.03.2009

E-Posta:




Mehmet KARA

Dizi müptelâsı olduk, kitap okumayı unuttuk



Rize’de bulunan özel bir ilköğretim okulu, “televizyon izlemenin öğrencilerin başarısını ve aile içi ilişkileri olumsuz etkilediği” gerekçesiyle, aileleri ile birlikte Pazartesi günleri televizyon izlememe kararı almışlar. Yapılan anket çalışmasında velilerin yüzde 57’si televizyonun aile ilişkilerini olumsuz etkilediğini ve günde yaklaşık 3 saat televizyon izlediklerini belirtmişler. Bu anketin neticesine göre de örnek olması gereken bir projeyi başlatmışlar. “TV’siz bir gün” projesine göre, Pazartesi günleri televizyon seyredilmeyeceklermiş.

Bu haber üzerine, 5-17 Şubat tarihinde yapılan ve sonuçları bu hafta açıklanan Bağımsız Eğitimciler Sendikası’nın (BES) yaptığı bir araştırma dikkatimizi çekti. Ankara’da bin 309 kişinin katıldığı “Televizyona esir mi olduk?” araştırmasında ortaya çıkar çarpıcı birkaç sonucu aktaralım.

Ankete göre Türk halkının yüzde 29.6’sı günde en az 5 saat televizyon izlerken, yüzde 25.3’ü en az 3 saat, yüzde 19.1’i en az 2 saat, yüzde 17.3’ü ise 5 saatten fazla televizyon izliyor. Yani, 100 kişiden 17 kişi günde 5 saatten fazla televizyon başında zamanını geçiriyor.

Ankete katılanlara “televizyon izlemenizin en önemli sebebi nedir?” sorulduğunda ise daha ilginç cevaplar verilmiş. Yüzde 27.2’si “yapacak başka işi olmadığı için” televizyon karşısına geçerken yüzde 24.1’i ise gündemi takip etmek için televizyon izliyor. Eğlenmek için televizyon izleyenlerin oranı yüzde 18.7 olurken, dinlenmek için izleyenlerin oranı ise yüzde 16.4 oldu.

Diğer bir sonuç ise halkın “yerli dizi” müptelâsı olduğunu ortaya koyuyor. Araştırmaya göre halkın yüzde 39.8’i yerli dizi izlemek için televizyon karşısına geçiyor. Dizi müptelâlarının yüzde 59.3’ü gibi büyük bir kısma da beğendiği dizileri düzenli olarak takip ediyor.

Ankete göre bir çarpıcı sonuç da, televizyon izlemenin insanı geliştirmediğinin ortaya çıkması. Ankete katılanların yüzde 57.2’si televizyon izlemenin kendisini geliştirmediğini düşünürken, haber programlarının içeriğinin ise birbirinin aynı olduğunu düşünüyor.

Öte yandan, halkın yüzde 40.3’ü televizyonlardaki şiddet muhtevalı görüntülerden rahatsız duyduğunu söylüyor. Yüzde 16.9’u müstehcen görüntülerden, yüzde 16.3’ü ise magazin programlarından rahatsız...

Ankette “Öğüt verici, dinî içerikli program ve dizeleri izler misiniz?” şeklindeki soruya halkın yüzde 38.8’i bu tür programları izlediğini, yüzde 26.8’i ara sıra izlediğini belirtiyor. Hiç izlemeyenlerin oranı ise yüzde 22.1.

Bu sonuçlara göre, “televizyona esir mi olduk?” sorusunun cevabı “evet” çıkıyor.

* * *

Bu anketi değerlendiren BES Genel Başkanı Gürkan Avcı’nın “kitap okumuyoruz, ama günde 5-6 saat televizyon izliyoruz” seklindeki sözü, yine aynı sendikanın geçen yıl yaptığı bir anketi hatırlattı. (Bu konuyu, 21.12.2008 yazımızda değerlendirmiştik.) Türkiye kitap okuma alışkanlığı sıralamasında 173 ülke arasında 86’ıncı sırada yer alıyor.

Sendika başkanı Türkiye’de kitap okuma alışanlığının diğer ülkelerle kıyaslayarak bazı rakamlar vermişti. Türkiye’de bir kişinin kitap okumak için ayırdığı zamanın; 300 katını bir Norveçli, 210 katını bir Amerikalı, 87 katını bir İngiliz ayırıyor. Ders ve okul kitapları hariç ABD’de yılda 72 bin kitap basılırken, Rusya’da 58 bin kitap, Japonya’da 42 bin kitap, Türkiye’de ise 7 bin kitap basılıyor. Bir Japon yılda ortalama 25, İsviçreli 10, bir Türk ise 10 yılda ortalama ancak 1 bir kitap okuyabiliyor.

“Hangi aralıklarda kitap okursunuz?” sorusuna, “düzenli okurum” diyenlerin oranı sadece yüzde 11.2… “Düzenli kitap okumanıza engel olan şey aşağıdakilerden hangisidir?” sorusuna ise, “iş yoğunluğu, okuldan zaman kalmıyor, boş zamanlarımı televizyon seyrederek geçiririm veya başka şeylerle değerlendiririm” gibi bahaneler sıralanmış.

Bu iki anketi yorumlamak gerekirse; önce anne babaların okumaya başlaması, sonra da çocuklarına kitap sevgisi kazandırmaları gerekiyor.

Haydi kitap okumaya… Haydi, “TV’siz bir gün” projesine destek vermeye… Hiç değilse bir gün kitap okuyalım, halkın yüzde 57.2’sini esir alan televizyonu kapatalım.

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Olduysa ne oldu?



Yine, “La havle...” çekerek yazıya başlamak durumundayız. Çünkü bu vatanda köşe yazısı yazan bir gazeteci, ilköğretim okulu öğrencilerinin ziyaret maksadıyla camiye götürülmesine çok kızmış, çok üzülmüş!

Mutlu olunması gereken bir hareket karşısında, olanca kızgınlığıyla ‘sorumlulardan hesap sorulmasını’ isteyen ve “Sonunda bu da oldu!” başlığıyla tepkisini dile getiren yazar, “Bu densizliklerin peşini bırakmayacağız” diye de kükremiş.

Önce yazarın neye kızdığını bir anlayalım: “Paşabahçe İlköğretim Okulu... Benim ilk okulum! (...) Dün (...) adı bende saklı bir okurumdan gelen mektup beni derinden sarstı. Çünkü, ‘benim okulum’la ilgiliydi bu mektup ve aynen şunlar yazılıydı: ‘Dün Paşabahçe’de arkadaşlarla sohbet ederken, öğretmenleriyle cami ziyareti yapan Paşabahçe İlköğretim Okulu öğrencileri dikkatimizi çekti. Ben bu yaşımda ilk kez böyle bir şey gördüm. Ne ilkokulda ne de ortaokul ve lisede öğretmenlerimiz bizi camiye götürmezdi. Bu olayı görüntüledim, fotoğrafları size de gönderiyorum. İşin bir ilginç yanı da kız öğrencilerin başını örtmeye çalışmasıydı.’

“Fotoğraflarda okurumun üstünde durmadığı bir ayrıntı da; caminin merdivenlerinde sıraya giren okul formalı çocuklardan birinin ‘takkeli’ olmasıydı. (...) Sonuçta anlaşıldı ki Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmeni (...) okul yönetimine haber bile vermeden beşinci sınıf öğrencilerini toplu halde okuldan çıkarıp semtteki camiye götürmüş. (...) Ben de İstanbul Millî Eğitim Müdürü (nü) (...) aradım (ve o da bana) (...) müfredata göre; bu dersin kesinlikle ‘uygulamalı’ olarak verilemeyeceğini, çocukların camiye götürülmelerinin mümkün olamayacağını, bunun açıkça suç olduğunu belirtti ve sorumlular hakkında gerekenin yapılacağına söz verdi.

“Sorun; bir öğretmenin iyi niyetle ya da işgüzarlıkla görev sınırını aşıp aşmaması değil... Asıl sorun; bu ülkede tüm çivilerin yerinden oynamış olması! Seksen beş yıllık cumhuriyet kültürünün, birikiminin yok sayılması ve bu pervasızlığın artık 11-12 yaşındaki çocukları hedef seçmesi! (...) Bu densizliklerin peşini bırakmayacağız.” (Mustafa Mutlu, Vatan, 27 Mart 2009)

Şimdi bu satırların yazarı ya da onun gibi düşünenlere “Siz, çocukların dinlerini öğrenmesine karşı mısınız? Camilere karşı mısınız?” diye sorulsa muhtemelen; “Olur mu? Benim babam da hocaydı, annem de hacıydı. Karşı değiliz, ama...” derler. Ve bu ‘ama’yı; “Küçücük çocukların ‘beyin’lerinin yıkanmasına karşıyız” diye açıklarlar.

Elbette doğrudan ‘karşı olduklarını’ söyleyenler de olur, ama genellikle bunu söylemezler.

Yahu insaf edin! İlkokul ya da lise öğrencilerinin camiyi ziyaret etmelerinde ne mahzur olur? Değil ziyaret, namaz kılmak için camiye ya da mescide gitmesinde ne sakınca var? Aynı şekilde, ‘saygı’ için başını örtse kim ne kaybeder? İnsaf edin, turistler bile camiye girerken başlarını ‘saygı’ için örtüyorlar...

Ben asıl çocuklarımızın İslâmı öğrenmelerine karşı çıkanlara kızmıyorum. Asıl kızdığım, ‘doğru’ları savunması gerekenlerin; çeşitli bahaneler arkasına saklanıp “Sorumlular hakkında işlem yapacağız, kimse çocukları cami ziyaretine götüremez” diyen ve makamının hakkını veremeyen siyasetçi ve bürokratlaradır! Ne hakla doğruları savunamazsınız? Niçin böyle bir ‘tepki’ye karşı, “Ne var bunda? Çocukları camiye değil de ‘birahaneye, balehaneye’ mi götürseydiler denmez?

Türkiye’yi ‘idare’ edenler bir defa daha sesleniyoruz: Lütfen doğruları savunmaktan geri kalmayın! Doğruları savunalım, hem de cesaretle!

29.03.2009

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Karar günü



29 Mart 2009 yerel seçimine, BBP lideriyle üç arkadaşının, bir gazetecinin ve pilotun vefatıyla sonuçlanan trajik helikopter kazasının hüzünlü gölgesi düştü.

Kaza herkesi derinden sarstı. Devletin bütün imkânlarıyla ve binlerce kişinin katılımıyla yapılan arama çalışmaları netice vermezken, kaza olur olmaz yerini doğru tahmin edip yetkililere bildirdikleri halde, ya engellenen ya da dikkate alınmayan köylü ve korucuların, olayın üzerinden 47 saat geçtikten sonra, yine sonucu tayin eden keşfe imza atan kişiler olmaları çok ilginç.

Bu süreçte, cevap bekleyen birçok soru var.

Ama şimdi, Yazıcıoğlu ile yol arkadaşlarını rahmet dilekleriyle berzah âlemine uğurlama vakti. Hayatta iken nev-î şahsına münhasır kişiliği ile medyanın gündem vitrininde pek gözükmeyen BBP lideri, başına gelen kaza ve bu vesileyle tekrar tekrar dikkatlere sunulan ibretli ve anlamlı mesajlarıyla bütün Türkiye’yi birleştirdi.

Milliyetçiliği dindarlaştırarak itidal çizgisine çekmeye çalışan Yazıcıoğlu’na ve birlikte can verdiği arkadaşlarına Allah rahmet eylesin diyor, ailelerine ve BBP camiasına sabır diliyoruz.

Tabiî, bu arada hayat da devam ediyor. Bugün seçim var. Seçmenler sandık başına gidip tercihlerini yaparak, yerel yöneticilerini belirleyecekler. Muhtarlar, belediye başkanları, mahalle, belediye, il genel meclisi üyeleri seçilecek.

Yerel seçimin mahalle boyutu halkı daha çok ilgilendirmesi gerektiği halde, çeşitli sebeplerle pek üzerinde durulmuyor. Oysa demokrasinin aileden başlayıp mahalle ölçeğinde devam eden bir silsile içinde kökleşmesi açısından muhtar ve ihtiyar heyeti seçimleri daha önemli olmalı.

Senelerdir “mahalle baskısı”nın konuşulduğu bir ülkede mahalle seçimlerinin öylesine geçiştirilmesi, mevcut yapılanmadaki aksaklık ve sorunlardan birini daha gözler önüne sermekte.

Muhtarın, maktu ücreti karşılığı ikametgâh ilmühaberiyle nüfus cüzdanı örneği çıkarmaktan başka işi olmayan bir çeşit “seçilmiş memur” gibi görülmesi, bu yapılanmanın sonucu.

(e-devlet sisteminin yaygınlaşmasına paralel olarak muhtarların bu işlevleri de, hızlanan bir süreç içerisinde giderek uygulamadan kalkıyor.)

Aslında muhtar ve birlikte çalışacağı heyet, yerel sorunların halkla birlikte çözümünü arayıp, sıkı bir mahalle dayanışmasıyla ortak projeler üretmeye yönelik geniş bir vizyona sahip olmalı.

Muhtarlık, belediyenin mahalle ölçeğindeki bir alt ünitesi olarak işlev görüp hizmet vermeli.

Ama henüz o noktanın çok uzaklarındayız.

Gerçi ikamet ettiğimiz Fatih ilçesinde, Eminönü ile birleştikten sonra, asırlardır kullanılan tarihî isimleri kaldırması yönüyle hâlâ tartışılan bir kararla bazı mahallelerin birleştirilmesine bağlı olarak, muhtar seçiminde de daha önce görmediğimiz bir hareket ve canlılık yaşanıyor.

Mevcut muhtarlar, bu birleştirme kararıyla komşu mahalleleri de kapsamına alan daha geniş bir alanın muhtarlığına seçilebilmek için yarışıyor ve heyecanlı kampanyalar yürütüyorlar.

Seçimin bilhassa büyükşehir belediyeleri eksenli olarak götürülen ve medyada da o yönüyle nazara verilen, ancak bu yapılırken sanki bir genel seçim yapılıyormuş havası estirilen ciheti için söylenebilecek şey ise her halde şu olmalı:

Bugünkü seçim, siyaseti kilitleyen 22 Temmuz denklemini değiştirip, yeni demokratik alternatiflere kapıyı aralama sinyali verebilir mi?

Seçime birkaç gün kala yayınlanan anketlere bakılırsa, pek öyle bir işaret gözükmüyor. Ama bu anketlerden birini yapanlardan Tarhan Erdem’in bir TV kanalındaki haber bülteninde söylediği “Ulaştığımız sonuçlar büyükşehir belediyelerinin ortalamasını yansıtıyor” sözü, Anadolu’daki oy dağılımının farklı bir tablo ortaya çıkarabilme ihtimalini ifade ediyor olabilir mi?

Bilemiyoruz. Göreceğiz. Temennîmiz, manipülasyonların değil, sağduyunun hakim olması.

Son sözümüz: Hayırlısı olsun...

29.03.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır

Kurumsal Linkler:
Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl

Reklam Linkleri:
Risale Yorum- Risale Çocuk- Oktay Usta - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Ahmet Maranki- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis