03 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Sami CEBECİ

Ölümsüzlük ülkesinin göç kervanı


A+ | A-

Her nefis ölümü tadacaktır” âyetinin kat’î fermanı ile her yaratılan varlık, vakti geldiğinde ölüm gerçeğiyle karşılaşacaktır. O vakit ise, kader denilen Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Kur’ân-ı Kerim’in belirttiği gibi “Ecel geldiği zaman ne bir an geri ve ne de bir an ileri gitmez.” Ecel değişmez. Tekâmül kanununa tâbi olan bu âlemde her canlı doğar, büyür ve ölür. Bu kanunun pençesinden hiçbir şey kurtulamaz. Meyveli bir ağaç, yahut mahlûkâtın en şereflisi olan insan ölümden kurtulamadığı gibi, büyük bir insan, yahut muazzam bir ağaç hükmündeki kâinat dahi kıyametle ölecek ve haşir sabahıyla birlikte ebediyet kazanarak âhiret şeklinde inşâ edilecektir. Bu kâinatın maddesi, âhiretin bir kısım inşaatında değerlendirilecek ve asla israf edilmeyecektir.

Toprak altına ekilen tohumlar, zâhiren çürür ve ölür. Ancak, Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, öyle intizamlı bir ölüme mazhar olur ki, o çekirdeğin ölümü, daha muntazam ve mükemmel olan sümbülün hayatına mukaddeme ve hazırlık olur. Hayat mertebelerinin en aşağısı ve basiti olan bitki hayatının başına gelen ölüm böyle hikmetli olursa, elbette yer altına giren bir insan da zâhiren çürür, fakat bâkî ve ebedî bir hayat sümbülü verir. İnsan için ölüm; yokluk, hiçlik, idam, adem, mahvolmak ve ebedî ayrılık değil, yüzde doksan dokuz ahbaba kavuşmak vesilesidir. Zaten, cesedden bağımsız ve emir âleminden gelip, başına şuur takılan ve canlı bir kanun olan insan ruhu, berzah tabakalarındaki rûhanî hayatını sürdürür. Haşir sabahında yeniden yaratılan bedenine emr-i İlâhî ile girerek, ruh beden müşterekliğinde bir hayata ya ebedî cennette mazhar, yahut ebedî cehennemde muhatap olur. Günah kirlerinden temizlenen aşırı günahkâr mü’minler ise, temelli orada kalmaz, imanlarına mükâfat olarak onlar da cennete girerler.

Mâzinin en derin derelerinden ve yokluk karanlıklarından çıkarılıp, bu aydınlık dünya memleketine gönderilen insanlar, büyük bir kervan gibi istikbalin müzeyyen bağlarına doğru seyahat ediyor. Kafile kafile arkasından bu âlemden göçüp, bâki âlemlere doğru sevk olunuyorlar. Günde ortalama dört yüz bin çocuk dünyaya gelirken, üç yüz elli bin insan da bu dünyadan göçüp gidiyor.

Geçtiğimiz Cumartesi günü halamın beyi Mustafa eniştem de bu göç edenlerin arasındaydı. Otuz senedir hayatı hastanelerde geçti. Kalp büyümesi, yüksek tansiyon gibi hastalıklarına, son zamanlarda böbrek yetmezliği ilâvesinden dolayı diyalize bağlanmak da eklenmişti. Ama o, bunlara hep sabrediyordu. Hâtem-i Tâi gibi cömert bir insandı. Evinden misafir eksik olmazdı. Sağlam hasta kim olsa, hısım akraba mutlak ona uğrardı. Çok varlıklı birisi değildi. Ama, evinden bereket eksik olmazdı. Halam da gelen bütün misafirlere mutlaka yemek çıkarır, doyurmadan göndermezdi. Regaip Gecesi ağrıları iyice artan eniştem, sabaha kadar “Allah’ım yardım et!” diye yalvarmış. Üç Aylar içinde, Cuma akşamı ruhunu Rahman’a teslim eden eniştemi, Cumartesi günü öğle namazını müteâkip, anne babasının ve sâir akrabalarının medfun bulunduğu köy kabristanına götürdük ve bütün sevdiklerinin yanına uğurladık. İman ne kadar güzel bir hakikat ki, ölen kimseleri İstanbul’a gönderir gibi, fâni âlemden bâki âleme uğurlamak tarzında nazara gösteriyordu. İki metreye yaklaşan iri vücudu, fakat pamuk misâl yumuşak kalbiyle dağ gibi bir adamı, ebediyet yurdunun ilk menziline tevdî etmiştik. Yetmiş beş sene sona ermişti. Başında okunan aşr-ı şerifler ve duâlardan sonra kalabalık cemaat dağıldı. Herkes gibi o da amelleriyle baş başa kaldı. Mekânı Cennet olsun, âmin..

Aynı gün dayımı da ziyaret etmek istedik. Ama, olmadı. Çünkü, yoğun bakımdaydı. Şuuru yerinde değildi. Kimseyi yanına sokmuyorlardı. Mecburen Ankara’ya döndük. Pazar sabahı bir grup arkadaşla Isparta’ya, Bediüzzaman Mevlidi’ne gittik. O gün âdetâ Isparta’nın bayramıydı. Ulu Cami’de toplanan, yurt dışından ve çeşitli illerden gelen Nur Talebeleri birbirleriyle kucaklaşıp hasret giderirken, bulutlarla kaplanan semadan şimşek parıltıları, gökgürültülerinin nâraları yağmurun geleceğini müjdeliyordu. Mevlit dağılırken rahmet tecellisi olan yağmur yağmaya başladı. Her tarafa faydalı bu yağmur bir müddet devam etti. Aynı akşam geç vakit Ankara’ya döndük.

Pazartesi sabah yedi civarında dayımın vefat haberini aldım. Sür'atle köye ulaştığımızda öğle namazı kılınmış, yıkanıp kefenlenen dayımın naaşı önünde ilçe müftüsü ibretli bir konuşma yapıyordu. Topluca cenazeyi mezarlığa taşıdık. Kılınan cenaze namazından sonra, sağlıklıyken tesbit ettiği yere dayımı defnettik. Şimdi o, çam ağaçlarının gölgelediği kabrinde haşir sabahını bekliyor. Son görüşmemizde bir hayli sohbet etmiştik. Geride onlar taze bir hatıra olarak kaldı. Okunan Yasin-i Şerif, diğer sûre ve duâlardan sonra, onu da amelleriyle baş başa bırakarak dağıldık. O da yetmiş beş yaşında hayata veda etmişti. Mekânı Cennet olsun, âmin..

İki gün içinde, iki yakınımızı ölümsüzlük ülkesine giden göç kervanına dahil ettik. Allah hepimize hayırlı ömürler ve hayırlı ölümler nasip etsin ve ebediyen rızâsında ayırmasın, binler âmin...

NOT: Yakınlarımızın vefatı münasebetiyle, yurdun çeşitli il ve ilçelerinden ilân ve telefonlarla tâziyetlerini bildiren değerli gönül dostlarımıza şükranlarımızı arz ederiz.

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Nejat EREN

Isparta güller diyarı, gönül, hizmet ve tarih şehri


A+ | A-

Geçen hafta sonu, gönül dostlarımızla, taşıyla toprağıyla mübarek belde Isparta’daydık, Barla’daydık. Bu mübarek beldede ömrünün on sekiz senesini geçiren Hz. Bediüzzaman’ın misafiriydik.

Yirmi dokuz yıl aradan sonra Isparta Yeni Asya Temsilciliği vasıtasıyla oradaki değerli dost ve dâvâ arkadaşlarımızın gayret ve himmetleriyle tekrar ihyâ edilen “Isparta Mevlidi” geleneğinin icrasına katkıda bulunmak üzere oradaydık. Evet, beklediğimiz ve umduğumuz büyük kalabalık, coşku, katılım ve organizeyi bu yıl tam mânâsıyla yerine getirmedik ama ilerisi için umutlandık. Üstadına ve mesleğine sadakat dâvâsında olan, Isparta’daki her grup Nur Talebesi başta olmak üzere, İstanbul, Adana, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Konya, Balıkesir, Afyon, Muğla, Denizli, Burdur, Aydın, Kastamonu, Zonguldak, Ereğli, Karaman, Ermenek, Mersin, Manisa, Uşak... ve daha sayamadığımız bir çok şehirden insanlar oradaydı. Sessiz, vakur, duâyla, muhabbetle, şefkatle oradaydı. Vefa duygusu için oradaydılar. Muhabbet ve kucaklaşmak için oradaydılar.

Bediüzzaman vefat edeli tam kırk dokuz yıl olmuş. Yarım asır geçmiş. Fakat o mübarek, fedâkâr dâvâ insanının ne dirisine, ne ölüsüne gün göstermeyen, bu topraklarda ve bu ülkede maalesef menhus bir zihniyet var. Bu menhus zihniyet, Bediüzzaman’ın ne dirisine, ne ölüsüne, ne eserlerine, ne dâvâsına tahammül edip katlanamadı. Tarihin en büyük kin, inat, karalama, iftira ve baskısını Bediüzzaman’ı revâ gördü. Onun için yapılan ve yapılacak hiçbir faaliyete direkt “olur” demedi, diyemedi.

Bu cemaatin mensupları olan bizler, Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî ve onun eserlerinden aldığımız dersle, devlet başta olmak üzere, hiçbir şahsa, kuruma, kişiye ve gruba kin beslemedik, küsmedik, hakaret etmedik, iftira atmadık, nefret duygusunu içimizde taşımadık. Bundan sonra da taşıyamayacağız İnşallah. Yirmi dokuz yıl sonra “Isparta Mevlidi”nin yeniden ihyası ve icrâsı bu bakımdan önemlidir. Yeniden bir başlangıçtır. Bundan sonra da devamı gelecektir İnşallah.

Bu duygu ve düşüncelerle “Taşıyla Toprağıyla Mübarek Isparta”mız hakkında kısaca tarihî bir bilgi de vermek istiyorum. Isparta’nın kısaca târihî gelişimi ve kronolojisi şöyledir:

Bölgeye ilk yerleşimlerin tarihi, tarihçiler tarafından Üst Paleolitik (MÖ 35.000-10.000) ve Mezolitik (MÖ 10.000-8.000) olarak isimlendirilen dönemlere iner. 1944 yılında Ord. Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu ve ekibi tarafından kazısı yapılan ilk Paleolitik merkez, Senirce ve Bozanönü yakınında Bozanönü istasyonunun kuzeyinde bulunan mağaralardan Kapalıin’de tesbit edilmiştir.

Neolitik Dönemde (MÖ 8.000-5.500) bölge Anadolu’nun en önemli kültür bölgeleri arasındadır.

Hititlere, İyonlara ve Lidyalılara kadar dayanan bir tarihi vardır. Büyük İskender, M.Ö. 333 yılında, Lidya’yı aldığı tarihte, Asya seferinde Dinar’a geçerek Isparta topraklarını da ülkesine bağlamış.

1071 Malazgirt Zaferinden sonra Türkler, Isparta ve çevresini Bizans’tan alarak fethetmişlerse de, Birinci Haçlı Seferinde Bizanslılar bu bölgeyi yeniden istilâ etmişlerdir. Selçuklu Türkleri 1203 senesinde Bizanslılardan geri alarak, yeniden bu bölgeyi ve Isparta’yı fethetmişlerdir. 1300 senesinden sonra Eğirdir’de bulunan Hamidoğulları Beyliği Isparta ve çevresini Türkiye Selçukluları ve İlhanlılara bağlı olarak idâre etmiştir. Bir ara topraklarına İlhanlılar tarafından el konulmuş ve bölgeyi İlhanlı vâliler idâre etmiştir. 1391’de Yıldırım Bâyezîd Hân, Isparta’nın geri kalan kısmını ve Hamidoğulları Beyliğini de Osmanlı Devletine katmıştır. Osmanlı Devrinde Isparta Anadolu Beylerbeyliğinin 14 sancağından birine, Tanzimâttan sonra Konya eyâletinin 5 sancağından birine merkez olmuştur. Isparta ismi yalnız merkez için kullanılmış, sancağın ismi de “Hamid ili” (Hamidâbâd) olarak kullanılmıştır. Isparta’da Selçuklu ve Osmanlı devrine âit târihî eserler eski devirlere âit kalıntılar vardır.

Isparta ili, tabiî güzellikleri, târihî zenginlikleri, ulaşım kolaylığı, gül ve kiraz bahçeleri, gölleri, balık ve av hayvanları ve meşhur halıları ile bilinen bir şehrimizdir. Elması, kirazı ve sadeliğiyle, hem de gülleri ve gölleriyle bir başka güzel diyardır.

Isparta, Davraz Dağı’nın eteklerinde gül kokulu bir şehirdir. Gülyağı ve gülsuyu üretilmek üzere yetiştirilen kokulu güller çepeçevre sarar şehri. Güller damıtılıp imbiklerden süzülür, şişelere dolar... Bahar ve yaz aylarında yabani çiçekler bezer bu göller şehrini. 80 yıldan beri narin parmaklar ilmik ilmik dokur yünleri. Isparta, Osmanlı tarihine de, Türkiye tarihine de damgasını vurmuş bir diyardır. Hele konu, Risâle-i Nur ve Bediüzzaman olunca durum bir başka önem taşır...

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Dersin en güzeli ve en güçlüsü fiillerimizle anlattıklarımızdır


A+ | A-

Almanya seyahatimizde değerli dost ve arkadaşlarımızla yaptığımız bir sohbette onlara demiştim ki: “Görünüşte sizler para kazanmak için buralara kadar geldiniz. İş, para kazanmaksa şu veya bu şekilde Türkiye’de de ekmeğinizi taştan çıkarabilirdiniz. Öyleyse para kazanmak burada bulunuşunuzun asıl maksadı olamaz. Kader sizleri buralara yönlendirerek sahip olduğunuz zenginliklerden bu ülke halkının da faydalanmasını murad etti. Nasıl siz maddeten onlardan istifade ediyorsunuz. Onlar da sizin eşsiz birer hazineniz olan iman, Kur’ân, güzel ahlâk ve fazilet gibi zenginliklerinizden istifade edecekler. Nasıl zengin zekât vermekle yükümlüyse, sizler de iman ve İslâm zenginliğinin zekâtını o yüce hakikatleri anlatmak, lisanen ve fiilen aktarmak, lisan-ı hâlle göstermekle yükümlüsünüz.”

Hepsi de hak verdiler. Demek Kader onları tavzif ediyor, orada mânen görevlendiriyordu. Tâ ki ruhen, kalben aç o insanlar muhtaç oldukları hakikatleri onların İslâma ayna olan yaşayışlarında görsünlerdi.

Bu hakikatleri sadece yurtdışındaki Müslümanlar değil, her yerde, her zaman hepimiz göstermekle mükellefiz. Allah Resûlü (asm) anlattıklarını herkesten önce kendi uygular, sonra da insanlara anlatırdı. Resûlullah’tan (asm) derslerini alan sahabenin dünyasında İslâm yaşanmak için gönderilmişti. Bir âyet veya hadis duyduklarında onları içlerine sindirmekle kalmaz, söz ve davranışlarını ona göre şekillendirirlerdi. Onun için de İslâmın güzellikleri onların hayatına yansırdı. Önceki hayatlarını bilenler, İslâm ile cazip hâle gelen tavırlarına hayran kalır, İslâma girmekte tereddüt etmezlerdi.

Bu duygu, bu anlayış canlı kaldığı sürece İslâm hep yayılagelmiştir. Haçlı Savaşları esnasında Kudüs’te esir düşen üç bin kadar Hıristiyanın Müslüman olmasına sebep, ellerindeki ekmekleri esirlere verecek kadar olgunluk gösteren Müslümanların bu harika halleri olmuştu.

Bugün gerek İslâm dünyasında ve gerekse gayr-i müslim ülkelerde yaşamakta olan Müslümanlara düşen en önemli görev ve hizmet de bu değil midir?

İslâmı doğru ve iyi bilen ve bu doğruluğu hayatına yansıtan Müslümanlar, lisan-ı kalden çok lisan-ı hâlle en güzel ders vermiş olacak, cazibeleriyle arayış içindeki insanları kendilerine çekmiş olacaklardır.

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sırat Köprüsü üzerine-1


A+ | A-

Ali Bey: “Sırat Köprüsü nedir? Mecâzî midir? Yoksa gerçekten var mıdır? Kesilen kurbanların sahibine sırat köprüsünü geçerken binek olmasının hikmeti nedir?”

Âhiretin deresini, tepesini, düzlüğünü, yokuşunu, köprüsünü, yolunu, yordamını, terazisini, mizanını ateşini ancak dünyadaki benzerleriyle kavrayabiliriz. Başka türlü kavrama imkânımız yok. Görüş ufkumuz dünyadaki benzerleriyle ve sembollerle çevrili. Âhiretle ilgili haberlerde yer alan uhrevî maddelerin sûretini ve şeklini mânâ itibariyle kavrayabilmemiz için dünyadaki benzerleriyle ifade etmek zorunluluğu var. Âyetlerde ve hadislerde âhireti ve içindekileri anlayabilmemiz için böyle ifade edilmiştir. Meselâ mahşerdeki terazi elbette bakkal terazisi şeklinde olmayacak. Kaldı ki dünyada bile şekil itibariyle biri diğerine benzemeyen çok farklı biçimlerde teraziler söz konusu. Hatta aynı bakkal dükkânında, o eski bildiğimiz klasik teraziden tutun, farklı boy ve ebatlarda ve farklı ölçeklerle çok sayıda elektronik terazi örnekleri görmek mümkün. Öyleyse mahşerde sevap ve günahımızı tartan bir teraziden söz edildiğinde, çok hassas ölçüleriyle sonsuz duyarlıklı bir tartı âletinin bulunduğunu anlarız, gerçek şeklini görmeyi âhirete bırakırız.

Sırat köprüsü için de aynı bakış açısı söz konusudur. Sırat Köprüsü, Cehennemin karanlık ve dev alevleri üzerinde kurulmuş, dehşetli, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüdür. (“Kıldan ince, kılıçtan keskin” ibaresi sırat köprüsünün çok hassas bir ayar içinde olduğuna ve dehşetine işâret eder.) Buradan herkes geçecektir. Çünkü Cennetin yolu Sırat köprüsünden geçer. Cennete giden de, Cehenneme düşen de bu köprüye uğrar. Bu köprüden geçerken günahkârlar ve kâfirler ayakları sürçerek dev ateşe düşerler. Mü’minler ise amellerine göre belirli hızlarda bu tehlikeli köprüyü geçerler. Peygamber Efendimiz’in (asm) bildirdiğine göre bu köprüden ilk geçecek olanlar Peygamber Efendimiz (asm) ve ümmeti olacaktır. Sonra diğer ümmetlerin, salih amelleri sayesinde sırat köprüsünü sür’atle geçeceği bildirilmiştir.1

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri insanın bir yolcu olduğunu beyan eder ve “Sırat”ı yolculuğun zorunlu uğrak yerlerinden birisi olarak zikreder. Bedîüzzaman, insanın, âlem-i ervahtan (ruhlar âleminden), rahm-ı maderden (ana rahminden), sabâvetten (çocukluktan), ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden, Sırattan geçer bir uzun sefer-i imtihanda hiç durmadan yürüyen bir yolcu olduğunu kaydeder.2

Sırat ile ilgili Peygamber Efendimiz (asm) uzun bir hadislerinde buyuruyor ki:

“Kıyamet Gününde insanlar bir araya toplanacaklar. Rabbimiz:

‘Her kim her neye tapıyor idiyse onun ardına düşsün!’ buyuracak. Artık kimi güneşin, kimi ayın, kimi taptıkları tâğûtların peşine düşecekler. Yalnız bu ümmet, içlerinde münafıkları da olduğu halde yerinde kalacak. Allah onlara: ‘Ben sizin Rabbinizim!’ buyuracak. Onlar da: ‘El-Hak, Sen bizim Rabbimizsin!’ diyecekler. Allah Teâlâ’nın onları dâvet buyurması üzerine dâvete uyacaklar.”

Yarın İnşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- İbn-i Mâce, Zühd, 33

2- Sözler, s. 35

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Terörü Doğuran Irkçılığın Panzehiri (8)


A+ | A-

İhtilâf ve keşmekeşi atınız

Medreset'üzzehrâ'yı tahakkuk ettirmek için hükümetler nezdinde teşebbüslerde bulunması sebebiyle başına türlü belâ ve musîbet açılan Üstad Bediüzzaman, yine de itidalini kaybetmeyerek ve müsbet hareketi düstûr edinmekten vazgeçmeyerek, hizmetine aynen devam eder.

Meşrûtiyet'in ilân edildiği o karışık günlerde bilhassa Kürtleri hükûmete, meşrûiyete ve de Meşrûtiyete sahip çıkmaya dâvet eder. İstibdattan, Kürtlerin daha çok zarar gördüğünü ifade ile, umum milletin hür iradesine dayanan Meşrûtiyet havuzuna, berrak ve tertemiz birer pınar gibi akmaları gerektiği tavsiyesinde bulunur. Bu tavsiyelerinden biri şöyledir. "Meşrûtiyet, hakimiyet–i millettir. Yani efkâr–ı ammenizin misal–i mücessemi olan mebusan hakimiyetidir. Hükûmet, hadim ve hizmetkârdır. Öyle ise, kendinîzden teşekki edinîz. Her kabahati hükûmet ve Türklere atmakla çok aldanırsınız." (1)

Devamında çarpıcı misallerle, endişe içinde olayları takip eden Kürtlere nasihat eder, onlara ders verir: "Eğer siz insan olsanız, hükûmet ve İstanbul ve Türkler nasıl olsalar olsunlar, size fenalıkları dokunmaz; fakat iyilikleri gelir." (2)

Bediüzzaman'ın şimdiye kadar rastlayabildiğimiz ve Kürtçe olarak neşredilmiş bir tek makalesi vardır. Bu makalenin özet mahiyeti şudur:

"Ey Kürtler! Bizim üç cevherimiz vardır ki, bizden muhafazalarını isterler. Bunların birincisi İslâmîyet, ikincisi insanîyet, üçüncüsü de millî meziyettir.

Ayrıca, üç de düşmanımız vardır. Bunlar da fakirlik, cehalet ve ihtilâftır ki; bizi harab ediyorlar. Bu üç düşmana karşı, üç elmas kılıncı elimize alıp, bunları üstümüzden atmalıyız. Bunlardan birincisi: Adalet, maarif ve okuma kılıncıdır.

İkincisi: İttifak ve millî muhabbettir.

Üçüncüsü: Sefiller gibi yaşamamak için, teşebbüsü şahsîdir.

Son tavsiye ise okumak, okumak, okumak; el ele vermek, el ele vermek, el ele vermek…" (3)

Meşrûtiyetin ilânıyla daha ziyade Kürtlerin tedirgin olduğunu gören Bediüzzaman, memleketin her tarafında bulunan Kürtlere Meşrûtiyet'in iyiliklerini, güzellik ve faziletlerini anlatır, Bir yandan onları aydınlatırken; bir yandan da onları bu idarî sisteme olabildiğince sahip çıkmaya dâvet eder. Hatta öyle ki, Türklere bağlılıkta, eskisinden çok daha ileri gidilmesini bir zaruret olarak görür.

İşte, İstanbul'da bulunan ve bazı siyasî cereyanlara alet edilmeye çalışılan Kürt hamallara hitaben yaptığı konuşmanın bir bölümü: "Altı yüz seneden beri, bayrak–ı tevhidi umum âleme karşı ilân eden; ve istibdada şiddet–i itaat ve terki adeti milliye ile ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize kuvvet ve cesaretimizi peşkeş ve hediye edelim. Ona bedel, onların aklı ve marifetinden istifade edeceğiz. Ve asaletimizi de göstereceğiz.

Mahasıl: Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti… mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders–i ibret vereceğiz…."

"Hem de, istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaatı göreceğiz. Çünkü hükûmet–i meşrûta, hakikî hükûmet–i meşrûadır." (4)

"Necatımız ve hayatımız, ittihad–ı milletle kàimdir"

Nutuk isimli eserinde reislerden ve idarecilerden sonra halka seslenen Bediüzzaman, Kürtlerin ve bütün millet–i İslâmın hayat ve necatının ittihad–ı millette olduğunu söyler. Bu noktadan hareketle, Kürtlerin de ittihad–ı millete ve Meşrûtiyete her cihetle hizmet etmelerini şu sözlerle tavsiye eder: "Ey bağlı arslanlar gibi efrad–ı Ekrad! Şimdiye kadar iki cihetle esir idinîz. Biri, hükûmet–i müstebidenin tekalif–i zalimanesi ile, diğeri, bazı zalimlerin gasb ve gareti tecavüzatiyle. Şimdi bu inkılâbı azimden sonra azadesiniz. Her biriniz, âleminizde hükûmet–i meşrûta–i meşrûanın tekâlifi adilanesine itaat ve hukuk–u gayra men–i tecavüz şartıyla birer padişah gibisiniz. Bu saltanatı şahsiyeyi muhafaza, teşebbüsü şahsî ile ellerinizden geldiği kadar bu ittihad–ı millete ve meşrûtiyete her cihetle hizmet ediniz. Zira bizim, belki umum milleti İslâmın ve mutlak Osmanlıların necat ve hayatı, bu ittihad–ı milletle kaimdir."

Bu oldukça veciz ve müessir nutkunun sonunda, bütün Kürtlere seslenen Bediüzzaman, gözlerini açıp uyanık davranmalarını; ihtilâf ve keşmekeşliği içlerinden söküp atmalarını; aksi halde bundan bozuk fikir sahibi kimselerin istifade edeceğini; bu durumda da hem ittihad–ı milletin fena bir hastalığa yakalanacağını, hem de Kürtlerin ağır darbe ve tokatlara maruz kalacağını ihtar eder:

"Ey umum Ekrad!

"Gözünüzü açınız, sabah geldi. Ve müteyakkız olunuz. Sizin ihtilâf ve keşmekeşinizden efkâr–ı faside sahibi istifade etmesin. Bu şanlı olan ittihadı milleti fena bir hastalığa hedef etmesinler. Zira o vakit millet ve İslâmîyet size dâvâcı olacaktır.

"Zaman size sille vurmakla o ihtilâf ve keşmekeşi atacaktır. Namusunuzu isterseniz, tokat yemeden atınız…" (5)

...................................

(1) Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1996, s. 42.

(2) Age, s. 44.

(3) Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi, Sayı: 1 İst. 1324/1908.

(4) Nutuk (Osm), İst. 1912 s. 22.

(5) Age, s. 24.

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Karadeniz bir başkadır


A+ | A-

Türkiye’nin büyük yatırımcılarından ve iş adamlarından Rahmi Koç, birkaç gün önce ulusal bir gazetenin kendisiyle yaptığı mülâkatta diyor ki: “İmkânlarım sayesinde bütün dünyayı karadan, havadan ve denizden gezdim gördüm. Halkıyla, insanlarıyla ve iklimleriyle tanıştım. Fakat Türkiye kadar güzel bir ülke görmedim...”

Koç’u teyid ve tasdik etmek için Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna en azından gezmek görmek lâzım. Şükürler olsun Cenâb-ı Lemyezel’e, imkânlar ve can dostlarımızın himmetleriyle, Türkiye’de gitmediğim çok nadir bir kaç yer kaldı. Çok dağlar, tepeler, yemyeşil yamaçlar, ormanlar ve ovalar adeta bizi bağrına bastı. O kadar güzel, o kadar asil, cennet vatanımız...

Bazen çağırırlar, dış dünyaya giderim. Oralarda da gönül tellerine vururum, fakat dönesiye kadar aziz vatanımızı özlerim, özlemini çekerim, vatan hasreti beni yakar kavurur, göz yaşı döktürür. Evet şükür secdesi yaptığım zamanlar olmuştur. Şu sıralar bir hafta boyunca Karadeniz’in haşin ve yazda kışın yaşandığı, müthiş bir havaya mâlik, zümrüt gibi yeşilin bütün tonlarının hâkim olduğu, Trabzon’un Uzungöl beldesindeyiz. Havası, suyu, yeşilliği bir bambaşkadır, bu aziz yörenin. İşte güzel Türkiye’nin bambaşka bir sahifesi.

Bu beldenin ve Trabzon’un, Rize’nin, Giresun’un, Samsun’un ve Karadeniz’in diğer kıyı şehirlerinin maddî cihetlerini, tarihî seyrini bir çok makalemde yazdım ve çok yerde anlattım. Fakat bütün bunlara rağmen “Mânevî ciheti ne âlemde?” suâli daima önümüze gelmektedir ve bu suâli sormak, her vatan evlâdının üzerine düşen bir akl-ı selim vecibesidir. İnsanın vücudu dıştan çok harika görülebilir, fakat iç dünyası, ruh âlemi nasıl; hafıza, akıl ve kalb nasıllar, nerelerdeler, teşhisi çok önemlidir.

Karadeniz’in bir ucundan bir ucuna müteaddit defalar gidip gelmişimdir. Hayranlıkla ve büyük bir sevgiyle tepelerde, yamaçlarda minaresi göklere uzanan camileri seyretmişimdir. Seyrine doyum olmayan aziz Karadeniz’in her beldesi bu nev’î muhteşem mânevî turralarla doludur. Türkiye’mizde resmî 79 bin cami ve minarelerinin ustaları, çoğunlukla Karadeniz’in bağrından fışkırmıştır. Türkiye’nin her yerinde, her minarenin böğründe onların nazik, kibar ve asude imzalarını görebilirsiniz.

“Camiler yaptık da ne oldu?” gibi suâllere deriz ki: Türkiye’de 400 kilise var. Buna mukabil ibadete açık 79 bin cami var. İslâm’ın ve aziz vatanımızın mânevî güzelliklerinden biri de kiliseler bomboş, camilerimiz tıklım tıklım.

Türkiye’mizin bu sıcak aylarında ve okulların kapalı bulunduğu bu mevsimde vatan ahalisi ve münevver kişiler, evlâtlarını, talebelerini mânevî sıralar ve rahleler üstünde Kur’ân’ın derslerine ve Nurun hakikatlerine, bir insan, bir vatan sevgisi ve İlâhî bir vazife olarak muhatap etmektedirler. İşte biz de, liseli ve üniversiteli gençlerin mânevî ritim ve avazlarının içinde bulunmakta, o gözlükle Türkiye’ye ve Karadeniz’e bakmakta ve bu mânevî güzelliği ruhumuzda yaşamaktayız. Yaşatanlara ne mutlu. Binler tebrikler..

Kâinatın Serveri, Sevgililer Sevgilisi, Peygamberimiz, Efendimiz (asm), Kâbe’deki Hacerü’l-Esved taşına bakan bir direğe dayanarak “Kostantiniyye feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne iyi kumandan ve onu fetheden asker ne iyi asker”1 buyurmuştur. Bu müjde sözleri etrafındakileri heyecana getirmiş ve Hz. Peygamber Efendimizin (asm) ebedî âleme teşriflerinden tam 821 yıl sonra 29 Mayıs 1453 sabahı fethedilmiştir.

Bu fetihte ve bu hadis-i şerifte derin izler, derin mânâlar dopdoludur. İnanıyorum ki Türkiye’mizin her cihetle istikbale ait güzelliklerini Efendimiz (asm) görmüştür ve üstünde önemle durmuştur. Özetle; Türkiye’yi maddî güzellikler sardığı gibi; mânevî güzelliği de her karış toprağı bir mânevî dershane hâline getirmiştir. Şükürler olsun.

Dipnot:

1- Camiü’s-sağir: 5: 262,80, Hadis no: 7227.

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Rifat OKYAY

Saadeti ve lezzeti düşünürken...


A+ | A-

Elem dolu, üzüntülü, hazin hallerimiz, ibretli ve şanlı sayfalarla hayatımıza ışık tutacaktır. Sadece bu hallerimiz değil elbette, sevinç, mutluluk ve güzelliklerle dolu numune-i timsal tebessümlü ve başarılı hallerimizde ömrümüzden bir anı, bir zaman birimini aydınlatacaktır…

Hüznü ve hazzı bütün zerratımızla hayatın içinden, derinlerinden hissederek yaşamak, yaşamayı daima güzelleştirmiş ve kıymetlendirmiştir. Yeknesaklık, acısız, tatlısız bir hayat tarzı zaten daha başlamadan bitmiş, yaşamadan ölmüştür…

Bakış açımızı netleştirmek, hayatın içinden Rabbimizin bize tevcih ettiği yönelttiği her şeyi olduğu ve geldiği gibi kabul etmek ve nefsimize, afaka bu anlayış ve bakışla değerlendirmelerde bulunmak, bizi ruhen ve cismen rahatlatacak, huzurlu kılacaktır.

Dağınıklık, bulanıklık ve her şeyin her şeyle karıştığı net olamayan görüntüleri bizim kötü ve bayağı görünen haletimizin ayinesi olacaktır. Ayi- nemiz neyi gösteriyorsa onu gördüğümüze gör, bu hallet de kendimizi ruhen cismen rahatsız, huzursuz ve sahipsiz hissedeceğimiz aşikârdır…

İslâmiyet’in, Kur'ân’ın, imanın hayatı aydınlatması, renklendirmesi içinde insanoğlu hususen mü'min ve muvahhit Müslümanlar aydınlıktan nasiplendiklerini kendi hayatlarında, gösterebilmelidirler… Yoksa gözümüz açıkta olsa her şeyiyle güneşi tarif ve tavsif de etsek faydalandığımız halde, fayda ve güzelliklerine inanmıyor, bu yolda bir gayret ve himmet içinde en azından kendi nefsimiz terbiyesi noktasında olamıyorsak yazık ki bize biz Müslümanlara yazık!...

Kur’ân’ın içini boşaltmak, Kur’ân-ı yok saymak; O’ndaki ilâhî emir ve yasakların tebliğini, anlatımını yok saymak gibi hayatımızda yaşamamak, göstermemek, yerine getirmemektir.

Eğer İslâmın güzelliklerini sadece dilimiz, ağzımız anlatıyorsa, bizim boynumuzun büküklüğü garipliğimiz, fakirliğimiz ve kimsesizliğimiz kimsede yok demektir. Bu bir çok çare içinde ki çaresizliğimiz bizim elemimiz hüznümüz noktalarından en iyi anlatıldığımız bir haletimiz, halimiz ve durumumuzdur…

Kendimizi boşlukta hissetmemiz tutunacak dalları tek tek kesmiş gibi ubudiyetten, kulluktan ve taatten uzaklaşmamız bizim en ibretlik halimizdir. Başka bahaneler ve haller aramak bizim elemimizi ve hüznümüzü arttırmaktan başka bir işe yaramaz…

Rabbimizin sev dediğini sevmek, yap dediğini yapmaktan başka haz duyulacak, lezzet alınacak ve peşine düşülecek bir kavram bir fikir ve yol hiçbir zaman kendini bilen şuurlu Müslümanın kafasında yer etmemelidir.

İmanın saadeti ve lezzeti; düşünürken bile saadetlendiriyor ve lezzet veriyor…

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Neyi tartışıyoruz?


A+ | A-

Asker şahısların, işledikleri ‘askerî olmayan suç’larına ‘sivil yargı’ yolunu açan düzenleme, yeni bir tartışma başlattı. Daha doğrusu her müsbet gelişmeye karşı çıkmakla nam salan anamuhalefet partisi CHP’nin yöneticileri, ilgili kanunun iptali için Anayasa Mahkemesine müracaat edeceklerini açıkladı.

“Neticesi hayırlı olsun” diyerek, tartışmanın başka bir yönüne dikkat çekmek istiyoruz: Medyaya yansıdığı kadarıyla CHP, “Değişiklik gizli yapıldı, bize haber verilmedi, yanıltıldık, kandırıldık” diyor. Hatta CHP, daha da ileri giderek “Meclis darbesi” benzetmesi de yapmıştı. Bazı çevreler de “değişiklik için askerin görüşü alındı mı?” yollu soruları gündeme taşıyor. Hükümet cenahı da özetle, “Bu yasa 3 aydır gündemdeydi” (Bugün, 30 Haziran 2009) diyor ve “Gizli kapaklı yapılmış bir şey değil. ‘Asker’in de görüşü alındı” şeklinde açıklamalar yapıyor.

Bağışlayın, ama ‘tek başına iktidar’a gelen bir hükümetin; çıkaracağı kanunu şuna buna sorması şart mıdır? Tamam, çıkarılacak kanunların daha ‘iyi’ olması için ‘katkı ve fikir alma’ noktasında herkese sorulabilir. Ama sorulan kişilerin arzu ve istikametinde kanun çıkarma şartı olmasa gerek. Bu bakımdan, “Şuna buna sordunuz mu?” sorusu kadar, iktidar partisi mensuplarının da “Sorduk, onların da haberi var” açıklamaları şık olmamıştır.

Türkiye ve dünyadaki gelişme ve değişmeyi fark edemeyenler “Eskiden böyle değildi. Nasıl olur da askerî şahıslar sivil mahkemelerde yargılanır” demeyi sürdürüyor. Nasıl ki günler ve mevsimler değişiyor, benzer şekilde dünya ve Türkiye’de de ‘şartlar’ müsbet yönde değişiyor. Yapılan düzenleme eksik ya da yanlış olabilir; ama hedef doğru: İhtilâlciler mutlak surette yargılanabilmelidir! Daha doğrusu Türkiye’de hiç kimse kendisinde ‘ihtilâl yapacak güç’ görememelidir. Bu temin edilebildiği ölçüde ülkemiz rahata kavuşmuş demektir.

Anamuhalefet partisinin doğrudan değilse bile dolaylı olarak ihtilâlcilere verdiği bu destekle bir yere varması mümkün değil. Bu ap açık gerçeği anlamamak için bunca gayrete gerek var mı? Çok değil, son 20 yılda yaşanan gelişmelere ve seçim sonuçlarına baksalar, ihtilâlcileri alkışlayarak iktidara gelmenin mümkün olmadığını görmezler miydi? Yok, anamuhalefet partisinin hedefinde iktidara gelmek gibi bir gayret yok ve “Biz muhalefette daha rahatız, daha iyi ‘iş’ görüyoruz” diyorlarsa kendileri bilir. Gerçi, “Muhalefette daha iyi iş görüyoruz” tesbiti gerçeğe uygun olabilir. Çünkü geçmiş dönemlerde zaman zaman iktidar ortağı olan CHP ya da aynı anlayıştaki partiler, bugünkü kadar ‘millete rağmen’ hareketlerin içine giremiyordu. Düşünün, aynı anlayıştaki SHP’nin iktidar ortağı olduğu bir dönemde, hastahanelere ‘moral imamı’ tayin edilmişti ve kıyamet de kopmamıştı! Benzer bir çalışmanın bugün değil yapılabilmesi, neredeyse teklif edilmesi bile ‘suç’ addedilebilir.

“Milletin dediği olacak” ise, millet menfaatine olan kanunların çıkarılması noktasında geri adım atılmamalı. Elbette ‘inat’la iş görmek de fayda vermez, ama ‘taviz veren taraf’ın her adımda ‘millet’ olması da kabul edilemez. Bu bakımdan TBMM, milletin taleplerine öncelik vermeli ve haksız ve halksız itiraz seslerine kulak asmamalıdır.

Tartışma devam ederken bu noktaların da göz önünde bulundurulmasında fayda var.

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Demokratikleşmeden ekonomiye, küçülme ve gerileme


A+ | A-

Ankara’da MGK’nin 7.5 saati aşan kritik toplantısının yapıldığı ve daha önce “gündemini bitirmeden tatile girmeyeceği” belirtilen Meclis’in apar topar tatile girdiği günde açıklanan ekonomi rakamları, gerçek gündemi belirledi.

Kamuoyunun haklı olarak bir gazetenin manşetinde yer alan “gizli belge”ye yoğunlaştığı sırada, 12 Eylül darbesinin ve darbecilerinin korunup kollanmasının 27 yıl sonra olsa bile kaldırılması teklifi, ne yazık ki yine politik atışmalarla gürültüye getirildi.

“İhtilâl konseyi” Başkanı Evren ile hayatta kalan “iki konsey üyesi” arkadaşı başta olmak üzere 12 Eylül darbesi döneminde her türlü tasarrufta bulunanların hukukî, malî ve cezaî sorumluluk iddiasıyla haklarında soruşturma açılamayacağı ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı”nı hükme bağlayan “darbe anayasası”nın darbecilerin yargılanmasını yasaklayan “Geçici 15. maddesi”, bizzat Başbakan’ın “sulu şaka” tepkisiyle gündem dışına itildi, güme gitti.

Keza 28 Şubat’ın baş aktörlerinden Çevik Bir’in “Ergenekon iddianâmesi”ne giren “Amerikancı darbe girişimi” ve “suikast meselesi”nde salt ifâdesine başvurulmakla yetinildi, arkası gelmedi.

Neticede, 28 Şubat postmodern darbesini dayatan, bu türbülansta “irtica tehdidi” uydurmasıyla terör estiren, binlerce vatandaşı sırf inançlarından dolayı önce “Batı Çalışma Grubu”nda fişleyen ve mağdur edenlerin, “tanık”mı, “bilirkişi” mi olduğu belli olmayan bir ifâdesiyle iktifa edildi...

DEMOKRATİK DURGUNLUKTAN

EKONOMİK DURGUNLUĞA

Kısacası “darbe teşebbüsçüleri” içeride iken “darbeleri yapanlar” dışarıda; yalnız ifâdelerine başvurulmakla” kalınmakta. Kala kala bu kaos, gerilim ve çatışma ortamının sonunda MGK bildirisindeki, “devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyân ve yayınlara ilişkin tepki ve düşünceler dile getirilmiş; bu tür faaliyetlerin ülkemize bir fayda sağlamayacağı teyid edilmiştir” cümlesiyle geçiştirilmekte…

Ve “darbe hazırlıkları”nın “Ergenekon kapsamı”nda sorgulandığı, lâkin yine “Ergenekon iddianâmesi”nde yazılı bulunan asıl darbelerin ve darbecilerin bir türlü yargılanmadığı garip anaforda birçok istifham ortada kalmakta…

Dahası bu hayhuy arasında, Türkiye’nin en önemli gündemi tartışılırken, bir diğer gündem gözardı edilmekte.

Şu tabloya bakın; krizin çıktığı ve başta Başbakan olmak üzere iktidar partisi sözcülerinin her fırsatta siyasî sorumluluğu üzerlerinden atmak için “küresel kriz” deyip “krizin adresi” gösterdikleri ABD’de bile ekonomi ancak yüzde iki olarak küçülürken, Türkiye’de 2009’un ilk çeyreğinde TÜİK’in açıkladığı resmî küçülme rakamı yüzde 13.8. Dolar bazında carî fiyatlarla küçülme yüzde 29’u buluyor.

Türkiye, krizin en çok etkilediği Baltık ülkelerinden Letonya ve Estonya’dan sonra dünyada ekonomisi en çok daralan üçüncü ülke. Meksika, Lüksemburg ve Hong Kong’la aynı grupta…

İkinci Dünya Savaşında bile yüzde 15.3’lük bir küçülme olurken, ardarda iki çeyrek yılda yaşanan bu ekonomik durgunluk ve gerilemenin faturasının ağır olacağına dikkat çekiliyor.

“İKTİSADÎ FELÂKET”

GÖZARDI EDİLİYOR

Ülke çok ciddî bir biçimde tam bir ekonomik felâketin içine sürükleniyor. Birçok sektörde imâlat durma noktasında. Üretim, yatırım ve istihdamın olmadığı ekonomide bazı sektörlerde ihracat yüzde 50’ye kadar düşmüş. Özel yatırımlar bile yüzde 29.7 gerilemiş.

İşsizlik, vâhim boyutlarda. Kapanan ve kapına kilit vurulan işyeri sayısı, iflâs eden şirketler, geri dönen çeklere dair rakamlar, önceki krizlerden daha da korkutucu. Ekonomistler, üstüste “ekonomik küçülme”yle Türkiye’nin resmen resesyona ve krize girdiğini açıklıyorlar.

Özetle “darbe anayasası”nı hâlâ değiştirememekle, darbeleri ve darbecileri bir türlü yargılamamakla ve AB yolunda demokratikleşmeyi başaramamakla demokratik durgunluğa giren ve demokraside “bücür” kalan Türkiye, ekonomik küçülmeyle durgunluğa girmiş. Ancak Ankara hiç oralı değil…

Aynı gün televizyonlara çıkıp karşısındaki yazılı metinden “ulusa seslenen” Başbakan, savaş yıllarını bile geride bıraktıran ekonomik kırılmaya dair “Kriz yönetimini çok iyi uyguladık” müjdesini (!) veriyor.

Siyasî iktidarın “belge tartışmaları”na bu denli balıklama atlamasının belki de bir sebebi bu. Türkiye’nin gerçek gündemini unutturmak ve ekonomideki “iktisadî felâket senaryosu”nu gözardı ettirmek…

03.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Kriz tellâlları


A+ | A-

Meclis Genel Kurulu’nun çalıştığı son gece çıkarılan askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanmasına ilişkin Ceza Muhakemesi Kanunu’nda yapılan değişiklik tartışılmaya devam ediyor.

Tartışma yapılırken de, maalesef demokrasinin kuralları altüst edilerek, korkutmacalar yapılıyor. Demokrasiye içine sindirememiş insanlar “endişelerini” dile getirirken, gerginlikten, işin başka yerlere kaymasından bahsediyor, tehditvâri açıklamaları ile meseleyi adeta demokrasi dışı yöntemleri çağrıştıran sözlere kadar vardırıyorlar. Türkiye’nin gerginliğin içinden çıkması gerektiğini söylerken, gerginliği kendileri çıkartıyor. “Gerginliğin en büyük zararını iktidar, dolayısıyla siyasete zarar verir” türü ifadeleri niyetlerini açıklıyorlar.

Tartışılan konu da, Türkiye’de pek çok kişinin değişik zamanda dile getirdiği bir kanun değişikliği; Sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmasının yolunun kapatılması ve askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunun açılması…

Kanun, Meclis Genel Kurulu’nda görüşülürken verilen önergeye o an için ses çıkarmayan muhalefetin tavrı evlere şenlik. “Uyutulduk. Kandırıldık… O an için fark edemedik. Gecenin ikisinde sağlıklı değerlendirme yapamadık. O tek kelimeyi biz de yeterince çözemedik” türü sözleri zaten olmayan inandırıcılıklarını iyice düşürdü. Bir diğer itiraz noktasında değişikliğin gece geç saatlerde yapılması... Bunun da inandırılıcılığı yok. Bir taraftan “12 Eylül yargılansın” derken, diğer yanda askerlerinde sivil mahkemelerde yangılanmasına karşı çıkmakta ayrı çelişki.

Tek kelimelik kanun değişikliği üzerindeki tartışmalar sürerken, Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ’un “kâğıt parçası” dediği belgedeki imzanın sahibi olduğu söylenen albay Dursun Çiçek’in tutuklanması, ardından da üzerinden bir gün geçmeden “tutuksuz yargılanmak üzere” serbest bırakılmasıyla ilgili tartışmalar da devam ediyor.

* * *

Bütün bu tartışmalar arasında toplanan Millî Güvenlik Kurulu toplantısı öncesinde “kriz tüccarları” işbaşı yaptılar. MGK toplantısı öncesi öyle yayınlar yapıldı ki, neredeyse 28 Şubat sürecine benzer bir süreç başlayacağı ifade dahi ifade edildi. “Gergin MGK” anonsları ile 7 saat 40 dakika süren toplantı boyunca “kriz” beklentisi içine girildi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül başkanlığında toplanan kurul, toplantı süresi uzadıkça bu gerginliği arttırıcı konuşmalar canlı yayınlarda pompalandı. Kriz beklendi. Dışarı çıkan kurul üyelerinin yüz ifadelerine bakılıp anlamlar yüklendi. Yani, teyakkuza geçilip, “30 Haziran süreci” beklendi.

Peki, demokratik bir ülkede bu nasıl oluyor? İnsanlar konuşarak da meselelerini halledemeyecek mi? İlla bir kriz mi çıkması gerekir? Türkiye bunları hak etmiyor. Demokrasi ile yönetilen bir ülkeye bu görüntüler hiç yakışmıyor.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, altı günlük Çin ziyaretinden dönerken, devletin organları arasındaki güven ve uyum ortamının önemini vurgulayarak, “Türkiye’yi olağanüstü hal ortamına sokmamamız lâzım” demişti. Hemen ertesi gün toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında dikkat çeken cümlede de buna benzer bir ifadeye yer verildi. “Devletimizin kurumlarını yıpratmaya yönelik beyan ve yayınlara ilişkin tepki ve düşünceler dile getirilmiş, bu tür faaliyetlerin ülkemize bir fayda sağlamayacağı teyit edilmiştir…”

MGK’daki görüşmelerden şu anda ancak tahminler yapılarak haber haline getiriliyor. Önümüzdeki dönemde, gerek yaklaşık 8 saatlik toplantıda görüşülen konular, gerekse de sonrasında yapılan bir saati aşkın devam eden “mini zirve”deki konular nasıl ortaya çıkacak, bekleyip göreceğiz.

* * *

Geldiğimiz nokta da Cumhurbaşkanı kanunu inceliyor. İmzalarsa CHP Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini açıkladı. Baykal’ın MGK toplantısı başladığı saatlerde partisinin grup toplantısında söylediği, “Birkaç saat içinde Cumhurbaşkanı da bu yasanın hiç uygun olmadığını anlama noktasına gelebilir” şeklindeki tezi gerçekleşmese de, Gül’ün kanunu kısmî ya da tamamını veto edeceği yazılıp çiziliyor. Adata Gül’e yol gösteriliyor. Gül’ün yasanın “sivillerin askerî mahkemelerde yargılanmasını engelleyen” bölümünü onaylayacağı “askerlere sivil yargı yolunu açan” bölümü ise bir kez daha görüşülmek üzere Meclis’e geri göndereceği bile söyleniyor. Hatta bunu hükümet partisinin de istediği söyleniyor. Gül ise, hukukçulara inceletmeye devam ediyor. Bu yazıyı yazdığımız saatlerde en son gelişmeler böyleydi.

Sözün özü: Bir kanun değişikliği konusunda koparılan fırtına, normal olan bir toplantıyı olağanüstü hale dönüştürme, ardından korkutmacalar… Bu tartışmalar demokratik bir ülkeye yakışmıyor. Kurumlar yıpratılmamalı, bu yapılırken de demokrasiye zarar verecek eylem ve söylemlerden de kaçınılmalı.

03.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.