29 Mayıs 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Nejat EREN

Yaz mevsimi, gençlerimiz ve okuma seferberliği


A+ | A-

Yeni bir bahar, yaz mevsimine doğru durmaksızın yol alan zaman ve harika icraatların devam ettiği muhteşem “kâinat kitabı!”

“Gayemiz vatan sathını bir mektep yapmaktır!” parolasıyla yola çıkan bir câmiâ! Ellerinde “silâh” yerine “kitap” tutan bir nesil ve cemaat! Kitapla arkadaş olan ve kendilerini şekillendirmeye çalışan şuurlu bir gençlik.

Kâinatta harika icraatların tefekkür edileceği en uygun zaman: Bahar ve yaz ayları.

His, akıl ve ruh dünyasına derinlik kazandırıp ufkunu genişlettirecek şuur sahipleri için en uygun zaman dilimi.

Asrın maddî ve manevî reçetesi olan Risâle-i Nur Külliyatında, şiir gibi mevzun ve ölçülü “hakikat mesleğine” uygun olarak en güzel şekilde ortaya konulmuş ve işlenmiş gerçekler.

Kâinat yüzünde ve varlık âleminde tecellî eden inayet, rahmet, lütuf, ikram, ihsan, in’am, haşir, neşir, ihya, mevt, hareket, sükûn, tanzim, teşhir, tezyin… vb. gibi yüzlerce, binlerce icraatın teşhir sayfaları!

Arzın en mükemmel varlığı ve yaratanını tanımaya çalışan insan için bulunmaz bir fırsat ânı.

Bu aylarda canlılarda meydana gelen son derece farklı ve hızlı değişim; her günün ayrı bir kitap, farklı bir sayfa, mânâlı bir cümle, mesaj yüklü bir kelime olması; olay ve varlıkların oluşumundaki kudret elini görebilme marifet ve hassasiyeti, imanlı bir insana Allah’ın bahşettiği en büyük bir ihsan ve nimettir.

Güneşin doğmasıyla başlayan her gün, dünya dediğimiz bu geçici mekânda karşılaşılan her olay ve varlık, muhatabı olan şuurlu, imanlı ve akıllı insanlara hazineler kıymetinde güzellikler bırakmaktadır.

Risâle-i Nur Külliyatında yüzlerce, belki de binlerce yerde geçen “kitab-ı kebîr-i kâinat” ifadesinin şuurlu muhataplarına ihtar ettiği çok farklı ve ince mânâlar! Bu orijinal, anlamlı ifadenin ayrı boyut ve mesajını idrak ederek hayatı ve gerçekleri okuyabilmek gayretinde olan bir camia ve grup! Yaratılış gayesinin derin bir boyutunu araştırmaya müştak gönüllüler. Okuyarak ve tefekkür ederek, şuur ve tahkikî imanı kazanmaya çalışan, huzur ve mutluluğu kazanmak için Risâle-i Nur Külliyatını devamlı okumayı şiar edinen bir camia.

“Kitap okumak” fiilinin, bilinen “rutin” tatbikatının dışında, büyük mücahid Bediüzzaman Hazretlerinin: “Ey kendini insan bilen insan kendini oku…Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!” mânâsıyla “okuma” gayretinde olan sevdalılar.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin tatbikat ve tavsiyesiyle, bu aziz milletin tarihinde; bir asra yakın bir zamandan beri “okumayı” hayatın gayesi hâline getiren Nur Cemaati.

Onun “Medresettüzzehra” unvanıyla hedeflediği ve gönüller üzerinde kurup tesis ettiği; tarihin en geniş, en tesirli, en büyük, her alan ve branşta, en çok talebesi olan “Açık Üniversitesi!”

Kaynağını Asr-ı Saadet’ten alan, felâket-helâket asrında insanlığa çare ve reçete sunan, tarihte ender rastlanan bir iman hareketi olan Risâle-i Nur metodunun takipçileri olan müntesiplerine düşen sorumluluklar vardır.

Her ehl-i himmet ve hizmet, özellikle de “eğitimciler” bu resmî tatil günlerini, etrafındaki gençlerin mânevî eğitimiyle meşgul olmakla geçirmelidir. Gençlerimize sahip çıkmamız, her kademedeki okulların tatile yaklaştığı bu gün ve aylarda önümüzdeki üç aylık süreyi bu gençlere güzel “okuma programları” planlayarak geçirmek bize düşen büyük bir sorumluluk ve vebaldir. Kulluk vazifemiz ve dâvâ yükümlülüğümüz bu vebal ve vefa borcumuzun ödenmesiyle mânâ kazanır.

Aksi takdirde, her gün toplumun yaşadığı günlük hayatın şu acımasız ve gaddar piyasasındaki dayanılmaz olay ve vakıalara dolaylı olarak biz de maalesef–tembellik ve umursamazlığımızla—katkıda bulunmuş olacağız. Gençlerimizi bu sinsi tuzak ve dünyanın cezbedici hallerinden uzak tutmak istiyorsak, onların hem ahiretlerini, hem de dünyalarını karartmamak mânevî sorumluluğumuzdur diyorsak, her mahalde bulunan kadın-erkek herkese ciddî sorumluluk ve vebal düşmektedir.

Şimdiye kadar yapmamışsak hemen şimdi başlayarak bu gençlerimizin yaz tatilinde Kur’ân’ın deryasından ve tefsirlerinin nurundan faydalanmalarını sağlayacak “Yaz Okuma Programlarını” yapıp birlikte hazırlayıp icrâ etmek durumundayız. Okumayı da sadece onlara bırakmayarak, birlikte akıl, kalp ve ruh dünyamızı yeniden cilâlamak, manevî dünyamızı mamur etmek durumundayız.

Unutmayalım ki: Avrupa başta olmak üzere “medeni dünya” denen gelişmiş ülkelerin devlet ricâlinin önünde duran en büyük problemlerden birisi de kaybolma tehlikesi ile karşı karşıya olan, “uyuşturucu ve alkol” başta olmak üzere hayatı mahveden tiryakilik ve kötü alışkanlıklara müptelâ olan genç nesillerdir.

Genç ve dinamik bir gençliğe sahip bu milletin bir ferdi, akademik kariyer sahibi gençler başta olmak üzere seviyeli bir genç potansiyele sahip bu mukaddes dâvânın şerefli bir üyesi olan herkese, gençliğe sahip çıkma ve onları en iyi şekilde hayata hazırlama vebal ve sorumluluğu vardır.

İnsanlık hayatının, millet hayatının, aile hayatının, şahsî hayatın saadetli, sağlıklı ve istikametli devam etmesinin en başta gelen unsurlarından birisi buna bağlıdır. Gençlere sahip çıkmak! Bütün insanlığın ihtiyaç duyduğu sağlıklı düşünce, sağlıklı fikir, sağlıklı muhakeme ve sağlıklı çözümle onları donatmak, eğitmek ve hayata hazırlamak, faydalı unsurlar olmasının sağlamak.

Bu konudaki büyük sorumluluk başta ebeveynler olmak üzere, hem çalışan, hem de emekli olan her mahaldeki eğitimci arkadaşlarımızındır. Ve de mahallin “temsilciler heyetinindir.”

Boşluğa terk edilen her gencin sokak ve ekranları dolduran, kulakları tırmalayan, ciğer sızlatan canhıraş feryatlarını, ocağına ateş düşen ana babaların dinmeyen gözyaşlarını dindirmek istiyorsak bu sahaya tam mânâsıyla el atmalıyız.

Yoksa maddeci zihniyetin boş ve tesirsiz çözüm reçetelerini boşu boşuna dinlemeye devam ederiz. Çaresizlik girdabında boğuşan milyonlara ümitsizlik aşılamaya sebep oluruz. Bize düşen müsbeti teorik olarak da, pratik olarak da bu toplumun önüne koymaktır. Bunun da tek bir yolu var: Geleceğimizin ümit çiçekleri gençlerimize sahip çıkmaktır.

Kadın-erkek bu camianın bütün fertlerine toptan bir çağrımız vardır. Gelin bahar ve yazımızı okula başlayan, okulu bitiren küçük-büyük bütün gençlerimizi “okuma programlarında” buluşup buluşturalım. Semeradar mesaimizi onlara harcayarak ebedîleştirelim.

Nur deryasının ruha hayat veren o engin ve derin hakikatlerini; başta gençlerimiz olmak üzere bütün dostlarımızla birlikte yaşamak ve paylaşmak dilek ve temennisiyle...

29.05.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Gözlerimi açtığım diyar


A+ | A-

Hollanda ve şehirleri, Denizli, İzmir, Kırşehir ve Akpınar derken, kendimizi gözlerimizi dünyaya açtığımız aziz serhat şehri Van’da bulduk. Akrabalarımızdan ve gönül erbaplarından çok kişiler ebedî âleme vuslat ediyor, hepsine birden vâsıl olmak, oralara uzanmak manen mümkün olsa da maddeden mümkün olmuyor. Ancak bazı konferans, seminer veya TV konuşma dâvetleriyle kendimi orada buluyor ve eksik kalan ve üstümüzde hukukları bulunanların mekânlarında ve zeminlerinde ya konuşuyor veya Fatihalar okuyuruz.

Van’ın cengâver evlâtlarından Süleyman Çelebi ve “Haberde Van” gazetesi, Hz. Peygamber Efendimizin (asm) doğumunun 1438. yılı ve Hz. Bediüzzaman’ın da vefatının 49. sene-i devriyeleri münasebetiyle Van merkezinde halka açık bir konferans ve bir çok okulda seminer vermemi ve TV’lerde konuşmamı talep ettiler. Bu dâvete icabet ederek birkaç yıldır gidemediğim ve akrabalarımı göremediğim aziz diyara hasret ve iştiyakla vasıl olduk. Üstümüze düşeni ve bizlerden isteneni büyük bir şevk ve inançla deruhte ettik.

Tarihî Van şehrini birkaç satır ve makaleye sığdırmak mümkün değil. O kadar hatıralar ve o kadar tarihin şeref levhaları var ki, kimi yazacaz? Kimi anlatacağız? 1900-1914 ve 1920-1927’de Van’da görev yapan Hz. Bediüzzaman’ı, hem talebesi, hem de kardeşi mühim bir âlim Abdülmecid Ünlükul’u mu? Seydâ Bediüzzaman’ın 17 yaşında talebesi olmuş, uzun yıllar hizmetinde bulunmuş, nurlara çok hizmet etmiş ve 1984’te vefat etmiş Molla Hamid Ekinci’yi mi? Şeyh Masum, Hasan Efendi, Molla Resûl, Molla Haydar, Molla Yusuf Efendileri mi?

Evlâd-ı Resûl, şarkın meşhur müderrislerinden icazet almış ve 25 yıl Van müftülüğü yapmış Mehmed Kasım Arvâsî’yi mi? 5 sene Van’da vaizlik ve müftülük yapmış, Abdülmecid Nursî’den ders almış, şeyh Reşid Güleşer’i mi? Müdürlükten emekli olmuş, eski Van Müftüsü Şeyh Masum’un oğlu, Abdülbâki Arvasî’yi mi? Bediüzzaman’ın silâh arkadaşı merhum Ali Çavuşlarımı ve yine aşiret reisi Emin Çayırlı’yı mı anlatacağız? Yoksa yılların demokrat çınarı ve Hz. Bediüzzaman’la eline birlikte kelepçe vurulan merhum Kinyas Kartal’ı mı bahsedeceğiz? Hacı Nuh efendiyi mi yazacağız?

Yoksa Molla Münevver’i, merhum babamı, Hamid ve Erol Kuralkan’ı, Ali Uçar’ı, Nizam Apaydın’ı ve Kemal Yurtbayları mı? Yoksa hazin hatıralarla dolu Harb-i Umûmi’yi mi, Van’ı, Bitlis’i, Arvas’ı, Müküs’ü, Nurs’u, Horhor Medresesini, Van Kalasını, Erek Dağını, rakım 3650 olan Başet başını ve yaylamızı mı, meşhur ve manidar Akdamar adasını mı anlatacağız? Hangisini yazacağız? Hepsi birer destan ve man- zume…

Kalb-i derunumda ma’kes bulan bu aziz zatların kısm-ı azamıyla “lillah için” hizmetin aşkıyla görüşmüş ve elimden geldiği kadar kaleme almış, hem de başkalarına yazsınlar diye göndermişimdir. Bu itibarla ve bu duygular içinde, konferans konumuz olan “Peygamberimizden (asm) çağımıza müjdeler” başlıklı konferansı Zümrüt konferans salonunu hıncahınç dolduran yüzlerce bay ve bayan kişiye verdik. Alkışlar, gözyaşları, millî birlik ve kardeşlik kucaklaşmaları ve ardı ardına verilen plâketler birbirini takip etti.

Haftanın diğer günlerinde, Merkür TV’de Hz. Peygamber (asm) ve Bediüzzaman Hazretleriyle ilgili olarak Felemes Hoca ile canlı mülâkat, Munci İnci Bilişim ve Denizcilik Lisesi’nde “4207 sayılı yasa mucibince zararlı alışkanlıklar” başlıklı kız ve erkek lise öğrencilerine verdiğimiz konferans, mahallî Van Bölge gazetesi ve Haberde Van gazetesinde makaleler neşretmek, çeşitli sivil toplum kuruluşlarını ve bazı resmî zevatı ziyaret ve bir çok taziyetlere katılarak noktayı koyduk.

Emeği geçen başta Ramazan Çelik, gazeteci Süleyman Çelebi ve eğitimci İsmail Öngel kardeşlerime ve isimlerini makaleme sığdıramadığım bütün can dostlarına ve konferansımıza tâ uzaklardan gelen bay ve bayanlara ve bütün STK’lara binler tebrik ve teşekkürler.

29.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Büyük dâvâlar büyük omuzlarda yükselir


A+ | A-

21 yaşındaki günümüz delikanlısının İstanbul’u fethetme gibi bir olayı gerçekleştirmesini hayal bile etmek mümkün değil. O nasıl eğitim, nasıl ideal, nasıl bir hedef idi ki Fatih o yaşta İstanbul’u fethetmeyi gerçekleştirmiş, Hz. Peygamberin (a.s.m.) “ne güzel komutan” müjdesine müyesser olmuştu?

Onun daha çocuk yaştayken İstanbul’un fethiyle ilgili hadis-i şerifi öğrendiği zaman, “Keşke o ben olsam!” niyet, duygu ve temennisiyle yaşadığını ve kendini ona göre hazırladığını biliyoruz. Bir gece vakti teheccüde kalktığında şehzade Mehmed’in odasının ışığının yandığını gören hocası Molla Gürani, “Acaba hasta mıdır? Bir durum mu var?” diye kapısını çaldığında Şehzade açmış, yatağının bozulmadığını, masada bir kısım yazı ve çiziler bulunduğunu gördüğünde sormuş: “Hayrola evlâdım! Bir durum mu var? Niçin uyumadın?”

“Müzakere ediyordum, efendim.”

“Hangi dersi müzakere ediyordun?” dediğinde ise cevap alamamış. Masadaki yazı ve çiziler dikkatini çekmiş ve “Görebilir miyim, kâğıtları?” demişti. Şehzade kâğıtları uzatınca bir kısım notlar, haritamsı askerî plan ve projeler görmüş, “Nedir bunlar?” diye sorunca da, Şehzade uykusuz kalışının sebebini şöyle açıklamıştı: “Efendim, Konstantiniyye [İstanbul] Sahabe-i Güzin Efendilerimizden bu yana defalarca kuşatıldığı halde fethedilemeyişinin sırrını hep düşünüp durmuşumdur. Beni bu gece de uykusuz bırakan odur.”

Buna son derece memnun kalan hocası Molla Güranî İstanbul’un fethiyle ilgili müjdeyi hatırlatarak o fethin kumandanı olması temennisinde bulunduktan sonra, onu fetheden kumandanın âlim, âlim olduğu kadar da adil ve dirayetli bir kumandan olacağını hatırlatmış, gerekli ilimleri öğrendikten ve hazır hâle geldikten sonra bu idealin ancak gerçekleşebileceğini belirtmiş ve ona duâda bulunmuştu. Şehzade Mehmed de hocasının bu öğütlerini ruhunda mukaddes bir bayrak gibi dalgalandırmış, bütün himmet ve hedefini onda yoğunlaştırmıştı.

O çocukken de büyüktü, büyük ruhluydu. Daha 12 yaşındayken liyakati sebebiyle babası onu tahta oturttuğunda, onun çocukluğunu fırsat bilen ve Varna’ya kadar gelen düşmanlara karşı babasını tahta oturması için çağırmış, gelemeyeceğini öğrenince de babasına şu emri göndermişti: “Eğer siz padişahsanız kâfirlerin hücumunu önlemek için gelip tahta oturmalısınız. Eğer ben padişahsam emrediyorum yine gelip tahta oturmalısınız. Padişaha itaat şarttır.”

İstanbul’un fethinde şüphesiz büyük gayretler olduğu kadar müthiş bir zekâ ve deha da vardı. Onun için fetih sırasında 58 yaşında bulunan büyük Yunan tarihçisi Georgius Fatih’i Kirus’tan dan, Büyük İs- kender’den, Sezar’dan da büyük görür, hatta “Gelmiş geçmiş bütün hükümdarlardan da üstündür” der.

O dönemlerde yaşayan Bizanslı yazar Kritaulus ise onun cihanı içine alacak bir zekâya, eski ve yeni bütün ilimlere sahip olduğunu belirtir, “Bir insan ki, gemileri karada yürütebiliyorsa o bütün dünyaya hakim olabilir” diyordu.

Evet, Fatih yüksek bir idealin sahibiydi. O ideale göre kendini yetiştirmiş, ona göre yaşamış, kısacık ömrüne İstanbul’un fethi dahil onca başarıları sığdırmıştı.

29.05.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“İçimiz ısınmıyor ve sevmiyorsak”


A+ | A-

Afşin kardeşimiz, “Sevgi, muhabbet” eş seçme kriterlerinin neresinde? Dindar-ahlâklı olana gönlümüz ısınmayabilir. Sevmediğimiz dindarı tercih etmek doğru mudur? Eş tercihinde sevmek, hoşlanmak, içi ısınmak gibi duyguların dikkate alınması gerekmez mi?” diye soruyor.

Maddî-manevî kâinatın bir minyatürü şeklinde yaratıldığımızdan; ruhaniler, atomaltı, atom, yani kâinattaki bütün varlıkların “kuvve-i cazibe”leri (çekim gücü) bize “sevmek” şeklinde tecelli etmiş.

“Muhabbet,” şiddetli duygularımızdandır. Dolayısıyla sevmek ve sevilmek elimizde değil. Ancak, muhabbeti geliştirmek, voltajını düşürmek, yönetmek ve yönlendirmek hür irademize bırakılmış. Yani, kimi, ne kadar, nasıl seveceğimizi hür irademizle biz belirleriz. Tıpkı, bakmak, görmek; işitmek, dinlemek gibi. Görmek ve işitmek fıtrîdir. Görmek elimizde değil, fakat, nereye ve kime bakacağımıza, kimleri göreceğimize biz karar veririz. Sesi işitiriz, ama, istemediklerimizi duymayabiliriz!

Muhabbet ve aşktan kaçınamayız. Fakat, kimi, neyi, nasıl, ne zaman, ne kadar sevip, aşık olacağımızın kararı bize ait. Zira kalp, bir sevgi üretim merkezidir. Sevgi bir sermayedir. Biz istediğimiz kadar sevgi üretir, istediğimiz şeye ve kişiye yönlendirebiliriz.

Duygularımızı düşüncelerimiz, inançlarımız, imanımızla şekillendiririz. Eşyanın ve olayları gözlük camının rengine, kafamızda oluşturduğumuz imajlara göre görür ve algılarız. İnançlarımız ve duygularımız da buna göre oluşur. Hepimiz aynı şeyleri, fakat, farklı görürüz. Bakmak ayrı, görmek ayrı, fark etmek ayrı bir şeydir. Bakarız, ama göremeyiz. Hatta bakış yerlerimize göre, aynı şeyi, farklı anlamlar alır: 9’a bu taraftan bakan dokuz görür; karşı taraftan bakan 6…

Şu halde, sevgiyi duygumuzu biz yönetir, geliştirir, yönlendiririz. Evlenmek için sevmek şart, fakat, yeterli şart değildir. Yani, yalnızca sevgi var, diye evlenilmez. Diğer unsurlar da mutlaka olmalı. Bina inşa etmek için kum, çimento, demir, tuğla, vs. gerekli. Sadece çimento yetmez! Sevgi ve aşıkın yalnız başına karın doyurmadığını; huzur vermediğini; mutlu etmediğini görüyor ve yaşıyoruz. Eğer, evlilikte dindarlık/ahlâk gibi diğer unsurlar yoksa, sevgi de yok olur. Aşk ise, saman alevi gibi parlar ve söner…

Her zaman severek de evlilik gerçekleştirilemeyebilir. Evlendikten sonra da mükemmel bir sevgi oluşabilir. Ne denmiştir, “Sevdiğini alamazsan—ki, sevdiğin seni sevmeyebilir, dolayısıyla seninle evlenmek zorunda değil—aldığını sevebilirsin!” Çünkü, duygularımızı geliştirmek, voltajlarını düşürmek veya yönlendirmek bizim irademiz dahilindedir.

Eğer sevdiğiniz dindar değil, dindara da içiniz ısınmıyorsa şu sorunun cevabını vererek seçim yapmalısınız: “Dindar/ahlâkı hoşunuza gideni sevmek mi daha kolay; yoksa sevdiğinizi dindarlaştırıp ahlâkî değerler kazandırmak mı?” (Tabiî ki, buradaki ahlâk huy, mizac, karakteri kastediyoruz…)

Evlilik gemisinin huzur sahiline, mutluluk limanına ulaşması sevgiye bağlı. Gemiyi yüzdürmek, sevgi iledir. Ama, kaptanlık mahareti de gerekli! Eğer, kaptanlık becerisi yoksa, büyük umutlarla başlayan sevgi ve aşk yolculuğu gemisi; ya çarpar, ya su alır batar, ya karaya oturur!

“Dindarlık ve ahlâklılık” sevgiye açılır; huzur ve mutluluk getirir. “Güzellik, mal, soy-sop” sevgisi geçicidir, zamanla, kıskançlık, öfke ve nefret gibi olumsuzluğa dönüşür… Nebi-i Zişan’ı dinleyelim:

“Kim Allah için verirse, Allah için vermezse, Allah için severse, Allah için düşmanlık beslerse ve Allah için evlenirse imanını kemale erdirmiş olur.”1

Böylece içimizin ısınmadığı kişiyi de sevebilir, mecazi sevgiyi hakikîye dönüştürebiliriz. Bizzat nefis ve madde hesabına, onların fani, geçici, solan, yok olan yüzerine olan sevgi mecazidir. Mecnun’un ilk zamanlar “Leyla”yı, Leyla’nın Mecnun’u sevmesi, mecazîydi.

Hakikî sevgi ise; sevgi ve sevgililerin yaratıcısı Habib olan Allah adına sevmektir. Hakikî sevgiye, yani, Mevlâ’ya ulaşmak için Leyla’yı terk etmek gerekmez. Zira Leyla’yı da Mevlâ vermiş; içine kalbi, kalbinin içine de sevgiyi O koymuş. Mevlâ yerini Leyla sevgisi almamalı, perde ve gölge olmamalı. Mevlâ’nın kalbe karşılık en nazik ve nazenin bir kalp, ahsen-i takvim (mükemmel, güzel, kıvamı) olarak yarattığı için de sevmeli. Mecazî ile hakikî sevgi arasındaki inceliği fark etmez, dengeyi sağlayamazsak, kalp sevilenler adedince parçalanır; ruhumuzun dengesi bozulur.

Eğer Allah için evlenirseniz, Allah sevginizi arttırır. Eğer sevdiğiniz için severseniz, sevginizi hayat şartları tüketir! Evet, çiçeği kendi hesabına severseniz, soldukça, sizde solarsınız, kurudukça kurursunuz. Allah hesabına severseniz, sevginiz sonsuzlaşır. Zira, dünya çiçeklerini her baharda, yazda; sonsuz çiçekleri, sonsuzluk bahçesinde size verecek olan Kadir-i Mutlak ve Habib-i Mutlak hesabına severseniz, sevginiz sonsuzlaşır!

Dipnot:

1- Beyhakî, Şuâbu’l-İmân, 1:47.

29.05.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Faruk ÇAKIR

“Zor”u da biz uygularız!


A+ | A-

Türkiye değişiyor, ama yıllardan beri devam eden bir yanlışı değiştirmek Türkiye’yi ‘idare edenler’in aklına gelmiyor: ‘Kamusal alan’ diye tâbir edilen yerlerde, üniversiteler ve başka pek çok yerde başörtülü olarak bulunmak yasak!

Yürürlükteki kanunlara dayanmayan bu yasak, hayalî korkulara, vehimlere ve ön kabullere dayanılarak devam ettiriliyor. “Yürürlükteki kanunlara dayanmıyor” tesbiti, “kanunlara dayanmış olsa kabul” şeklinde anlaşılmasın. Öyle bir kanun olmuş olsa, o kanun yanlış olurdu. Çünkü hür dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir uygulama yok ve olması da kabul edilmiyor.

“Yasakçı”ların; başörtüsüne karşı uygulanan yasağı makul şekilde savunmak mümkün olmadığı için, akla ve hayale gelmedik bahanelere sarıldıkları görülüyor. Çok sık tekrarlanan ‘bahane’lerden biri, başlarını örten öğrencilerin bunu kendi istekleriyle değil de, anne ve babalarının baskısı, ya da ‘para/burs karşılığı olarak’ örttükleri iddiâ edilir. Bunlara karşı verilmesi gereken asıl cevap ‘susmak’tır, ama bu cevaptan anlamayanlara şu soru her zaman sorulmalı ve sorulmuştur: “Madem öğrencilerin burs ve para alarak başlarını örttüklerini iddia ediyorsunuz, o halde siz de aynı öğrencilere başlarını açtırmak için biraz daha fazla para ve burs verin, olsun bitsin!”

“Çağdaş yaşamcı”ların her halde bu iş için ayırabilecekleri bir miktar parası vardır. Öyle ya, kız öğrencileri okutmak iddiâsıyla yola çıkanların bu iş için para ayıramamasını düşünmek mümkün değil. İddia ettikleri gibi “para alarak başını örten” öğrenciler olsa, bunları tesbit etmek ve ortaya çıkarmak mümkün olmaz mıydı? Bu güne kadar böyle bir şey yapılmadığına göre, demek ki bu iddia ‘yalan’ bile değil, olsa olsa kuru bir ‘iftira’ olabilir!

Daha dün, bir TV programına katılan ‘sosyolog, prof’ bu iddiayı farklı bir şekilde dillendirdi. CNNTurk’de konuşan Emre Kongar, 12 Eylül döneminde, ‘sakal’ının kesilmesiyle ilgili YÖK talebine karşı çıkışını anlatırken sorulan; “Peki, başörtüsü de böyle değerlendirilemez mi?” şeklindeki soruya, “Kızlar açısından öyle, ama onlar kendi istekleriyle başlarını örtmüyor ki! Erkeklerin ve siyasetçilerin zoruyla, baskısıyla bunu yapıyorlar. O halde başörtüsüne müsamaha ile bakılmamalı” anlamına gelecek görüşler beyan etti.

Hem sosyolog, hem de profesör olan bir ismin hakikate bu kadar ters görüşler beyan etmesi nasıl yorumlanabilir? Yüzde yüz yanlış olan bu iddia bir an için ‘doğru’ kabul edilse bile; ‘zorla kapatanlar’a karşı, ‘zorla baş açtırmak’ savunulabilir mi? Bir ‘zor’un diğer ‘zor’dan farkı ne? Tek parti devrindeki “Bu memlekete komünizm gelecekse onu da biz getiririz” anlayışıyla; “Hayır, ‘zor’ uygulanacaksa onu da biz uygularız” demek mi istiyorlar?

Türkiye ve dünya gerçekleri, sürüp giden başörtüsü yasağının devam edemeyeceğini gösteriyor. Olur olmaz iddiâlarla başlarını örten hanımları küstürmeye, öğrencileri incitmeye, rencide etmeye ve aşağılamaya hiç kimsenin hakkı yoktur ve olmamalıdır.

Türkiye’yi ‘idare edenler’ ile milletin barışması ve kaynaşması için bu yasağın bir an önce sona ermesi gerekiyor. Yasakla geçen her gün, Türkiye için kaybedilmiş bir gündür vesselâm.

29.05.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

49 yıl sonra darbeleri konuşuyorsak…


A+ | A-

Türkiye’nin demokrasi tarihinde kara bir leke olarak hatırlanan ve darbeleri başlatan darbe olarak tarihe geçen 27 Mayıs kanlı ihtilâlinin üzerinden 49 yıl geçti. Demokrasiye vurulan en büyük darbe olan bu kara gün arkasında kan bırakmıştı. Ardından gelecek 12 Mart, 1971 ve 12 Eylül darbeleriyle, 28 Şubat post-modern darbesinin yolunu açtı. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de iktidarların seçimle gelip, seçimle gittiği sistem olan demokrasi tarihi olan 14 Mayıs düşüncesi ile 27 Mayıs ihtilâlinin düşüncesi arasındaki mücadele hep süregelmiştir.

Bu kara lekeyi yapanlar, iktidarların seçimle gelip, seçimle gittiği sistem olan demokrasiyi rafa kaldırmıştı. Yani, milletin iradesi hiçe sayılmıştı. Türk milleti, ne Başbakan Adnan Menderes ve iki arkadaşının idam edilmesini unuttu, ne de Demokrat Parti’nin bu ülke ve millet için yaptıklarını...

Bakan ve milletvekillerinin tekme tokat dövüldüğü, 592 kişinin yargılandığı Yassıada dâvâlarında sanıklar, mahkeme heyetinin hakaret ve aşağılamalarına maruz kalmıştı. Mahkeme Başkanı Salim Başol’un “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” sözü mahkemelerinin ne kadar hukuksuz olduğunu ispatlıyordu. Sanıklar, saçma sapan delillerle suçlandı. Bazı milletvekilleri, verdikleri yasa tekliflerinden dolayı yargılandı. Merhum Menderes’in Almanya’dan sipariş ettiği Kur’ân-ı Kerim dahi delil olarak sayıldı.

Dönemin İstanbul Cumhuriyet Savcısı ve eski CHP Senatörü Mehmet Feyyat yıllar sonra itiraf niteliği taşıyan ifadesinde Yassıada Mahkemeleri Savcısı Ömer Altay Egesel’i hukuku gasp ederek, Menderes’i katletmekle suçladı. Gerçekten de hukuk gasp edilmiş, demokrasi rafa kaldırılmıştı. Peki, niye bu kadar geç itiraf?

***

Ağzına demokrasi kelimesi dahi yakışmayanlar, “bugün de 27 Mayıs şartlarının oluştuğunu, ama askerî darbe imkânı olmadığını” hayıflanarak yazabiliyorlar. 10 yıl süreyle iktidarda kalan, DP ne yaptı ki?” diyebiliyorlar. Tabiî onlar milletin arzuladığı hizmetlerin yapılmasını hâlâ bir türlü hazmedemiyorlar. Demokrasi deseler de kafaları darbeci… Çünkü DP iktidara geldiğinde ilk icraatı Ezanı aslına çevirmek olmuştu. İmam Hatipleri, Yüksek İslâm Enstitülerini açmıştı. Yani millet ne istiyorsa onu yapmıştı. Onların istedikleri tek parti döneminin baskıcı rejimiydi. “Biz ne dersek o olur. Kasketlinin, şalvarlının Ulus Meydanında ne işi var” diyen zihniyet bunları ister mi? Elbette istemez.

Onlara göre DP’nin yapamadığını 27 Mayıs’tan sonra yapılan 1961 Anayasası yapmıştı. Bu anayasa ile “Türkiye’nin laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu tescil edilmişti!” Her sıkıştıklarında “laiklik” diyenler her fırsatta buna sarılıyorlar. Yeni bir anayasa düşünüldüğünde “Ona dokundurtmayız” denilmiyor mu? Başörtüsü, imam hatip dendiğinde hemen laiklik öne sürülmüyor mu? Peki, var mı laikliğin tarifi. Herkes istediği gibi anlamıyor mu bu kavramı? Tarifi olmadığı içinde isteyen istediği yere çekiyor mu?

Bediüzzaman’ın, önemine binaen Emirdağ Lâhikasına da aldığı, Başbakan Adnan Menderes, Konya’daki nutku dolayısıyla yapılan neşriyat üzerine Zafer gazetesinde gerçek laikliğin tarifini şöyle yapıyordu: “Lâiklik bir taraftan din ile siyasetin birbirinden ayrılması, diğer taraftan ise vicdan hürriyeti mânâsına gelir. Din ile siyasetin kat’î surette birbirinden ayrılması esasında en küçük tereddüde dahi tahammülümüz yoktur.” Peki “vicdan hürriyeti” derken neyi kastediyordu: “Vicdan hürriyeti bahsine gelince: Türk milleti Müslüman’dır. Ve Müslüman olarak kalacaktır. Evvelâ kendine ve gelecek nesillere dinini telkin etmesi, onun esasını ve kaidelerini öğretmesi, ebediyen Müslüman kalmasının münakaşa götürmez bir şartıdır.” (s. 805-806.)

27 yıldır değiştirilemeyen ihtilâl anayasasında laiklik böyle tarif edilseydi bir “sorun” kalır mıydı? Elbette kalmazdı. 27 Mayıs’tan sonra yapılan darbelerin, postmodern darbelerin gerekçeleri arasında sayılan “laiklik” tartışılmaz olurdu. İşte darbeci kafa bundan rahatsız oluyor.

***

49 yıl sonra Türkiye’de hâlâ darbeler konuşuluyor, darbe plânları ortaya çıkıyor. Hâlâ darbeleri konuşuyorsak, hâlâ 49 yıl önceki 60 darbesini konuşuyorsak ve hâlâ darbe yapılanlar yargılanamıyorsa, 12 Eylül darbesinin yaptığı anayasayı üzerinden 27 yıl geçmesine rağmen değiştiremiyorsak bir 50 yıl daha geçse tam ve kâmil mânâdaki bir demokrasiden bahsetmek mümkün değil. Bu yüzden de millî iradeye ve demokrasiye inanan herkesin darbelere karşı net tavrını koymasının zamanı geldi de geçti bile.

Demokrasi şehitlerine Cenâb-ı Hak’tan rahmet ve mağfiret diliyoruz…

29.05.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Yine mi oyalamaca?


A+ | A-

Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu Meclis tatile girinceye kadar AB süreci bağlamında yapılması gereken en önemli işi İnsan Hakları Kurumuyla ilgili yasanın Meclisten çıkarılması olarak gösterirken, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek aynı “acele”yi “yargı reformu” tasarısı için ortaya koydu.

Buna karşılık iki bakan da, yakın zamanlarda birkaç gün telâffuz edildikten sonra arkası getirilmeyen anayasa paketinden hiç söz etmediler.

Yürürlükteki ihtilâl anayasasını tamamen çöpe atıp AB kriterlerine uygun yeni, çağdaş, sivil ve demokratik bir anayasa yapmadan hiçbir şekilde yol alınamayacağı gerçeği her geçen gün daha iyi anlaşılır ve daha vurgulu ifadelerle seslendirilirken iktidar partisi buna yanaşmayıp, sadece kendisini kurtaracak ve yanına garnitür cinsinden birkaç madde daha ekleyeceği bir mini paket hazırlığı içerisinde olduğunun işaretlerini vermişti.

Hattâ 29 Mart yerel seçiminden hemen sonra bu paketi gündeme getirerek sonuçlandıracaktı.

Aradan iki ay geçti, hâlâ bir hareket yok.

Bakanlar Kurulunun bu haftaki toplantısından da bu yönde bir karar ve açıklama çıkmadı.

Hükümet, mini paketten de mi vazgeçti?

Hep birlikte takip ettiğimiz gibi, böyle bir paketin gündeme getirilmesi için Cumhurbaşkanı Gül devreye girerek muhalefet liderleriyle görüştü.

Ama bu görüşmelerden bir netice çıkmadı.

Evvelce benzer bir girişimde bulunup aynı durumla karşılaşmış olan Meclis Başkanı Köksal Toptan ise, bu defa ortadan beyanlarla işi geçiştirdi.

Yani, anayasa meselesi yine çıkmazda.

Peki, Çiçek’in açıkladığı “yargı reformu” ne?

Bu isim altında telâffuz edilen paketteki bazı hususların, daha önce konuşulup galiba vazgeçilen mini anayasa paketinde de yer aldığı söyleniyordu.

Son açıklamadan anlaşılan o ki, söz konusu pakette Anayasa Mahkemesiyle ilgili olarak düşünülen düzenlemeler da rafa kalkmış durumda.

Buna karşılık, “yargı reformu” paketinde Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun teşkil tarzı ve işleyişiyle ilgili yeni düzenlemelere yer verildiği, Kurul üyelerinin bir kısmının Meclis tarafından seçilmesinin de bunlar arasında bulunduğu söyleniyor.

Ama mevcut ortamda bunun da gerçekleşmesi pek mümkün ve muhtemel gibi görünmüyor.

Özellikle 28 Şubat sürecinde çok tartışmalı tavır, karar ve tasarruflara imza atarak, yargının siyasallaştığı eleştirilerine haklı gerekçeler kazandıran HSYK ile ilgili olarak, mevcut iktidarın imzasını taşıyan bir reform girişiminin başarı şansı var mı?

Şu konjonktürde AYM’ye dokundurmayan statü, HSYK’yı sahipsiz ve hâmîsiz bırakır mı?

Dolayısıyla, başlangıçta iddialı sunumlarla gündeme getirilir gibi olup da, sonra yine askıya alınan mini anayasa paketinden bazı maddelerin cımbızlanıp bir kez daha abartılı ifadelerle takdimine çalışıldığını söylemek herhalde yanlış olmaz.

Bu defaki pakete verilen isim “yargı reformu.”

Ama bu adı taşıyan bir pakette evvelâ Anayasa Mahkemesiyle ilgili düzenlemelerin olması gerekmez mi? 2003’te devrin AYM Başkanının açıkladığı öneri paketinde de yer alan, mahkemenin görev ve yetki alanını yeniden tanzim eden, hattâ üyelerin bir kısmının Meclis tarafından seçilmesini öngören maddeler de yer almalı değil mi?

Ama sızan haberler, Çiçek’in bahsettiği pakette sadece HSYK ile ilgili hususların yer aldığı yönünde. Ve onların da gerçekleşme şansı sıfır.

Bakan Çiçek, Haziran’ın sonuna kadar sonuçlandırmayı düşündükleri değişiklikleri yüksek yargı organlarıyla istişare edeceklerini söylüyor.

Onların tavrı ise baştan belli: “Hayır” diyecekler.

O zaman dönüp dolaşıyor ve yine aynı noktaya geliyoruz. Hükümet bir defa daha “Dostlar alış verişte görsün” politikasıyla hem AB’yi, hem de iç kamuoyunu oyalayıp, kendisine göre zaman kazanmaya çalışıyor. Ama gerçekte hem kendisi kaybediyor, hem de Türkiye'ye kaybettiriyor.

Bu oyalamaca daha ne zamana kadar sürecek ve Türkiye gerçek bir ilerlemeyi nasıl başaracak?

29.05.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Hürriyetin istismarı…


A+ | A-

Bazen sihirli bir kelimeye, bazen afet-i devrana, tufeylîlerin elinde kâbusa ve bazen de nazenin ve ürkek bir güzele dönüşen hürriyet hakkında kimler yazmamış ki… Düşmanları veya istismarcıları, onun küçücük bir kusurunu düzeltmek isteyenleri “hürriyet düşmanı” olarak ilân etmişler. Hürriyete bulaştırılan kusurların, hastalık ve eksikliklerin düzeltilmemesi netice itibariyle onun hayatına hatime vereceğinden, âşıklarının herşeye rağmen konuşması gerekiyor.

İslâm dinindeki imanî, içtimaî ve ahlâkî eserler, Müslümanların yekûnen hürriyetçi olduklarını ispat ettiğinden, dinsiz felsefe ve sefih dinsizlerin dinimiz hakkındaki tenkitlerine burada cevap vermeyeceğiz. Arz ettiğimiz husus yalnızca Kur’ân’ın teorisini ilgilendirmiyor. Kur’ân’ın hükmü altına girmiş coğrafyalardaki medeniyetin beşikleri, taşıyla, satırıyla, sesi ve çizgisiyle buna şahittir. Karanlığa benzetilen diktatörlüklerin üzerine Kur’ân’la birlikte hürriyet güneşinin doğduğunu, Müslüman olmayan tarihçiler eserlerinde ifade ediyorlar. Buna; Ceziretülarap, Şam-ı Şerif, Bağdat, Maveraünnehir, Endülüs, Sicilya, Kuzey Afrika ve Osmanlı medeniyetleri elbette şahittirler. Geçmişteki İslâm medeniyetlerinin göz kamaştırıcı eserleri, o günlere şahitlik eden binlerce kitap ve belge varken, bu hususta maziye dönmeyeceğiz.

Maksadımız, İslâm memleketi olan bu diyarda, dindar idarecilerin yönetim ve gözetimi altında, “hürriyet” fetvasıyla cemiyette bir yangın halini alan “ahlâksızlığa” dikkatinizi çekmekti. Herşeyden önce sefih “hürriyetçi”lerin ileri sürecekleri ‘çağdaş yaşam,’ modernite, asrîlik ve Avrupaî hayat terimlerinin mantıken içi boş birer slogan olduklarını belirtmemiz lâzım. Eğer insanı öne alıp, hürriyeti insana göre yorumluyorsak, onun fizyolojik, biyolojik ve psikolojik sağlığını esas almamız gerekiyor. Fakat başta medyanın, reklâm ajanslarının ve insanlığı cinsellikle tahrip etmek isteyen STK’ların hürriyet adına icra ettikleri şeylerin tümü, insanı ruh ve beden noktalarında çöküntüye götürüyor.

Şu hususun da ifadesine ihtiyaç var. Türk milleti için, dinî, sosyal, tarihî ve kültürel yönleri tam bilinmeyen Avrupa’nın örnek alınması, cehalet ve gericiliğin bir başka boyutudur. İskandinav ülkeleri ve bir kısım Rusya’da fuhuş ve alkole karşı devlet eliyle yapılan mücadelenin mahiyetini bırakınız Diyarbakır’dan, İstanbul’dan bile anlamak kolay değil. Türkiye’nin dinî yapısı, sosyal örgüsü, kültürel tarihi ve günümüz hayatını tarafsızca incelediğinde, Amsterdam kaldırımlarında, Şanzelize meydanında ve Berlin sokaklarındaki manzaraların, ülkemiz manzaralarıyla karşılaştırılamayacağını tekrar görmüş oluruz.

Burada öne çıkacak bir itiraza dindarların kanma ihtimali olabilir: AB’ye girecek bir Türkiye’de sokaktaki müstehcen reklâma, ekranlarındaki pespaye görüntülere ve sokak ortasındaki uygunsuz kadın-erkek ilişkilerine nasıl itiraz edeceksin?

Tekrar her zaman güzeldir. AB projesi dinsiz ve sefih ikinci Avrupa projesi değildir. Hz. İsa’ya inanan, insanî medeniyeti esas alan, dünya barışına hedeflenen güzel bir medeniyet projesidir. Bir kısım masonların, eski bolşeviklerin ve kadını kullanan cemiyetlerin ortaklaşa geliştirdikleri şu rezaletin AB ile hiç alâkası yok. Bahsettiğimiz insaniyet ve İslâmiyet düşmanlarının yalnızca cehaletimizden istifade ettiklerini burada kalın çizgilerle belirtmemiz gerekiyor. Günümüzün elektronik ortamında ulaşabileceğimiz Avrupa’nın saygın gazete ve TV programlarını bizimkilerle karşılaştırdığımızda, bizdeki medya sahiplerinin insaniyete yaptıkları kötülüğü gözlerinizle göreceksiniz.

Cehaletiyle değil de; korkaklığı, paraya düşkünlüğü, haricî cereyanlarla beraber çalışmalarıyla aynı çukura düşmüş organizeleri de ayrıca belirtmek gerekiyor.

Burada; hukuken, insaniyeten, örfen ve dinen vazifelerini yapmayan siyasî idarecilerin, tarih önünde bir gün perişan olacaklarını düşünüyoruz. Beldenin belediye başkanlığına “dinî unsurları” kullanarak gelenlerin içine düştükleri rezaleti, ancak mahkeme-i kübra temizleyecektir. Dinsizlik ve ahlâksızlık karşısında susarken, konuşmak isteyenleri çeşitli usullerle susturan “dindar siyasetçilerin” şu imtihanda işi hakikaten zor görünüyor. Allah ve insanlık ile arasını bozan bu idarecilerin sefihlere yaranabileceklerini de zannetmiyoruz.

Hürriyeti dinsizlere ve sefihlere verip de bu ülkenin hakikî sahipleri olan milletten kaçıranların hangi özrü olabilir ki… İşte yine yaz geliyor. Büyük felâketlere sebep olduğu yüzlerce hadise ile ispatlanmış müstehcenlik, fuhuş ve tefessüh başta İstanbul olmak üzere ülkemizde kol geziyor. Yetkililerimiz ise dindarlarımızı içinde bulundukları “lüküs hayata” çağırıyorlar. Rabbim bazı beyinsizlerin yüzünden İnşaallah hepimizi cezalandırmaz diye duâ ediyoruz.

29.05.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl
Reklam Linkleri: Risale Yorum- Risale Çocuk- Yemek Tarifleri - Euro Nur - Fıkıh İnfo- Satılık Tekne- Cevşen - Yeni Asya Barla - Makdis