17 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Hüseyin EREN

Enes’in otobüsü


A+ | A-

Su, sel soludu, sahurda savurdu attı önüne geleni… Sakin su suskunluğunu bozdu ürkütücü hürmetsizliğe; çağladı, çarptı, suratlara vurdu çaresiz acizliği; ne tır dinledi, ne yüksek binalar, ne imaj, ne marka… Ölüm akıttı dere yatağında, gaflet uykusunda yatanları uyandırmak için…

Ey şehir sahura kalk, küllî şükür işle… A’zâm ubudiyet yap, a’zâm rububiyyete karşı… Kur’ân inen aya hürmet et; dilinle, kalbinle, midenle, gözünle, kulağınla, ayağınla, elinle, bütün lâtifelerinle oruç tut, şükret zikret fikret… Şirk derelerine düşme, isyankâr hürmetsizliğe hiç düşme, boğulursun…

Şükürsüz şirk yatağı olan her yer risk alanı; ister dere yatağı olsun, ister yüksek binalar, ya da yüksek dağlar… Hiçbir yer Kadir-i Külli Şey’in kudret alanı dışında değil, bir damla gaflette boğulma, tefekkür atına bin ki; deryalar üstünde, yıldızlar sathında korku ve hüzün görmeden yürüyebilesin… Küçük bir şehrin, küçük bir caddesindeki küçük bir su birikintisi ne ki?

Küçük Enes cevap veriyor bu soruya… Selin sembolü olan belediye otobüsünün üstünde kurtulan ailenin çocuğu Enes… Başka bir minibüsün şoförü bu aileye yardım etmek isterken Enes diyor ki: “Ağzıma su kaçacak, orucum bozulur…” Bu kalbi, bu samimî, bu enis ubudiyet karşısında kendini sanki baharda toprakta yürürkenki rahatlığı ve sekineyi hissediyor şoför ve herkesin gözü önünde aileyi korkmadan kurtarıyor… Bütün dünya ajansları bu kareleri geçiyor…

Nuh’un (as) gemisi neresi diye soran varsa Enes’in bindiği otobüs, Enes’lerin yürüdüğü sokaklar, caddeler, kıt’alar… Onların bastığı yerler sağlamdır, korkuya endişeye mahal yok…

Enes’in ubudiyet tavrı dünyanın kalbine, kalbimizin dünyasına oturduğunda imansızlıkta boğulmaktan kurtulmuşuzdur; o iman ki iki dünyanın saadet anahtarı, o iman ki kulu Rable bağlayan bağ…

Zahir tedbirler elbette alınacak, dere yatağına bina inşâ edilmeyecek, fay hattına ev yapılmayacak, asıl olansa nimet veren bilinecek, hayat nimet verenin istikametinde şükürle yaşanacak, ubudiyetle bakılacak derelere tepelere, suya, susuzluğa…

Geçen yıl bu sıralar barajlarda şu kadar su kaldı haberleriyle hemhâldik, bu yılsa şehirler baraj gibi su dolu… Susuzluktan ibret dersi devşirmedik ki Âlemlerin Rabbi bu yıl su ile sınıyor bizi… Yarın, gelecek yıl ne olur bilemeyiz; bilmemiz gereken Enes’in verdiği dersi unutmamak; keder dalgalar ne kadar büyük olsa da Nuh’un (as) gemisi sakindir, sekine doludur, içindekiler emindir, korku ve hüzün yoktur yüzlerinde yüreklerinde…

Öncelikli tavır ubudiyettir; “Ağzıma su kaçacak, orucum bozulur” diyebilmektir samimiyet ve ihlâsla, gerisini Kadir-i Külli Şey, Rahman ü Rahim bilir… Ubudiyetini yap, Rububiyyete karışma, sen kulsun…

Ya Rabbi, Ramazan hürmetine, Kur’ân hürmetine, Kadir Gecesi hürmetine, Âlemlere Rahmet Peygamberimizin Muhammed Mustafa (asm) hürmetine geçmişte yaptığımız hatalarımızı bağışla, bize çocuk masumiyeti ver, ne zaman ki keder dalgası yüzümüze vursa yüreğimizden ubudiyet tavrı ile mukabele etmeyi nasip eyle, imanımıza kavîlik, rububiyyetine itimat ver, şükür denizlerinde tefekkür ve tezekkürle yüzdür bizi, tâ ki sahil-i selâmete çıkalım…

Her şeyde, her bir şeyde sana yakınlaştıracak pencereler aç; bir damla suda, bir nefes havada, içine kâinat sığdırdığın zerrelerde, bir nefha kâinatta, bir nebze kederde, bir büyük sevinçte… Bize Rahmet nazarınla muâmele eyle, Celâlinden sana sığınıyoruz Ya Rabbi…

Ey şehir, ey şehirler, güvenli yer istiyorsanız şehr-i Ramazan’da Enes’in bindiği otobüs sizi bekliyor, Nuh’un gemisi uzaklarda değil, o size siz kadar yakın; yüreğinizin ağzından dökülen ubudiyet kelimelerde… Siz oruç tutarsanız, oruç da sizi tutar; keder deresinden çekip emin yerlere taşır sizi…

İmanın sağ olsun Enes ve var olun ve var kalın Enesler, yoksa bu şehirler nasıl ayakta kalır.

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



Vehbi HORASANLI

Akıllı bir şekilde silâhlanalım


A+ | A-

Yaklaşık 8 milyar dolarlık Patriot füzesi alımı ile ilgili açıklamalar üst üste geldi. Millî Savunma Bakanlığı henüz ABD’den silâh alımının söz konusu olmadığını fakat ihaleye çıkılacağını bildiren yazılı bir açıklamada bulundu.

Bu konuda askerî cenahta gerçekten büyük bir hareketlilik var. Bir taraftan Rusya’nın “S-300’ü beraber üretelim” teklifi için bu ülkeye teknik heyet gönderilmiş, diğer yandan ABD’nin Patriot füzeleri için hazırlık yapılıyor. Zira ABD Kongresinin Senatoya gönderdiği satış yetkisi anlaşması boşu boşuna değil.

Son birkaç gündür basında çıkan konuyla ilgili haberler karşısında okuyucularımızı bilgilendirmemiz gerekli. Konu ile ilgili uzmanların en büyük endişesi zaten ekonomik kriz içindeki ülkemizin milyarlarca lirayı israf etmemesi. “Yetimin hakkı, silâh tüccarlarının cebine gitmesin” diye bir çok insan çaba harcıyor.

Gerçekten de haklılar, çünkü Türkiye’de silâh alımı şeffaf değil. Zira suçluları dünyanın her tarafında ortaya çıkarılan ama bir tek Türkiye’de karanlıkta bırakılan ‘askerî uçak’ alımındaki rüşvet olayını kimse unutmuş değil. Bilinen adıyla Lockheed skandalını.

Bu sebeple hükümetin atacağı adımlarda dikkat etmesi gerekiyor. Artık ülkemiz eski Türkiye değil. Yani hırsızların yaptığı bu dünyada dahi yanlarına kâr kalmıyor.

Konuyu ancak bu kadar özetleyebildim. Zira büyük paraların döndüğü bir sektörden bahsediyoruz. Şimdi gelelim “Akıllı silâhlanma nasıl yapılmalıdır?” sorusuna.

Her şeyden önce ülkemizin ekonomik olarak kalkınmasına sekte vurmayacak bir silâhlanma politikası izlenmesi zorunludur. Almanya ve Japonya gelişmesini kısmen “silâhsızlanma şartı” yüzünden sağlamıştı. Ekonomiye ağırlık verdiler ve yeniden dünyanın birer devi oldular.

Bulunduğumuz coğrafya güçlü bir silâhlı kuvvet bulundurmamızı zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte hükümetin son yıllarda komşularımızla ilgili sorunları en aza indirme gayreti takdir edilecek bir gelişmedir. Bu sayede komşularımızla olan yıllık ticaret hacmi kat kat artmıştır. Elbette bu gelişmelerin sonuçları sonraki yıllarda daha bariz bir biçimde ortaya çıkacaktır.

Ülkemiz bazı askerlerin dediği gibi “kıt'aların menteşesi” denilen bir bölgede de olsa büyük bir savaş hâlâ devam etmektedir. Bu savaşın adı “ekonomik savaş”tır.

Bu savaşı kazanmadan doğru dürüst hiçbir gelişmeye imza atamayız. Aşırı silâhlanmış birçok ülke ekonomik savaşı kaybettiği için paramparça olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Örnek; Sovyetler Birliği. Zaten ekonomik başarılara imza atan ülkeler sonuçta güçlü bir orduya da sahip olmaktadırlar.

İşte bu önceliği iyice tesbit etmemiz gerekir. Bundan sonra gelecek adımlar ise yerli sanayinin gelişmesine fırsat verecek girişimler olmalıdır. Ruslar; “Biz size S–300 füzesi verelim hem de ortak üretelim” diyor. Bu durumda güdümlü mermi teknolojisini elde etmek ve geliştirmek uğruna daha kaliteli silâhları almak yerine bu teklifin daha cazip olduğunu düşünüyorum.

Şu husus asla unutulmamalıdır: Yüksek teknolojiye sahip silâhları elde etmek zorunluluğumuz vardır. Zira başta Kur’ân’ın ve Peygamberimizin (a.s.m) emrine uymak en akıllıca iştir. En yüksek teknolojiyi ve askerlik mesleğinin gerektirdiği yönetim anlayışını uygulayan ecdadımız dünyada eşi benzeri görülmemiş zaferlere imza atmıştır.

Enfal Sûresinde Cenâb-ı Allah, mealen şöyle buyurmaktadır: “Karşıtlarınızı caydırmak için olanca gücünüzle kuvvet hazırlayın”. Nitekim bu âyetin tefsirini yapan sevgili Peygamberimiz (asm) “Ey Ashabım! Dikkat edin! Kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır, kuvvet atmaktır” diye hutbede Müslümanları ikaz etmiştir.

Bediüzzaman da “Şeşhane ile mitralyöze karşı mukabele edilmez” diyerek yüz yıl önce bu konunun önemini vurgulamıştır. Demek ki birçok ülkenin elde etmek için peşinden koştuğu “güdümlü mermiler” ihmale gelmeyecek kadar önemlidir. Birisinin çok meşhur bir sözü var, galiba Napolyon, demiş ki “Savaş generallere bırakılmayacak kadar önemlidir.”

Evet, silâhlanma politikası da generallere bırakılmayacak kadar önemlidir. Maalesef dünyanın en zengin generallerine sahip bir ülkede yaşadığımız için çok dikkatli olmalı, Lockheed de olduğu gibi tekrar faka basmamalıyız, vesselâm.

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Sadaka ve ecelin geciktirilmesi


A+ | A-

Geda Bey: “Sadaka ömrü uzatır hadisi ile ecel geldiğinde ne bir an öne alabilirler ne de arkaya erteleyebilirler âyeti arasında bir uzlaşma arıyorum. Açıklayabilir misiniz?”

Doğumdan ölüme hayatımız Allah’ın takdir ve iradesindedir. Fakat bizim sözlü ve amelî duâlarımız da Allah’ın arşına yükseliyor. Hem hayatımızın her noktasında Allah’ın iradesi hâkimdir. Hem de Allah duâlarımızı işitiyor, cevap veriyor, hikmetiyle dilediklerini kabul ediyor; buna göre ecel vaktimizi Kendisi dilediği gibi veya duâlarımızı kabulü çerçevesinde tanzim ediyor. Her hal ve şartta hüküm ve irade Allah’ındır. Allah’ın iradesi hâkimdir.

İlgili âyetlerden bir kaçını buraya alalım: Kur’ân buyuruyor ki:

“Sizi çamurdan yaratan, sonra da size bir ecel takdir eden O’dur. Kıyamet gününün vakti de O’nun ilmindedir. Hâlâ siz şüphe ediyorsunuz.”1

“Hanginiz daha güzel işler yapacaksınız diye sizi imtihan etmek için ölümü de, hayatı da O yarattı.”2

“Her milletin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde onu ne bir an geri bırakabilir, ne de öne alabilirler.”3

“Eğer Rabbin cezayı Kıyamet Gününe bırakmış ve onlar için muayyen bir ecel takdir etmiş olmasaydı, elbette onlar cezalarını hemen buluverirdi.”4

“Onlar kendi üzerlerindeki İlâhî san'at mu'cizelerini hiç düşünmezler mi? Gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri Allah ancak hak ve hikmetle ve tayin edilmiş bir vakte kadar devam etmek üzere yaratmıştır.”5

Bu âyetlerden ecelimizin mukadder olduğunu, yani belirli bir vakte kadar tayin ve takdir edilmiş olduğunu anlıyoruz. Bu; bizim, ecelimizi kendi irademizle uzatma veya kısaltma yetkimizin olmaması demektir. Bu yetki Allah’ındır. Allah dilerse ve bizim amelimiz buna uygunsa uzatabilir. Şu âyet bunu haber veriyor: “O, günahlarınızı bağışlamak ve ölümünüzü belli bir vakte kadar geri bırakmak için sizi imana çağırıyor.”6 Peygamber Efendimiz’in (asm) şu hadisi de bunu haber veriyor: “Müslüman kişinin verdiği sadaka ömrünü uzatır, kötü ölümü önler.”7 (Nitekim bu hadis, az önceki âyetle örtüşüyor.)

Bu âyet ve hadisleri bir araya topladığımızda şu neticeleri elde edebiliyoruz:

1- Hayatımızın her noktası Allah’ın elinde, iradesinde ve takdirindedir. Ömrümüz Allah’ın emrine bağlı olarak devam eder. Ecelimiz Allah’ın emrine bağlı olarak gelir.

2- Her şey gibi ölüm de Allah’ın emrini dinler ve Allah’a itaat eder.

3- Ölüm Allah’ın emri olmaksızın hiçbir şekilde meydana gelmez. Allah’ın emri geldiğinde de bir saniye gecikmez. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, “Ecel mukadderdir; tagayyür etmez.” 8

4- Ölüm üzerinde Allah’tan başka hiçbir güç kaynağı etkili ve yetkili değildir.

5- Ölüm zamanı kullara kapalı olduğu halde, ölümün Allah tarafından takdir edilmiş, tayin edilmiş ve biliniyor olması, ölümün Allah’ın her şeyi kuşatan ilmince kuşatılmış olduğunu gösteriyor.9

6- Ölümün Allah’ın takdirinde olması, Allah’ın ilminde ve iradesinde meydana gelmesi demektir. Ölüm, Allah’ın ilminde ve iradesinde olduğuna göre, Allah’ın kulunun ameline, salâhatine ve yaşayışına göre ecelini geri bırakması kaderle çelişmez. Bilâkis, kader Allah’ın, hükmünü dilediği gibi icra etmesine imkân verir. Yukarıdaki son âyet bunu bize bildirmektedir.

7- “Sigara ömrü kısaltır” sözü tıbbî bir sonuçtan haber veriyor. Bu söz, insan ömrünün sigara ile sağlıklı devamının imkânsız olduğunu bildiriyor. Fakat kaderin elinde bulunan ölüm saati hakkında herhangi bir hüküm içermiyor. Bu durumda bu sözü, “Sigara sağlıklı ömrü kısaltır. Ömrü sağlıksız hale getirir” şeklinde anlamak gerekiyor.

8- “Sadaka ömrü uzatır” hadisini, “Ölümünüzü belli bir vakte kadar geri bırakmak için Allah sizi imana çağırıyor” âyeti çerçevesinde ele almamız gerekirse; salih amellerimizin meyvesini kimi zaman ve Allah’ın dilemesi halinde “uzun ömür” olarak toplayabileceğimiz anlaşılıyor. Fakat bu elbette Allah’ın bir lütfu olarak gerçekleşiyor. Allah’ın lütfu ve iradesi söz konusu olunca da, bu kader demek oluyor.

9- Ecel saatini ve ölüm vaktini getirmekle ilgili insanoğlu hiçbir şekilde yetki sahibi değildir. Nihayet hayatı Allah yarattığı gibi, ölümü de Allah yaratıyor.

DİPNOTLAR:

1- En’âm Sûresi: 2; 2- Mülk Sûresi: 2; 3- A’râf Sûresi: 34; Yunus Sûresi: 49; Nahl Sûresi: 61; 4- Tâhâ Sûresi: 129; 5- Rum Sûresi: 8; 6- İbrahim Sûresi: 10; 7- Camiü’s-Sağir, 3/1121; 8- Lem’alar, s. 211; 9- Mektubat, s. 236

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Kusurlara nasıl bakmalı?


A+ | A-

Gül dikensiz, insan da kusursuz olmaz. Kusur işlemek insana mahsus. Kusurdan dönmek de.

Kusurdan dönmek ise kusuru bilmekle olur. Kusuru bilmek de fazilettir.

Mevlânâ “Ne mutlu kusurunu anlayabilene!” diyerek kusurlarını bilenleri överken, Gascoigne, kabul edilen bir hata ve yanlışı kazanılmış bir zafer olarak görür.

Hata ve yanlışlık yapmayan insan bulunmayacağını söyleyen Einstein, insanlığın ancak bunları kabul etmek ve düzeltmekle ölçülebileceğini söyler.

Ferdinand von Kotzebue ise hatayı anlayabilmeyi büyüklük olarak vasıflandırır: “İnsanlar hata yapabilirler. Ancak büyük insanlar hatalarını anlayabilirler” der.

Büyüklerden Malik bin Dinar’a, kuraklık günlerinde “Yağmur duâsına çıkalım” dediklerinde, “Korkarım ki benim yüzümden başınıza taş yağar” demişti.

Mısır’da kuraklığın etrafı kasıp kavurduğu günlerde zamanın kutbu Zünnûn-i Mısrî’ye yağmur duâsına çıkıvermesi için ricada bulunduklarında da, bütün kusuru kendine alıp Mısır’ı sessizce terk etmiş, sonra da yağmurun yağdığı görülmüştü. Geldiğinde niçin böyle davrandığı sorulduğunda ise şu cevabı vermişti:

“Bilirsiniz ki kötüler yüzünden hayvanların bile rızkı azalır. Baktım ki Mısır’da benden daha kötü insan yok. Demek benim yüzümden yağmur yağmıyor diye düşündüm. Halkı sıkıntıdan kurtarmak için Mısır’ı terk ettim.”

Kuraklık yıllarında, Hz. Ömer’in, “Bu, Ömer’in kusurları yüzündendir” diye inlediğini, gece gündüz niyazda bulunduğunu biliyoruz.

Atâü’s-Selemî de halkın başına bir musîbet geldiğinde, “Bu musîbetler Atâ’nın günahları yüzündendir hep. Atâ ölse mutlaka insanlar rahat eder” derdi.

Demek bütün mesele hata ve kusurlarımızın farkında olmak ve onlarda ısrar etmemek, dönüş yapabilmesini bilmektir.

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Şehit Başbakan'ın hatırasına


A+ | A-

Bugün, tam on yıl müddetle Başbakan olarak ülkeye hizmet ettikten sonra zalimane bir darbe ile iktidardan alaşağı edilen demokrasi kahramanı Adnan Menderes'in idam edilişinin 48. yıldönümü.

O aziz şehidin hatırasına olarak, bugünkü köşemizde bizzat kendisine ait söz ve yazılara yer vermek istiyoruz.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk çok partili genel seçimler, 21 Temmuz 1946'da yapıldı. İşte, o seçimlerden tam bir ay evvel Adnan Menderes'in Vatan gazetesinde "Demokrasinin temelleri" başlıklı bir makalesi yayınlandı.

Şimdi, 22 Haziran 1946'da neşredilen bu makalenin baş kısmını sizlere takdim ediyoruz. Buyurun, birlikte okuyalım.

Demokrasinin temelleri

Vatandaşın söz, fikir ve vicdan hürriyeti, demokrasinin temelini teşkil eder.

Bir memlekette demokrasi vardır diyebilmek için de, bu hürriyetin her türlü tehditten mâsun bulunması şarttır.

Bu hürriyetlerin tehdit altında bulunması veya bulunabilmesi korkusunun kalplerde hâkim olması, kànunlarda yazılı olanlar ne olursa olsun, o memlekette demokrasinin yer bulmamış olmasının şaşmaz delilidir.

Halbulki, bilhassa son zamanlarda Halk Partisi adına ve hesabına Millet Meclisi kürsüsünde, gazete sütunlarında veyahut parti ve seçim propagandası olarak yurdun her köşesinde, vatandaş hürriyetlerine karşı açık ve kapalı tehdiklerle dolu uzun uzun sözler söylenmekte, sütunlar ve sütunlar dolusu yazılar yazılmaktadır.

Vatandaş hürriyetlerini bağlayan kànunların daha da ağırlaştırılacağı, icap edince hürriyet nimetinin üzerine şal örtüleceği, muhalif partilerin kapatılıp mensuplarının perişan edileceği gibi tehditlerle, vicdanlar daimî bir baskı ve ıztırap altında bulundurulmaktadır.

O kadar ki, resmî beyanların hürriyet vadeden cümlelerinin altında bile bu tehditlerin sivri ucunu hissetmemek mümkün değildir.

Seçimden önceki son konuşma

Adnan Menderes, 1946 seçim kampanyasının son konuşmasını Aydın'daki hemşehrilerine hitaben yaptı.

Bu konuşmasında, daha evvel CHP içinde yaşanan ve altında kendisinin de imzası bulunan "Dörtlü Takrir" meselesinden halkı ilk kez haberdar eden Menderes, yakın geçmişte nasıl bir cendereden geçtiklerini şu sözlerle anlattıyordu:

Sevgili arkadaşlarım!

Ben size hesap vermeye geldim.

Bugüne kadar bu memlekette hürriyet gelsin diye çırpındık; bizi dinlemediler.

"Dörtlü takrir"den sonra bizi sorguya çektiler. Yedi saat müddetince mütemadiyen küfrettiler.

Bize kızmalarının yegâne sebebi, istedikleri yolda yürümek istemeyişimizdir.

Bize, gidecek yol olarak telkin edilmek istenen şeyler şunlardı:

1) Şark bölgesinde ve hudut vilayetlerinde teşkilât yapmamak. Köylere ise asla uzanmamak.

2) Partimize teker teker, seçe seçe ancak sınırlı sayıda âzâ (üye) kaydetmekle iktifa etmek.

3) Halk Partisine karşı, hiç olmazsa 40–50 sene müddetle iktidara gelme iddiasında dahi bulunmamak.

Görülüyor ki arkadaşlar, bizden beklenilen demokratik manzarayı tamamlayan bir süs olarak kalmak, geniş veya dar, fakat Halk Partisince çizilecek bir faaliyet hududu içinde bulunmak şartıyla Meclis'te verilecek sandalyeleri kazanmakla iktifa etmek.

Bunlar güdümlü demokrasiden bahsediyorlar.

Demokrat Parti, CHP'nin lütfu ve müsaadesiyle kurulmamıştır. DP, bir kukla teşekkül değildir.

Demokrat Parti, kànunların çizdiği hudut içinde yürüdüğünden, Türk milletinin iftiharına mazhar olmuştur.

Böyle olunca da, işler ciddileşmiş, Halk Partisini yeni yeni tedbirler almaya sevk etmiştir.

Aldıkları tedbirler, şunlardan ibarettir:

1) Tezvir ve iftira dolu propaganda.

2) Müsait gördükleri idare amirleri vasıtasıyla her türlü baskı.

3) Bizi tedbirsiz yakalamak için, seçimleri öne (acele ve dar zamana) almak.

4) Kazanmak için, seçimlerde her türlü hile ve çareye başvurmak.

Arkadaşlar!

Demokrat Partinin Rus parasıyla kurulduğunu söylediler.

Böyle menfur bir propagandayı köylere kadar yaymak için neler yaptıklarına çoğunuz şahit olmuştur.

Bu yalanı, devlet memurlarından bazıları da söylemiştir. Böyle propaganda yapan bir valiyi mahkemeye vermiş bulunuyoruz.

Bu iftiraları atmak için, gözlerinin ne kadar kararmış olduğunu varın siz tahmin edin.

Bizim şahıslarla uğraştığımız iddiası da tamamen uydurmadır. İhtiras, daima bizden uzakta kalacaktır.

Devlet Reisi (İsmet Paşa), seçim mücadelesine, makamının nüfuzunu parti işlerine karıştırmakla başlamıştır. Bazı devlet memurlarının tarafsızlıklarını muhafaza edememelerinin sebebi budur. Devlet parasından, devlet vasıtalarından istifade etmelerinin sebebi de budur.

.........................................................

NOT:

Bu son paragrafta, Menderes, İsmet Paşanın tavrından duyduğu şiddetli rahatsızlığı nazara veriyor. Zira, o dönemde Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden Paşa, aynı zamanda CHP'nin de Genel Başkanı konumundaydı. Dolayısıyla da seçim yarışında tarafsız kalamıyordu. Menderes, gerek konuşmalarında ve gerekse gazetelerde çıkan makalelerinde, Devlet Reisinin tarafsız kalması ve siyasî partilerle de organik bir bağının bulunmaması gerektiğini savunuyordu. Nitekim, 1950'de iktidara gelir gelmez bu sistemi realize etmiş oldu.)

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

BM, feryat ediyor: Durdurun ısınmayı!


A+ | A-

Aralık ayında Danimarka’da ilk kez yalnızca iklim değişimini ele alacak bir Birleşmiş Milletler toplantısı yapılacak. Toplantının amacı çok büyük umutlarla 1997 yılında kabul edilmesine karşın, Amerika başta olmak üzere başlıca seragazı salan ülkelerin imzalamaması nedeniyle sonuç vermeyen Kyoto Protokolünün yerine yeni bir küresel iklim değişimi anlaşmasına son şeklini verip imzaya açmak.

Eğer bu anlaşma gelişmiş ülkeler dahil olmak üzere, tüm dünya ülkelerinin uyacağı bir sistemi yerleştiremezse, 2015 yılına kadar dünya 2 C daha ısınacak. Bunun anlamı seller, kuraklıklar, göçler dahil bir felaket senaryosunun yürürlüğe girmesi olacak. Kyoto Protokolü gelişmiş ülkelerin sera gazı etkisi yapan karbon gazlarının salınımını 2008-2015 yılları arasında, 1990 yılı düzeyine göre yüzde 5,2 azaltmalarını öngörüyordu. Ülkemizin ancak geçen şubat ayı başında onaylayarak katıldığı bu Protokole, dünyadaki sera gazlarının yüzde 25’ini yayan Amerika katılmamıştı. Bu protokole göre alternatif enerji kaynaklarına yönelinmesi, fosil yakıt yerine örneğin biyodizel yakıt kullanımı, sanayi tesislerinin sera gazı üretiminin azaltılması, ulaşımda raylı sisteme yönelinmesi gibi bir çok önlem vardı. Ancak bu protokolün kötü yanı bağlayıcı değildi. Bu yüzden de asıl sera gazı yayan ülkeler katılmadığı için önemli bir yarar sağlayamadı.

Tüm ülkeleri bağlayıcı yeni bir küresel iklim değişikliği anlaşmasının yapılmasına bu yüzden ihtiyaç duyuldu. BM öncülüğündeki bu çalışmaların önünde şimdi önemli bir engel var: Obama yönetimi.

Amerikalılar Avrupalıların yeni anlaşmanın yapısına ilişkin tekliflerini asla kabul etmiyor ve kendi getirecekleri yapıyı öneriyorlar. İşte bu krizi aşmak için gelecek hafta New York’ta yapılacak iklim değişikliği anlaşması hazırlık zirvesine 100 hükümet başkanı katılacak. BM Genel sekreteri bu liderlere “tüm insanlığın geleceği sizin ellerinizde” diyecek.

En büyük anlaşmazlık konusu da karbon gazı azaltma hedeflerinin nasıl ölçüleceği. Avrupalılar Kyoto Protokolündeki sistemin sürdürülmesini savunuyor. Bu yapı Amerika’nın işine gelmediği için o yeni ve korumacı bir yapı öneriyor. Kyoto Protokolü yükümlülüğü daha çok gelişmiş ülkelere yüklerken, ABD’nin yeni önerdiği sistem tüm ülkelere aynı sertlikte uygulama öngörüyor. Bu da aslında gelişmekte olan ülkelerin aleyhine bir engel oluşturuyor. Hindistan bu durumu Amerika’nın gelişmekte olan ülkelere karşı korumacılık duvarı oluşturması olarak izah ediyor.

ABD öbür yandan da bu anlaşmanın emisyon azaltıcı önlemlere ilişkin hükümlerinin ancak “iç hukukla uyumlu olması halinde” uygulanacağı şartının konulmasını istiyor. Bunun anlamı da Amerika’nın yeni anlaşmadan da sıyrılmak istediğidir.

Türkiye açısından yeni anlaşmanın tehlikesi, çevreci politikalar uygulamanın maliyetine bu kez katlanmak zorunda kalacak olması. Bu maliyetin Kyoto Protokolüne göre 20 milyar dolar civarında olduğu hesaplanıyor. Hâlâ karayollarına ve termik santrallere ağırlık veren, çevre dostu politikaları bırakın doğal afetlere karşı bile çarpık yapılaşma yüzünden kendisini koruyamayan ülkemizin bu yeni anlaşma ile zorlanması kaçınılmaz. Bağlayıcı olmayan Kyoto Protokolünü bile 12 yıl sonra imzalamıştık.

Ancak bu cennet vatanın uzun süre yaşanabilir kalabilmesi için taşın altına elimizi koymamızın zamanı çoktan geldi. Umarız yeni anlaşmaya hükümetimiz de bu bakış açısıyla yaklaşır. Artık medenî olmanın yolu Rabbimizin yarattığı çevreye daha uyumlu yaşamaktan geçiyor.

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Menderes ve Kadir Gecesi


A+ | A-

Bediüzzaman'ın “İslâm kahramanı” olarak tavsif ettiği şehit Menderes’i, 27 Mayısçılar tarafından vahşice idamının 48. yıldönümünde bir kez daha rahmetle anarken, merhum DP milletvekillerinden Atıf Benderlioğlu’nun rahmetli Ali Ulvi Kurucu’ya anlattığı Menderesli bir Kadir Gecesi hatırasını nakletmek istiyoruz.

Adalet tarihine kara bir leke olarak geçen Yassıada yargılamalarında hapse mahkûm edilip diğer DP’lilerle birlikte Kayseri Cezaevine konulan Benderlioğlu, aslında yine DP milletvekili olup o da hapiste bulunan yakın dostu merhum Mustafa Runyun’u ziyaret için gelen Kurucu’nun bu vesileyle görüştüğü önemli isimlerden biri.

Kurucu’nun “Nurlu, vakur, ibadete yalnız hapishane hayatında değil, eskiden alışkın bir siması vardı” dediği Benderlioğlu’nun hatırası şöyle:

“Bir Kadir Gecesinde İstanbul’da bulunuyoruz. Adnan Bey bizi iftar için Park Otel’e davet etti. İftarı orada yaptık. Benim niyetim o akşam, hem Kur’ân-ı Kerim, hem de Delâil-i Hayrat hatimlerim vardı, onları tamamlamaktı. Fakat Adnan Bey, daha önce bana, Fatin Rüştü Zorlu’ya ve Hasan Polatkan’a, ‘Bu gece bir yere söz vermeyin, sizi bir yere götüreceğim’ demişti. Onlar da akşamdan sonra otele geldiler.

“Menderes bizleri arabasına aldı, götürüyor, nereye gittiğimizi de söylemiyor. Derken, Fatih Camiine geldik. Cami dolmuş, avlu dolmuş, cemaat dışarı taşmış. Teravih kılınmış, millet vaazı dinliyor. Merhum dedi ki:

‘Arkadaşlar, bu millet, bu mübarek ve mukaddes geceyi nerede ve ne şekilde geçirir, görün diye sizi buraya getirdim. Bu manzara bu milletin ruhunun aynasıdır. Yağmur da, kar da, tipi de yağsa, bu gördüğümüz halk böyle mıhlanıp kalmıştır. İmanı onu Allah’ın huzurunda perçinlemiştir. Bu millet budur. Hicranım nedir arkadaşlar, biliyor musunuz? Bu kalabalığın içine girememektir. Böyle arabanın içinden seyretmek çok acıdır. Bizler milletten kopmuşuz, onun kalbine girememişiz. Kafesteki kuş gibi çırpınıyoruz, bizim halimiz budur.’

“Menderes bunları söyler, biz de öyle hicran, aşk ve şevk içinde hayretle bakarken, halk farkına vardı. ‘Menderes’ diye bir feryat koptu.

“Baktık ki, cami içi bile boşalacak. Binler, arılar gibi geliyorlar. Arabanın içinde ezileceğiz. Menderes şoföre ‘Yavaş yavaş çekilelim’ dedi.”

Tarihçe-i Hayat’taki o muhteşem “Önsöz”ün de yazarı olan Ali Ulvi Kurucu’nun, değerli araştırmacı ve yazar M. Ertuğrul Düzdağ tarafından derlenerek Kaynak Yayınları tarafından üç cilt halinde yayınlanan hatıralarının birinci cildinde (s. 284) yer alan bu hatıranın bir benzeri, Aydın Menderes tarafından da birçok defa anlatıldı.

Menderes, çocuklarını da kandil gecelerinde tarihî selâtin camilerine götürüp, oralardaki manevî atmosferi teneffüs etmelerini sağlarmış.

Kurucu, Benderlioğlu’na sorduğu “Beyefendi, Adnan Bey bizi bu kadar yaktı da sizi ne yaptı?” sualine ondan şu cevabı aldığını da aktarıyor:

“Sevilen insanın sevgisi bambaşka olurmuş. Meğer biz Adnan Beyi, maiyetinde bulunduk, bizi bakan yaptı diye sevmezmişiz. Onun akrabası olan Ethem Menderes yüzünden başımıza epey belâlar da geldi. Fakat aramızdaki bütün maddî bağlar sona ermesine rağmen, bu zatın vefatına, anamıza, babamıza, kardeşimize ağladığımızdan daha fazla ağladık.” (a.g.e., s. 283)

Bu hatıralar, 27 senelik tek parti diktasından sonra Türkiye’yi demokrasiyle, hak ve hürriyetlerle tanıştıran, ezan-ı Muhammedîyi özgürlüğüne kavuşturan, dinî hayat üzerindeki baskıları kaldıran DP hareketinin başındaki sembol ismin ve arkadaşlarının ruh ve gönül dünyasına ışık tutan çok manidar ve ibretli mesajlar içeriyor.

Ve gönüllerde taht kuran üç aziz şehidi, Menderes’le Zorlu ve Polatkan’ı, vefat yıldönümlerine tevafuk eden bir Kadir Gecesi sonrasında yine rahmetle, duâlarla, Fatihalarla anıyoruz.

Diğer imanlı DP mensuplarıyla birlikte.

17.09.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Oruçluya saygı devam etsin


A+ | A-

Mübarek Ramazan ayını uğurlamak üzereyiz. İçinde “bin aydan daha hayırlı gece”yi de barındırdığı için Ramazan ayını ibadetle değerlendirenler kâr içinde kâr etti. İnşallah sonraki Ramazanlara da kavuşuruz.

Hemen her Ramazan ayında “Oruç tutanlar arttı mı?” ya da “Oruç tutanlar azaldı mı?” tartışmaları yapılır. Benzer tartışma bu yıl da yapıldı. Elbette bu konudaki kesin rakamlara ulaşmak mümkün değil. Bazı araştırmalara göre oruç tutanların nisbeti, yüzde 75 civarında. Elbette bu rakamlar da ilden ile, bölgeden bölgeye değişebilir. Meselâ, Anadolu’nun pek çok köşesinde oruç tutanların nisbetinin daha fazla olduğu, büyük şehirlere doğru gelindikçe de bu nisbetin azaldığı söylenebilir. Anadolu’nun pek çok ilçesinde lokantalar Ramazan münasebetiyle kapalıdır. Bu lokanda ve büfeler, sadece iftar ya da sahurda hizmet veriyor. Fakat İstanbul gibi metropollerde, hele hele bazı ‘meşhur’ semtlerde sokaklara bakınca “Oruç tutanların az” olduğu kanaati hasıl oluyor.

Aslında İstanbul’da da oruç tutanların sayısı fazladır, fakat o nisbette “saygısız”lar da olduğu için “Oruç tutanlar az” kanaati hasıl oluyor. Burada mesele, “Oruçluya saygı” gösterilmemesi olsa gerek. Sokağa çıkıldığında sigara içenlere rastlanması ya da köşe başındaki ‘kafe’nin masalarının dolu olması “Oruç tutanların azlığını” değil, “Oruç tutanlara saygı duymayanların çokluğu”nu gösterir.

Oruç ve oruç tutanlar saygıyı hak ettiği halde, nedense bu konuya yeterince dikkat çekilmiyor. Çeşitli sebeplerle oruç tutmayanlar olabilir, ama onlar da oruç tutanlara saygı göstermelidir. Gönlümden geçen şu: Ramazan ayı boyunca bütün televizyonlar, hiç değilse ‘duyarlı’ olanlar; gün boyunca ekranlarında kalacak şekilde “Oruçluya saygı” bantı bulundurmalıdır. Nasıl ki bayramlarda bütün TV kanalları bayrak dalgalandırıyor, öyle de oruç tutmayanların bile oruç tutanlara saygı göstermesi gerektiği medya vasıtasıyla hatırlatılmalıdır.

Elbette bunu temin etmek zorla olmaz, ama bu davranışın insanî bir davranış olduğu hatırlatılmalıdır. Hepimiz biliriz ki, oruçluya gayr-ı müslimler de saygı gösterir. Tarihimizde bunun çok örnekleri vardır. Oruç tutmadığı halde oruç tutanlara saygı gereği açıkta yemek yemeyen, çocuğu sokağa çıkarken dışarda su dahi içmemesini tembihleyen gayr-i müslimler olmuştur. Bugün Hıristiyan memleketlerinde bile oruç tutanlar saygı görüyor. Peki, Hıristiyan memlekette gösterilen saygı Müslüman memleketinde niçin gösterilmesin?

İnsanlara bunun anlatılması lâzım. Bunun yolu da medya vasıtalarını kullanmaktan geçer. Sokaklarda ‘iftar çadırı’ afişleri asan belediyeler, buna ilâve olarak “Oruçluya saygı” hatırlatması da yapsa yeridir.

Geçmiş yıllarda oruç tutmayanlar bile ‘saygı’ gereği açıkça yiyip içmekten imtina ediyorlardı. Saygı azaldığı için artık açıkça yiyip içmeye başladılar. Netice olarak; artış oruç tutmayanların sayısında değil, maalesef oruç tutanlara saygı göstermeyenlerin sayısındadır. Yoksa geçmiş yıllara nisbetle gençler değil, çocuklar arasında bile oruç tutanların sayısında artış var.

Hep birlikte “oruçluya saygı” anlayışını yayalım, sokaklardaki saygısızlık azalsın vesselâm...

17.09.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.