24 Temmuz 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Nejat EREN

Ahir zamanın dehşeti, işaretleri ve korunma yolları


A+ | A-

Sahabe devrinden başlayıp tabiin ve tebei tabiin zamanından başlayarak günümüze kadar gelen zaman içerisinde Müslümanların en fazla çekindikleri, korktukları ve endişe ettikleri “Ahir zaman fitnesi” olmuştur. Cenâbı Hak hepimizi muhafaza etsin. (Âmin.)

Fitnenin çok çeşitli tarifleri var. Vicdanı tamamen tefessüh etmemiş herkesin dehşetini hissettiği bu felâketli devrelere Kur’ân ve Hadis lisanında fitne deniliyor. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş ki: « “Ne vakit size Fars ve Rum kızları hizmet etti; o vakit belânız, fitneniz içinize girecek, harbiniz dâhilî olacak» (Mektubat, sh: 107)

Resulullah (asm): “Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne, bir imtihan vesilesi bırakmadım” buyuruyor.

Ahir zaman fitnesinin dehşeti, tehlikeleri, tuzakları ve cazibeleri:

•Nefse hâkim olamamak. “Fitne-i Âhirzaman o kadar dehşetlidir ki, kimse nefsine hâkim olmaz.”

•Başka nefisleri kendisine çekmek.

•İnsanları ihtiyarlarıyla, menhus zevkleri iştahla yapmaya düşürmek.

•Kadınların, kendi güzelliklerini göstermeye fıtraten çok meyyal olmalarından dolayı, seve seve o fitneye atılmaları.

•Fıtraten cemalperest (güzelliğe tutkun) erkeklerin nefsine mağlûp olup o ateşe sarhoşâne bir sevinçle düşüp, yanmaları.

•«Bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaîyesi dehşetli, câzibeli, elîm, meraklı bir vaziyetle en ulvî lâtifelerini ve kalb ve aklını, nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşmeleri.» (Kastamonu Lâhikası, sh: 104)

•«Fitne-i âhir zamanın en dehşetlisi ve cazibedarlarının, kadınların yüzsüz yüzünden çıkıyor olması.

•İnsanın ihtiyarını elinden alıp, pervane gibi sefahet ateşine atması.

•Bir dakika dünya hayatını ve zevklerini, senelerle bâki hayata tercih ettirmesi. (Gençlik Rehberi, sh: 16)

•Bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyuruyor: «Size benden sonra dört fitne gelecektir. Dördüncüsü geldiğinde, kulağa bir şey girmez, göz görmez ve her tarafı fitne sarar. Ümmet bir belâya mübtela olur, yılanın çöreklenmesi gibi. Öyle ki, onda ma’ruf inkâr edilir, Münker ise maruf sayılır. Ve bu fitnede, insanların bedeni öldüğü gibi kalbleri de ölür.»

•Diğer bir hadîs de özetle şu mealdedir: «Âhirzaman fitnesinde bozuk insanların kalbleri şeytan kalbi gibidir. Kan dökücü (anarşist ve ihtilâlci, fâsık) tırlar.

•Ahirzamanın, Çocukları uram (edebsiz ve hırçın); gençleri hayasız ve vakarsız; yaşlıları emr-i bil-ma’rufu yapmaz; sünneti bid’at gibi, bid’atı sünnet gibi görürler; idarecileri tâgi ve müfsiddir..; İşte o zaman Allah onlara şerlilerini musallat eder. Hayırlıların duâsı (ve dâveti) kabul olmaz.» (Ramuz-ul Ehadîs, No: 502)

•«Âhirzaman fitnesinde kişi mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak akşamlar. Ancak Allah’ın ilim ile ihya ettiği kimseler müstesnadır.»

•Bu âhirzaman fitnesinde açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak.

Dinin şiddetle men’ettiği şey fitne ve anarşidir.

KORUNMA ÇARELERİ:

•İnsanın hakikî ilim ve fazileti kazanmasının iki temel menbaı, naklî ve aklî delillerdir. Kulak naklî delillerin, göz aklî delillerin iki ana cihazıdır. Fitneye düşmemek isteyen bu mühim iki organı asıl vazifelerinde istihdam edip nefsin âleti olarak kullanmamalıdır. Çünkü İslâm cemiyetinde taklidî iman kâfi olsa da, fitne zamanlarındaki bozuk cemiyetlerde mü’min iman-ı tahkikî ile hak ve batılı ayırıp kendi hayatında iman nuru ile hakkı takib eder. Medeniyet namı altında işlenen günah ve haramı tanır.

•Hadisi Şerif: Âhirzaman fitneleri zuhur ettiğinde: İnsanların akaidleri bozulur, emanetlerini hafife alırlar ve—parmaklarını birbirine geçirip—böyle olduklarını gördüğün zaman; evini tercih et.” Lisanına sahib ol, maruf olanı al, münkeri bırak, kendi işinde meşgul ol ve ammenin işlerini kendilerine bırak.»

•«Risâle-i Nur’un nuru- ile dalâletin tecavüz eden nârı İnşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak. O sed ise, bu zamanda çok intişar eden Risâle-i Nur’un keskin hüccetleri ve kuvvetli bürhanları olduğu, çok emareler ile hissediliyor.» (Şuâlar sh: 735)

•Risâle-i Nur’dan ders alan, elbette çok masumların kanını ve hukukunu zayi eden fitnelere girmez ve bilhassa tecrübeleriyle, mükerreren akîm ve zararlı kalan fitnelere hiçbir cihetle yanaşmaz. Ve bu on senedeki on fitnelere, Risâle-i Nur’un şakirdlerinin ondan birisi, belki aslâ hiçbirisi karışmadığı gösterir ki, risâleler bu fitnelere zıd ve asayişi temine medardırlar.» (Tarihçe, sh: 232)

•Buradaki ikaz bütün Müslümanlara şamildir. Bu asrın fitnelerini araştırmayan ve gereken tedbirleri almayanın içine düşme tehlikesi çok kuvvetlidir.

FİTNE ZAMANINDAKİ CİHAD ŞEKLİ

Bu zamanda yapılacak cihad, maddî değil, manevîdir. Bunun da yolu eğitim, ıslâh, tamir ve müsbet harekettir.

Dahilde ve hariçte İttihad-ı İslâmın teşekkülü için gayret gösterip mesai harcamaktır. Cemaat ve ümmet anlayışı ile hareket edip işi resmiyete dökmeden vazifeyi yapmaktır. Sivil bir toplum hareketi şeklinde formalize etmektir.

Hayat-ı içtimaîye ve siyasîye ile alâkadar olanların o mercii teşkil edecek olan ittihad-ı İslâm’ın tahakkukuna hizmet etmeleri evveliyet kazanıyor. (İttihad-ı İslâm, İttihad Yayıncılık 1993 İst.)

Ahkâmda rey sahibi olmayan Müslümanlar, âyet ve hadîslerden ahkâm istinbat edemez. Ancak müteşabih ve müşkil olmayan âyet ve hadîslerden seviyeye göre ibret, teşvik ve ikaz dersleri alabilirler.

Menfi hareketlerden kaçınmayı tavsiye eden birkaç hadîs mealleri:

«Ebu Hüreyre'den (ra): Peygamberimiz (asm) buyurdu: "Öyle fitneler olacak ki; oturan ayakta durandan, ayakta duran yürüyenden, yürüyen (o fitneye) koşandan daha hayırlıdır. Kim o fitneye karışırsa, fitne onu kendi içinde yere çarpar. Kim ondan korunacak bir yer bulursa oraya sığınsın!"

Sa’d b. Ebi Vakkas (ra), Ebi Vakkas (ra): "Ey Allah’ın Resulü, biri evime girip, beni öldürmek için elini uzatırsa, ne buyurursun?"

Peygamberimiz (asm): “Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam” (Maide Sûresi 5:28) diyen Hz. Âdem’in oğlu gibi. Âdem’in oğlu gibi; ol! buyurdu.

Ebu Musa’dan (ra): Peygamberimiz (asm) fitne hakkında; şöyle buyurdu: "Oklarınızı kırın, kirişlerinizi koparın; fitne halinde evlerinizin içinden ayrılmayın ve Âdem'in (as) oğlu gibi olun!"

Harice karşı ise: Müslümanlar arasında hattâ hakikî İsevîlerle dahi ittifak etmenin lüzumuna dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki: "Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf mes’eleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor." (Emirdağ Lâhikası-I. sh: 206)

Ahirzaman fitnesinin dehşetli ifsadatını tamir, ıslâh ve halkı tenvir ve irşad vazifesini Bediüzzaman ve talebeleri, muannid düşmanlarına karşı en ağır şartlar içinde hayatlarını ortaya koyarak, en kudsî ve en büyük vazife olan iman hakikatlarını keşif ve neşirle; hakikat nokta-i nazarında asrın rivayetlerde müjdelenen en haşmetli tarihî hâdisesini ortaya koymuşlar, küfrün belini kırarak da İslâmî hayat ve içtimaîyatın zeminini hazırlamışlardır. Bir Müslümana düşen vazife, bu fitne-i âhirzamanı tanımak ve ona karşı tedbir almaktır.

Yoksa başını devekuşu gibi gaflet kumuna sokmak ve etrafında olan bitenlere hiç aldırmamak o ateşlere düşmek ve yanmak demektir.

Gizli İfsad Komitelerinin kimler olduğunu çok iyi tesbit edebilmek, ona göre de tedbir almaktır.

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin işaret ettiği gizli komitelerin her devirde temsilcileri vardır, “derin”lerde gezen bu komitelerin mahiyeti nedir? Bu gizli dinsizlik akımlarına karşı cihad sahası neresidir. Bunlar bilinmediği zaman din adına yapılan hizmetlerden netice almak hem zorlaşır hem yanlış metodlardan dolayı mesul oluruz.

Her alanda olduğu gibi bu sahada da; Bediüzzaman Hazretleri Risâle-i Nur eserlerinde âhirzaman fitnesi, Deccal, Süfyan gibi kıyamet alâmetleri hakkındaki çok mes’eleleri ele almış, ikna edici delillerle ve hiç çekinmeden ve tam bir fedaî olarak ortaya çıkıp büyük ve geniş çapta muvaffakiyet kazanmıştır. Çare Risâlei Nur Külliyatındaki reçeteleri yerli yerinde kullanabilmektir. Bu mevsimde, bilhassa kıyı şeridinde yaşayan Mü’minlerin imtihanları bu konuda daha da çetin ve zor. Cenâbı Hak her türlü fitne ve fesattan muhafaza eylesin. Fitne ve fesattan uzak bir hayat yaşamak dilek ve temennisiyle.

NOT: Bütün dostlarımın geçmiş Mi'raç Kandilinizi tebrik eder duâlarınız beklerim. N.E.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Halil USLU

Çin de parçalanacaktır


A+ | A-

Çin için için kaynıyor ve derinden derine büyük bir değişime her şekliyle gitmektedir. Birinci Körfez Savaşında ABD’nin yazılı-görsel basına baskısı ve hakimiyeti neticesinde dünya yapılan hunhar katliâmı göremedi ve çokları da âlet oldular. 1 milyar 300 milyonluk Çin aynı propagandayı kullanarak, Müslüman kardeşlerimize yaptığı katliâmı ve zulmü gizlemeye çalıştı. Fakat inandırıcı olmadığı ardı ardına ortaya çıkan belgelerle iyice sırıtmıştır. Son 197 Uygur Türkünün idam edilmesi bunun en bariz örneğidir.1

Nüfus cihetiyle dünyanın en büyük ülkesi Çin’in bazı kesimlerinde Müslümanlara ve özellikle de kadınlara büyük baskı yapılmakta ve dinlerinden dolayı işkence ve eziyet görmektedirler. Mazide bunlar daha çoktu. Her ne kadar bunlar zahiren çirkin olsa da, yeni bir inkişafın habercisidir. Yüz ölecekler, fakat milyon dirileceklerdir. Son gelişmeler de bunu teyid etmektedir. Çin’de büyük İslâmî inkişaflar vardır. Dünya ilim adamları ve sosyologlar, iktisatçılar ve araştırmacılar Çin’in de Rusya gibi patlamaya hazır olduğudur.

Müslümanlar Çin’e Habeşistan’dan gelmişlerdir. Habeşistan ilk Müslümanlardan bazılarının Mekke’deki Kureyşlilerin işkencelerinden kaçıp sığındıkları bir ülkeydi. O mülteci grubu içinde Peygamber Efendimizin kızı Rukiye, kocası Osman bin Affan, Sad bin Ebi Vakkas ve daha pek çok tanınmış Sahabe vardı. Habeş Kralı Necaşi 615 yılında onlara siyasî sığınma hakkı vermişti. İşte bu kafileden bazıları Arabistan’a geri dönmedi. Çin kayıtlarına göre, üç Sahabe, 616 yılında Habeşistan’dan Kral Necaşi’nin de desteğiyle Çin’e doğru deniz seyahati yaptılar. Tang Hanedanlığı dönemindeki bu seyahat, imparator Yung Wei’nin sıcak karşılaması ve heyetin İslâm’ı özgürce anlatmasına izin vermesi sonrasında, Çin’in ilk camisi olan Fener Kulesi Camiinin (Guantgta Mosque) inşasıyla sonuçlandı. Bu caminin diğer bir ismi ise Peygamberimizin aziz hatırasına atfen “Hatıra Camii”dir.

Çin’in İslâm’la tanışması, Peygamberimizin (asm) Medine’ye hicretinin sadece 29 sene sonrasına tekabül ediyor. O tarihlerde İstanbul’da bir tek cami yokken, Uzakdoğu’da Çin’in Guangzhou liman şehrinde 651 yılında ilk cami ibadete açılmıştı. Bugün itibariyle 1350 yıl geçilmiş. İnşaallah nesl-i cedid bu tarihin derinliklerine inecektir ve Çin’in gerçek vechesi ortaya çıkacaktır. Nitekim Hollanda’da neşrolan One Wereld dergisinde de, “Çin de Rusya gibi dağılacaktır ve yeni yeni muhtariyetler meydana gelecektir2 denilmektedir.

Çin’de bugün 100 milyondan fazla Müslüman yaşıyor. Uygur Türkleri ve Huiler (Müslüman Çinliler) bu sayıda önemli bir yekûn tutuyor. Yine Çin’de son yapılan tesbitlere göre yaklaşık 1000 civarında cami ve imam bulunmaktadır. 1980’den sonra Müslümanlar daha rahat dinlerini yaşamaya başlamışlardır.1953’te Pekin’de kurulan Çin İslâm Derneği, defalarca Kur’ân-ı Kerim yayınlamış, birçok kitap Çince ve Uygurcaya çevrilmiş, “Çin’de Müslümanlar” adlı üç aylık dergi ve çeşitli milliyetlerden Müslümanların dinî hayatlarını yansıtan kitaplar derlenip yayınlanmıştır. Dinî eğitimi ve hac gibi organizasyonları da düzenleyen bu dernek, Çin hükümetiyle Müslümanlar arasındaki ilişkilerin sağlıklı yürümesi için Müslümanların sözcülüğünü üstlenmiş haldedir.

Hz. Bediüzzaman fikr-i hürriyet savaşında “fikr-i hürriyet Çin’e kadar yayıldı ve yayılacaktır. Fakat Çin ifrat edip komünist oldu. Âlemdeki terazinin hürriyet gözü ağır geldiğinden, birdenbire terazinin öteki gözünde olan vahşet ve istibdadı kaldırdı, git gide kalkacak” müjdesinin tahakkukunu göreceğiz ve İnşallah gelecek makalede onun üstünde duracağız. 3

Dipnotlar:

1- Temmuz-2009 basın

2- The Light Nur, February 1991

3- Münâzarât, Bediüzzaman Said Nursî.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Abid’le evlenin, nefsini mabud ittihaz edenle değil!


A+ | A-

"önceki yazılarınızda evleneceğiniz kişi dindar olmalı ve ibadetlerini yerine getirmeli’ şeklinde bir cümle kullandınız. Nişanlım inançlı birisidir, ama, ibadetlerini tam olarak yerine getiremiyor. Ancak, gayet dürüst ve ahlâklı. Ne tavsiye edersiniz?..” diyen okuyucumuza olumlu-olumsuz cevap vermeden önce, ibadetin mahiyetini ve fonksiyonlarını özetleyelim…

Ondan da önce, Peygamberimizin (asm), “Güzel ahlâk sayesinde insan devamlı namaz kılanların mertebesine erişir” şeklinde bir sözünün olduğunu hatırlatalım. Ancak, farz namazlarının haricinde de nafile namaz kılanlanları kastettiği muhakkak.

İkrama karşı teşekkür, insanî, vicdanî bir gerekliliktir. Teşekkürsüzlük, hem kabalık, hem de huzursuzluk sebebi. Çünkü kâinattaki çarklar, Allah’ı tesbih, zikir ve şükür üzerine dönüyor. İbadetsizlik, kâinatın akışına terstir. Teşekkürsüzlük, çarklar arasında ezilmeyi, dışlanmayı getirir. İbadet, kâinatın Sahibi ve Rabbinin emirlerini yerine getirip, yasaklarından kaçınarak teşekkür etmektir.

Öte yandan, âlemlerin Rabbi, başta anne-baba olmak üzere, eş, çoluk-çocuk, kardeş, bütün akraba, insan, hayvan, hatta eşya haklarına riayet etmeyi emreder. Şu halde, haklara riayet aynı zamanda ibadettir. Gerçek kul, O'nun emirlerine boyun eğer. Mükemmel eş de ancak, Allah’a gerçek kul olandır.

Diğer taraftan, her varlığa binlerce özellik ve güzellik takan Hakim-i Mutlak, İslâm şartları ve diğer ibadetlere de sayısız ferdî, ailevî ve sosyal güzellik ve özellik takmıştır. Dolayısıyla ibadetler, sonsuz hayat düzenlediği gibi, aynı zamanda dünya düzenini, dayanışmayı, yardımlaşmayı sağlar.

*Kelime-i şahâdet, "Allah'ın varlığına ve birliğine, Hz. Muhammed'in (asm) onun kulu ve Resulü olduğuna şehadet etmek"tir. Bu kelime, iman esaslarıyla ibadetlerin bağlantısını kurar. İnsan, böylece çokluktan kurtulup, tevhid dâiresinin âsûde ikliminde rahat bir nefes alır, huzuru bulur.

*Nâmaz, ibâdetlerin özü ve fihristesidir. Namaz kılan, ubudiyet yolunda Rabbine doğru muhteşem bir seyr ü sulük, yani, manevî gezi ile gözlemlerde bulunur.

Namaz, bütün dünya işlerini, problemlerini arkaya atıp; yalnız Allah'a yönelmektir. Bu da, ruhun teneffüsüdür. Namazda aklın, kalbin, ruhun büyük rahatı yanında, bedene, kan dolaşımına, dengeli hareket gibi pekçok hikmeti de barındırır. Namaz, insanı dünyevî problemlerden, sıkıntılardan koparıp mânâ âlemine yöneltir. Dünyevîleşmekten, madde esareti, işkolikliği, dünya bağımlılığından kurtarır.

*Zekât sosyal hayata seviye, denge getirir. Kin, öfke ve yıkımları önler, merhamet ve koruma duygularını geliştirir. Paylaşımı ve dayanışmayı sağlar. Aynı zamanda, parayı yatırıma yönlendirerek ekonominin itici gücü olur. Mal bağımlılığı felâket bir hastalıktır. Zekât, mal bağımlılığından kurtarır.

*Oruç, sabır, paylaşma, irade ve yardımlaşma eğitimi, psiko-sosyal faydaların yanında, tıbbî faydaları saymakla tükenmez. Keza oruç; insana aczini, fakrını anlatır ve kibir ile egoizmi yok eder.

Oruç, yemek bağımlılığını ve yokluk anında açlık krizlerini de önler.

*Hac, dünya çapında bir kongredir. Fikir, tecrübe, kültür ve mal alış verişidir. Tecrübe ve duygusal paylaşımdır. Hak ve hürriyet mücadelelerinin verildiği zaman ve mekânlara fikren ve bedenen gitmektir.

Hac, hak ve hürriyetlerin mücadelelerinin verildiği mekânları gezerek onun eğitim ve dersini verir.

Hac, aynı zamanda ihram denen dünyevî kefene büründürüp, dünya sevdasından, dünyakoliklikten, makam ve şöhretperestlikten uzaklaştırır.

İşte, ibâdet, İslâmın şartlarında özetlenmiş, tasnif edilmiştir. Yoksa, bunlarla sınırlı değil. Yolda, insanlara engel olacak bir küçük taş parçasını kaldırmak, mü'minin yüzüne tebessüm etmek de ibâdettir. Dünyevî müsbet işlerimiz, fiillerimiz ibadettir.

Evet, ibadet, fikirleri Sani-i Hakime çevirttirmek içindir. Abdin Sani-i Hakime olan teveccühü, itaat ve inkıyadını intaç eder. İtaat ve inkıyad ise, abdi intizam-ı ekmel altına ithal eder. Abdin intizam altına girmesiyle ve nizama ittiba etmesiyle, hikmetin sırrı tahakkuk eder. Hikmet ise, kâinat sayfalarında parlayan san’at nakışlarıyla tebarüz eder.

Bana sorarsanız Abid’le (Allah’a kul olup O'na teşekkür edenle) evlenin, nefsini mabud ittihaz edenle değil! Ferdi, ailevî ve toplumsal huzur ve mutluluk ibadette, zikirde, fikirde ve şükürdedir.

24.07.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Kişi sevdiğiyle beraberdir


A+ | A-

Saffet Bey: “Peygamber Efendimiz (asm), “Kişi sevdiğiyle berâber haşrolacaktır” hadisinin kaynağı nedir? Bu hadisi açıklar mısınız?”

Kişinin dünyada sevdikleriyle beraber olduğu gibi, âhirette de sevdikleriyle beraber olması Allah’ın hususî bir lütfudur. Zaten beşer olarak biz de bunu istiyoruz. Çünkü ancak sevdiklerimizle birlikte olduğumuzda mutlu olabiliyoruz, yüzümüzden tebessümler taşıyor. Sevdiklerimizden uzak olduğumuzda ise içimizi bir düşüncedir, bir kederdir, bir garipliktir, bir mutsuzluktur, bir keyifsizliktir alıp gidiyor. Beşer olarak sevdiklerimiz içinde yaşamak, sevdiklerimiz içinde gülmek, sevdiklerimiz içinde ağlamak, sevdiklerimiz içinde ölmek istemiyor muyuz? Acımızda, kıvancımızda, sevincimizde, düğünümüzde, derneğimizde hep sevdiklerimizi yanı başımızda görmek istemiyor muyuz? Öyle ki, başımız ağrıdığında sevdiklerimiz çare buluyor, dişimiz ağrıdığında sevdiklerimiz merhem oluyor, düştüğümüzde sevdiklerimiz elimizden tutuyor.

Hazret-i Âdem (as) yaratıldıktan hemen sonra, sevdiği bir eş olarak beraberinde Hazret-i Havvâ validemizin de yaratılmış olması ve ikisi arasında derhal sevgi, muhabbet ve ünsiyet var edilmiş olması ve ikisinin de gerçekten birbirini sevmesi insanoğlunun ne derece sevdikleriyle birlikte yaşama isteği ile dolu dolu yaratıldığını ve bu istekle yaşadığını gösterir. Cenâb-ı Hak da bu isteğe cevap olarak insanoğluna sevebileceği eşler, dostlar, ahbaplar ve arkadaşlar yaratmıştır. Madem sevdiklerimizi bize Cenâb-ı Hak ihsan etmiştir. Öyleyse onları Allah için sevmeliyiz. Onları Allah için sevdiğimizde, Cenâb-ı Hak ebedî âhiret hayatında da İnşaallah onları bize, bizi onlara ihsan eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Ruhlar, sınıf sınıf toplanmış cemaatlerdir. Birbiri ile dünyada tanışmış ve birbirlerini sevmiş olan salih ruhlar, orada bir araya gelirler ve birbirlerini yine severler. Dünyada birbiri ile zıtlaşan, birbirini inkâr eden, birbirine muhâlif giden ve birbirini sevmeyenler ise, orada yine birbirlerine muhalif giderler, birbirlerini sevmezler ve birbirinin sınıfında da olmazlar.”1 Hiç şüphesiz sevgilerin başında Allah sevgisi gelir. Gerçek dostumuz Allah’tır. Gerçek sevdiğimiz Allah’tır. Nitekim sevebileceğimiz dostlar yaratmak sûretiyle, dost aynasında bize asıl kendi sevgisini gösteren Allah’tan başkası değildir. Sonra Resûlullah (asm) sevgisi gelir. Sonra Allah için olmak şartıyla diğer insanların ve varlıkların sevgisi gelir. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Şüphesiz Allah bir kulu sevdiği zaman Cebrâil’i (as) çağırır ve: “Ben falan kimseyi seviyorum. Sen de onu sev!” diye emreder. Cibrîl de onu sever. Sonra Cibrîl semâda seslenip, “Allah falan kimseyi seviyor. Siz de onu seviniz!” der. Hemen ardından gök ahâlisi de onu severler. Sonra yerdeki insanların gönüllerine o kimse hakkında Allah tarafından kabul ve sevgi konulur. Herkes onu sevmeye başlar.”2 Enes bin Mâlik (ra) der ki: Bir adam geldi ve Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (asm): “Yâ Resûlallah! Kıyâmet ne zaman kopacak?” dedi. Resûl-i Ekrem (asm): “Sen kıyâmet için ne hazırladın ki?” buyurdu. Adam: “Allah’ın ve Resûlünün (asm) sevgisini hazırlayabildim yâ Resûlallah!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm): “Muhakkak sen sevdiğinle berâbersin!” buyurdu. Enes (ra) der ki: “Biz İslâm’a girdikten sonra Hazret-i Peygamber’in (asm), “Sen sevdiğinle berâbersin!” sözünden dolayı duyduğumuz sevincin üstünde daha şiddetli bir sevinç duymadık. Ben, Allah’ı, Resûlünü, Ebû Bekir’i ve Ömer’i severim. Ben onların hayır işlerine benzer hayır ve ibâdet işlememiş olsam bile, onlara olan bu sevgim sebebiyle âhirette onlarla berâber olacağımı Allah’ın kerem ve inâyetinden umarım.”3

Şüphesiz âhirette ve Cennette sevdiklerimizle berâber olmamız, onlarla aynı makamda bulunmamızı gerektirmez. Farklı makamlarda bulunduğumuz halde sevdiklerimizle berâber olabilmemiz mümkündür ve bu sırf Allah’ın bir lütfudur. Hazret-i Peygamber (asm) ile onu seven ümmetinin Cennette berâber olması mümkündür. Bu berâber oluş, Peygamber (asm) ile ümmetinin aynı makamda olduğunu elbette göstermez. Üstad Bedîüzzaman Said Nursî Hazretleri buna, aynı bahçede farklı görme ve işitme yeteneklerine sahip olan dostların, yetenek farklılıklarından dolayı zevklerinin de farklı olmasına rağmen bir yerde ve beraber bulunmalarının mümkün ve vâki olduğu misalini verir..4

1- Müslim, Birr, 49, 2- Müslim, Birr, 48, 3- Müslim, Birr, 50, 4- Sözler, s. 460.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kadir AKBAŞ

Yargıyı, yargıdan korumak!


A+ | A-

Hakim ve savcı atamalarında yaşanan kriz henüz aşılamadı, ancak kararnamenin üzerinde mutabakat sağlanan atamalara ilişkin bölümü Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeleri tarafından onaylanarak yayınlandı. Hakim ve savcı atamalarında nispeten bağımsız bir kurulun etkin olmasının yargı bağımsızlığının sağlanmasında etkili olacağı inancından hareketle kurulan HSYK’nın, yargı bağımsızlığının sağlanmasına ne ölçüde katkıda bulunduğu bugünlerde daha güçlü bir şekilde sorgulanır oldu.

Kurul üyelerinin seçilmeleri ve atanmalarına ilişkin düzenleme, kurulun; anayasada yazılı olanın aksine, anayasanın ruhuna sinmiş ve özünde bürokrasinin ve özellikle de güvenlik bürokrasisinin tercihleri karşısında, özerk ve bağımsız hiçbir yapıya yer vermeme anlayışı sebebiyle, yargı bağımsızlığını sağlamak değil, hakim ve savcıları bağımlı kılmanın bir aracı olarak yapılandırıldığı sonucuna varılabilir.

Kurulun bu güne kadar ki ve özellikle de 28 Şubat sürecindeki uygulamaları bu kanaati pekiştirecek niteliktedir. Gerçekten de özellikle 28 Şubat sürecinde kurul tamamen bu meş’um sürecin niyet ve arzularına göre hareket etmiş, post-modern darbecilerin karşısında yargı bağımsızlığını korumayı tercih etmemiş, yargıyı bağımlı kılmanın aracı olarak kullanılmaya itiraz etmemiştir. 28 Şubat sürecinde uygulanan baskı ve zulümler karşısında bir umut içinde insanlar adalet beklentisi ile adlî ve idarî yargı organlarına başvurdular. Adalet idealini yitirmemiş hakim ve savcıların verdikleri soruşturma kararları ve bazı hükümler darbe mimarlarını rahatsız edince, bu kararları veren hakim ve savcılar açısından kötü günler kaçınılmaz olmuştu. Verdiği kararlara karşı yargı yolunun kapalı olmasının verdiği umarsızlıkla HSYK bağımsız olduğunu düşünen hakim ve savcılara hadlerini bildirmiştir. Kurul Şemdinli iddianamesini hazırlayan savcı hakkında verdiği meslekten ihraç kararıyla gerçek misyonunun, yargı bağımlılığını güvence altına almak olduğunu bir kez daha göstermiştir.

Bu güne dek ‘Mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kurulur ve görev yapar’ ibaresi, Adalet Bakanı ve müsteşarının kurula katılmasıyla havada kalacağı iddia edilerek bakan ve müsteşarın kurul üyeliklerinin sona erdirilmesi gerektiği söylendi. Son günlerde yaşadıklarımız bu yargının aksine, bakan ve müsteşarın yargı bağımsızlığına, yargı kökenli üyelere kıyasla daha fazla duyarlı olabileceğini gösterdi. Hükümet Şemdinli dâvâsı savcısı olayında gösterdiği tavrın ülkenin hayrına olmadığını gördü. Nereye kadar direneceklerini bilmiyoruz, ancak bu gün, yargı bağımsızlığını korumak, yargıyı yargının hışmından uzak tutmak sorumluluğu Adalet Bakanı ve müsteşarına düşmektedir.

HSYK’nın bazı üyeleri, kamuoyundan yükselen tepkilere rağmen “Ergenekon” dâvâsına bakan mahkemenin bazı üyeleri ile soruşturmayı yürüten savcıları ve Diyarbakır özel yetkili savcısını görevden alma ve başka yerlere atma ısrarlarından vazgeçmediler. Kurul, Türkiye’nin 28 Şubat ikliminden çok uzaklarda olduğunu anlamalıdır. Kurulun 3 asil üyesinin yanı sıra, 5 yedek üyesinden tamamının, varlığı hukuken tartışmalı, Ergenekon sanıklarının avukatlığına soyunduğu izlenimini veren Yargıçlar ve Savcılar Birliğine (YARSAV) üye olduğu anlaşıldı. Yargıdan gelen 10 üyesinden 8’inin YARSAV üyesi olması, YARSAV’a üye olmayan HSYK’nın asil üyesi Ali Suat Ertosun’un da, Ergenekon dâvâsı sanıklarından Engin Aydın ile buluşması, “Ergenekon soruşturmasını yürüten savcıların ve hakimlerin görev yerlerinin değiştirilmek istenmesinde YARSAV etkili mi?” sorusunu kaçınılmaz kılıyor.

Bir meslek örgütü olmaktan çok, bir siyasî partiyi ikame etmek, tahkim etmek misyonuyla hareket eden, başkanı politik bir figür olarak algılanan YARSAV üyeliği ile HSYK üyeliğinin bağdaşmadığı açıktır. Sadece kurul üyelerinin değil, görevdeki hiçbir hakim ve savcının YARSAV üyeliğinin, hakim ve savcıların tarafsızlığı ve yargı bağımsızlığı ile bağdaşmadığını düşünüyorum. YARSAV üyeliği ile hakim ve savcıların artık tarafsız olmadığını, bu üyelikle bunu deklare ettiğini, bu durumda pek çok dâvâ açısından çekilme veya red sebeplerinin oluşacağını düşünüyorum. Gelinen bu noktadan sonra Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu mevcut yapısıyla varlığını sürdürmesi mümkün görülmüyor.

24.07.2009

E-Posta:



Osman ZENGİN

HSYK beklerken, DSYK ve MMYK tayinleri yaptı bile!


A+ | A-

Bu başlıktan bazılarımız pek bir şey anlamadı değil mi? Şu Türkiye gerçekten çok garip bir memleket. Cumhuriyet kurulduğundan beri, güya halkın kendi kendisini idare etmesi demek olan demokrasiyle idare ediliyoruz. Bize yıllarca okul kitaplarında öyle öğrettiler. Hatta, milletin koskoca Meclisinin duvarında bile, insanın gözüne sokarcasına ”Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diye yazmıyor mu?

Peki, durum öyle mi? Hiç de öyle değil!

Yıllardır milletin tepesine karabasan gibi çöken hakim güçler, kendilerinden başkasının bu devleti idare etmesini hazmedemiyorlar. Zaten; bütün mücadele, ihtilâller, kavga gürültü de ondan değil mi? Bu aziz milleti güdülecek bir koyun gibi görüp, hani etinden, sütünden, derisinden istifade etmek misali, millet bunların kulu-kölesi olacak, çalışacak-çabalayacak, bulup-buluşturacak, bunlar da; yiyip-içip, yan gelip yatarak safa sürecekler. Hani meşhur bir tekerleme vardır: “Askeriye-Adliye-Mülkiye” diye. İşte bu üç sınıf kendinde hep üstünlük sıfatı görmüş ve yıllardır milleti perişan etmiştir. Kim, hangi hükümet millet tarafından seçilip iktidar yapılırsa yapılsın, iktidarın esas sahipleri hep bunlar olmuş. Bakmışlar atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Yani, millet söz sahibi olmaya başlıyor. Bunlar hemen nefesini milletin ensesinde hissettirip, milletin anasını ağlatıyor. Aslında sadece anasını değil; babasını, dedesini, ninesini, kundaktaki çocuğunu, velhasıl milletin yedi ceddini ağlatıyorlar. “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletin”miş. Bırakın bu yalanları. Millet, reylerinin bir işe yarayacağı, yani hükmünün geçeceği günleri dört gözle bekliyor.

Yahu, milletin reyleriyle seçilen hükümetler, onun adına ne iş yapabiliyor ki? Ancak zavallı milletten vergi toplayıp bunların safa sürmesine vesile oluyor. Baksanıza, milletin hükmünün hiç geçmediği yerlere! Askeriye tayinleri, terfileri kendi yapar. Adliye tayin ve terfileri kendi yapar. O zaman bırakın diğer sınıflar da kendi tayinlerini kendileri bildikleri gibi yapsınlar. Yani; Adliyede Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) yapıyorsa,o zaman sağlık personeli de, Doktorlar ve Sağlıkçılar Yüksek Kurulu (DSYK) adı altında, mühendis ve mimarlar da, Mimarlar Mühendisler Yüksek Kurulu (MMYK) adı altında teşekkül kursunlar ve o zaman devlet içinde devletin yeni tezahürleri de ortaya çıksın. Belki HSYK tayinleri yapmayı düşünürken, DSYK ve MMYK, tayinleri çoktan yapmış olurdu şimdiye kadar belki de…

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

Paris’te Mi’rac…


A+ | A-

Belki de yan yana gelmesi zor olan iki kelime… Ufku şimdilik ruha, mânâya ve imana kapalı görünen, sosyal hadiseleri de maddîleştirerek anlamaya ve yaşamaya çalışan Paris'te Mi’rac'dan bahsetmek o kadar zor ki… Eyfel ile Piramitler arasında bağ kurdunuz mu hiç… Sen ırmağının kıyıları da en az Nil sahilleri kadar düz… Musa'nın (a.s.) ilâhını yükseklerde arayan Firavunlar birer fertti. İhtilâl-ı Kebir ile zincirini kıran materyalizm bütün Peygamberlere başkaldırırken Eyfel Kulesinin temelleri atılmıştı. Belki de firavunluk cemaatleşme dönemine bu tarihten sonra geçmişti. Bazen taşlaşmış bir zulmün heykeli, bazen gösteriş veya riyanın taşlara yansıması ve belki de heva ve hevesin tuvallerde donduğu resimlere dönüşen Paris´i bu defa biraz daha sefih gördük.

Evet, üç-dört yıl önceden biraz daha sefih ve biraz da sefil… İmgelerin, tarihin ve kültürün temsilcisi demeye şahitler lâzımdı. O kadar kirli, sefil ve pejmürde ki… Belki de Avrupa'nın diğer bazı güzel şehirleriyle karşılaştırdığımızdan olacaktı bu yansıma. Belki de sefih ve oyuncu Sarkozy Paris'ten intikam alıyordu. Fransızların ismini sihirbaz koydukları bu adam, sefahette Karls Alattini çizgisinin temsilcisi olduğunu hakikaten ortaya koymuş. Paris'i ahlâksızlık, sefalet ve sefahetin pis akıntıları basmıştı bu defa. Bunu Sen Piyer'in eteklerinde müşahede etmek daha kolaydı. Ak Kilise bile tehdit altında. Bütün bunlar Sarkozy dönemiyle birlikte meydana gelmiş manzaralardı.

Yukarıda tasvirini yapmaya çalıştığımız bir şehirde, göklerin ötesine yolculuğu konuşmak… Allah'a, meleklere, Peygamberlere ve ahirete inanmayanlarla Mi’rac'ı konuşmak… Veyahut bakışları maddede boğulduğundan mânâya tamamen kör olmuş on milyonların teneffüs ederek zehirlettikleri atmosferde Mi’racı maddî örneklerle açıklamak fevkalâde zor olduğundan, Paris'in misafir İslâm uleması Mi’racı yalnızca “ruhanî bir sefer” olarak anlatarak işin içinden çıkmak istemişler. Gel gör ki, Necm Sûresinin başındaki âyetler ve o mu'cizevî yolculuğun detaylarını tasvir eden hadisler, ulemanın eteklerinden tutup, bırakmıyor. Görmemezlikten gelenleri vicdanî ıztıraplara mahkûm ediyor.

Bu hal yalnızca Paris'e münhasır değilmiş. Kemalist ihtilâle yamak olmuş ulema-i su'un izini bilmeden takip eden “Yeni yetme” ulema da, Mi’rac’ı bu yolla felsefecilere anlatmaya çalışıyorlarmış. Bazen minareyi çalmadan kılıfını hazırlayanlar da varmış. Meselâ bu mu'cizevî seferi anlatan hadis-i şeriflere “mevzu,” yani uydurma diyen “yeni ulema,” işi kısa yoldan bitiriyorlarmış. Tıpkı, öldükten sonraki dirilişi kâinat kitabındaki örnekleriyle izah edemeyen Hıristiyan teologları gibi: Haşir ruhanî bir hadisedir!

Paris'teki Mi’rac ile Bediüzzaman Hazretlerinin Mi’rac Risâlesindeki ikinci ve üçüncü esaslarının fenlerle meşgul insanlar için bir kurtuluş tılsımı olduklarını düşündüm. Eşyanın mahiyetinin atlasını dikkatli okuyucularına takdim eden bu bahislerde hangi mevzular işlenmiyor ki… İnsanın mahiyeti, zamanın tarifi ve mahiyeti, yaratılış ve kâinatın yaratılışı, makro ve mikro âlemlerle hâlâ fennin dokunamadığı “esir” maddesine kadar yüzlerce buluşa götürecek anahtar cümleler bilhassa bu iki bahiste izah edilmiş. Bediüzzaman Hazretleri, inanmadıkları halde ve yalnızca Müslümanların kalplerini karıştırmak için şeytanlar gibi Mi’rac ile ilgili konuşmalarımıza kulak kesilen mülhitlere de bu risâlede cevap vermiş. “Yeni ulema”nın enaniyetleri onları maalesef bazen cehalete sürüklüyor. Bediüzzaman´ı okumadan Mi’rac hakkında Selef-i Salihînden ve icmadan farklı beyanda bulunmak cesaret gerektirir. Hepimizin bildiği bir atasözüdür: Cahiller cesur olur…

Paris'te yaşamaya mahkûm ve Bedîüzzaman'ın eserlerine ulaşamamışlar bu hususta belki mazur sayılabilirler. Fakat Anadolu'da yaşayan, Türkçe konuşan ve Risâle-i Nur´un coğrafyasında okuyanların elbette ki bu hususta hiçbir mazereti olamaz. ille de bu yolda insanı yanlış bilgilendirmeye devam edenlerin iyi niyetlerini efkâr-ı amme sorgulayacaktır. Allah'ın âyetlerini az bir paraya satanların akibeti elbette ki hoş olmayacaktır…

Sefihlerle ilmî münâzara kolay olmaz. Hele kafası da boş ise… Fakat susturulabilirler. Yani ilzam… İkna için dimağın hüşyar olması gerekiyor. Sefahetin dinsizliğe kuvvet vermesini ancak “gadab-ı İlâhî” paklar. Avrupa'nın güney çizgisindeki dinsizliğe tarih boyunca sefahet destek olmuş. Sonra da bildiğimiz hadiseler vukua gelmişler. Bu hususu merak edenler için Malaga ve El– Mira'dan ta Antakya'ya kadarki geçmiş Akdeniz medeniyetleri şahittir. Kimisi taşlaşmış, bazıları yığınlar halinde yere inmiş ve bir kısmı da yeraltı şehirlerine dönüşmüş. Paris, sofestailiğini kuzeyden ve serseriliğini güneyden alıyor. İşte bu kez Paris'i biraz sarhoş gördük. Ne Mi’rac’ı, ne insaniyeti ve ne de hakikî medeniyeti detaylarıyla anlayacak hali yoktu. Eski Paris'i de bildiğimizden bu halin geçici olduğuna inanıyoruz. Saldırgan dinsizlik ile sefih Karls Alattini çizgisinin bu kesişme noktasındaki ittifakları, İnşaallah çok sürmeyecektir.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Ankara’ya uzatılan havuç…


A+ | A-

Ankara’nın yoğun yaz gündemi ortasına âdeta bir “korsan gündem” alttan alta pişiriliyor.

Cumhurbaşkanı’nın “tarihî fırsat” ve “iyi şeyler olacak” sözünü terör örgütü liderinin15 Ağustos’ta açıklayacağı “yol haritası”na yorumlayan DTP yönetimi, “Ankara’nın Öcalan’ı muhatap alması zorunlu” çıkışında ısrarlı…

“Öcalan’ın halk ve örgüt üzerinde etki gücünün önünde bulundurulmasının gerektiğini” söylemekle İmralı’daki terörist başını “Kürtlerin lideri” uydurmasına başvuran bu partinin, “Kürt sorunu” diye ırkçılık ekseninde telkin ettiği çözümü, “sayın” diye inadına övdüğü 40 bin insanın katlinden sorumlu Marksist örgütün “önderi”nin “görüşleri”nde aranması dikkat çekici. DTP’nin, 15 Temmuz’da sona eren “ateşkes süreci”nin “tek taraflı olarak” “1 Eylül dünya barış günü”ne kadar uzatıldığını ve terör eylemlerine ara verildiğini PKK adına açıkça deklâre etmesi ve eşbaşkanlarının ağzından, “Çatışmaların durması, ölümlerin yaşanmaması için bu bir fırsat!” şantajı da ibret-i âlem…

Anlaşılan o ki bu parti, âdeta Kandil ve İmralı’nın “siyasî sözcülüğü”nü yapıyor. Tıpkı Öcalan ve Karayılan gibi, “bağımsızlık peşinde değiliz” hatta “federasyon istemiyoruz” diye başlıyor; lâkin “özerklik talebi”yle aynı kapıya çıkıyor… Görünen o ki “büyük medya”nın da örtülü destek ve propagandasıyla tam bir kumpas kuruluyor. “Demokratikleşme” perdesinde “kopma”ya götürecek “kavmiyetçilik” güdülüyor. “Özerklik” paravanında “bölünme ve parçalanma” sürecini hızlandıracak, fitneyi azdıracak strateji tâkip ediliyor. DTP’nin etnisiteyi ve iftirakı alevlendiren makyajlı “demokratik özerklik talebi”yle Kandil ve İmralı’yla birlikte ortaya attığı “İskoç ve Bask modeli” bu…

“YOL HARİTASI”, “GİZLİ RAPOR”LA AYNI…

Keza Ertuğrul Özkök”ün “Öcalan’ın çevresi”nden aldığı “yol haritası”nda, terörist başının, “Türkiye Kürtlerle stratejik ittifak yapmalı, sadece Musul-Kerkük Kürtleri değil, Suriye’deki Kürtlerle yani 1920’lerdeki Misak-ı Millî sınırları içerisinde yer alıp da bugün dışarıda kalan bütün Kürtlerle demokratik özerklik çerçevesinde ilişki kurulması teklifleri”nin hâriçten hazırlandığı her halinden belli... (Hürriyet, 18.7.2009)

Zira Öcalan’ın bu teklifleri, “Uluslar arası kriz grubu” isimli bir think-tank kurumunun dünya medyasında yayınlanan ABD kaynaklı mâlûm “gizli rapor”la tıpatıp aynı. Bu durum, “proje”nin kaynağını ve amacını deşifre ediyor.

Bağdat’ın karşı çıkmasına rağmen petrol anlaşmaları yaparak “bağımsızlığını” ilân eden Kuzey Irak yönetiminin “Türkiye’nin himâyeciliği isteği”nin arkasında bu bit yeniği bulunuyor. Diğer yandan Bush’la başlayan Kuzey Irak Kürtlerine Kerkük-Musul bölgesinde İsrail himayesinde bol enerji rantı olan kukla “devletçik” ihdas etme politikasının yeni dönemde de devam ettiği, Amerikan Genelkurmay Başkanı Michael Mullen’i Kuzey Irak’a yollanmasıyla ortaya çıkıyor. Washington’un bu konudaki temel politikasının değişmediğini ve “büyük Ortadoğu projesi”nin bir nev'î revize edildiğini ele veriyor.

Her ihtimale karşı her “işbirlikçi”nin yedeğini ayarlayan ABD’nin, son demde İsrail desteğindeki “Barzani-Talabani ittifakı”nın muhtemel itirazına karşı bölgede peşmergelerden yeni yeni “itirazsız ve sorunsuz işbirlikçiler” bulması, bunun bir göstergesi…

“MUSUL VE KERKÜK'Ü VERME”

ALDATMACASI

Plân, Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğusunu “özerklik”le ayırma sürecini başlatmakla kalmıyor; “Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye verilmesi” havucu uzatılıyor. Dahası, Kuzey Irak ve Suriye’deki Kürt bölgesinin Türkiye’nin bu bölgeleriyle birlikte Ankara’ya bağlanması taktiği güdülüyor. Bu “proje”ye göre Türkiye bir “federasyon”a dönüşecek, Türkiye’nin bir parçasını da içine alacak “Kürdistan” Türkiye’nin himâyesinde kurulacak…

Özetle, Ankara’nın “kırmızı çizgi” olarak ilân ettiği ve her defasında “Irak’ın siyasal birliği ve toprak bütünlüğünün korunmasının bölge barışı ve istikrarı için vazgeçilmez olduğunu” deklâre etmesine rağmen, ABD yine Özal dönemindeki gibi “bir koyup üç almak” hevesiyle Türkiye’yi bataklığın içine çekme taktiğini tekrarlanıyor. 1991’de ABD’nin Irak’a ilk saldırısında Türkiye’yi kendi hegemonya ve çıkar savaşına sokmak isteyen Washington ve Londra, yeniden “Türkiye’ye Musul ve Kerkük’ü armağan etme” aldatmacasına başvuruyor.

ABD ve işgal ortağı koalisyon güçlerini “Çekiç Güç” adı altında Türkiye’ye konuşlandırıp Türkiye’nin âdeta bir “saldırı üssü” ve “savaş ortağı” edilerek Kuzey Irak’a “kalkan” edilmesi, bölgenin Irak’tan adım adım koparılmasına ve terör örgütünün otoriteden yoksun kargaşa zemininde palazlanmasına zemin hazırlanması benzeri…

Bakalım, Ankara bu oyun içindeki oyundan nasıl çıkacak?

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Mehmet KARA

Adaletsizlik 10 yıl sonra ancak kalkabildi


A+ | A-

Hak yerini buldu. 28 Şubat sürecinin ürünü olan katsayı adaletsizliği 10 yıl aradan sonra nihayet kaldırılabildi. 10 yıl boyunca yüz binlerce genci mağdur eden, anayasanın eğitimde fırsat eşitliği ilkesini dikkate almayan, ÖSS sınavında dereceye girmesine rağmen istediği okula yerleşememe gibi bir garabet durumunun yaşandığı sistemin değişmesi bir haksızlığın sona ermesidir.

ÖSS’de yüksek puan almalarına rağmen katsayı engeli yüzünden eğitim imkânı bulamayan öğrenciler, yıllardır —imkânı da varsa— yurtdışında okumak zorunda kalıyordu. Ya da istediği okula gidemiyordu. Bu durum da hem ülke ekonomisine zararı oluyor, hem de “beyin göçü’ne sebep oluyordu.

“Olması gereken bir karar” olarak değerlendirilen karar 28 Şubat sürecinde dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in kurula gönderdiği “gizli yazı” sonrasında Kemal Gürüz başkanlığındaki YÖK’ün böyle bir karar aldığı ortaya çıkmıştı.

YÖK’ün yeni aldığı karara göre, 2010’dan itibaren bütün öğrencilerin katsayıları 0.15’le çarpılacak. 1999’dan bu yana meslek lisesi ve imam hatip lisesi mezunları kendi alanlarından başka bölümleri tercih ettiklerinde katsayıları 0.3’le, diğer liselerde okuyanların katsayıları ise 0.8’le çarpılıyordu. Meslek lisesi mezunları, kendi alanlarıyla ilgili bölümleri tercih ettiklerinde orta öğretim başarı puanına 0.06 çarpımı eklenecek. Böylece bu öğrencilerin, kendi meslekleriyle ilgili fakültelerine girişteki avantajları devam etmiş olacak.

Yusuf Ziya Özcan başkanlığında toplanan YÖK Genel Kurulu, 4’e karşı 14 üyenin oyu ile kaldırılan katsayı uygulamasına yapılan eleştiriler aslında temelden yoksundur.

Kararın siyasî olduğunu söylemek aslında bizatihi kendisi siyasîdir. O zaman “1999’da yapılan değişiklik siyasî değil miydi?” sorusunu akla getirir. —ki karar kesinlikle siyasîydi— 12 Eylül İhtilâlinin ardından “ihtilâl ürünü” olarak kurulan YÖK’ün ilk dönemlerinden itibaren 17 sene uygulanan sistemde katsayı adaletsizliği gibi izahtan yoksun, milyonları mağdur eden bir anlayışa yer yoktu.

1999’dan günümüze kadar YÖK uygulamalarında bu karar vardır ve büyük haksızlıkları da beraberinde getirmiştir. YÖK Genel Kurulu almış olduğu bu kararla bir bakıma 10 yıl öncesine, yani eskiye dönmüş oldu. Büyük bir haksızlık giderildi ve bütün öğrenciler eşit şartlarda birbirleriyle yarışma imkânına kavuştu.

Bu değişikliği laikliğe aykırı görmek, laikliğin yine kendi çıkarlarına kullanılmasından kaynaklanıyor. Bu da anayasa değişikliğinin ne kadar elzem olduğunu gösteriyor. Çünkü, birçok konuda olduğu gibi bu karara itirazlarda da yine laikliğin arkasına sığınmalar ortaya çıkıyor.

Başarılı bir meslek lisesi öğrencisi imtihana yönelik konuları görmemesine rağmen kendi gayretleri ile ya da dershanelere giderek diğer liselerdeki öğrencilerden daha fazla soru yapabiliyorsa ve istediği bir okula yerleşebiliyorsa bunun neresi yanlış, neresi laikliğe aykırı, neresi siyasî? Bu soruların cevabının verilmesi lâzım. Bu sorulara bildik cevaplar verileceği, ama mantıklı bir cevap verilmeyeceği de ortadadır.

Öte yandan bu değişikliğin sadece imam hatiplere yarayacağını düşünmek de büyük haksızlık. Çünkü meslek liseleri sadece imam hatiplerden oluşmuyor. Eğer böyle olsaydı büyük işverenler ve işveren kuruluşları da “Meslek lisesi memleket meselesi” diye kampanyalar başlatmazlardı. Farklı katsayı uygulaması, meslek liselerine yönelik ilgiyi azaltarak, iş dünyasının ihtiyaç duyduğu nitelikli eleman istihdamı hususunda büyük bir boşluk oluşturmuş ve bir mesleksizler ordusu meydana getirmişti. Şimdi bu hatadan dönülmüş oldu. Bunu söylemek 28 Şubat’ın getirdiği katsayı adaletsizliğinin imam hatiplerin kapısına kilit vurmak için yapıldığı itiraf edilmiş olunmuyor mu?

“Bu kararla imam hatiplilerin her tarafa girmesinin önü açılmış oldu?” diyenlere de sormak lâzım. Niye girmesinler? Ne sakınca var? Onlar da Millî Eğitim müfredatına göre eğitim veren kurumlar değil mi? Onlar yabancı bir ülkenin okulları mı? (Ellerinden gelse imam hatipleri kapatalım, diyecekler ama cesaret edemiyorlar.)

Şimdi 28 Şubat zihniyetinde olanların harekete geçecekleri görülüyor. Yargı yoluna başvurmaları kaçınılmaz. Zaten karara şerh koyan YÖK üyesi Fikret Şenses’in “kamuoyunu bu gelişmeler karşısında vakit geçirmeksizin daha ‘duyarlı’ olmaya” çağırması da bunu gösteriyor.

Özetle, büyük bir haksızlık geç de olsa kaldırıldı. Bundan sonra her öğrenci eşit şartlarda yarışacak, daha çok puan alan istediği üniversiteye girebilecek. Olması gereken de, normal olan da buydu. YÖK’ü bu kararından dolayı tebrik ediyoruz. Bir de Demokratik Üniversite Platformu Başkanı Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu’nun da söylediği gibi devlet 10 yıldır mağdur ettiklerinden özür dilemeli…

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Katsayı zulmü bitti mi?


A+ | A-

YÖK Genel Kurulu, 28 Şubat’ta Çevik Bir’in talimatıyla meslek liselilerin üniversiteye giriş yoluna konulan ve on seneyi aşkın süredir yürürlükte olan katsayı barikatını nihayet kaldırdı. Şayet bir engelleme olmazsa, karar gelecek seneden itibaren uygulanacak.

Çok iyi bilindiği gibi, bu, yıllardır kanayan yaralardan biri. “İmam hatipler üniversiteye gidip de devleti ele geçiremesin” mantığıyla konulan katsayı bariyeri, onlarla birlikte bütün meslek lisesi mezunlarının eğitim hakkını kısıtlayarak çok ciddî mağduriyet ve incinmelere sebep oldu.

Bununla kalmayıp, önü kapalı olduğu için meslek liselerine yönelişi engellemek suretiyle, sanayinin ve iş dünyasının nitelikli ara eleman kaynağını zaafa uğratarak, vasıfsız gençlerden oluşan işsizler ordusunun büyümesine yol açtı.

Öyle ki, başlangıçta “laikliği koruma” gerekçesiyle bu uygulamaya doğrudan veya dolaylı destek veren bazı holdingler, zaman içinde eleman sıkıntısına düştüklerini görünce, kendi inisiyatifleriyle meslek eğitimi verme noktasına geldiler.

Ve AKP iktidarının 7. ÖSS’si de, katsayı ayrımcılığı ve başörtüsü yasağı ayıbının gölgesinde yapıldı. Oysa başından beri bu partiye oy veren kitlelerin öncelikli ve en önemli beklentilerinden biri, bu haksızlıklara âcilen son verilmesiydi.

Gerçi hükümetin bu yönde girişimleri olmadı değil. Ama her defasında statükonun, tehditleri de elden bırakmadan sergilediği inatçı direnişe takıldı. Bu denemelerin akim kalmasında, işi temelden çözmenin şartı olan yapısal ve anayasal reformları yapmadan yola çıkılması da etkiliydi.

Ki, YÖK’ün farklı katsayı uygulamasını gelecek yıldan itibaren kaldırma yönünde almış olduğu son karar için de aynı risk maalesef geçerli.

Bilgisayarında google arama motoruna girip “Danıştay+YÖK” kelimelerini yazarak tuşa basanlar, bu riskin vahametini ortaya koyan çok sayıda örneğin kayıtlara geçtiğini görebilirler.

Bu da Danıştay engeline takılmasın

Bu kayıtlar içinde en yakın misaller, YÖK’ün yeni açılan üniversitelere yaptığı eleman atamalarının ya da başörtüsünü üniversitelerde serbest bırakma iddiasıyla yapılan anayasa değişikliğinin Meclisten geçip Çankaya onayından çıkarak yürürlüğe girmesinden sonra YÖK Başkanınca rektörlüklere gönderilen “Başörtülüleri alın” yazısının Danıştay engeline takıldığını gösteriyor.

Umarız, son kararda da aynı şey olmaz....

Ama ülkenin koyulaşan ve derinleşen bir yargı vesayetine girdiği, resmî ideolojinin kırmızı çizgilerini koruma işlevinin birinci derecede yüksek yargı organları tarafından üstlenildiği ve bu uğurda hukukun temel ilkelerini dahi gözardı edip çiğneme fütursuzluğunun sergilenebildiği bir ortamda, doğrusu fazla ümitli olamıyoruz.

Katsayı kararını yargıya taşıma bahsinde riskin konuyu Danıştay’a götürmekle sınırlı olmadığı ve yine yargı cenahında başka kanalları da devreye sokma planlarının yedekte tutulduğu, eski YÖK Başkanvekili İsa Eşme’nin tepki açıklamasında görülüyor. Son kararın düz liselileri mağdur ettiğini öne süren Eşme, bir kişinin bu gerekçeyle dâvâ açıp düzenlemeyi iptal ettirmesi halinde 1.5 milyon adayı etkileyecek bir kaosun yaşanabileceğini iddia ederek bir anlamda bunun gözdağı niteliğindeki işaretini vermiş oldu.

Netice olarak, YÖK’ün çok yönlü ve çok boyutlu tahribatlara yol açmış olan haksız bir 28 Şubat tasarrufunu, 10 seneyi aşkın bir gecikmeyle dahi olsa yürürlükten kaldırma noktasına gelmesi elbette memnuniyet verici bir gelişme.

Darısı, başörtüsü yasağı ve Kur’ân kurslarına getirilen yaş sınırı gibi diğer 28 Şubat icraatlarına.

Ama dediğimiz gibi, Türkiye’nin adeta yargı kararlarıyla yönetilir hale geldiği ve yetkilerini yürürlükteki ihtilâl anayasasından alan yargı organlarının, AKP iktidarını bahane ederek sistemdeki vesayetlerini daha da güçlendirdikleri bir ortamda yalnızca YÖK’ün karar almış olması sorunun kesin olarak bittiği anlamına gelmiyor.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



Robert MİRANDA

Düzenbazlara dikkat


A+ | A-

Amerika’da ulusal bir Hıristiyan televizyon kanalında yayınlanan 700 Kulübü (700 Club) adlı bir programı var. Bu program Hıristiyan Yayıncılık Ağı’nın (Christian Broadcasting Network-CBN) himayesinde yapılıyor. “700 Klubü” ismi ise bu hareketin lideri Pat Robertson’un Hıristiyanlığı yaymak adına 700 kişiden her ay 10’ar dolar bağış toplamak suretiyle bu işe başlamasından ileri geliyor.

Robertson bu misyonerlik hareketine Portsmout, Virgina’dan yayın yapan eski moda bir televizyon istasyonunda başlattı.

Bugün ise CBN çok boyutlu ve kâr amacı gütmeyen bir organizasyonun adı. Bu kanal kablo, doğrudan yayın ve uydu aracılığıyla yaklaşık 200 ülkeye yayın yapıyor. CBN kanalının yayınları arasında liderliği Pat Robertson’un bizzat hazırlayıp sunduğu The 700 Club adlı program yapıyor. Bu program 1966 yılından bu yana yayında ve bu özelliğiyle de Hıristiyan programları yayıncılık tarihinin en uzun soluklu programı olma özelliği taşıyor. Amerika genelinde yüzde 97’lik bir ulaşım oranına sahip olan program her gün yaklaşık bir milyon izleyici tarafından seyrediliyor.

Muhtemelen şimdi “700 Klubü” hakkındaki bu bilgileri size neden aktardığımı merak ediyorsunuz. Şöyle açıklayayım, bu programdan size bahsediyorum çünkü Pat Robertson aynı zamanda Amerika Birleşik Devletleri’nde en radikal Hıristiyanlık anlayışının temsilcisi ve yüzü konumunda.

2005 yılında, Robertson bu televizyon kanalından canlı yayında Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez’in öldürülmesi gerektiği görüşlerini dile getirmişti. Robertson bunun sebebini de şöyle açıklamıştı: “Chavez petrol zengini Güney Amerika ülkesini, ‘bütün kıt'ada komünist yayılmacılığının ve Müslüman radikalliğinin merkezi haline getiriyor...”

1997 yılına gittiğimizde ise Robertson bir başka “700 Club” programında demişti ki: “Amerikalıların İslâm gibi bir dinin takipçileri haline gelmeleri ancak cinnet ve delilik ile açıklanabilir.”

Robertson’un bunun gibi ifadeleri Amerika’da Hırisitiyan radikal liderler arasında yaygındır. Onların İslâm hakkındaki görüşleri en iyimser ihtimalle cahilce, kötümser ihtimalle de sinsicedir. Bizleri en çok rahatsız eden taraf ise şimdilerde “700 Klubü” gibi hareketlerin Müslüman coğrafyalarda misyonerlik faaliyetleri yapmaları ve Müslümanları Hıristiyanlığa yönlendirmek suretiyle kendi hareketlerine oralardan da destek toplamaya çalışmalarıdır.

Beni daha fazla şaşırtan şey ise bazı Müslümanların ve Müslüman organizasyonlarının 700 Klubü gibi misyoner gruplarla finansal anlamda ve işbirliği mânâsında bir araya gelebilmesidir. Dinler konusunda diyalog anlamında bir araya gelmek başka şeydir, fakat aktif bir şekilde misyonerliğe çalışan bu gruplarla işbirliği yapmak bambaşka bir şeydir ve İslâm dışı bir davranıştır.

Müslümanlar bütün insanların tabiî bir Allah inancı taşıyarak dünyaya geldiklerine inanır. Müslümanlar insanların İslâm’ı kabul etmeleri için de misyonerlik mânâsında organize bir şekilde hareket etmezler. Bu anlamda bir tebliğ metodu yoktur. Fakat bu Hıristiyan misyonerleri ne yazık ki Müslüman toplumlarda insanları dinlerinden döndürmek maksadıyla kök salmış durumdadır. Onlar dinsel tartışmalara girmek için fırsat kolluyor ve agresif bir şekilde hareket ederek Müslümanları Hıristiyanlığa döndürmeye çalışıyorlar.

1485 yılında, Portekizli misyonerler Batı Afrika’nın sahra altı bölgelerine gelip, yerleşerek buradaki insanları etkileri altına aldılar; bu Afrikalılar önce Hıristiyanlaştırıldılar daha sonra ise inanılmaz bir baskı altına alındılar. İronik olan şu ki; Portekizli misyonerler bu sahra altı Afrikalı insanları önce Hıristiyanlaştırdılar sonra da köle tacirleri için bir avcılık ögesi ve ticarî mal haline getirdiler.

Hıristiyan misyonlerleri şimdi de İslâm ülkelerinde 700 Klubü gibi Avrupalı ve Amerikalı Hıristiyan organizasyonlarının destekleriyle faaliyet yürütmektedir. Bu desteklerle birlikte, misyonerler kiliseler inşa etmekte, geniş tabanlı siyasî organizasyonlar teşkil etmekte ve Müslüman ülkelerde Hıristiyan ajandasını yürütmek amacıyla dizayn edilmiş eğitim kurumları tesis etmektedirler.

Gelecek yıllarda 700 Klubü gibi evanjelik Hıristiyan organizasyonlarının sayısı gittikçe artacaktır. Bu artışla birlikte de Müslümanları dinlerinden döndürmek hedefinde olan Hıristiyan misyonerlik faaliyetleri de büyük bir ivme kazanacaktır. Bugün Irak buna çok uygun bir örnektir.

Evanjelik Hıristiyan misyonerlerden bazıları seküler Müslümanları, gazetecileri, akademisyenleri ve batılılaşmış entelektüelleri etkilemek ve yanlarına çekmek amacıyla çeşitli metodlar kullanmakta. Bu misyoner grupların en önemli hedeflerinden biri de düzenledikleri faaliyetlerle masum ve fakir Müslümanları etkilemektir. Bunlar sıklıkla İslâm’ın kutsal kaynaklarını yanlış aktarıyor, yanlış tercüme ediyor veya yanlış bir şekilde sunuyor, böylece bunu bir yem olarak kullanarak Müslümanları yoldan çıkarmaya çalışıyor.

Bu tür düzenbazlara karşı uyanık olmak lâzım.

Tercüme: Umut Yavuz

Beware the tricksters

In America there is a national Christian television program called the “700 Club”. The program is produced under the auspices of the Christian Broadcasting Network (CBN). The “700 Club” came about when the leader of this movement, Pat Robertson recruited 700 people to contribute $10.00 per month to his Christian work.

Robertson started his movement out of an outdated Portsmouth, Virginia television station.

Today, CBN is a multifaceted nonprofit organization that provides programming by cable, broadcast and satellite to approximately 200 countries. Chief among CBN's broadcasting components is The 700 Club, a daily television program featuring Pat Robertson. On the air continuously since 1966, The 700 Club is one of the longest-running Christian programs in broadcast history. Seen in 97 percent of the television markets across the United States, the show is viewed daily by as many as one million viewers.

You’re probably wondering why I’m talking about the “700 Club”. Well, I bring this program up because Pat Robertson has been the face of extreme Christianity in the United States.

In 2005, Pat Robertson advocated in front of his television audience for the killing of Venezuelan President Hugo Chavez after making the following statement. Robertson said, “Chavez was turning his oil-rich South American country into "a launching pad for communist infiltration and Muslim extremism all over the continent.”

In 1997, during another televised program of the “700 Club” Pat Robertson stated, “To see Americans become followers of, quote, Islam, is nothing short of insanity.”

Statements like this from Robertson are common among Christian extremist leaders in America. Their views about Islam are ignorant at best and insidious at worst. What is most disturbing is the fact that many groups like the “700 Club” now have missionary organizations working in Muslim nations for the purpose of converting Muslims to Christianity in order to support organizations like the “700 Club”.

What is perplexing to me is the fact that there are Muslims and Muslim organizations funding and cooperating with missionary groups like the “700 Club”. Engaging in dialogue about religion is one thing, but actively engaging to convert an individual is un-Islamic.

Muslims believe that all people are born with a natural faith in God. Muslims do not actively organize to convert people to accept Islam. It is not allowed. Yet, these missionary efforts taking root in Muslim nations operate with the intent of converting individuals. They seek to engage in religious discussion, and they aggressively act to convert Muslims into Christianity.

In 1485, Portuguese missionaries accommodated in the exploitive expeditions of the Sub-Saharan people of West Africa; these people were evangelized and then later oppressed. Ironic, that the Portuguese evangelical missionaries converted the Sub-Saharan African, and then later allowed them to become objects of hunting and trade for the slave raiders.

Christian missionaries operating in Muslim countries enjoy the support of European and American Christian organizations like the “700 Club”. With the support of European and American Christian groups, missionaries establish churches, large scale political organizations, and educational institutions all designed to advance the Christian agenda in Muslim communities.

In the coming years the number of evangelical Christian organizations like the “700 Club” will grow. This growth will be accompanied by an astonishing increase in Christian missionary activities which target Muslims for conversion. Iraq is a good example of this.

There are evangelical Christian missionaries that use deceptive tactics to attract secular Muslims, journalists, academicians and westernized intellectuals. These evangelical missionary groups use their organizations to attract innocent Muslims to convert. They frequently misquote, mistranslate and misrepresent Islamic scripture and texts in order to use it as a bait and switch game.

Beware the tricksters.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Clinton ne yapmaya çalışıyor?


A+ | A-

ABD Dışişleri Bakanı Clinton’ın Bangkok’ta yaptığı açıklama tüyler ürperticiydi: “Eğer ABD Bölgede (Körfez bölgesini kasdediyor) bir savunma şemsiyesi oluşturursa, eğer Körfezdeki müttefiklerin askerî kapasitesini geliştirirsek, İran’ın daha güçlü ya da daha güvende olması imkânsızlaşır”.

Bu sözler aklı başında herkesi ürpertecek kadar ağır sözler. “Katilin elindeki silâhı alamıyoruz; onun yerine etrafındaki herkesi silâhlandırarak onu korkutacağız” anlamına geliyordu bu sözler.

Dünyada nükleer silâhsızlanmayı sağlamaya yönelik bunca çabaya karşın, ABD’nin bu çabaların öncüsüymüş gibi görünen hükümetinin dışişleri bakanı nükleer silâhlanmayı yayacaklarını söylüyor. Hem de İran’ın nükleer silâh üretme kapasitesine yakın zamanda ulaşmasının imkânsız olduğunu bilmesine rağmen.

Aslında Clinton’ın Hindistan’da yaptığı ve Amerikan şirketlerine bu ülkede iki nükleer enerji tesisi kurma izni vermesine yönelik anlaşmanın en önemli boyutu da, Pakistan’la nükleer silâhlanma yarışında olan bu ülkeye daha çok nükleer malzeme satabilmek. Çünkü Hindistan silâhlanmaya 30 milyar dolar ayırmış. Bush dönemine kadar bu ülkeye ambargo uygulayan ABD, şimdi Rusya’nın en kıymetli müşterilerinden birini elinden almaya çalışıyor.

Barış, adalet ve özgürlük sloganlarıyla gelen Obama yönetiminin çok yüzlülüğünün yeni bir göstergesi bu adımlar. Kuzey Kore’yi silâhsızlandırmak için her türlü yaptırımı uygulayan ABD yönetimi, şimdi bütün körfez ülkelerini nükleer silâh sahibi yapabileceği tehdidini yapıyor.

Peki körfez ülkeleri böyle bir oyuna gelir mi?

Nükleer silâhlar gibi bırakın kullanımını, imali ve muhafazası aşamasında bile kaza riski taşıyan ve etkisi Türkiye’de geniş bir bölgeye yayılabilecek olan bir alanda, nükleer silâhlanmayı teşvik etmek akıl kârı mı?

Maalesef ABD Birinci Körfez Savaşından bu yana bazı Ortadoğu ülkelerinin, otoriter rejimlerinin iktidarını destekleyerek, onları nüfuzu altına almış durumda. Bu yüzden baskıyla veya “ikna” ederek bu ülkelerde nükleer silâhlanma yolunda adımlar atılmasını sağlayabilir.

ABD yönetimini izleyen bazı yorumcular Clinton’ın bu çıkışının yalnızca Obama yönetimi içinde bir kenara itilmişlikten kurtulmaya dönük bir çaba olduğunu, yani bir tür “blöf” olduğunu savunuyor. Öbür yandan İsrail de, İran’ın nükleer silâha sahip olduğunu varsayan bu açıklamayı şiddetle eleştiriyorlar.

Dünyanın süpergücü olmanın barışı teşvik etme yükümlülüğü yüklediğini unutmuş gibi görünen Clinton’a, Başkanı Obama’nın bir an önce dünyada nükleer silâhlanmayı caydırmanın ilk görevleri olduğunu, yoksa ‘bak çevrendekileri de silâhlandırırım görürsün gününü’ tarzındaki tahrik politikası gütmenin kimseye yararı olmayacağını anlatması gerek.

Umarız bu açıklama yalnızca bir ‘gaf’tan ibaret kalır. Umarız ABD yönetimi bölgeyi daha çok kaosa sokmak yerine, bir an önce bu bölgeden çekilerken, 18 yıl önce gelmesiyle başlayan kan, barut ve feryat atmosferini de beraberinde götürür. Ülkemize ve bölgemize nükleer silâh değil, barış, hürriyet ve huzur lâzım.

24.07.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.