27 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Robert MİRANDA

Bir zihni İslâma uyandırmak


A+ | A-

Tam bir Katolik olarak yetiştirildim ve çocukluğumda Katolik okullara ve kiliselere gönderildim.

Yeni bir inanca geçmek her zaman kolay bir süreç olamayabiliyor. Yeni Müslüman olmuş bireylerin karşılaştıkları zorluklar çoğunlukla aile ve arkadaş çevresiyle ilgili oluyor. Benim için ise çok şükür böyle bir sorun olmadı ve din değiştirmem ailem ve arkadaşlarım tarafından kolaylıkla kabullenildi. Ancak tabiî ki benim durumum bir istis- nadır.

Yeni Müslüman olan bir çok Amerikalı için en zor şey bu kararlarını İslâm’ı hiç tanımayan aile ve arkadaşlarına açıklamaya ve anlatmaya çalışmaktır.

İslâm’a yeni girmiş bir çok Müslüman aile ve arkadaşlarına bunu anlatma konusunda çetin bir mücadele vermektedir ancak bir çok yakınları halen İslâm’ı seçmelerini kabullenmemektedir. İnşallah, Allah bu gibilerinin kalplerini yumuşatır.

Geçenlerde, erkek akrabalarımdan biri bana Müslüman kadınlarla ilgili bir soru yöneltti. Bu akrabam bana, “Neden Müslüman erkekler kadınlarına baskı yapıyorlar?” diye sordu.

Önce bu soru üzerinde bir süre düşündüm daha sonra da ona hiç Kur’ân-ı Kerim’i okuyup okumadığını sordum. O da bana “Hayır” diye cevap verdi.

Bu cevabı beni şaşırtmamıştı.

Bence kendisinden oturup benimle bir fincan kahve içmesini ve bu konu hakkında sohbet etmemizi rica ettim.

Sohbete başlamadan önce ona kısaca İslâmiyet’in temel prensiplerinden bahsettim. Daha sonra ise onun sorduğu soruya gelerek özetle Müslüman erkeklerin kadınları üzerinde hakimiyet kurmadıklarını ve baskı yapmadıklarını söyledim. Ona, İslâm’ın erkeklere daima meseleleri kadınlarıyla tartışmalarını ve danışmalarını öğütlediğini ve aileyi ilgilendirecek önemli bir karar alacakları zaman herkesin mutabık olduğu bir konsensüs üzerinde karara varmaları gerektiğini tavsiye ettiğini anlattım.

Ayrıca, “İslam for Today” adlı web sitesi için yazılar yazan serbest gazeteci Anayat Durrani’nin bir makalesine göre, Batı toplumunda İslâmiyeti seçenlerin büyük çoğunluğunun kadınlardan oluştuğunu da sözlerime ekledim.

Bu akrabama, ‘Eğer kadınlar İslâmiyet’te baskı hissetselerde bu kadar çok kadın İslâmiyet’i seçer miydi?’ diye sordum.

“Müşrikler istemeseler de dînini bütün dinlere üstün kılmak için Peygamberini hidâyet ve hak ile gönderen O’dur.” (Kur’ân, 61:9)

Diyebilirim ki, konuşmalarım bu akrabamı rahatsız etmeye başlamıştı, utancından yüzünün kırmızılaştığını fark ettim. Sözlerim karşısında tek kelime bile cevap vermedi ve gitmek için hazırlandığını fark ettim.

O kalkmadan önce ısrarla, bana Kur’ân-ı Kerim’de Müslüman erkeklerin kadınları üzerinde baskı kurmasına izin veren yahut onları buna sürükleyen tek bir âyet göstermesini istedim. Tabiî ki gösteremedi. Gösteremezdi çünkü bu söylediklerinin sadece İslâm karşıtı Amerikan medyasının insanlara enjekte etmek istediği İslâm hakkında uydurulmuş yalan yanlış bilgilerin ve mitlerin bir tekrarı olduğunu biliyordu.

Sözlerim bunlarla da bitmedi. Ona 1960’lı yıllara kadar Batı toplumlarında -her ne kadar seküler de olsalar- kadınlara tam bir eşitlik ve haklar sağlamadıklarının belgeleriyle ortada olduğunu hatırlattım. Gerçekte, Batı toplumlarında miras ve mülk edinme hakkı bile kadınlara ancak 1930’lu yıllarda verilebilmiştir. Bir çok ülkede de yine 1930’larda kadınlar ancak seçme hakkını kazanabildi. Yani Batıda kadınlar, İslâmiyet’in asırlar önce kadınlara verdiği haklar için, oldukça çetin mücadeleler vermiştir.

İslâmiyet ekmel bir din olarak kadınların toplum içindeki statülerini oldukça yükseltmiş ve onlara modern dünyanın asırlar sonra ancak tanıyabildiği bir çok haklar kazandırmıştır. İslâmiyet ise bugün bile kadınlara Batıdakilere göre daha çok şeyler vaad etmektedir: Vakar, haysiyet, saygınlık ve koruma, hayatının bütün anlarında ve safhalarında, doğumundan ölümüne kadar tam anlamıyla tanınma ve itibar görme, dengeyi sağlama ve manevî, entelektüel, fiziksel ve duygusal ihtiyaç ve gelişimini sağlayacak bütün fırsatları tanımıştır.

Bir çok kadın için İslâmiyete sığınmak, Batı medeniyetinin istismarı ve suistimalinden kurtulmanın yegâne çaresidir.

Peki akrabam bu dediklerime kalpten inanıp, kabul etti mi? Bunu da ancak zaman gösterebilir.

Tercüme: Umut Yavuz

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Meşrû ve sağlam bir âile yuvası kurulmazsa...


A+ | A-

Batı felsefesi ve sefih medeniyetine göre insan, bu dünyaya “nefsî arzularını tatmin ile zevk ve lezzet” için gelmiş. Dolayısıyla “hevâ ve hevesi kamçılama, nefsin arzularını tatmin” yoluyla, insanî ve ulvî duygularını değil, nefsî ve behimî duygularını besler, azdırır.

Bu da hedonizmi, yani zevkkolikliği getirir. Bu da, zahmet ve acılardan kaçmayı... Bu da çocuk bakımı, eğitimi ve geçimi gibi sıkıntılara katlanmamayı... Bu da aile müessesesini toplum hayatından silmeyi…

Aynı şekilde, “özgürlük” düşüncesiyle, kendisini çoluk-çocuk, aile bağları ile bağlamak istemiyor. Bu, gayrimeşrû hayatı palazlandırıyor.

Gayrimeşrû hayatın, bilhassa Batıda, başta fert, âile müessesesi ve sosyal hayatı perişan ettiği, çökerttiği apaçık görülüyor. Eğer temelleri, hayâ ve iffete dayalı aile müessesesi kurulmazsa:

* Gayrimeşrû, tamamen başıboş bir hayatta düzen olmayacağından, dolayısıyla huzur ve mutluluk da olmaz.

* Doğan çocukların babası belli olmaz. Soylar karışır, nesiller tanınmaz olur. İnsanî ilişkiler ve akrabalık bağları tamamen kopar. Babası belli olmayan çocuklar korumasız, âile şefkatinden mahrum, nafakasız, ruh ve beden sağlığı bakımından zayıf yetişir. Çocukların kime ait olduğu belli olmadığından, miras meselesinde kargaşalar çıkar. Hukuklar zayi olur. Kadınla erkeğin ortak mahsûlü olan çocuğa sadece anne bakmak zorunda kalır. Veya onu bir mâbedin avlusuna terk edecek veya bir yuvaya verecektir.

Şu halde, çocuk anne-baba şefkatinden, âile eğitimi ve terbiyesinden mahrum kalır. Aile kurumu olmayınca, sosyal hayat çöker. Nesiller belirsiz olunca, kardeş ve akrabaların birbiriyle evlenmesi de kaçınılmaz olur. Akrabalar arası sevgi, saygı, hürmet, yardımlaşma hayal bile edilemez hâle gelir.

Şimdi şu vahim habere göz atınız:

“ABD’de bir annenin 11 ay önce dünyaya getirdiği ikizlerin babalarının farklı olduğu ortaya çıktı. Gebe kaldığı dönemde nişanlısını aldatan kadının foyası, ikizlerinin farklı yüz özelliklerine sahip olmasıyla ortaya çıktı. Telegraph gazetesinin haberine göre, Teksas eyaletinin Dallas şehrinde yaşayan Mia Washington ve nişanlısı James Harrison, 11 aylık Justin ve Jordan adlı ikizlerin farklı yüz özellikleri olduğunu fark ederek DNA testi yaptırmaya karar verdi. Babalık testi sonucunda, Justin ve Jordan’ın aynı babadan olmadıkları ortaya çıktı.” (AA, 18/05/2009)

Serbest hayat, kıskançlıkların azmasına, kavga, yaralama, hattâ cinâyetlere kadar varan hâdiselere sebebiyet verir.

Ya bilgisizlik, sosyal ve ekonomik baskılar ve sâir sebepler yüzünden gizlenen çocuklar, metresler... Ortaya çıkan ilişkiler, evlenmeler, ensest gibi fecî sapıklıklar, aradan geçen uzun seneler ve karmaşık serbest ilişkiler, o cemiyeti ne hâle getirir?

27.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Tarihe gömülen Bizans (1)


A+ | A-

Fahr–ı Kâinat'ın (asm) yakın alâkasına mazhar olan İstanbul'un fethi, aynı zamanda bin küsûr yıllık Bizans devletinin tarih mezarlığına gömülme merasimidir.

Miladî 395 senesinde Büyük Roma İmparatorluğundan ayrılarak bağımsız bir devlet olarak kurulan Bizans (Doğu Roma), 1453'te gerçekleşen "Feth–i mübin" ile tarih oldu.

Bizans, bin yılı aşan ömrüyle dünya tarihinde bir rekora imza atmış. Yani, bu yönü itibariyle 624 yıl yaşayan Osmanlı Devletinden çok daha uzun bir ömür yaşamış gibi görünüyor.

Ancak, arada çok önemli bir fark var. Şöyle ki: Altı asırdan fazla yaşayan ve tarihe hükmeden Osmanlı Saltanatı, tek bir hanedan tarafından idare edildi: Ertuğrul Gazinin oğulları.

Bizans'ın durumu ise çok farklı. Bizans'ı, değişik dönemlerde değişik hanedanlar yönetmiştir. Bunların en meşhûru "Makedonlar hanedanı"dır. 867–1056 yılları arasında imparatorluğu yöneten bu hanedan döneminde Bizans altın çağını yaşamıştır.

Daha evvelki hanedanlar arasında Heraklios ile İsoriya da meşhûrlar arasında yer alır. Bu arada, İstanbul'un bir müddet Latinler tarafından işgal edildiğini (1204–1261) unutmamak lâzım.

Bu işgal döneminde kendilerini Bizans'ın varisi olarak ilân eden iki hanedan ortaya çıktı. Bunların en güçlüsü olan hanedan İznik'e yerleşti ve Bizans İmparatorluğunu buradan yönetmeye devam etti.

Bir diğer varis olan Komnenos hanedanı ise, Gürcistan Krallığının desteğiyle Trabzon'a yerleşti ve burada Pontos Rum Devletini kurdu.

Latinler, Bizans'ın sadece başkenti olan Konstantinopolis'i (İstanbul) işgal etmişler, onun dışındaki topraklara ilişmemişlerdi. Bu sebeple, İznik ve Tabzon'daki Rum devletçikleri bir ölçüde rahat durumdaydılar.

Latinler, İstanbul'u yarım asır müddetle sadece işgal etmediler, aynı zamanda yağmalayıp pekçok değerli varlığını talan ettiler. Onların bu vahşi ve açgözlü tavırlarına isyan eden Rumlar, kısa süreli bir mücadelenin ardından İstanbul'u işgalden kurtararak yeniden yönetime geçtiler.

Ancak, bu kez iki büyük tazyikle karşı karşıya kaldı Bizans: Batı'da Sırp taarruzu; doğuda ise Selçuklu ve diğer Müslüman Türk Beylikleri.

1260–1453 yıllarında ömrünün son demlerini yaşayan Bizans, tarih boyunca 29 kez kuşatılmış, kısa süreli işgallere uğramış, ancak sadece bir kez fethedilebilmişti.

Bu fetih ise, tarihin dönüm noktasını teşkil etti ve böylelikle, bir çağın kapanışını ilân ederken, yeni bir çağın da geldiğini dünya tarihinde kayda geçirmiş oldu.

(Devamı var)

Tarihin yorumu 27 Mayıs 1960

Şerefli komutana alçakça muamele

Demokrat Parti iktidarına son vererek Başbakan ve bakanları katleden 27 Mayıs (1960) darbecilerinin işlemiş olduğu cinayetler bu kadarla sınırlı değil. Günah ve cinayet listesi hayli kabarıktır, bu cuntacıların.

Darbe yapıldığı esnada, Genelkurmay Başkanlığı makamında bulunan kişi Rüştü Erdelhun Paşaydı. İstiklâl Harbi kahramanlarından olan Erdelhun Paşa, 23 Ağustos 1958'den beri bu makamda bulunuyordu.

1894 Edirne doğumluydu ve yirmi yaşından, yani 1914'ten beri ordunun içinde çeşitli kademelerde başarılı hizmetlerde bulunmuş şerefli bir subaydı.

Ordunun başında bulunduğu 1958'den beri bünyede yaşanan bir rahatsızlığın, bir hazımsızlığın farkındaydı. Ancak, ordunun siyasete ve ideolojik cereyanlara kapılmasını doğru bulmuyor ve bu düşüncesini hemen her fırsatta seslendiriyordu.

Başkomutanın darbeye taraf olmadığını anlayan alt kademelerdeki cuntacılar, gizli bir faaliyet yürüttüler ve 27 Mayıs gecesi Korgeneral Cemal Madanoğlu liderliğinde her yönüyle insanlık dışı bir darbe gerçekleştirdiler. (Erzurum'daki 3. Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala'nın Madanoğlu'na itirazı üzerine, darbeciler telâşlandılar ve İzmir'de emeklilik hayatını yaşayan eski Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Cemal Gürsel'i gece yarısı apar–topar alıp Ankara'ya getirerek cuntanın başına monte ettiler.)

Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes'i deviren ve Genelkurmay Başkanını hapsettiren bu cuntacılar, ileriki günlerde daha alt kademeye de indiler ve binlerce subay (Eminsular) ile siyasetçinin hayatını azaba çevirdiler.

Zaman içinde zıtlaşmaya giden birbiriyle de geçinemez hale gelen darbe cuntası, ilk fırsatta "Türkçü sağ" kanadı tasfiye (14'ler harekâtı) etti; dahası, orduda muvazzaf subayların yarıdan fazlasını bir gecede ihraç ederek, tarihte emsâlsiz bir zulümkârlığı irtikâp etti.

Darbecilerin işlemiş olduğu zulüm ve haksızlığın ardı arkası kesilmedi. Yüzlerce DP'li siyasetçi ile birlikte Genelkurmay Başkanı Erdelhun Paşa ve onun gibi düşünen birçok şerefli subay (meselâ, Kore gazisi Tahsin Yazıcı Paşa) da Yassıada'da yargılandı ve muhtelif cezalara çarptırıldı.

Darbeciler tarafından Erdelhun Paşanın yerine getirilen Org. Gümüşpala, bir müddet Genelkurmay Başkanlığı yaptıktan sonra diskalifiye edildi ve ordu ile ilişiği kesildi.

İdamlardan sonra siyasete atılan Ragıp Gümüşpala, DP'nin yerine kurulan Adalet Partisinin ilk genel başkanlığı görevine seçildi.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ölüm nimettir


A+ | A-

İzmir’den okuyucumuz: “Birinci Mektub’da geçen ölümün nimet olması ile ilgili bahsi açıklar mısınız? İnsana acı veren ölüm nasıl nimet oluyor?”

Allah’ın önü acı, arkası tatlı nimetleri vardır. Yani önce sabır gerektiren, teslim gerektiren, tevekkül gerektiren, rıza gerektiren; sabrı, teslimi, tevekkülü ve rızayı gösterenler için hemen ardından Allah’ın sonsuz rahmetini, rızasını ve merhametini netice veren yüksek nimetler… Hastalıklar gibi, musibetler gibi, ölüm gibi.

Ölümün nimetten ibaret olduğunu, “O ki, hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da yaratmıştır”1 âyetini tefsir ederken açıklayan Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretlerine göre, hayat dünyaya nasıl bir yaratma ve takdir ile geliyor ise, dünyadan da bir yaratma ve takdir ile ve bir hikmet ve tedbir ile gidiyor.

Bedîüzzaman bu hakikati en basit bitki hayatından örneklerle ispat eder. Şöyle ki: En basit hayat tabakasına sahip bitkinin ölümü, hayatından daha muntazam bir san’at eseridir. Meyvelerin, çekirdeklerin ve tohumların ölümü görünüşte bozulmak, çürümek ve dağılmaktan ibarettir. Fakat bu görüntü altında gayet muntazam bir kimyevî muamele çerçevesinde, elementlerin, minerallerin ve gerekli zerrelerin faydalı şekilde bir araya gelmesiyle öyle bir hamur oluşur ve yoğrulur ki, tohumun ölümü, sümbülün hayatını netice verir. Demek çekirdeğin ölümü, sümbülün hayatının başlangıcıdır veya hayatının ta kendisidir. Öyleyse çekirdeğin bu ölümü hayat kadar muntazamdır, hayat kadar yaratılmıştır!

Hem sonra hayat sahibi meyvelerin veya hayvanların insan midesinde ölümleri, insanî hayata çıkmalarına bir basamaktır. Öyleyse bu ölümün meyveler ve hayvanlar için yeni ve daha muntazam bir yaratılma meselesi olduğunu söylemek zor olmaz.

İşte en aşağı hayat tabakasına sahip olan bitki hayatının ölümü böyle muntazam bir yaratılışa başlangıç oluyor ve kaynaklık ediyorsa, hayat tabakasının en üstününde yaşayan insan hayatının başına gelen ölüm, elbette daha muntazam ve bâkî bir hayatın basamağı ve başlangıcı olacaktır. Yeraltına girmiş bir çekirdeğin hava âleminde bir ağaç olması gibi, yeraltına giren bir insan da, berzah âleminde bâkî hayat sümbülü verecektir.2

Bediüzzaman, ölümün dört açıdan nimet olduğunu zikrediyor. Bunları sırayla ele alalım:

1-Ölüm, kimi insanı ağırlaşmış olan hayat vazifesinden ve hayat yükünden kurtarıp yüzde doksan dokuz dostlarına kavuşmasını sağlayan berzah âleminin kapısı hükmünde olduğundan, yaşlılar ile ağır ve çaresi tükenmiş hastalar için en büyük bir nimettir. Ayrıca ölüm ebedî saadetin kapısıdır ve başlangıcıdır. Bizi ölüm ötesi nimetlere ulaştıran bir kapı hükmünde olan ölümün kendisi de, bu açıdan, nimetten başka bir şey değildir.3

2-Ölüm mü’mini, dar, sıkıntılı, dağdağalı, karmaşık ve fırtınalı dünya karanlığından çıkarır; geniş, sevinçli, ıztırapsız ve baki bir hayata mazhar eder. Kişiyi, hakikî sevgili olan Cenâb-ı Allah’ın rahmet dairesine alır. Bilhassa iman ehli için ölüm karanlıklı bir kuyu ağzı değil, nurlu âlemlerin kapısıdır. Dünya ise bütün görkemiyle ve alıcılığıyla, âhirete nispeten bir zindan hükmündedir. Elbette dünya karanlığından Cennetler bahçesine çıkmak, sıkıntılı ve tutsak cismanî hayattan rahat âlemine ve ruhların uçuştuğu âleme geçmek ve Rahman’ın huzuruna gitmek bin can ile arzu edilir bir seyahattir. Hatta bir saadettir.4 Ölüm bu yönüyle de tartışılmaz bir nimettir.

3- İhtiyarlık gibi hayat şartlarını ağırlaştıran birçok olay vardır ki, ölümü hayatın çok üstünde bir nimet olarak gösterir. Meselâ sana ıztırap veren pek ihtiyar annen ve baban ile birlikte, onların anne ve babaları, dede ve nineleri... vs dayanılmaz, ıztıraplı ve hastalıklı halleriyle senin önünde şimdi bulunsaydı, hayat ne kadar çekilmez bir dert, ölüm ne kadar nimet olurdu; hissederdin.

Hem meselâ, güzel çiçeklerin âşıkları olan güzel sineklerin, kışın şiddetli soğuğunda hayatları ne kadar zahmetli, kış öncesi ölümleri ne kadar rahmet ve nimet doludur.

4- Uyku nasıl ki musibete uğrayanlar, yaralılar ve hastalar için bir rahat, bir rahmet ve bir istirahattır. Öyle de uykunun büyük kardeşi olan ölüm de, musibetzedelere, çok ağır dert sahiplerine ve intihara kadar götüren belâlarla müptelâ olanlara tam bir rahmet ve nimettir.

Fakat şüphesiz ölümün bu rahmet ve nimet ciheti iman ve salih amel sahipleri içindir. Dalâlet ehli için ise ölüm elbette azap içinde azap, acı içinde acıdır.5

Dipnotlar:

1- Mülk Sûresi: 2

2- Mektûbât, s. 13

3- İşârâtü’l-İ’câz, s. 229

4- Sözler, s. 187

5- Mektûbât, s. 14

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Tahkikî iman musîbetlere karşı korur


A+ | A-

Bediüzzaman Hazretleri Şuâlar isimli eserinde Cenâb-ı Hakk’ın ihsanlarını sayarken “Hem iman-ı tahkikîyi in’âm etti” der ve bu tahkikî imanın dünya ve ahireti içine alacak kadar bir nimet olduğuna dikkat çeker. Yine ihsan ettiği Kur’ân ilmi ve hikmet-i imaniye ile çok mahlûkat üstüne çıkardığını söyler.1

Bu Kur’ân ilmi ve hikmet-i imaniye bilindiği gibi Risâle-i Nur’dur. Helâket ve felâket asrının insanları için şüphesiz büyük bir nimet ve ihsan-ı İlâhidir Risâle-i Nur.

Risâle-i Nur, Kur’ân’ın asrımıza bakan hakikî, kuvvetli ve tesirli bir tefsiridir. İmanı kurtarma, kuvvetlendirme ve tahkikî yapmanın en kısa, en kolay yolunu gösterir. On beş sene yerine on beş haftada o yolu kestirir, iman-ı hakikîye ulaştırır.2

Tahkikî imanı kazandıran bu büyük nimet ve ihsan-ı İlâhî ile hayat daha başka bir anlam kazanır; acısıyla, tatlısıyla; nimetiyle, musîbetiyle tatlanır ve katlanılabilir hâle gelir.

Çünkü insan tahkikî iman sayesinde gelebilecek musîbetlere sabır ve tahammülle göğüs gerer, en az sıkıntıyla atlatır. Düşünebiliyor musunuz Risâle-i Nur’u okudukları için nice Nur Talebesi suç işlemişcesine hapishanelere atılmışlardı. Nasıl dayanacaklardı?

İşte tahkikî iman imdadlarına yetişti. Zahmetlerdeki rahmeti, çirkinliklerdeki güzellikleri göstermeye başladı. Bu bakış açısı büyük bir teselli kaynağı oldu onlar için. Bediüzzaman, talebelerini şöyle teselli ediyordu: “Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risâle-i Nur Şakirtlerinden, kalben ve ruhen ve fikren daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünkü kalp ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler. Maddî zahmetler ise, Risâle-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevaplı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrâda inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. ‘İman-ı tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir’ diye halleriyle ispat ediyorlar. Evet, ‘Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler’ deyip, metinâne bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile çalışıyorlar.”3

Başka bir mektubunda da Bediüzzaman, bu sıkıntılar sebebiyle kazanılan mânevî mükâfatlara dikkat çekiyor, tahkikî iman, hüsn-ü hatime ve manevî ortaklıkla yüzer adam kadar salih amel kazandırdığına, bunların o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğine, bu sonuçların fiyatının, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlık olduğuna, pişman olmak ve vazgeçmenin büyük bir hasâret olacağına parmak basıyor, bazı hikmetlerini de şöyle anlatıyordu: “Şakirtlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarf edilen paraları muzaaf [kat kat] sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadetlere çevirmesinden, şekvâ yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zayıf kısmı ise, zaten hapsin haricinde onlara faydasız sevaplar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevaplı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.”4

Tahkikî imandan mahrum insanların böylesi musîbetler karşısında ayakta kalabilmeleri mümkün mü?

Demek iman her şeyi güzel ve sevimli gösteren manevî bir gözlük.

Dipnotlar:

1- Şuâlar, s. 64.

2- Kastamonu Lâhikası, s. 52.

3- Şuâlar, s. 263.

4- A.g.e., s. 280.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Negatif enerji


A+ | A-

Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, Balçiçek Pamir’e verdiği mülâkatta, geçen hafta Türkan Saylan’ın cenazesine hükümetten niye kimsenin katılmadığına dair eleştirileri cevaplarken şöyle diyor:

“Biz böyle törenlere katıldığımızda başımıza gelenleri biliyoruz. Kolay mı zannediyorsunuz o cenazeye katılmak?” (Habertürk, 25 Mayıs 2009)

Hatırlanacağı gibi, Danıştay saldırısında vefat eden mahkeme üyesi Özbilgin’in cenazesine katılan Çiçek ve o günlerde bakan olan Gül, bir kısım provokatörlerin hiçbir insanî ve ahlâkî ölçüye sığmayan protestolarına hedef olmuşlardı.

Namaz kılınacak mekâna, geniş güvenlik tedbirleriyle, cami merdivenlerinden adeta “kaçırılırcasına” intikal ettirildiğini televizyonların canlı yayınlarıyla izlediğimiz Çiçek, “Başımıza gelenleri biliyoruz” diyerek o günü hatırlatıyor.

Ve aynı durumun, yine cenaze âdâbına hiçbir şekilde yakışmayan “Türkiye laiktir, laik kalacak; M. Kemal’in askerleriyiz” gibi sloganların atıldığı Saylan’ın cenazesinde de tekrarlanmasından endişe duydukları için bu defa katılmadıklarını ifade ediyor. En önemli gerekçesi bu.

Çiçek’in şu sözü de son derece düşündürücü:

“Türkiye’de insanları birbirinin cenazesine gidemeyecek kadar önyargılı hale getirdiler...”

Bu hazin tesbit, yeni DP Genel Başkanı Cindoruk’un defaatle ve vurgulu ifadelerle dile getirmeye çalıştığı “Halk bölünmeye gidiyor” iddiasının, bir cihetiyle, önde gelen bir kabine üyesi tarafından da tasdiki anlamına gelmiyor mu?

Ortaya çıkan görüntüler, toplumda oluşturulmak istenen “laik-antilaik kutuplaşması”nın giderek derinleşmekte olduğunu göstermiyor mu?

27 Nisan sürecindeki laiklik mitingleri, geçtiğimiz 17 Mayıs’ta Ankara’da tertiplenen ve mutad olduğu üzere Anıtkabir ziyaretiyle bitirilen açık hava toplantısı, son olarak Saylan’ın cenazesi, laikçi tepkilerin dışavurumu değil miydi?

Gerçi o toplantılara katılanların tamamını aynı kategoriye koyup hepsini “demokrasi karşıtı laikçiler” olarak nitelemek doğru değil. Onların içinde de farklı tonlar var; mücadelesini demokratik yöntemlerle vermek isteyenler mevcut.

Ama provokasyondan medet uman ve şirretliği elden bırakmayan tiplerin varlığı da vâkıa.

Allah’tan, buna karşı, laikliğin din ve vicdan hürriyeti üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmasına haklı olarak itiraz eden büyük çoğunluk, laikçi zihniyet adına sergilenen bu tür şirretliklere aynı üslûp ve söylemlerle mukabele etme yanlışına düşmüyor; daraldığında “lâ havle” çekip sabrederek sağduyu çizgisinde kalıyor.

Allah muhafaza, eğer onlar da meydanlara dökülüp, perde gerisindeki provokatörlerin ekmeğine yağ sürecek tarzda aşırılıklar sergileseler, Türkiye’de neler olacağını kimse kestiremez.

Gerçek şu ki, bu ülke bunca senedir tezgâhlanan ağır tahriklere rağmen iç barışın ve toplumsal huzurun büyük ölçüde korunabiliyor olmasını, sessiz çoğunluğun bu sağduyusuna borçlu.

Ama bu durum, son dönemde yine ciddî bir gerilim potansiyelinin oluştuğunu gözardı ettirmemeli. Sebep, 28 Şubat’ın mayınlı alanlarında hiçbir kayda değer adım atmamasına ve kritik konularda hep alttan almasına rağmen laikçi cepheye yeni tahrik kozları vermekten de geri durmayan bir siyasî kadronun iktidarda olması.

On iki yıl önce RP iktidarının tetiklediği tepkiler 28 Şubat’ın bahanesi olmuştu. Şimdi de o partiden ayrılan ekiplerce “Değiştik, millî görüş gömleğini çıkardık” söylemleriyle kurulan parti, yedi yıllık iktidarında 28 Şubat tasarruflarına hiç dokunamadığı halde, benzer tepkilerin hedefi oluyor. Ve iki yıl önceki cumhurbaşkanı seçiminin doğurduğu şiddetli hazımsızlık, bu tepkileri besliyor. Bu tabloya karşı başlatılan mücadelede A planı işe yaramayınca B, ondan da sonuç alınamayınca C planları devreye sokuluyor.

Biriken negatif enerjinin demokratik süreç ve işleyiş içerisinde elimine edilmesine ihtiyaç var.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

27 Mayıs zulmü unutulmaz


A+ | A-

Darbeler sürecini başlatan 27 Mayıs 1960’daki ‘kanlı darbe’nin sebep olduğu yaraları hâlâ sarabilmiş değiliz. 1960’daki ihtilâl, sonraki ihtilâllere de zemin hazırlamış ve neredeyse her 10 yılda bir ‘darbe’ yapılması alışkanlık haline gelmiştir.

En münafıkane darbe 12 Eylül 1980 darbesi olmakla beraber, 27 Mayıs darbesi de ‘ilk ve örnek’ olması bakımından göz ardı edilmemelidir.

Genç nesillerin, 1960 darbesi sonrasında nelerin yaşandığını tam olarak bilmesi kolay değil. Çünkü bu darbe ve sonraki darbeler, bilerek ya da bilmeyerek unutturulmak isteniyor. Unutulması bir yönüyle iyidir, fakat bu ‘unutulma’nın ‘yok sayılma’ şeklinde olmasına itiraz etmek gerek. Elbette geçmişe takılıp kalmak, devamlı sûrette yapılan ‘kötülük’leri hatırlamak fayda vermez. Ama ibret ve tedbir almak için, ihtilâller sonrası nelerin yaşandığını bilmekte fayda var. Meselâ, 12 Eylül ihtilâlini savunanların bazıları, güya bu darbeyi ‘kansız darbe’ olarak isimlendirir. Onlara göre 12 Eylül 1980’de herhangi bir siyasetçi, bakan vs. idam edilmediği için bu darbe ‘kansız’dır. Oysa bu değerlendirme kökten yanlış ve yanıltıcı bir değerlendirmedir.

Evet, 12 Eylül sonrası herhangi bir siyasetçi idam edilmedi; ama ihtilâlin öncesinde, ihtilâle zemin hazırlamak için binlerce gencin kanının akmasını hesaba katmak gerekmez mi? İhtilâller sonrası siyaset kurumu kökten katledildi, dağıtıldı ve zayıflatıldı. Öyle ki, bu ihtilâlden sonra geçen bunca zamana rağmen siyaset toparlanamadı, kurulan tuzakların bozulması zaman aldı ve almaya da devam ediyor.

27 Mayıs’da yaşananları, milletin helâl reyleriyle tek başına iktidara gelen Demokratları, onlara yapılan haksızlığı, adaletsizliği, zulümleri unutamayız. 27 Mayıs ihtilâli sadece 3 vatan evlâdını idam etmekle kalmamış, topyekûn ‘demokratlar’ı mahkûm etmeye çalışmış ve yapabildiği kadar da bunu yapmıştır. Şahitleri hayattadır; ihtilâl sonrası estirilen hava sebebiyle DP mensupları—oy veren vatandaşa kadar—sürekli aşağılanmış, ‘düşük’ diye hitap edilmiş ve ‘idam’la korkutulmuştur.

DP mensuplarının tutulduğu ve yargılandığı Yassıada süreci ise tam anlamıyla bir faciadır. Başta ‘İslâm kahramanı’ Başbakan Adnan Menderes olmak üzere bütün DP mensupları akla ve hayale gelmeyen metodlarla işkenceye, aşağılanmaya ve hakarete maruz bırakılmıştır. Yassıada’da yaşananları ‘demokrat gençler’e tam olarak anlatmak durumundayız. Bu konuda yazılan kitaplar ve anlatılan hatıralar derli toplu olarak gençlerin hizmetine sunulmalıdır.

27 Mayıs sonrası tutuklanan ve Yassıada’da yargılanan tek kadın milletvekili olan Prof. Dr. Nuriye Pınar Erdem ‘facia’yı şöyle anlatmış: “Yassıada Mahkemeleri faciaydı. Hepimizi erkenden (hücrele-rimizden/odalarımızdan) çıkarıp güneşin altında, ayakta bekletiyorlardı. Mahkeme salonuna kadar yavaş yavaş alınıyorduk. Bu arada etraftakiler bizi yuhalıyordu. Elleri tetikte olan askerler bizi izliyordu. (...) Mektuplarımızı 6 satırla sınırlamak zorundaydık. Ben 6.5 satır yazınca nöbetçi subay suratıma fırlatttı.” (Haber Turk g., 26 Mayıs 2009)

Millete hizmet yolunda şehadet şerbetini içen merhum demokrat siyasetçilere bu vesile ile Allah’tan (cc) rahmet ve mağfiret dilerken, aynı zamanda “Zalimler için yaşasın Cehennem” diyoruz. Âmin.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

AKP’nin “mayın ihâlesi” (2)


A+ | A-

Hükûmetin “mayın ihâlesi”nin hiçbir mantığı yok. “Mayın temizleme”nin işin uzmanı Silâhlı Kuvvetler tarafından yapılmaması da bir muamma. “Yasa tasarısı”nın münhasıran “mayın temizleme bedelinin toprakların kiralanması ve kullanılması” tarzında hazırlanmasının maksadı bilinmiyor.

Başbakan, kapalı grup toplantısında, “Genelkurmay’la koordineli çalışıyoruz; bize mayınları temizleyemeyeceklerini bildirdiler” diyor. Millî Savunma Bakanı da Meclis’te milletvekillerine “Madem ısrar ediyorsunuz; açık söyleyeyim” diye aynı şeyi tekrarlıyor.

Buna mukabil 4 Mart 1992 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla “mayın temizleme görevi” verilen Genelkurmay, “mayın temizliğinin bedeli ödenmek kaydıyla hizmet alımı yöntemiyle yapılması” gerektiğini açıklıyor.

Ve bu “tavzih”, istifhamları daha da arttırıyor. Milletvekillerinin de Meclis’te sorduğu, “mayın temizlemenin 510 kilometre uzunluğundaki araziyi iyi tanıyan Suriye sınırındaki 615 bin 419 mayını döşeyen Silâhlı Kuvvetlere neden verilmediği” sorusunun yanı sıra “Bugünkü teknolojiyle TSK nasıl temizleyemez?” suali cevapsız kalıyor.

NİÇİN “BEDELİ ÖDENEREK”

TEMİZLENMİYOR?

Genelkurmay, ordunun mayın temizleme yeteneğinin muharebe alanında askerî ihtiyaçları karşılayacak yeterlilikte olduğunu, lakin bu büyüklükteki mayınlı bir alanın temizlenebilmesi için modern mayın temizleme teçhizatına ve özel eğitilmiş uzman personele ihtiyaç bulunduğu bildirilmiş.

Bunun için Ağustos 2001’de Genelkurmay’ın bünyesinde kurulan ofis, devâsa makineler ve teçhizat için giderler detayı çıkararak 35 milyon dolar talep etmiş. Ancak daha sonra söz konusu teçhizatın tedarik sürecinin uzun zaman alacağı ve maliyetlerdeki artışlarla ekonomik kayıpların olabileceği kaydedilmiş…

Gelinen noktada Genelkurmay sözcüsü Tuğgeneral Metin Gürak’ın, bu görüşü “bu kapsamda uluslar arası deneyime sahip NATO İkmal ve Bakım Teşkilâtı NAMSA’nın öncelikle önerdikleri”ni ilgili mercilere ve hükûmete ilettiklerini belirtmesi, anlamlı.

Bu durumda, toplam 50 milyon dolar harcama gerektiren Suriye sırındaki mayınların temizlenmesi ihâlesinin, kiralamayla yabancı bir şirkete verilmesinin bilmecesi hâlâ anlaşılmış değil. Aradan yıllar geçtiği halde, gerekli makine ve teçhizatın temini için Genelkurmay’ın çıkardığı bilânçoyu “bütçemiz yeterli değil” diye karşılamayan hükûmetin yeniden dört yıl önce deneyip Danıştay’a takılan “kiralama sistemi”ne başvurması, dikkat çekici.

“Hizmet satın alma” yani ücreti karşılığı “mayınları temizleme ihâlesi” dururken hükûmetin bütün tepkilere rağmen inadına “tasarı”yı “temizlenmiş toprakların 44 yıllığına kullanılması”nda ısrar ediyor.

Hükûmet, “hangi maslahatla 44 yıllığına kiralama sistemine gidildiği?” sorusuna cevap vermiyor, veremiyor. İtirazlara bir tek “İsrail firması şartı yok” demekle kalıyor; ancak “İsrail seçeneği”ni asla dışlamıyor.

AKP, BUNUN HESÂBINI VEREMEZ…

Bütün bunlar bir yana, “mayın temizleme ihâlesi” yabancılara verilecekse, neden Genelkurmay’ın önerdiği işin uzmanı NATO’nun NAMSA’sına verilmiyor da ille de İsrailli firmaların başını çektiği yabancı şirketlere ihâlede diretiyor?

İşin ilginç yanı, Millî Savunma Bakanı, mâliyetin ve ihâlenin muhammen bedelinin açıklanmayacağını mevzuat gereği TBMM’nin bilgisine dahi sunulmayacağını söylüyor. Yine bu hükûmetin çıkardığı İhale Kanununu değişikliği gereği “yabancıların toprakları kullanmada 44 yılın neye göre tesbit edildiğinin kendisine ait olduğunu” özellikle “MGK müzâkereleri ve kararlarının da gizliliği” açıklanmayacağını bildiriyor.

Belli ki AKP siyasî iktidarı, bu “gizliliğin” arkasına sığınarak, “parasını ödeyerek mayınları temizleme” yerine Başbakan’ın “küresel aktörler” dediği ecnebi ve çoğu İsrailli ve Yahudi sermayeli yabancı firmalara “bu toprakları kiralama sistemi”nin peşinde.

Peki neden? Sahi toprak devretmeden mayınların temizlenmesi karşılığı ihâle yapılamaz mı? Başbakan’ın ve iktidarın ne mecburiyeti var?

Sonra daha 1 Mart tezkeresinin hesâbını veremeyen AKP hükûmeti, bunun hesâbını nasıl verecek?

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Yarım asırlık hıyanet


A+ | A-

Bugün; cumhuriyet tarihinde, millete ve memlekete karşı yapılan ilk hıyanet hareketinin 50. yılına girdik. Yani 27 Mayıs 1960 ihtilâl-i hainanesi yapılalı yarım yüzyıl olmuş. Geçtiğimiz günlerde elime eski tarihli gazeteler geçti. O günlerin gazetelerini okuyunca, bu yazıyı yazmak durumunda kaldım. O gün ben çocuktum. O sene ilkokula kaydım yapılacaktı ve çok sevinçliydim okula gideceğim için. İşte, o meş’um ihtilâlin yapıldığı haberi duyulunca, demokrat babam kahrolmuştu, neredeyse ağlayacaktı. Kolay mıydı? Yirmi beş sene kendilerine kan kusturan, ”Allah!” demenin dahi yasaklandığı CHP’nin o günlerinden, kendilerini düzlüğe çıkaran, insan olduklarını hatırlatan DP’nin, 1950’de iktidar olmasıyla beraber yaşanan 10 sevinç yılı, bir anda, bir gecede ellerinden alınmıştı. Buna kahroluyordu babam. Tabii, babamın o üzgün halini görünce biz de üzülüyorduk. O çocuk aklımızla anlamaya çalışıyorduk hadiseyi. Çok değil, daha birkaç ay önce, Ankara’daki büyük bir sel felâketinin neticesinde yapılan inşa çalışması için mahallemize gelip, benim de onun elini öptüğüm ve yanağımızı makaslayarak, ”tonton çocuk” dediği Adnan Menderes’i alaşağı etmişlerdi. Demokrasi yoluyla yapamadıklarını, hıyanet yoluyla yapmışlardı. Şeş cihetten suç işlemişlerdi aslında. Ama zavallı milletim ne yapıyordu? Çaresizlik içinde seyrediyordu olanları… Mahallemizin insanları birbirine soruyor, iyi bir haber almak istiyordu. Mahallemizin sakinlerinden askeriyede çalışan Rabia Teyze, akşamları cemseyle(CMS) yapılan servisle işten eve geliyordu. Mahalleli etrafına toplanıyor, sorup soruşturuyordu. En çok da Menderes’i merak ediyorlardı, ama verilen cevaplar çok hoş değildi. Millet ağlıyordu, millet düşmanları seviniyordu. Evet, hain ihtilâl yapılmıştı. Bununla ilgili çok şeyler yazılıp çiziliyordu. İşte o mezkûr gazetelerden elime geçenlere baktım, inceledim. Bir tanesine çok şaşırmıştım: Cumhuriyet gazetesine. İhtilâl 27 Mayıs’ta olmuş, gazeteler bunu ancak bir gün sonra vermesi gerekirken (hele o günün teknolojik imkânlarıyla) bu gazete aynı 27 Mayıs gününde veriyordu haberi… Şaşırmamak elde değildi… O gazetenin ve diğerlerinin kupürlerini de, size göstermek arzu ettim. Bakın ve siz de benim gibi acı bir tebessümle seyredin. Hele Millî Birlik Komitesinin tebliğlerini bir görün. Yalan, iftira ve despotluğun her türlüsü sergileniyordu o bildirilerde. 22 tane tebliğ (bildiri oldu ya şimdi bu kelime de) yayınlamışlardı. Artık hürriyete dayalı her türlü hak ve hukuk kısıtlanmış, memleket MBK komite başkanı ve TSK başkumandanı Org. Cemal Gürsel’in tebliğleriyle idare ediliyordu. Bunlardan birkaç tanesinin başlıklar şöyleydi: -İnönü (İsmet) ve arkadaşları sıhhat ve selâmette. -Kordiplomatliğe sokağa çıkma yasağı. -Şehirler arası telefon görüşmeleri hakkında. -A. Menderes ve H. Polatkan Kütahya yolunda yakalandı. -Gazeteler hakkında karar... Enteresan gördüğüm şeylerden biri de, Bülent Ecevit’in o zamanki CHP’nin yayın organı olan Ulus gazetesindeki baş yazısıydı. ”Günaydın” başlığıyla çıkan yazısında Ecevit şöyle giriş yapıyordu: ”Karanlık günlerin sona erdi, Günaydın Türk Milleti!“ Sonunu ise şöyle bağlıyordu: “Sağ olasın Türk ordusu! Günaydın Türk Milleti!“ Tabiî, o gazete, yani Ulus gazetesi, ihtilâlden bir gün sonra, 28 Mayıs’ta haber veriyor. Cumhuriyet ise, 27 Mayıs tarihli gazetede o gün yapılan ihtilâli haber veriyordu. Nasıl bir şeyse? Hani eski tabirle ve minel garaip…

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Abdil YILDIRIM

Selâm kapısı


A+ | A-

İnsanlar arasında diyalog ve muhabbete açılan en güzel ve en geniş kapı, selâm kapısıdır. Hiç tanımadığımız bir insanla karşı karşıya gelmek veya bir arada bulunmak durumu hâsıl olduğunda, ilk yaptığımız iş, onunla göz teması sağlamaktır. Diyalog yolunu açan ilk kapı, göz kapısıdır. Ondan sonra sıra söz kapısına gelir. İlk kelâm, bir selâmla başlar. Fakat selâm yerine bazen çeşitli kelimeler kullanılmakta, çeşitli dileklerde bulunulmaktadır. Birisine iyi günler dilemek, gününün aydın olmasını istemek de güzel bir şeydir ama, bunlar birer dilek ve temenniden ibarettir. Halbu ki aslolan, “Selâmün aleyküm” diyerek, insanları Allah’ın selâmı ile selâmlamaktır. Çünkü bu selâm şekli, en belirgin İslâm şeâirlerinden birisi olduğu gibi, aynı zamanda insanların birbirine duâ etmesidir. “Allah sana selâmet versin” demektir. Aynı zamanda, her türlü mahcubiyet ve mağduriyetten uzak olarak, uzun bir ömür dilemek anlamında bir duâdır.

Selâmı vermek sünnet, almak ise farzdır. Sünnet olduğu çeşitli hadis-i şeriflerde ifade edilmektedir. Peygamberimiz (asm) bir hadis-i şerifinde: “Sizden biriniz meclise geldiği zaman selâm verdiği gibi, ayrılırken de selâm versin. Çünkü birinci selâm sonrakinden daha faziletli değildir” buyurur. (Tirmizî, es-Sünen).

Selâmı almanın farz olduğu ise, şu âyet-i kerime ile sabittir: “Bir selâmla selâmlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selâmı alın, yahut aynıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah, her şeyin hakkını gerektiği gibi arayandır.” (Nisa: 86)

Selâm kapısı, mü’minin gönlüne açılan en güzel ve en geniş kapıdır. İnsanlar arasında medenî diyaloğun en önemli kapısının selâmlaşma olduğunu kabul edenler, nedense bu kapıyı pek kullanmak istemiyorlar. Yani “Selâmün aleyküm” kapısından gocunanlar var. Bunun yerine “günaydın, tünaydın, bonjur” gibi kelimelerle selâmlaştıklarını zannediyorlar. Bazen de sadece “selâm” diyerek geçiştiriyorlar.

Selâmlaşma, kısaca “Selâmün aleyküm” diyerek, karşınızdaki insanın üzerine Allah’ın selâmetini dileyerek ona duâ etmektir. Ama nedense böyle Allah kelâmı ile selâm verme alışkanlığını ortadan kaldırmak isteyenler, “iyi günler” diye bir temenniyi selâm yerine ikame etmeye çalışıyorlar. “Selâmün aleyküm” ifadesi İslâmî motifler taşıdığından, kullanılması sakıncalı görülüyor. Özellikle resmî dairelerde bu şekilde selâm vermeye kalktığınız zaman, yadırganıyorsunuz. Hatta bazı ekâbir takımına “Selâmün aleyküm” diye selâm verdiğinizde “Burası cami değil kardeşim” diye azar işittiğiniz bile oluyor. Onun için resmî makamlarda Allah’ın selâmı ile selâmlaşmak nerdeyse yasak hâle gelmiş bulunuyor.

Ben bir resmî dairede görev yapıyorum. Gerek telefonla, gerek yüz yüze olmak üzere hergün yüzlerce insanla muhatap oluyorum. İnsanlar söze başlarken genellikle “İyi günler beyefendi” diye selâm veriyorlar. Bazıları da önce “Selâmün aleyküm” dedikten sonra, “Şey iyi günler efendim” diye sanki bir kusur işlemiş gibi mahcubiyet duyuyor. Ben de onlara “Ve aleyküm selâm, buyrun efendim” deyince, şaşırıyorlar. Sonra da yüzlerinde gülümseme ve bakışlarında tatlı bir samimiyet beliriyor. Ondan sonra size daha sıcak ve samimî bir gözle bakıyorlar.

Selâm, Müslümanlar arasında irtibat ve muhabbete vesile olan ortak bir dildir. Dünyanın neresinde olursa olsun, rengi, dili, ırkı ne olursa olsun, bir Müslümana selâm verdiğiniz zaman hemen anlar ve aynı şekilde mukabele eder. Aynı Allah’a kul olmanın, aynı Peygambere ümmet olmanın ortak paydası ortaya çıkar. Allahüekber, Bismillahirrahmanirrahim, İnşaallah, Maşaallah, Selâmün aleyküm gibi kelimeler, bütün Müslümanların ortak dilidir.

Obama başkan seçildiğinde Kenya’ya akın eden gazeteciler, Obama’nın babaannesi ile görüşmeye çalışıyorlar. Büyük güçlüklerle kısa bir süre görüşen gazeteci grubu oradan ayrılırken, bir Türk gazetecinin ağzından “İnşaallah” kelimesi çıkıyor. Yaşlı babaanne “İnşaallah” kelimesini duyunca, “Dur bakalım, sen ne dedin, yoksa Müslüman mısın?” diyor. Gazeteci de Türk ve Müslüman olduğunu söyleyince, onu yanına çağırıyor, bir süre sohbet ediyor. Aralarında sıcak bir dostluk bağı meydana geliyor. 86 yaşındaki ihtiyar bir Kenyalı kadın ile, bir Müslüman gazeteci arasında sadece bir “İnşaallah” kelimesi ile bir muhabbet köprüsü kurulmuş oluyor.

Selâm, insanlar arasındaki iletişimin elektrik kablosu gibidir. Bu kabloyu kestikten sonra iletişim de kopar ve insanlar birbirlerini anlamaz hâle gelirler. Kablo yerine çamaşır ipi kullanılırsa, iletkenlik sağlanamayacağı gibi, selâm yerine başka kelimeler kullanmak da mü’minlerin kalp ve gönülleri arasında iletişimi sağlamaz. Günaydın, tünaydın, iyi akşamlar, iyi sabahlar gibi ifadeler, hiçbir zaman selâm yerine geçmez. Çünkü selâm, bir İslâm şeâiridir. Yani söylendiği zaman İslâmı hatırlatan, Müslümanlar arasında ortak dil ve ortak ses olarak kulaklara ulaşan bir kelâmdır.

Ebû Hureyre’den (ra) rivayet edildiğine göre Resûlullah (asm) şöyle buyurdu: “Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selâmı yayınız!” (Müslim, İman: 93-94)

Tanıdık olsun, yabancı olsun, karşılaştığımız bir insana veya bir topluluğa selâm verelim, verilen bir selâmı da en güzel şekilde alıp mukabele edelim. İnsanların arasına girerken, selâm kapısından girelim, selâm kapısından çıkalım. Bu kapıdan girildikten sonra, dostluk, muhabbet, kardeşlik gibi kapılar kendiliğinden açılır. Böylece insanlar arasında huzur ve güven hâkim olur.

Ben de bu yazıma “Selâmün aleyküm” diyerek son verirken, aramızda selâmın yayılmasını, muhabbetin kuvvet bulmasını diliyorum.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Barla'da bahar


A+ | A-

Barla’yı görmeyene, Barla’yı bilmeyene hak vermek lâzım.

Barla’yı Barla yapan, asrın sesi ve sözüdür.

Geçtiğimiz yıl Hakkın rahmetine kavuşan merhum Hilmi Doğan Ağabeyim, Barla’yı en güzel tasvir eden şiirini yazmıştı.

Bu şiir yıllarca söylendi, dillendirildi.

Defalarca Barla yazısı kaleme aldım. Ama onu yeterince tasvir ettiğimi söyleyemem.

Geçtiğimiz gün, yine Barla yollarında idik.

Bir grup kardeşimizle sabahın seherinde Çam Dağının zirvesine ulaştık.

“Tepelice çama çıktım,

Gelincik dağına baktım,

Mümkün olsa kalacaktım,

Bir ömür boyu Barla’da”

Tarif edilemeyecek duyguların zirveye çıktığı anlar olur. İstiklâl Marşı şairimiz, bu hâli ne güzel dile getirir:

“Ağlarım, ağlatamam,

Hissederim söyleyemem,

Dili yok kalbimin,

Ondan ne kadar bîzarım”

Risâle-i Nur’u kendi dünyasında yaşamayan, bu mânâyı anlayamaz.

Kilometrelerce uzakta olan bu beldenin yorucu yolculuğu insana ağır gelmez.

Barla’nın misafirleri gittikçe çoğalıyor.

Kafileler halinde gelen misafirler bu beldeyi bayram yerine çeviriyorlar.

Bu beldeye mutlaka rehber eşliğinde gelinmesi gerekir. Mekânlar ve burada yaşanan olaylar, hatıralar anlatılarak daha verimli bir ziyaret yapabilirsiniz.

Bir Abdulkadir-i Geylani, bir Muhiddin-i Arabi, bir Mevlânâ Celâleddin-i Rumî Hazretleri ve birçok maneviyât ehli, yıllar ve asırlar sonra gerçek mâhiyetleriyle anlaşılabilmişlerdir. Bazı Barlalılar da, “Üzerimize bir güneş doğduğunu ancak yıllar sonra anlayabildik” demişlerdi.

“Cennetâsâ bir baharı” yaşıyor Barla.

Yetkililer şimdiden tedbir almalılar.

Ülke dışından dahi bu mekânın ziyaretçileri var.

Özellikle Barla Belediyesinin birtakım sosyal ihtiyaçları karşılamak için yapması gereken âcil çalışmalar var. Meselâ, Bediüzzaman’ın evine yakın bölgede abdest alınacak mekânlar düzenli hâle getirilmelidir.

Her şeye rağmen yolculuğumuz mükemmeldi. Kaptanlarımız, Satılmış, Mustafa ve Hüseyin Beylerin yakın ilgileri mükemmeldi. Konyalılara, Aksaraylılara, Nevşehirlilere minnettarlıklarımızı sunuyoruz.

Çorum’a ulaştığımızda vakit hayli geçmişti.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Hayatın fiyatı


A+ | A-

Bu kâinatın en nazdar ve nazenin misafiri olan insan; dünyaya gelir gelmez sonsuz zenginlik sahibi Ganî-i Mutlak'ın sanatlı, hikmetli ve inceliklerle dolu ikramlarıyla karşılanıyor. Aklımızın alamayacağı kadar büyük bir kainat içinde bir zerre kadar küçük olan dünyamızda, yaklaşık yedi milyar insandan biriyiz. Etrafımız ve vücut mekanizmamız bize kusursuz hizmet veren varlıklarla dolu. Büyük bir uyum, ahenk içinde şefkat ve nezaketle hizmet vermekteler.

İçinde oturduğumuz evlerin karşılığında bir fiyat veriyoruz. Ve ya ulaşımda kullandığımız taşıtlara bir bedel ödüyoruz. Dünya bizi hem üzerinde barındırıyor, hem kendi etrafında, hem de güneşin etrafında gezdiriyor. Biz bu mesken ve bu seyahat için hiçbir karşılık ödemiyoruz.

Hava için de bir fiyat ödemiyoruz. Oysa bize basit gibi gelen ve çoğu zaman düşünmediğimiz tek bir nefes almak ne kadar önemli. Bizim bir tek havayı içimize çekmemizle aldığımız oksijene vücudumuzdaki tüm hücrelerin ihtiyacı var. Bu oksijen olmadan hücrelerin bölünmesi, kalbin atması, organların faaliyetleri, kasların hareketi v.s işlevlerin hiç biri görevini yerine getiremez.

Evlerimizde ısı ve aydınlatmada kullandığımız elektrik ve doğalgaz için bir fatura bedeli ödüyoruz. Güneş ise her gün ısı ve ışığıyla tüm canlılara kucak açıyor. Hem de bedava. Uzmanlar güneşin bir saniyede ürettiği enerjinin, dünyada ancak üç milyar enerji santralinin bir yıl boyunca çalışmasıyla elde edilebileceğinden bahsediyorlar. Bediüzzaman Hazretleri ise, güneşin bir günlük yakın ihtiyacı için denizler ve okyanuslar kadar gazyağı, dağlar kadar kömür ve dünyanın bin katı kadar odun yığınları lazım olacağını söylüyor.

Nature dergisinin haberine göre ise canlıların yaşamasını sağlayan ekolojik sistemin bir yıllık maliyeti en az 33 trilyon dolar olarak hesaplanmış. İnsan değil bir yıllık, bir anlık yaşamasının karşılığını dahi ne kadar servet harcasa yine veremezdi. Hiçbir insan böyle bir karşılık veremeyeceğine göre, her insan fakirdir. Zaten Halıkımız da bizden bize verdikleri için sadece kendisini tanıtmak, bildirmek ve sevdirmek istiyor. Yaptığımız ibadetler de sadece bir nefes almamızın karşılığı olamaz.

Allah ayrım yapmadan her canlıya havayı, güneşi, suyu, toprağı vermiş. Onun mutlak ve sonsuz zenginliğinin yanında bunlar çok basit ve ehemmiyetsiz. Hani bir hadis meali vardır ya; "Dünyanın, Cenâb-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyecek idiler." Yaratıcımız kendisine isyan eden, şirk koşan, inanmayanlara dahi aynı imkanları sunuyor.

Rabbimiz sonsuz hazinesinden büyük bir cömertlikle veriyor. Küçük hesaplar peşinde koşan ise ancak aciz ve fakir insan. Bize verilen ömür sermayesinin ve yaşamamız için verilen tüm imkanların farkında olarak sonsuz hayatımız için en etkin şekilde kullanmaya çalışmalıyız.

Dünyada istifade ettiğimiz en basit bir ihtiyaç maddesine bir bedel ödediğimize göre, bize sunulan bu kadar nimetlerin de bir fiatı olmalı elbette. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, bunların fiatı üç şeydir: Biri fikir, biri zikir, biri şükür.

Hayatımızın fiyatını üç kelime ile ödemek mümkün olduğuna göre, bunu ödemekten kaçınmak, gaflet değilse ihanettir, nankörlüktür. Fıtratı bozulmamış, insanlığı sükut etmemiş bir insanın bu fiyatı ödemekten kaçınması mümkün değildir.

27.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis