05 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Hüseyin GÜLTEKİN

Nur Talebesinin tatili


A+ | A-

Bir geminin kaptanı veya orada vazifeli mürettebâttan biri olduğunuzu hayal edin. Okyanusun tam ortasında dev dalgalarla boğuşan bu gemideki yolcuları sâlimen sahile çıkarma vazifesi size verilmiş. Bu durumda bir kenara çekilip, huzur-u kalple istirahat edebilir misiniz?

Veya virajlı, inişli-çıkışlı bir yolda seyretmekte olan bir yolcu otobüsünün şoförüsünüz. Direksiyonun başında iken “Azıcık kestireyim” diyebilme hakkınız veya şansınız olur mu?

Veya içinde insanların ve çok değerli cevherlerin cayır cayır yanmakta olduğu, gittikçe alevleri her tarafa sıçrama tehlikesi bulunan korkunç bir yangını görüyorsunuz ve siz bu yangını söndürmekle vazifeli bir itfâiye erisiniz. Böyle bir manzara karşısında, bir kenara çekilip, istirahat ederek, bir çok insanın yaptığı gibi, bu yangını seyretmeye hakkınız olur mu?

Ya da müthiş çarpışmaların yaşandığı bir meydan muharebesinde bazı askerlerin istirahata çekildiklerini düşünün. Veya kritik bir mevkide nöbet tutan bir askerin, silâhını bırakıp bir kenarda uyukladığını farz edin...

Misâlleri çoğaltmak mümkün...

Evet dostlar, Nur’un Talebeleri, kritik zamanlarda, kritik mevkilerde nöbet tutan erlerdir.

Düşmanın amansız ve acımasız hücumlarına karşı koyan kahramanlardır. Okyanusun azgın dalgalarıyla boğuşarak yol almaya çalışan ve içinde ehl-i dinin bulunduğu gemiyi kazasız belâsız sahil-i selâmete çıkarmakla vazifeli kaptanlardır, tayfalardır. Zira Bediüzzaman, yıllar öncesinden “Sahil-i selâmet olan Dârüsselâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (asm) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede (Rabbânî bir gemide) çalışan hademeleriz” der. Yine Nur Talebeleri, onun: “Alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor” diye haber verdiği o korkunç yangını söndürmekle vazifeli mânevî itfaiye erleridir.

Bediüzzaman’ın Talebeleri her türlü yorgunluğu, her çeşit zahmeti, meşakkati göze alan, her nev'î feragati, fedakârlığı peşinen kabullenen, hizmet erleridir.

Peki onlar hiç yorulmazlar mı, usanmazlar mı, bıkmazlar mı? Onların dinlenmeye, istirahat etmeye hakları, ihtiyaçları yok mu?

Elbette vardır. Çünkü onlar da insandır; yorulurlar, dinlenmeye, tatil yapmaya ihtiyaç duyarlar.

Ama onlar her zaman ve her halükârda sorumlu oldukları mânevî yükümlülüklerini yerine getirmeyi de ihmal etmezler. Hatta onlar tatilde iken, dinlenirken dahi hizmetlerine devam ederler. Mümkün olan her şeyi hizmete vesile kılarlar. Yani onların dinlenmeleri de bir nevî hizmettir.

05.07.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Zekâtlarımız üzerine


A+ | A-

Sri Lanka’dan Okuyucumuz: “İslâm’ı, İslâm’ın emir ve ibadetlerini, imanı, ahlâkı ve Kur’ân’ı geniş kesimlere duyurmak için yayın yapan, geliri ile yeniden dinî hizmetler yapılan yayın organları zekâtla desteklenebilir mi?”

Kur’ân’da zekât verilecek sekiz sınıftan özellikle bir tanesi, konusu itibariyle doğrudan İslâm’ın yayılması, imanın tebliği ve Kur’ân hizmetleri ile ilgili alanları kapsar. Bu sınıf Kur’ân’da sekiz sınıfın içinde “fîsebilillah” terimiyle ifade edilir.

Fîsebîlillah: İ’lây-ı kelimetullah için, yani Allah’ın adını yükseltmek ve tanıtmak için, Allah’ın dinini tebliğ etmek için, Allah’ın kitabını öğretmek için, Allah’ın kitabında öğretilen iman hakikatlerini anlatmak için cihâd edenler sınıfıdır. Bu beyanla Kur’ân, Allah yolunda çalışan ve Allah’ın adını yükseltmek için cihad eden bütün hizmet birimlerinin zekâtla desteklenmesini emrediyor. Zaman değişir, araç ve gereç değişir; ama gâye değişmez. Öyle ki, dün cihad malzemesi at, ok, mızrak, kılıç ve kalkan iken; günümüzde bunların yerini kitap, kalem, gazete, dergi, radyo, tv ve sair değişik neşir organları almıştır. Binâenaleyh, Allah’ın adını âlemlere tebliğ etmek, tevhid kelimesini asrın anladığı dilde ispat ve îlân etmek, îmân hakîkatlerini yaymak ve neşretmek, Kur’ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nûr olduğunu hikmet diliyle cihana duyurmak, iyilikleri emretmek, kötülüklerden sakındırmak amacıyla yayınlanan kitap, gazete, dergi, radyo, tv ve sâir yayın organlarının zekât bütçesinden destek almaya hakları vardır.

Nitekim dört mezhebe göre, Allah yolunda cihad edenlerin, ihtiyaçları olan silâh, at, yiyecek, içecek ve yol masrafları zekât fonundan karşılanabilir. Şâfiî mezhebine göre Allah yolunda cihad edenler zengin bile olsalar; yol, ikâmet ve diğer masrafları bu fondan karşılanır. Giyim, silah, eşya ve diğer malzemelerini taşımak için gerekli vâsıta bu fondan temin edilir. Mücâhede süresi içinde bakmakla yükümlü oldukları çoluk ve çocukları, ailesi ve yakınlarının nafakaları da zekât fonundan ödenir.

Eskiden cihadın kılıçla, kalkanla, silâhla, atla yapıldığını; günümüzde ise medenî milletlere ve insanlara karşı maddî cihad yerine mânevî cihâdın ön plana çıktığını, bunun da kitapla, kalemle, yayınla, neşriyâtla ve muhtelif beşerî ve sosyal faaliyetlerle yapıldığını nazara alan çağdaş âlimler, Müslümanlar yararına yapılan her türlü hayırlı faaliyetlerin zekât bütçesinden desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ederler.1 Yusûf El-Karadavî cihadın sadece silâhla ve kılıçla yapılmadığını; Peygamber Efendimiz’in (asm) “Sultana karşı hakkı konuşmayı” “en efdal cihad” olarak nitelediğini ve “dil ile cihâdı” tavsiye buyurduğunu kaynakları ile gösterdikten sonra, yeryüzünde Allah’ın adını yükseltmeyi amaçlayan, gençleri ve toplumu zararlı ve yıkıcı yayınlara karşı korumak, İslâm’ı, îmânı ve iyi ahlâkı öğretmek ve teşvik etmek için kurulan her türlü İslâmî ve Îmânî hizmet merkezlerinin yaptıkları çalışmaların ve yayınların “cihad” mânâsından ayrı düşünülemeyeceğini; binâenaleyh böyle hizmet merkezlerinin Müslümanların zekâtlarından payının öncelikle bulunduğunu kaydeder.2 Hanefî Mezhebi âlimlerinden İmam Kâsânî ile3, müfessirlerden Fahrettin Râzî’nin4 de görüşleri bu doğrultudadır.

Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri ise, zekât çeşmesinin çorak topraklar hükmünde bulunan ve zarûrî derecede ihtiyaçlı olmadığı halde, sürekli âcizliğini ve fakîrliğini ileri sürerek hep dünyevî ihtiyaçlarını gündemde tutan “seele” (dilenci) grubunun tekelinden kurtarılmasını, bu çeşmeye güzel bir mecrâ ve havuz yapılmasını ve bu havuz ile milletin “kemâlât bahçesinin” sulanmasını önemle tavsiye etmiştir.5 Bedîüzzaman Hazretleri İslâm’ın gelişmesi ve Müslümanların gelişmiş milletler seviyesine yükselmesi için zekât gelirlerinin “millet menfaatine” harcanmasını tavsiye ediyor6; din ile fen ilimlerinin birlikte okutulmasını planladığı “Medresetü’z-Zehrâ” isimli üniversitenin, İslâmiyet’e ve insanlığa gösterdiği hizmetle, inananların zekâtları ile desteklenmeye hakkı bulunduğunu beyan ediyor.7

İslâm’ın gelişmesi, iman hakikatlerinin genişleyerek doğru biçimde benimsenmesi ve İslâm ahlâkının yaşanması ve dünya toplumlarına tanıtılması, Müslüman toplumların ve nihayet insanlığın topluca “menfaatine” bir cihad alanı olduğundan; bu maksatlar için yayın yapan hizmet merkezlerine doğrudan ve aracı kullanmadan zekât verilebilir. Burada, zekâtın direkt olarak cihad alanına ve hizmet yerine sarf edilmesiyle temlik şartı yerine gelmiş oluyor. Mülk sahibi hizmeti alan insanlardır.

Din ve iman hizmetlerine yaptığımız katkıların zekât sayılabilmesi için elbette niyet şarttır. Yani bu katkıları zekât niyetiyle yapmış olmamız gerekiyor. Allah kabul etsin.

Dipnotlar:

1- Hayrettin Karaman, İ.I. Günümüz Meseleleri-2, s. 98, 99; İlmihal I, T. Diyanet Vakfı, s. 488

2- Kardavî, Ç.M. Fetvâlar, 1/388

3- Bedâiu’s-Sanâî, 2/45

4- Tefsîr-i Kebîr, 16/113

5- Münâzarât, S. 64; Münâzarât, s. 81

6- Münâzarât, S. 64

7- Münâzarât, s. 81

05.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Helâl - haram duygusu hükmedince


A+ | A-

Bir devlet kurumunda çalışıyor, imkân ve fırsat buldukça çalıp çırpıyor, kesesini doldurmaya çalışıyordu. İnsan geçimini sağlamalıydı, ama helâl yoldan kazanmalıydı. Haram lokma giren ağzın kırk gün duâsı kabul olmazdı ve haram et Cehenneme lâyıktı.

Ama bunu bazılarına nasıl anlatacaktın? Allah’a, ahirete, Cennete, Cehenneme inanmayan veya inancı zayıf olan bir insan helâli haramı tanır mıydı? Helâli, haramı tanımayan insanı da kanunla, polisle ne derece kötülüklerden uzaklaştırılabilirdiniz? Bediüzzaman, “Bin müteddeyyin [dinine bağlı] ve Cehennem hapsini her vakti tahattur eden [hatırlayan] adamların idare ve inzibatı on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haramı, helâli bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüştür”1 der ve bu vatan ve milletin sosyal hayatta anarşiden kurtulabilmesi için beş esasın gerekli olduğunu söyler. Bunlar da hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir.2

Demek dine bağlılık insana bu güzel duyguları kazandırarak kötülüklerden alıkoymakta, iyiliklere yöneltmekte; sosyal huzur, denge ve barışı sağlamaktadır. Zaten dinin gönderiliş maksadı da budur: İnsanları hem dünyada, hem de ahirette mutluluğa ulaştırmak…

Helâl-haram tanımayan insan çok para elde etse de onun hayrını göremez, gönül huzuruyla yiyip içemez. Hırsız psikolojisi içerisindedir o. “Ha yakalandım, ha yakalanacağım” endişesi içerisinde yaşayan insanın mutlu bir hayat sürmesi mümkün mü?

Böyle bir hayat sürüyordu bu memur. Çalıştığı kuruluşta her fırsatta cebini doldurmaya çalışıyordu. Bir gün televizyon seyrederken bir kanala takılıp kaldı. Hatip haram yemenin kötülüklerinden bahsediyordu. Bunu duyduğunda irkildi. Kendi kendine, “Ben Müslüman değil miyim?” dedi. “Elhamdüllilah Müslümanım. Peki, nice masumun hakkının bulunduğu devlet malını nasıl yerim? Melekler gibi gizli polisleri, Cehennem gibi hapishanesi olan, tevbe edip dönüş yapmadığım takdirde bütün günahlarından hesaba çekilecek olan ben hiçbir torpilin, rüşvetin, adam kayırmanın geçerli olmadığı o büyük günde, Hakimler Hakimi Allah’ın huzurunda hesaba çekileceksem bunların hesabını nasıl vereceğim?” dedi ve haramı terk edişi o terk ediş oldu. Kendine helâl bir daire çizdi. Helâl daire çok genişti. Keyfe kâfiydi. Harama girmeye hiç lüzum yoktu. Gerçek huzur ve saadet de helâl dairede, Allah’a lâyıkıyla kul olmakta idi.

Dinin, inancın sağladığı bu faydayı, insana İslâmdan başka hangi medeniyet, hangi kanun, hangi eğitim sağlayabilir?

Dipnotlar:

1- Asa-yı Musa, s. 13.

2- Şuâlar, s. 307.

05.07.2009

E-Posta: [email protected]



Yasemin GÜLEÇYÜZ

Reklâmları takip ederken…


A+ | A-

Günümüzde reklam artık çok geniş bir sektör ve bilim dalı. Reklâm ve pazarlama tekniklerinin eğitimi üniversitelerde ders olarak okutuluyor. Özellikle Batı ülkelerinde büyük firmalar, insan psikolojisini adeta didik didik eden teknikleri reklâmlarında kullanabilmek için araştırma enstitüleri kuruyorlar. Amaç malını daha çok satmak!

Filmleri, broşürleri, promosyonları, bilboardları, panoları… Aklınıza gelen gelmeyen her yola bunun için başvuruyorlar. Hatta ilk etapta açıkça fark edemediğiniz, doğrudan bilinçaltına hitap eden “gizli reklâmlar” bile söz konusu.

Elbette her şeyin iyisi kötüsü olduğu gibi reklâmın da iyisi ve kötüsü var.

Yıllar önce yaptığım bir röportajda psikiyatrist muhatabım medyanın aile bireyleri üzerindeki tesirlerini anlatırken, bir reklâmı uzman sıfatıyla yayından nasıl kaldırdığını anlatmıştı. Reklâm veren firmaya muhtevanın aile psikolojisi üzerindeki menfî etkilerini anlatan noktaları uygun bir dille yazılı olarak ulaştırdığını ve kısa zaman sonra reklâmın yayından kaldırıldığını ifade etmişti.

Geçtiğimiz yıllarda düzenlenen bebek ve çocuk ürünleri fuarına gittiğimde her zaman kullandığım bir ürünün standına yanaşıp sonradan Halkla İlişkiler Müdiresi olduğunu öğreneceğim vazifeli hanıma şikâyetimi iletmiştim. Çok memnun olarak kullandığım ürünlerini, TV’deki reklâmını izledikten sonra alamadığımı, markette artık elimin bir türlü markalarına uzanamadığımı izah etmiştim. Hoş bir sohbet ortamı da oluşmuştu. Muhatabımın “Bebekler her zaman sevimlidir. Ne sakıncası olabilir ki?” sorusuna, bebeklerin çıplak olarak teşhir edildiğini, bunun toplum psikolojisini menfî etkileyeceğini ve çocuklara yönelik tacizleri arttırabileceğini, hasta ruhlu insanların gazetelere de yansıyan suçlarını anlatmıştım. “Enteresan. Hiç böyle düşünmemiştim!” diyerek bana bir form uzatmış doldurmamı isteyerek şikâyetimi gerekli zeminlerde ifade edeceğini söylemişti.

Birkaç ay sonra reklâmın yayından kaldırıldığını memnuniyetle izlemiştim. Firma TV reklâmlarında hâlen çıplak çocuk manken kullanmıyor.

Eminim benim gibi bir çok anneden de benzer tepkiler kendilerine ulaşmıştı ki böyle bir netice hâsıl oldu.

Diyeceğim o ki yolunda gitmeyen bir şeyler gördüğümüzde lisân-ı münasiple ilgili olan kişilere derdimizi anlatmak, elimizle, dilimizle, kalbimizle hatalı işleri düzeltmeye çalışmak her zaman önemli. İyi insan olmanın bir gereği!

Sanal bir tepki platformu!

İŞTE sınır tanımayan reklâmlara gerekli tepkileri verebilmek için sivil bir grup teşkil edilmiş sanal âlemde. Reklâm panolarındaki müstehcen fotoğrafları, ahlâksızlığı protesto ediyorlar.

Siz de http://www.reklampanolariniprotestoediyorum.com/ adresindeki dilekçeyi imzalayarak bu teşebbüse destek verebilirsiniz.

İlâhî bir vazife: İyiliği teşvik et! Kötülükten

sakındır!

EVET, iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma aynı zamanda mü’minlerin en büyük vazifelerinden bir tanesi. Müslümanlar içinde bir topluluğun bu vazifeyi mutlaka yerine getirmesi gerekiyor. Bakın âyette bu vazifemiz nasıl ifade ediliyor:

“Onların içinden bir topluluk, onları kötülükten sakındırmak için çalışanlara ‘Allah’ın helâk etmeyi veya şiddetli azap vermeyi murad ettiği bir kavme niçin öğüt verip duruyorsunuz?’ dedi. Onlar ise ‘Vazifemizi yerine getirip Rabbimizin huzurunda özür beyan etmeye yüzümüz olur; onlar da bakarsınız Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınırlar’ diye cevap verdiler.” (Araf Sûresi, 164.)

Evet bu önemli vazifeyi, şartlar ne olursa olsun bir topluluğun yerine getirmesi gerekiyor. Aksi takdirde vazifenin ihmâli söz konusu olduğunda, yaşadığımız toplumun üzerine, “kurunun yanında yaşın da yanacağı” maddî ve mânevî musîbetlerin adeta yağmur gibi yağmaması işten bile değil!

Bakın Kelâm-ı Ezelî ne diyor: “İçinizden bir de öyle bir topluluk bulunsun ki, onlar insanları hayra çağırsın, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırsın. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendisidir” (Al-i İmran Sûresi)

05.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

İnkâr ve çeşitleri


A+ | A-

İngiltere’de bir Hıristiyan grubu, belediye otobüslerine “Tanrı muhtemelen yok; siz dertlenmeyi bırakıp hayatın tadını çıkarmaya bakın...” şeklinde ilân veren tanrıtanımazlardan, Tanrı olmadığına dair “delil / belge” istedi.

“Hristiyan Sesi” adlı baskı grubunun lideri Stephen Green, otobüslere ve Londra metrosuna asılan afişlere reklâm denetleme kurulu (Advertising Standards Authority, ASA) nezdinde itiraz etti. Green, afişlerin reklâm kurallarına uymadığını öne sürdü.

İtiraz dilekçesinde “İlânda söylenen şeyin doğruluğu ispatlanabilmeli, yoksa kurallar çiğnenmiş olur” diyen Green, “İnsanların şahsî tecrübelerinden tabiattaki karmaşık yapı ve güzelliklere kadar Tanrının varlığını gösteren birçok delil bulunabilir, ama karşı tarafta fazla bir şey yok” ifadesini kullandı.

ASA sözcüsü, şikâyet dilekçesini aldıklarını ve gelecek günlerde durumu değerlendirip gereğini yapacaklarını açıkladı.

Bilindiği gibi, iman ve inkâr, yani hidayetle dalâlet, doğrulukla yanlışlık, hak ile bâtıl mücadelesi insanlık ile başlamış; Kıyamete kadar da devam edecektir.

İman, hidayet, doğruluk ve hak; aklî, kalbî, vicdanî ispat, ikna ve delillere dayanır. İmanın esasları ve İslâmın şartları akıl, burhan, ilim, tahkik ve tetkik ile kabulü gerektirir.

İnkârın, küfrün ve dalâletin elinde ne bir delil, ne bir belge, ne bir makûl yol vardır. Yani, “Allah’ın varlığı” dâvâsının doğrulanması binlerce delil ve belgeye dayandırılmış. Bazı felsefî akımların öne sürdüğü ve bir kısım insanları küfre sürükleyen “Allah’ın yokluğu” iddiâsı zandan, vehimden, şekten, şüpheden, adem-i kabul veya kabul-ü ademden öteye geçebilmiş değil.

İnkâr iki çeşittir: 1- Adem-i kabul. 2- Kabûl-ü adem.

a) Adem-i kabûl: Adem-i tasdiktir. Yani yokluğu kabul etmektir. Kabulün, imanın ve tasdikin olmamasıdır. Kısaca, inkâr ve imansızlıktır. İman esaslarını nefiy ve reddetmekten ibârettir. İnanmamaktır. Gerçeği ve gerçekleri kabul etmemektir. Doğrudan yüz çevirmektir. Hidayeti terk etmektir.1 Bir lâkaytlıktır. Bir göz kapamaktır. Cahilâne bir hükümsüzlüktür. Aklen hakla uğraşmamaktır. 2

Bu yol basittir, herhangi bir cehd, çaba gerektirmiyor. Yalnızca gözünü kapamaktır.

b) Kabûl-ü adem ise: Yokluğunu kabul edip, onu ortaya koymaya ve ispat etmeye çalışmaktır. Bu zor, hatta imkânsız bir şeydir. Çünkü sadece “inanmamak” değil; “yokluğun kabulüdür.” Îtikâdî, imanî ve fikrî bir hükümdür. Yani imanın aksine hükmetmektir. İmanın zıddına bir yol açmaktır. Hakkın aksini ispat etme dâvâsıdır. 3 İnkârdır.4

Kabül-ü ademe dayanan bir inkâr; ispat ve delil ister. Yokluğun ispatı ise imkânsızdır. “Allah’a inanmıyorum” demek başka; “Allah yoktur” tarzında hüküm vermek başkadır. Bu iddiayı ispat etmek bütün bütün başkadır.

Dipnotlar:

1- Lem’alar, s. 82.

2- Mektûbât, s. 302.

3- Lem’alar, s. 82.

4- Mektûbât, s. 302.

05.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Suna DURMAZ

Filistin, kurtuluş hareketlerinin beşiği


A+ | A-

Arap ülkeleri arasında, gerek toprak bakımından, gerekse nüfus bakımından küçücük bir ülke olan Kuveyt; Arap milletinin ve İslâm ümmetinin kanayan yarası olan Filistin dâvâsına önemli hizmetlerde bulunmuştur. 1948 Arap-İsrail savaşına, Arap ordusunu oluşturan Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak ile beraber katılan Kuveyt; fidan gibi evlâtlarını Filistin dâvâsı uğrunda şehid vermiştir. Bundan başka, 1948 ve 1967 Arap-İsrail harpleri neticesinde göçmen konumuna düşen Filistinlilere kucak açmış; onlara Filistin’in o sımsıcak göğsünü aratmamaya gayret göstermiştir.

Asırlardır üzerinde yaşadıkları Kudüs, Gazze, Nablus, Yafa, Hayfa, Nazirah, Cenin, Halil, Safad gibi yeşil Filistin şehirlerini arkalarında bırakma zorunda kalan yaklaşık 400 bin Filistinli; yersiz-yurtsuz ve kimsesiz kaldıkları bir zamanda, kendilerine Arabistan çölünün sıcak bağrını açan Kuveyt’e sığınmışlardır. O yıllarda alt yapısını henüz tamamlamamış olan Kuveyt'te yeterli sayıda okul bulunmadığından, Kuveyt hükümeti, binlerce Filistinli talebenin silâhlı düşmandan daha tehlikeli olan cehâlet kucağına düşmemeleri ve eğitimlerine devam edebilmeleri için gece okulları açmıştır. Bu okullarda görev yapan öğretmenler de Filistinliler arasından seçmiştir. Filistinlilere vatan sıcaklığını aratmamaya çalışan Kuveyt, onları birbirlerine yakın mıntıkalara yerleştirilerek aile ve komşuluk bağlarını devam ettirmelerini sağlamıştır.

Kuveyt halkının gösterdiği bütün yakınlığa ve hükümetin verdiği bütün imkânlara rağmen, vatan aşkıyla yanan ve dillerinde “Bilâdi.. Bilâdi.. Bilâdi” (Memleketim) adlı yurt şarkısı dolanan Filistinliler, vatana dönüş umudunu hiçbir zaman kaybetmemişlerdi. Filistinlilerin yüreklerindeki sönmeyen ateşin farkında olan Kuveyt, onların vatanlarına dönebilmeleri için gerekli olan maddî ve mânevî hertürlü desteği vermiştir. Haklı olan dâvâlarını hür dünyaya duyurabilmeleri için, siyasî olarak teşkilâtlanmalarına kolaylıklar göstermiştir.

Dünya siyaset sahnesinde Yaser Arafat’la gündeme gelen ve Filistin halkını temsil eden tek temsilci olarak kabul gören Filistin Kurtuluş Örgütü, Kuveytte (1965) kurulmuştur. Sol eğilimli olan Filistin Kurtuluş Örgütü ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi'nin yanında, İhvan-ı Müslimin düşünce ekolünü benimseyen Filistin İslâmî Hareketi’nin (Hamas) temelleri de Kuveyt'te atılmıştır.

Halid Meş’al

Bugün Filistin siyaset sahnesinde aktif rol alan Usâme Hamdan, Dr. Muhammed Siam, İzzet Rızk, Münir Said, Muhammed Nazzal gibi Filistinli politikacılar, 1948 ve 1967 yıllarında Kuveyt’e göç etmek zorunda kalan Filistinliler arasından çıkmıştır. Bunlardan biri, hatta en meşhuru diyebileceğimiz kişi şuan Suriye de ikamet eden Halid Meş’al’dir.

1956 doğumlu olan Halid Meş’al, ilk öğrenimini İsrail tarafından işgal edilen (1967) Batı Şeria’daki Silwad kasabasında bitirdi. Harp sebebiyle mülteci konumuna düşen Meş’al, annesi ve kardeşleriyle beraber, 1957 yılından beridir Kuveyt’te imamlık yapan babasının yanına geldi. Son derece muhafazakâr bir yurtsever olan Meş’al’in babası da, 1936 Filistin Ayaklanmasında Abdülkadir Hüseyni ile beraber Yahudilere karşı savaşmıştı.

Ortaokulu Filistinli öğrenciler için açılan gece okullarında okuyan Halid Meş’al, lise öğrenimini gündüz lisesinde Kuveytli talebelerle beraber yaptı. O sıralar, çevresindeki bir çok Filistinli genç, Lübnan, Suriye ve Ürdünde bulunan Filistin askerî kamplarına gidip fedâilere katılıyordu. Meş’al ise önce eğitim silâhıyla silâhlanmak istiyordu. Bu yüzden Kuveyt Üniversitesi Fen Fakültesine girdi. 1974 yılında başladığı üniversite eğitimi sırasında Filistin Öğrenci Birliklerinde aktif rol aldı. Siyasî düşünce açısından sosyalist eğilimli olan Filistin Talebe Birliği içinde, babasından miras olarak aldığı muhafazakar görüşleriyle tanınmaya başladı. 1978’de üniversiteden mezun olan Meş’al, Kuveyt okullarında fizik öğretmeni olarak görev yaptı. 1980 yılında “El-Râbıta el-İslâmiyye lit-Talabeti Filistin” (Filistin İslâmî Talebe Birliği) nin kurulmasına öncülük etti. Bu birlik, iki yıl içinde Amerika, Almanya ve İngiltere şubelerini açarak diğer Filistin teşkilâtları içinde sesini duyurmaya başladı.

Bugünkü Hamas’ın nüvesi sayılan Filistin İslâmî Talebe Birliği, Filistin topraklarının, Baasçı Sosyalistlerin ve Marksist Devrimcilerin düşündükleri gibi bir yöntemle değil, ancak İslâmî cihad yoluyla geri alınabileceği kanaatindeydi. Bu kanaatle hareket ederek aynı düşünce içinde olan Gazze, Batı Şeria ve diasporadaki Filistinli muhafazakârlarla beraber 14 Aralık 1987 tarihinde “Hamas” adında bir siyasî hareket başlattıklarını açıkladılar. 1984 yılında öğretmenlik görevinden istifa edip bütün vaktini siyasî çalışmalara vermiş olan Halid Meş’al, 1987’den itibaren Hamas’ın Kuveyt Temsilcisi oldu. Irak’ın 1990 yılında Kuveyt’i işgal etmesi neticesinde Kuveyt’ten çıkmak zorunda kalan Halid Meş’al, Hamas tarafından teşkilâtın Amman Temsilciliğine getirildi. Şeyh Ahmed Yasin’in şehid olması üzerine (2004) ise Hamas’ın başkanlığına getirildi.

05.07.2009

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Faruk ÇAKIR

Karanlıkta kalan katliâm


A+ | A-

Erzincan’ın Kemaliye ilçesi Başbağlar Köyünde meydana gelen katliâmın üzerinden tam 16 yıl geçti. 5 Temmuz 1993 tarihinde gerçekleştirilen saldırıda 33 vatandaşımız vefat etmiş, ama ‘katiller’ bir türlü bulunamamıştı. Aradan bunca yıl geçtiği halde halen de bulunabilmiş değil.

Elbette ‘faili meçhul’ cinayet ve katliâm sadece Başbağlar’da işlenmedi. Başka yer ve zamanlarda da çok sayıda cinayetlere imza atıldı ve onların da failleri bulunamadı. Tabiî ki bu faillerin bulunamaması kimseyi tatmin etmedi. Elbette ‘terör örgütleri’ de gelişen imkânlardan kendilerine göre faydalanıp cinayetlerini ‘faili meçhul’ hâle getirmek için gayret sarfetmiştir. Buna rağmen bu çaptaki cinayetlerin faillerinin bulunamaması açıklanabilir bir durum değil.

Cinayetlerin işlendiği tarihte kamuoyuna açıklanan ‘bilgi’lerle, bugün gelinen nokta arasında epey fark olduğu görülebilir. Bir defa, Başbağlar katliâmının işlendiği 1993 yılı çok sayıda başka ‘cinayetler’in de işlendiği bir yıl. 1993’te Bingöl’de 33 askerimiz katledilmiş, aynı zamanda hâlen aydınlatılamayan Sivas Madımak cinayeti de aynı yıl meydana gelmişti. Şunu net olarak söylemek mümkün: Bu cinayetlerle ilgili olarak o yıllarda açıklanan ‘bilgi’lerle, bugün paylaşılan bilgiler birbirinden farklı.

Meselâ, 33 askerimizin öldürülmesiyle ilgili ciddî ihmallerin olduğu noktasındaki ‘bilgi’ler, “Ergenekon iddianamesi”nde yer aldı. Aynı şekilde Başbağlar Köyünde yaşanan vahşetle ilgili olarak da, o günlerden beri devam eden ve makul cevap verilemeyen iddiâlar sözkonusu. Cinayetleri kim işlemiş olursa olsun, faillerinin bulunup hak ettikleri cezayı almamış olması bir zaaftır.

Aradan bunca yıl geçtikten sonra işlenen cinayetleri görmezden gelmeye devam etmek de mümkün değil. Çok yanlış olan bir tavır da, ‘bir kısım medya’nın Başbağlar cinayetini görmezden gelmesidir. Elbette Sivas Madımak katliâmını görmemek de mümkün değil ve bu tuzağa düşmemek lâzım. Cinayeti kim işlerse işlesin ‘cânî’ olarak bilinmeli. Aynı şekilde haksız yere kim öldürülüyorsa, ona da ‘kökten’ karşı çıkmak gerekir. Ne yazık ki Madımak ile Başbağlar sanki birbirinin ‘bedeli imiş’ gibi sunulmak isteniyor.

Tabii ki önemli olan bu katliâmlara kimin imza attığını bulmak ve sorumluları hak ettiği şekilde cezalandırmaktır. Yoksa ne Başbağlar’ı görmezden gelmek, ne de Madımak’ı yok saymak çare değil. Önemli olan her iki provokasyona kimin imza attığını bilmek ve bulmaktır. ‘Bir kısım medya’nın düştüğü yanlış da tam bu noktada düğümleniyor: Asıl canileri bulmak yerine, hayali caniler üretiyor ve onlar üzerinden ‘samimî Müslümanlar’ı töhmet altında bırakmaya çalışıyorlar.

Başbağlar bir ‘köy’dü ve cinayet sonrası oraya ulaşmak zaman aldı diyelim. Peki, Sivas’ın merkezinde kurulan bu ‘tuzak’ nasıl deşifre edilemedi? Saatlerce süren kargaşaya rağmen hadiseler nasıl önlenemedi? Kimin ya da kimlerin ihmâli vardı? Bu soruların makul cevapları yeteri kadar araştırılabildi mi?

Medya bir bütün olarak bu ve benzeri provokasyonların sebebini merak etmeli ve asıl faillere ulaşmaya çalışmalı. Aksi halde hayali suçlular aramaya devam ederek gerçek faillere ulaşmak mümkün olmaz.

Ne Başbağlar ne de Madımak karanlıkta kalmasın... Aydınlansın ki yeni tuzak kurmak isteyenler buna cesaret edemesin...

05.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Sulandırma taktikleri…


A+ | A-

Ergenekon soruşturmasında ilk iddianamelerle ilgili mahkeme süreci devam ederken, Ergun Poyraz ve Sevgi Erenerol’un da aralarında bulunduğu bazı sanıkların avukatlığını yürüten Vural Ergül öyle bir girişimde bulundu ki akıllara ziyan.

Avukat Ergül, soruşturmayı yürüten cumhuriyet savcılarından Zekeriya Öz’ün imzasını taklit ederek bilgisayar programı yardımıyla bir “belge” oluşturmuş.

Bir savcının imzasını taklit etmek suç mu bilemiyoruz ama Deniz Kurmay kıdemli Albay Dursun Çiçek’in hazırladığı iddia edilen “İrticayla Mücadele Eylem Planı” belgesindeki imzanın sahte olup olmadığı tartışmaları devam ederken, bir avukatın “sahte imzalı belge”yi basın mensuplarına dağıtması soruşturmanın sulandırılma taktiği olarak değerlendirildi.

İşin diğer yönü de, sanık avukatının Albay Çiçek’in imzası ile ilgili soruşturma devam ederken belge ve imzaların sahte olduğuna şimdiden karar vermesi…

Soruşturma uzadıkça daha enteresan girişimlerle karşılaşırsak sürpriz olmayacak.

* * *

GEL DE İNAN!

Askerliğini yapanlar bilir. Askerliğini er olarak bile yapsan, ateş talimine götürülür, orada hiç değilse 3-4 tane mermi atarsın.

Bunu bilen birisi olarak, silâh ve mühimmatı toprak altına gömmekle suçlanan bir yarbayın “Hayatımda elime silâh almadım” demesi hem çok gülünç geldi, hem de hiç inandırıcı gelmedi. Zira, gazete haberlerinde yarbayın bu sözlerinden sonra hâkim ve savcıların bile gülümsedikleri yazıldı… Hatta kargalar bile gülüyordur bu iddiaya!

* * *

İLGİNÇ…

Türk Silâhlı Kuvvetleri ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile şahıslar silâhlarını genelde Makine Kimya Endüstrisi Kurumu’ndan (MKE) alırlar. Ancak geçtiğimiz günlerde bir ihale yapıldı. Bu ihale ile muhammen bedelleri toplamı 37 bin lira olan 3 bin adet ateşli silâh ve mermi satışa çıkarıldı. Normal bir ihale gibi gelebilir ancak ihaleyi yapan kurum Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) olunca işin ilginçliği ortaya çıkıyor.

TMSF’den yapılan açıklama işin boyutu da anlaşıldı. İhaleye çıkarılan ve çoğunluğu Uzan Grubuna ait bulunan ateşli silâh ve mermiler arasında av tüfeği, av fişeği, MP-5 makinalı tabanca ile çok sayıda Kırıkkale tabanca yer almış. Yani TMSF el koymuş şimdi elden çıkartmaya çalışıyor. Yalılar, lüks arabalar tamam da, silâhların satılması ilginç değil mi?

* * *

BİR YERDE BİR HATA YOK MU?

“İrtica ile mücadele eylem planı” ile “askerlerin de sivil mahkemelerde yargılanmasının yolunun açılması” ile ilgili kanunun Meclis’ten geçmesi günlerdir tartışılıyor. Devletin tepesinde bu konudaki görüşmeler olanca hızıyla devam ediyor. Birinci konuyla ilgili mahkeme safahatı devam ederken, ikinci konuda da Gül’ün imzalayıp imzalamayacağı bekleniyor.

Başbakan Tayyip Erdoğan ile Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, MGK öncesinde 1 saat 35 dakika görüşmüştü. Ardından, MGK’da konu gündeme geldi, peşinden mini zirveler, daha sonra da değişik ortamlarda konular tartışılmaya devam etti.

Erdoğan ile Başbuğ’un ikili görüşmesinde nelerin konuşulduğu “devlet sırrı” olarak belki uzun süre hiç açıklanamayacak. Tıpkı, daha önce Erdoğan ile önceki Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt arasındaki Dolmabahçe görüşmesinde olduğu gibi.

Ancak iki kişinin görüşmesinde neleri konuştukları (her iki tarafta açıklamadığına göre) nasıl ortaya çıkar hep merak etmişimdir. Ancak bu görüşmeden sonra “çok satan!” gazetelerden birisinde bu görüşmedeki konuşmalar cümle cümle yazıldı. Görüşmede Başbuğ’un Başbakan’a “TSK’da darbeye yeltenen, aklından geçiren ya da demokratik rejime aykırı hareket edenler olursa cezalarını TSK’nın komutanı olarak ben veririm” dediği ifade edildi. Genelde bu tür haberler “iddia edildi”, “söyleniyor, belirtiliyor, ifade ediliyor” şeklinde verilir. Ancak bu haber sanki, görüşmeyi birisi aktarmış ya da herkesin gözü önünde söylenmiş gibi yazılınca dikkatimizi çekti. (Hürriyet 30.06.2009) (Bu haberin yalanlandığını da görmedim.)

Eğer bu ifadeler doğruysa… Askerlerin sivil mahkemede yargılanmasının kanunlaştığı bir dönemde genelkurmay başkanının bu sözü söylemesi, “Burada bir hata yok mu?” sorusunu aklımıza getirdi. Zira cezayı verecek kurum bellidir, o da mahkemelerdir. Diğer yandan da “darbeye yeltenenler darbe yaptıktan sonra genelkurmay başkanını dinlerler mi?” o da ayrı bir yönü…

05.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.