29 Eylül 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Nurullah AKAY

"Said Nursî" ülkemizin medar-ı iftiharı


A+ | A-

“Devletlerin milletler için var olması” gerçeği hemen herkesçe kabul edilen bir realitedir. Bu sebepledir ki, halklarının hayat telâkkileri kendileri için önemli olan devletlerin problemlerini halletmeleri daha kolay olmaktadır. Devletlerin görevi, bünyesinde bulundurduğu insanların ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yaşanabilir bir dünya hazırlamak, olumsuzluklardan onları korumaktır. Bu açıdan baktığımız zaman halkın devletin patronu olduğunu söyleyebiliriz. Buna göre, devletin halk rağmına bazı icraatlarda bulunması, vatandaşlarının inançlarını yaşamasına sınırlamalar getirmesi, devletin gerçek sahibi olan halka bir nevi ihanet etmek demektir.

Gerçekler ortada olmasına rağmen, çoğunlukla yönetimi ele geçirerek devlet gücünü kullananlar çoğu zaman halk iradesini, vatandaşlarının isteklerini hiçe saymışlardır. Açıkça görüldüğü gibi günümüzde de ve ülkemizde de birçok konuda halkın istek ve arzuları hiçe sayılmıştır ve sayılmaya devam edilmek istenmektedir. Bir kısım güçler, halkı güdülmesi gereken cahil bir topluluk olarak görmekte ve devleti korumak adına halkın temel değerlerini göz önünde bulundurmamaktadır.

Halkımızın dinî inançlarına bağlı olması ile devletin dinî yaşantı biçimine soğuk bakması durumu bize halk ile devlet arasındaki görüş ayrılığı gerçeğini göstermektedir. Bugün Türkiye’de insanların bütün fitne ve fesat girişimlerine rağmen birlikte yaşaması ve gittikçe kardeşlik duygularının artması devlet erkinin değil din gerçeğinin bir başarısıdır. Değeri bilinirse ve hakikatleri rehber edilirse dinimiz bu gün bir çok konudaki problemlerimizi çözecek güce sahiptir.

Din duygusu kadar, insanları terörden, hırsızlıktan, yalancılıktan, sorumsuzluktan uzaklaştıracak başka bir gücün olmadığını hangi akl-ı selim sahibi insan kabul etmez? En çok birlik ve beraberlikten bahsedildiği halde, devletin önemli kurumları ne yazık ki, dinimiz Yüce İslâm’ın birleştirici özelliğini bilerek veya bilmeyerek hiç dile getirmemektedir. Cumhuriyet rejiminin kuruluşundan bu yana dinin yerine değişik görüşler ikame edilmek istendiyse de bunların hiçbiri milletin dertlerine çare olmamış, bütün yasaklara rağmen yine vatandaşlarımız İslâm dininin insana huzur veren hayat biçimini yaşantılarına aksettirmişlerdir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin, telif etmiş olduğu Risâle-i Nur eserleriyle Anadolu’nun mânevî dinamiklerini ayakta tutması ortada iken, ne yazık ki bu apaçık gerçeğin görülmek istenmemesi, devlet gücünü ellerinde tutanlarca devam ettirilmektedir. Ama bu gerçeğin görülmesi devletlüler tarafından engellenmeye çalışılmış olmasına rağmen, bu eserler, yapılan bütün engellemeler ve zulümlere rağmen halkın gönlünde gereken mevkiyi bulmuş ve bu durum Anadolu’da İslâm ağacının yemyeşil kalmasına sebep olmuştur. Bugün devlet her şeyden önce Said Nursî gerçeğini görmeliydi. Ama ne yazık ki, Türkiye’den kaçıp dışarıda devlet aleyhinde faaliyetlerde bulunduğu için vatan hainliğiyle suçlanan insanlara tanınan töleransı günümüz yöneticileri ne yazık ki Said Nursî gibi bir vatanpervere tanımamıştır ve hâlen bu büyük insanın inkâr edilemez hizmetleri görmezlikten gelinmeye çalışılmaktadır. Ama zorlamalar ve yasaklamalar hakikatlerin insanların gönlünde yeşermesine engel olamamıştır ve olamayacaktır. Devleti milletin üzerinden bir tahakküm aracı olarak kullananlar istemese de, iman ve Kur’ân gönüllüleri kopması mümkün olmayan bir bağla vatanın her köşesinde tesirlerini icra edeceklerdir. Said Nursî’yi, eserlerini ve hizmetlerini bu vatanın bağrından hiç kimse sökemeyecektir şüphesiz. Eğer gerçekten devlet gücünü ellerinde bulunduranlar devleti ve milleti düşünüyorlarsa, halkın değerleriyle barışmalıdırlar. Her konuda milletin istek ve arzularını göz önünde bulundurabilecek bir devlet modeline kavuşabilseydik, sıkıntılarımızı aşmak ve huzurlu bir toplum oluşturmak bizim için zor olmayacaktı.

Her şeyden önce devletin, kendi çıkarlarını milletin menfaatlerinden üstün gören ve milleti kendi dar görüşleri çerçevesinde yönlendirmeye çalışan insanların elinden kurtulması gerekmektedir. Bunun için de, tam bir demokratik şuurla halkın kendi hukukuna sahip çıkması gerekir elbette...

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ahmet DURSUN

Kevin amcadan selâm, açılıma devam


A+ | A-

Bir açıldık, pir açıldık. Mahzun Kırmızıgül’ün ‘Güneşi Gördüm’ filmi Oscar adayı olarak gösterildi. Kürt sorununa değinen ve açılım konusunda yol gösteren filmin konusunun konjonktüre uygun olması sinema eleştirmenleri tarafından bir avantaj olarak yorumlandı.

Demoktratik açılıma kıtalar ötesinden de artistik bir destek geldi. Nedendir bilinmez; demokratik açılıma ‘ne alâka!’ dedirtecek şekilde destek veren ABD’li ünlü aktör Kevin Costner yeni tartışmaların da önünü açtı. Ayrıca, bu sayede komplo teorisyenliğinden ekmek yiyenlere de bir hayli malzeme çıkmış oldu. Malum, bizde de, her türlü açılımın ABD endeksli, ABD’nin menfaatleri doğrultusunda şekillendiğini dillendiren ve buna inanan önemli bir kesim var. Bunlara göre, ABD, Türkiye’deki menfaatleri doğrultusundan kamuoyunu ikna için bu sefer de sinemanın etkileyici gücünden yararlanmaktadır. Hem etkileyici hem eğlenceli… Biz de dizilere, filmlere meraklı bir milletiz ya! Ötesi yok; Türkiye’nin sinema âşığı onca insanını Türkiye’nin geleceği ile ilgili meselelerde bilgilendirmek gerekir. Mesela Kurtlar Vadisi’ni izleyenler bilirler. Bu dizi, ülkemizin bilumum kirli çamaşırlarını ortaya dökme, derin ilişkilerini gözler önüne serme özelliğine sahiptir. Öyle ki, dizideki olayların Ergenokon’un önüne geçtiği, Türkiye’nin geleceğini şekillendirecek olayların bu diziyle dile getirildiği iddiasından yola çıkarak dizinin çeşitli istihbarat örgütleri tarafından yakın takibe alındığını iddia edenler olmuştu.

Kurtlar Vadisi Pusu’nun bu haftaki bölümünde hükümetin açılımlarına göndermeler yapıldı. Gazetenin haberine göre Vadi, önceki bölümlerinde Türkiye’nin bölgesindeki hamlelerine olumlu göndermeler yapıyordu. Ancak sezonun ilk bölümünde, Türkiye’nin özellikle dış politikada yaptığı açılımlar, ‘ABD projesi’ olarak lanse edildi. Dizinin bu haftaki bölümünde, ABD’nin derin devletini temsil eden, Gladyo’nun Türkiye’deki adamı Feller, Ortadoğu Barış Araştırmaları Merkezi’nin stratejistlerinden biri olarak ekrandaydı. ABD’nin derin adamı Feller, Türkiye’nin parçalanması için çalışmaya hızlı başladı. Bunun için medyayı, önemli iş adamlarını kontrol altına aldı. Feller, dizinin karakterlerinden Tataroğlu’nu Türkiye’nin medya patronluğu ile görevlendirirken öyle bir laf etti ki: “Türkiye’ye toprakları dar geliyor… Büyütmek lâzım. Büyürken daha kolay parçalanır...” Feller’in her yere hakim, her şeyi bilen ve her şeyi istediği gibi şekillendiren tavrı ve gücü de dikkatlerden kaçmadı. Dizide, bu haliyle bırakın ülkenin normal vatandaşlarına, ülkenin başbakanına bile basit bir piyon anlamı yüklenilmekten çekinilmedi. Yani, “Siz kimsiniz, biz herşeyiz” demeye getirildi. Neyse ki, Polat Alemdar var. Anadolu çocuğu yutar mı?

Elbette ki gerçek hayat bir senaryoya indirgenecek kadar basit değildir. Acı olan, bugün bizi tedirgin eden, hayatımızı bir komploymuş hissine dönüştüren senaryoların da aslında gerçek hayatın içinden çıkıyor oluşudur. Doğrusu, Kurtlar Vadisi’nde ya da iddia edildiği gibi çeşitli strateji kurumlarında tasarlanan senaryolara da böyle bakmak, bu senaryolara nasıl önverildiğini de görmek gerekir.

Geçtiğimiz günlerde II. Abdülhamid’in torunu, son Osmanlı şehzadesi Osman Ertuğrul Osman halkın büyük ilgi gösterdiği bir törenle toprağa verildi. Toprağa verilen yalnız bir insan değildi. Şanlı bir tarihin kıymet bilmez mirasyediler elinde nasıl çarçur edildiğinin son resmiydi. Her ne kadar, 2. Mahmud türbesinin haziresine defnedilen şehzadenin törenine devlet erkânının yanı sıra, her kesim ve fikirden entellektüel sima, yazar, tarihçi ve cemaat önderleri Osmanlı ruhuna sahip çıktıklarını göstermek istercesine katılsa da, gerçekler hiç de öyle değildi. Kurtlar Vadisi’yle yönlendirilen, Kevin Amca’nın selâmından medet uman bir toplumuz artık. Ne diyelim?Aleykümselâm Kevin Amcacığım!

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Tarihe yalan söyletenler utansın!


A+ | A-

Çocuklarımıza öğretilen tarih bilgisi her zaman tartışmalı olmuştur. Daha ilk öğretim birinci sınıfta başlayan bu yanlış tercih, üniversite bitene kadar devam eder. Hemen her yıl öğrenciler ders başı yapınca bu konular bir şekilde gündeme gelir ve “Aman ders kitaplarında yer alan yanlış bilgiler düzelsin” diye temenniler dile getirilir. Kısmen düzeltmeler yapılmış olsa da gönül huzuruyla “Tamam çocuklarımız doğru dürüst tarih bilgisi öğreniyorlar” diyebilecek durumda değiliz.

Elbette sözünü ettiğimiz konular maddî tarih hataları değil. Söz konusu olan, tarihte yaşanan hadiseleri yorumlama konusundaki hatadır. En başta dedelerimizi karalamak gibi bir hatayı—son yıllarda düzelmeler olsa da—devam ettiriyoruz. Hâliyle “Avrupa uzaya giderken bizim dedelerimiz kağnı arabası sürüyordu” gibi bir yanlış kanaat, gençlerimizin sukut-u hayâle uğramasına ve gelecek için ümitvar olmasına set çekiyor.

Peki gerçekler öyle mi? Şu kadarını söyleyelim ki, sahip çıkmadığımız ‘dedelerimiz’den meselâ İbn-i Sina’nın tıp ilmi konusunda yazdığı eserler uzun yıllar Avrupa üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bizimkiler ise bu bilgiyi bile çocuklarımızdan itina ile gizlemişler! Kimse “Hayır, gizlemedik” demesin! Çünkü bu basit bilgiyi bile okullarda okuduğumuz ‘tarih kitapları’ndan değil, okul dışında okuduğumuz kitaplardan öğrendik!

Geçen yıl çocuklarımıza okutulan ders kitaplarında ihtilâller ‘resmen’ övülüyordu. Kamuoyunda yükselen tepkiler üzerine bu yanlıştan geri adım atıldı, ama hâlâ başka yanlışlar yapılıyor. Meselâ, ‘’İlköğretim Türkiye Cumhuriyeti İnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük’’ dersi 8’inci sınıf ders kitabının ‘’Türkiye’ye yönelik tehditler’’ bölümünde, bölücü unsurların faaliyetleri, irticâî faaliyetler vs. konularında bilgiler veriliyormuş. (AA, 28 Eylül 2009)

Bu bilgiler arasında yer alan ‘irtica faaliyetleri’ konusu çok su götürür. Hatırlıyorum, lise yıllarımızda bize de benzer ‘bilgi’ler verilmişti. Hatta bu bilgiler sinevizyon eşliğinde öğrencilere dikte ettiriliyor ve “irticaî faaliyetler”den bahsedilirken de geçmiş yıllarda çekilen “Kur’ân öğrenen öğrenci, çocuk döven cami hocası” görüntüleriyle destekleniyordu. “İrticaî faaliyet” denince Kur’ân öğrenen, namaz kılanların görüntüsünün geterilmesi tesadüf müdür?

Bu konuların ders kitaplarında yer alması, iyi niyetli olmayan eğitimciler için inançlı insanları rencide etme fırsatı doğurabilir. Bu da ‘sosyal barış’a darbe vurur. Kur’ân öğrenen ve namaz kılanları ‘mürtecî’ gibi gösteren bir anlayışa, namaz kılan bir öğrenci itiraz etse ne olacak? İşte size bir fitne konusu...

Türkiye’yi idare edenler tez elden akıllarını başlarına almalı ve ders kitaplarındaki yanlışlar sebebiyle yeni fitnelerin çıkmasına engel olmalıdır. Yıllardan beri istismar edilen ‘irtica/mürteci’ konuları ya ders kitaplarında yer almamalı ya da alıyorsa doğru dürüst anlatılması temin edilmeli. Gerçek irticanın ‘inançlara saygısızlık olduğu’ anlatılabilmeli.

“Yakın tarihi anlatıyoruz” diyerek, tarihin magazin malzemesi yapılması tuzağına da düşülmemeli. Bu konudaki her yazıyı olduğu gibi bunu da bir temenni ile bitirelim: Tarihe yalan söyletenler utansın!

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

Rusya’nın İslâm dünyasıyla musâlâhası…


A+ | A-

Rusya’nın düzenlediği “Rusya ile İslâm Dünyası; İstikrar İçin Ortaklık” konferansı, Bediüzzaman’ın bundan bir asır önce, Tiflis’te verdiği haberin yeni bir müjdesi.

1910 yazında Divân-ı Harb-i Örfi’deki beraatinden sonra İstanbul’dan Karadeniz yoluyla Batum üzerinden Van’a giderken uğradığı Tiflis’te Şeyh Sanan tepesinde Bediüzzaman’ın Rus polisiyle muhaveresindeki müjdeler bir bir tezâhür ediyor. Gerçek şu ki Bediüzzaman’ın daha Çarlık Rusyası döneminde “Şu perde-i müsdebidâne (istibdat rejimi) yırtılacak, takallüs edilecek (büzülecek-eğilecek), ben de gelip burada medresemi yapacağım” cevabının maddî ve mânevî anlamları tek tek tahakkuk ediyor. (Sünûhat, 82-84)

Moskova’da gerçekleşen ve binden fazla katılımcının yer aldığı uluslararası konferansa Bediüzzaman’ın talebelerinden Mustafa Sungur’un Rusya Devlet Başkanı Medvedev tarafından resmen dâvet edilmesi ve Rusya Müftüler Konseyi Başkanı Gaynuddin’in, 23 milyon Müslümanın yaşadığı Rusya ile İslâm dünyasının ilişkilerinin gelişmesinin dünyanın yararına olduğunu belirterek, “Rusya, İslâm dünyasının ayrılmaz bir parçasıdır” demesi, Rusya’nın İslâm dünyasına yakınlaşması siyasetinin içtimaî dersinde açıkça okunuyor.

Ve bundan 58 yıl önce haber verdiği, “Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı (dinsizliği) kıran ve hak hakîkate dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi iknâ eden Kur’ân ile bir musâlâha veya tâbî olabilir. O vakit dörtyüz milyon (şimdi iki milyara yakın) ehl-i Kur’ân’a (Müslümanlara) kılınç çekemez” ikinci müjdesinin mânâsı tecelli ediyor. (Emirdağ Lâhikası, 311)

BARIŞ VE DOSTLUK ZEMİNİ

Bu tablo, Bediüzzaman’ın, “Sefâhet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininen uzaklaşmış, Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehâsı ile çürük ve esassız esaslarıyla menfaatinden başka bir şey görmeyen” diye tanımladığı, “ikinci bozuk Avrupa’ya” karşı Asya ufkunda İslâm’la ve Müslümanlarla barış bir dostluk zemini oluşturuyor. (Lem’alar, 167-172)

Doğrusu, Rusya’nın özellikle yine bir komplo olduğu ortaya çıkan “11 Eylül saldırıları”nın ardından Yahudi lobilerince azdırılan ve tamamen bir Yahudi projesi olan “medeniyetler çatışması” tezini boşa çıkarıp İslâm âlemine yakınlık duyması, Putin’in ülkesinde birlik bağı gördüğü Müslüman nüfusunu temsilen İslâm Zirve Konferansına katılması, Bediüzzaman’ın geçen asrın başlarındaki beyânını daha baştan tasdik ediyor.

İslâm Konferansı Teşkilâtı gözlemci üyesi olan Rusya’nın konferansa en üst seviyede “İslâm dünyasının ortağı” olduğu, ortaklık ve diyalogun İslâm âlemi ve dünyanın barış ve refahına hizmet edeceği mesajlarının, sözkonusu “mânevî müjde”nin siyasî pratik altyapısını hazırladığını gösteriyor. Tıpkı Putin gibi Medvedev’in de Moskova Merkez Camiini ziyaretinin ardından katıldığı konferansta, bir zamanlar inkârcılık cereyanın en azılı taûnlarından biri olan komünizme merkezlik etmiş “Kremlin’in, İslâm dünyası ile kurulacak bağlar”dan bahsetmesi ve bunun milyonlarca Müslümanın yaşadığı Rusya’nın uluslararası alanda gücünü arttıracağını” anlatması, Bediüzzaman’ın “sulh-u umûmî” dediği dünya barışı ve “selâmet-i amme” dediği güvenlik içinde maddî ve mânevî-insanî kalkınma ve refahın ümit işâretlerini veriyor…

“RUSYA, İSLÂM DÜNYASININ

BİR PARÇASI”NIN ANLAMI…

Aslında Rusya Parlamentosu alt kanadı Duma Başkan Yardımcısı ve Liberal Demokrasi Partisi Başkanı Şarkiyat uzmanı Jirinovski’nin “besmele” çekerek yaptığı konuşmada, fevkalâde yararlı bulduğu konferansın adını,“Rusya-İslâm Dünyası” yerine, “güney sınırı direkt İslâm dünyasına açılan bir pencere olan ‘Rusya, İslâm dünyasının bir parçası” düzeltmesi, Rusya’nın İslâm dünyasıyla “musâlâhası”nın anlamını açıklıyor.

Rusya’nın İslâm dünyası ile hiçbir sorunu olmadığına dikkat çekip, Rusya ve İslâm dünyasının karşıya kaldıkları problemlerin, ABD-İngiltere ve İsrail ekseninde, hegemonya ve çıkarları için dünyayı ateşe veren emperyalist Batı’dan kaynaklandığını belirtmesi, Müslüman dünyanın zulüm, katliam, işgal ve tâlân projelerine mukabil insanî ortaklığın temel dinamiklerini deklâre ediyor.

Jirinovski’nin “Rusya ve İslâm dünyasının zengin tabiî kaynakları Batı dünyasını korkutuyor. O yüzden başımıza belâ açıyorlar. Onlar bize demokrasiyi empoze etmeye çalışıyor. Ama kendileri Türk-Kürt, Sünnî-Şiî çatışmalarını körüklüyor, Kafkasya’da ortalığı karıştırıyorlar. Petrolümüz ve doğal gazımız olduğu sürece başımızın üstünde tehdit oluşturacaklar. Irak ve Afganistan’ın durumu ortada. Geriye İran kaldı. İsrail de artık saldırı kararı aldı” Rusya’nın İslâm dünyasıyla işbirliği alanını ve umdelerini ortaya koyuyor. Bazı Müslüman geleneklerini beğendiğini kaydederek, “İçkiye karşı amansız mücadele çok hoşuma gidiyor, darısı ülkemizin başına” demesi ise, Rusya’nın “imdat!” çağrılarıyla ahlâkî çöküşe ve sefahete karşı çârenin İslâm inancında, ıslâhın Kur’ân ahlâkında olduğunun ve Müslümanlardan yardım talebinin itirafı oluyor…

Rusya, İslâm âlemine musâlâha elini uzatıyor; imanî-İslâmî hizmetleri bekliyor…

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Avrupa alkolizmin pençesinde


A+ | A-

Fransa’da yayınlanan Bir Tane de Yolluk adlı eser, bu ülkede alkolizmin vardığı düzeyi ortaya çıkardığı için kıyametler koparıyor. Kendilerine “mutedil şarapçı” diyenler, aslında alkol tüketimlerinin Avrupa’nın en çok içen milleti İngilizlerle aynı olduğunun ortaya çıkmasından rahatsız oldular. Kitabın yazarı, gazeteci Herve Chabalier, “Her yerde içmeye zorlanıyoruz. İçki çok güçlü bir sosyal sembol. Eğlence için, ağlamak için hep alkol alıyoruz. Adeta Fransız olmanın bir parçası. Ama insanlar bu sorunu kabul etmek istemiyor”. Bu kitapta da bir İsveç kliniğinde alkol tedavisi esnasında aldığı notları yayınladı.

Gerçekten de Inserm adlı Fransız sağlık araştırmaları merkezine göre, beş milyon Fransız halen alkolle bağlantılı tıbbî, psikolojik ve sosyal sorunlar yaşıyor. En azından iki milyonu ise bağımlı. Fransa televizyon ve ilan panolarında alkol reklamını yasakladı. Ama bu sorunu çözmeye yetmiyor.

Aslında tüm AB ülkelerinde durum aynı. Dünyanın en çok alkol tüketilen bölgesi Avrupa. Yılda yetişkin başına 11 litre saf alkol tüketiliyor. Bu dünya ortalamasının iki buçuk kat üstünde. Türkiye’de bu rakam 1,4 litre civarında. Ancak hızla yükseliyor.

Avrupalıların dörtte üçü alkol alıyor. Buna bağlı olarak da hem psiko-sosyal,hem de fizyolojik rahatsızlıklar hızla artıyor. Özellikle karaciğer hastalıklarında büyük artış var. AB ülkelerinde her yıl 115 bin kişinin alkol tüketimiyle bağlantılı hastalıklardan öldüğü tahmin ediliyor. Yani tüm ölümlerin yüzde 6,1’i alkol yüzünden. Daha bu rakamlara alkol bağımlılarının aile fertlerinin uğradığı sosyal zararlar, alkole bağlı suçlar ve kazaların mağdurlarının zararları dahil değil. Özellikle de gençlerde ölümün en önemli sebepleri arasında alkol yer alıyor. Bir araştırmaya göre 15-29 yaşları arasındaki genç erkeklerin ölümlerinin yüzde 25’i, aynı yaş aralığındaki genç kızların ölümlerinin ise yüzde 10’u alkol yüzünden.

Bunun sebebi nedir?

Küreselleşme ve tüketim kültürü insanları yalnızlaştırıyor. Özellikle gençlerin toplumdan tecrit edilmiş halde, internete kilitlenmesi, alkol tüketimlerini artıran bir özellik. Zaten dışarıda da sosyalleşebildikleri tüm ortamlar alkol tüketilen alanlar.

Ancak en önemli sebep; gençlerin hayatını anlamlı hale getirecek olan imandan yoksun olmaları. Onlara hayatlarında bir gaye verecek eğitimden yoksunlar. Toplumsal yalnızlık, aile desteğinin azalması, dinî ve ahlâkî eğitim yetersizliği, gençleri ve genelde Avrupalıları alkole itiyor. Evde ebeveynin, dışarıda yaşıtların ve büyüklerin her ortamda alkol almaları da onları teşvik ediyor.

Aklı başında olan Avrupalılar bu tehlikeyi görüp uyarıyorlar. Ancak bu uyarıların şimdilik yeterince dikkate alınmadığı açık.

Umarız bu konuda “AB kriterleri”ne uymaya kalkmayız. Zira biz genelde kötü alışkanlıklarda Batıya daha kolay uyum sağlıyoruz.

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Açılım mı, seçim paketi mi?


A+ | A-

Başbakan, açılımla ilgili son beyanlarında, “sürecin nasıl işleyeceği, içinde nelerin olduğu tam şekillenmeden,” baltalamaya çalışanlardan yakınıyor. Ama bu sözleriyle, “Nereye demir atacağını bilmediğimiz gemiye binmeyiz” diyen Baykal’a yeni bir koz daha veriyor.

Yine Başbakanın, “Bu sadece Kürt kökenli vatandaşların sorunlarını kapsayan bir açılım değil” deyip, Alevîleri, Ermenistan’la ilişkileri, azınlıklarla ilgili konuları da açılıma dahil ederken, işsizliği de işin içine katması kafaları karıştırıyor.

Erdoğan’ın açılımla çözüm bulunması öngörülen sorunları tâdâd ederken Kürtleri, Alevileri ve azınlıkları zikredip, Ali Babacan’ın Dışişleri Bakanı iken “Asıl mağdur onlar” dediği çoğunluğu dışarıda bırakması başlı başına bir problem.

Meselâ Türk-Kürt, Alevî-Sünnî, MüslümanHristiyan... ayırmadan herkesi mağdur eden başörtüsü yasağından niye artık hiç söz edilmiyor?

Bu konuda çözüm adına başlatılan ve her yönüyle yanlış ve eksik olan girişim, iktidar partisinin adeta ipten dönmesiyle sonuçlandığı için mi?

Bu noktada, Kürt-Alevî-azınlık sorunları çok fazla afişe olup konuşulduğu, dolayısıyla bu kesimleri rahatlatacak çözümlerin çoğunluğa da olumlu yansımaları olacağı varsayımından hareketle, açılım gündeminin münhasıran onlara odaklanmasındaki problemli durumu es geçelim.

Esas itibarıyla bir dış politika konusu olan Ermenistan’la ilişkilerin azınlıklar meselesiyle bağlantısını dikkate alarak, onun da açılım kapsamına dahil edilmesini bu açıdan garipsemeyelim.

Ama listeye işsizliğin de eklenmesi ne anlama geliyor? “Teğet geçti” denilen krizin ve uygulanan ekonomik politikaların bir numaralı mağduru olan işsizler de mi açılımla kurtulacak? Ve ne yapılacak da işsizler istihdam edilir hale gelecek?

Burada da meseleye geniş bakar, ekonomideki kronik sorunların demokrasideki eksikliklerimizle olan irtibatı cihetiyle konuya yaklaşırsak, açılımla işsizlik arasındaki bağlantıyı kurabiliriz.

Bütçenin rekor açıklar verdiği, açığın zam ve vergilerle yine halkın bütçesinden karşılanmaya çalışıldığı sıkıntılı bir ortamda silâhlanma için milyar dolarlık yeni kaynaklar tahsisi, bu alandaki yapısal sorunun tezahürlerinden sadece biri.

Keza, bir taraftan barış ve demokratik açılım sözleri edilirken, diğer taraftan hem milletimize yeni şehit acıları yaşatan, hem de ağır masraflar yükleyen operasyonların devamı ve sınırötesi harekât tezkeresinin, hükümetin yeni dönemdeki ilk işi olarak bir yıl daha uzatılacak olması da.

Maliyeti medyada 7.8 milyar dolar olarak duyurulan, Genelkurmay’ın ve Başbakanın 1.3 milyar dolar diye düzelttiği Patriot füzelerine neden ihtiyaç duyulduğunu Erdoğan İran değil, Yunanistan gerekçesiyle izah ediyor; “Onların tam altı tane füze rampası var, ama bizim yok” diyor.

Böylece, hem 17 Ağustos depreminden sonra başlayıp AB sürecinde daha da geliştiği söylenen “Atina ile bahar” havası füze darbesiyle dağılıyor, hem de “komşularla sıfır sorun” politikasının Yunanistan ayağındaki tökezleme ortaya çıkıyor.

Böylece dönüp dolaşıyor ve aynı noktaya geliyoruz. Parça buçuk ve perakende açılımlarla sorunlar çözülemez. Türkiye’nin topyekûn bir demokrasi ve hukuk reformuna; bunu başarmak için de temelden ve köklü bir zihniyet inkılâbına ihtiyacı var. Ama sürekli ertelenen de hep bu.

Gelinen noktada açılım, hükümetin şimdiye kadarki politikalarıyla sonuç alamadığı bazı konu başlıklarını içine koyarak seçmenin önüne süreceği bir seçim paketi haline gelecek gibi görünüyor. Seiçmen kitlelerinde yeni ümit ve beklentiler oluşturmaya yönelik bir vaadler paketi...

Anayasa reformu ise, eğer erkene çekilmezse, 2011 seçiminin ana temalarından biri olarak telâffuz ediliyor. Ama o güne kadar ne olur, ne biter, hangi konular öne çıkar, 2002 sonrası yakaladığı anayasa reformu fırsatını kaçıran AKP aynı gücü bir daha elde eder ve etse de kullanabilir mi; bunları şimdiden kestirmek mümkün değil.

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Cehennem mi, yokluk mu? - 2


A+ | A-

Vahdettin Bey: “Yokluk ile Cehennem arasında nasıl bir muvazene vardır? Kur’ân’da kâfirlerin Cehennem’den kaçarak yok olmak isteyecekleri yazıyor. Oysa Üstad Hazretleri, ‘Cehennem de olsa beka isterim’ diyerek, hayatın ve bekanın yokluktan daha tercihe şayan olduğunu söylüyor. Öyleyse, kâfirler neden Cehennem’den kaçarak yok olmak istiyorlar?”

(Dünden devam)

*“Rabbimin huzuruna mücrim olarak gelenin cezası cehennemdir. Orada ne ölür, ne de yaşar!”6

*“Allah’tan korkan öğüt alır. Şakiler ise ondan kaçınır. O, ateşin büyüğüne girecek onlardır. Orada ne ölür, ne de yaşar!”7

*“Arkasından onlara bir de Cehennem azabı var. Orada ona Cehennemliklerin yaralarından akan irin ve kan karışımı bir sıvıdan içirilir. Onu yudumlar; fakat boğazından geçmez! Ölüm her yanını kuşatır; fakat ölecek değildir! Arkasından da ağır bir azap vardır.”8

*“Orada uğradıkları gamdan ne zaman çıkmak isteseler, her defasında oraya geri çevrilirler. ‘Yakıcı azabı tadın!’ denir.”9

*“Çılgın bir alev olarak onlara Cehennem yeter! Âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız. Derilerinin her yanışında, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Allah güçlüdür, Hakîm’dir.”10

*“Sizi yakın gelecekteki bir azapla uyardık. O gün kişi elleriyle gönderdiğine bakar. İnkârcı da, “Keşke toprak olsaydım!” der.”11

*“Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar zalim kimselerdi. Cehennemin bekçisine şöyle seslenirler: “Ey Malik! Rabbin bizim için yeni bir hüküm versin!” Malik de: “Siz böyle kalacaksınız!” der.”12

Görüldüğü gibi kâfirler Cehennemin şiddetli azabını tattıkça pişmanlık yaşarlar, yalanlamakla kendi kendilerine zulmettiklerini anlarlar, düşünüp peygamberi dinlemediklerine yanarlar; azabın şiddetini gördükçe oradan çıkmak isterler, toprak olmak isterler veya Allah’ın yeniden bir değerlendirme yapmasını isterler. Cehennemin her azabı onlara ölüm acısından daha beterdir aslında; ama ölmezler. Çünkü artık ölüm yoktur. Onlar, azaptan kurtulmak için Rabb-i Zülcelâlin onlar hakkında yeni bir hüküm vermesini istiyorlar. Öyle bir hüküm olmalı ki bu, Cennetle sonuçlanmasın, razılar, çünkü yüzleri yok; ama Cehennemden de çıksınlar, hiç değilse azap çekmesinler. Toprak olmaya da razılar. Onu istiyorlar.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, insanoğlunun fıtratında bulunan şiddetli var olmak isteğini risalelerinde hep ön plâna çıkarır ve âhiretin tam da bu isteği karşıladığını beyan eder. Nitekim küçüklüğünde hayâlinden, “Sana bir milyon sene ömür ve dünya saltanatı verilmesini, fakat sonunda âdeme (yokluğa) ve hiçliğe düşmesini mi istersin? Yoksa bâkî, fakat âdi ve meşakkatli bir bir vücudu mu istersin?” diye sorduğunu; bu soru karşısında, bâkî, fakat âdi ve meşakkatli bir bir vücud da olsa “var olmak” istediğini, yokluğu ve hiçliği istemediğini; bu da olmazsa, hiç değilse “Cehennem de olsa bekânın” mutlak yokluktan ve hiçlikten daha iyi olduğunu13 kaydetmekle bu âyeti tefsir eder. Burada geçen, “Bâkî, fakat âdî ve meşakkatli bir vücud” ifâdesi, Cehennem ehlinin, “Ey Mâlik! Rabbin bizim için yeni bir hüküm versin!” ifâdesi ile dile getirdikleri istektir. “Cehennem de olsa beka isterim” ifadesi de, insan fıtratının Cehennemin ve Cennetin dışında üçüncü bir şık olarak âdî ve meşakkatli bir vücud şansı olmadığını anlayınca, “yokluk ve hiçlik” şıkkına karşı da, Malik’in cevabı doğrultusunda Cehennemde kalmaya çaresiz razı olacağını vurgular.

Dipnotlar:

6- Tâhâ Sûresi, 20/74

7- A’lâ Sûresi, 87/10-13

8- İbrahîm Sûresi, 14/16, 17

9- Hac Sûresi, 22/22

10- Nisâ Sûresi, 4/55, 56

11- Nebe Sûresi, 78/40

12- Zuhruf sSûresi, 43/76, 77

13- Asâ-yı Mûsâ, s. 37; Sözler, s. 84

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Risale-i Nur dünya gündeminde


A+ | A-

“Belki hayatta kalmayacağım. Bütün mevcudiyetim vatan, millet, gençlik, âlem-i İslâm ve beşerin ebedî refah ve saadeti uğruna feda olsun.”

Bu sözleri Bediüzzaman Said Nursî zehirlendiği, iki gün sobasız ve mangalsız bırakıldığı, camların dahi iki milim buz tuttuğu kışın o en şiddetli günlerinde söylüyordu.1

Bir ara yanına gelen fedâkâr talebesi Zübeyir Gündüzalp’e de, “Kardeşim, korkmayınız! Bunlar beni öldüremeyecekler. Bu Nurlar bütün cihana yayılacaktır.”2 Kâinatın Efendisinin (asm) düşman saldırılarına karşı Hendek kazarken, çıkarılamayan bir kaya parçasına indirdiği balyozdan çıkan ışıklar karşısında istikballe ilgili verdiği müjdeler gibi Allah Resûlünün (asm) asrımızdaki vekili Bediüzzaman da bu müjdeyi veriyordu.

Toprak ve çamur altında sıkışıp filiz veren çekirdek misâli o zor şartlarda istikbale bir nazar atfeden Bediüzzaman, doğrusu yetmiş-seksen sene sonra gerçekleşecek büyük ve önemli bir müjdeyi böyle veriyordu. Nur’a ömrünü adamış, onun sadık ve fedâkâr talebesi merhum Zübeyir Gündüzalp da bütün gönlüyle inandığı içindir ki 1949’da Afyon mahkemesinde “Yüksek hakikatler hazinesi olan Risâle-i Nur, hiç şüphesiz ve şüphesiz elbette birgün olup bütün dünya âleminde tanınacaktır”3 diyecekti. Risâle-i Nurlar asrımıza ve Kıyamete kadar bütün asırlara bakan Kur’ân’ın kuvvetli, hakiki ve tesirli bir tefsiridir. Bütün asırlara hitap eden Kur’ân’ın bu mühim tefsirinin etkileri ülke sınırlarını da aşmış, 43 dünya diline çevrilmiş, 53 dünya ülkesinde okunur hâle gelmiştir. Papalığın 1992’de Avrupa’nın altı büyük ülkesinde yaptırdığı bir araştırmada on ay içerisinde 58 bin kişi Müslüman olmuş, bunun üçte biri bu güçlü ve etkili Kur’ân tefsiri yoluyla İslâmı tanıma fırsatı bulmuştur.

İlim ehlinin, düşünen ve araştıran kafaların ilgi duymaktan uzak kalamadığı bu seçkin eserler şimdi de BM’nin gündemine taşınma noktasına gelmiştir. 2015 yılının Bediüzzaman yılı olma gayretleri içine girilmiştir.

Birleşmiş Milletler Barış Elçisi ve Filipinler Risâle-i Nur Enstitüsü Başkanı Muhammed Rıza Dalkılıç, Birleşmiş Milletler’in 2015 yılını “Dünya Bediüzzaman Yılı” ilân edebileceğini belirtiyor. Birleşmiş Milletler’de Bediüzzaman’ın gündeme geldiğini ifade eden Dalkılıç, oradaki konuşulan konulardan birini şöyle anlatıyor: “‘Biz senelerdir bir İslâm âlimi ile ilgili, bir İslâm önderi ile alâkalı dünya çapında bir faaliyet yapmadık, yapamadık.’ En son Mevlana ile alakalı bir proje gerçekleştirilmişti. Şu anda dünyanın buna ciddi anlamda ihtiyacı var. Daha doğrusu model insanlara ihtiyaç var.

“Bu model insanlar seçilirken, şu kriterlere dikkat ediyorlar: Kitleler üzerinde tesiri olmuş, insanların hayat tarzını değiştirmiş, toplumların gidişatını değiştirmiş özelliğe sahip olan kişilerden seçiliyor.

“Meselâ bu kişi bir âlim olmalı. Çünkü, herhangi bir Müslüman bildiği ve tanıdığı bir âlimin sözüne fazlasıyla değer veriyor. Onun hayatını kendine örnek alıyor. O nedenle böyle bir insanı seçerek bunu İslâm dünyasına ve insanlığa tanıtmak istiyorlar. 2015 Bediüzzaman Yılı tertiplenebilir. Birleşmiş Milletler sponsorluğunda 195 ülkede Bediüzzaman ve onun İslâm anlayışı, onun Peygamber Efendimizi (asm) ve insanlığı anlama ve anlatma tarzı, barış için yaptıkları tek tek anlatılıp duyurulacak.”

Buna çağımızda en lâyık olan âlim elbetteki Bediüzzaman.

Ne demişti Bediüzzaman? “Bu Nurlar bütün cihana yayılacaktır.”

Dipnotlar:

1- Bediüzzaman’ın sadık ve kahraman talebesi Zübeyir Gündüzalp, s. 117.

2- A.g.e., s. 128.

3- Şuâlar, s. 473.

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Mağduriyet edebiyatı, tembelleştirir


A+ | A-

Haksızlığa uğramayan, hiç mağdur olmayan kimse var mı acaba, bu dünyada?

Acaba, "Ben hiç gadre uğramadım. Bana hiç haksızlık yapılmadı. Mağdurluk nedir bilmiyorum; çünkü hiç yaşamadım" diyecek bir tek Allah kuluna rastladınız mı? Hiç sanmıyorum.

Hemen hepimiz, hayatımızın herhangi bir devresinde mutlaka bir şekilde haksızlık görmüş veya mağdur edilmişizdir.

Aynı şekilde, başkası hakkında da benzer durumlara şahit olmuşuzdur.

Bu dünyada, adâlet terazisi tam mânâsıyla çalışmıyor, yahut çalıştırılmıyor.

Siz ne yaparsanız yapınız, ne türlü tedbirleri alırsanız alınız, haksızlığın, adaletsizliğin önünü alamazsınız.

Zaten onun içindir ki, bir "Mahkeme–i Kübrâ"ya mutlaka ve muhakkak sûrette ihtiyaç var.

Bu dünyada yapılacak en güzel hizmet, zulmü, adâletsizliği asgarî seviyeye indirgemektir.

Bunun dışında ve ötesinde yapılacak şey, bir serap, bir hülyâ, bir ütopyadan ibarettir.

Demek ki, "beşeristan" dediğimiz şu âlemde, hemen herkes bir ölçüde kendini mağdur görüyor, görebiliyor.

Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, bu anormal bir durum değil.

Anormal olan şey, bütün hayatını mağduriyet edebiyatı ile geçirmektir.

Etrafımızda böylelerine sıkça rastlamaktayız. Bunlar, her daim şikâyetçidirler. Vakitlerini şunu bunu tenkit etmekle geçirirler. Zayıflayan, cılızlaşan enerjilerinin feneriyle, sürekli şekilde hataları, kusurları göstermeye çalışırlar.

Hep muhaliftirler. Ona muhalefet, buna muhalefet etmekle zamanlarını tüketirler.

Aslında, zaten zararda olan kendilerini tüketiyorlar; belki de farkında olmadan...

Siz, "Niçin böylesiniz? Neden böyle yapıyorsunuz? dediğinzide, size kestirmeden şu karşılığı verirler: "Ben mağdurum arkadaş..."

Adeta "Ben mağdurum; ne yaparsam mâzurum" demeye getiriyor.

İşte bu mağduriyet felsefesi, kişiye çok fena şeyler de yaptırır. Kişiyi tembel, miskin, tâkatsız biri yapmanın ötesinde, bir de hazırcılığa, kolaycılığa alıştırır.

Mağduriyet edebiyatını hayat telâkkisi haline getirenler, meselâ hırsızlık yapmakta, adam vurmakta, cana ve mala zarar verecek şiddet hareketlerinde bulunmakta da kendini mâzur görebiliyor.

Böylelikle, kendisinin şikâyette bulunduğu mağduriyete, başkasını da nâhak yere düçâr ettiriyor.

Bu vatanda dindarlar, sırf dindar oldukları için haksızlığa uğramış, mağdur edilmişlerdir.

Kürtler ve Aleviler gibi daha başka gruplar ve unsurlar da kendini benzer durumda görüyorlardır.

Bunun doğruluk tarafını, gerçeklik payını kim inkâr edebilir ki...

Fakat, bizim asıl nazara vermek istediğimiz mesele başka.

Demek istediğimiz kısaca şudur:

Siz, haksızlığa uğramış olsanız da, sakın olan başkasına haksızlık etmeyin.

Sizin bir şekilde mağdur olmanız, sakın ola sizi tembellik, miskinlik döşeğine yatırmasın.

Sizin veya ailenizden bir kimsenin haksız yere ezâ–cefâ çekmiş olması, sakın olan sizi başkasına karşı aynı muamelede bulunmaya sevk etmesin.

Zira, "mukabele–i bilmisil, bir zalimâne düstûrdur."

Hele hele, size zulmedenlerin ailesine, çocuklarına, aşiretine, partisine... karşı misillemede bulunmak, zulüm ve haksızlığın katmerlisidir.

Hâsılı, mazlûm olabiliriz; ama asla zâlim olmamalıyız. Fakat bu yaklaşım tarzı, bizi zulümle mücadeleden de asla geri bırakmamalı.

Tarihin yorumu 29 Eylül 1960

Demokrat Partinin kapatılması

Darbecilerin keyfi tasarrufları, sadece meşrû iktidarı devirmekten ibaret değildir. Devirdikleri hükümete, bürokrasideki muhaliflerine ve özellikle iktidar partisine karşı insanlık dışı muamelede bulunmaktan da geri durmazlar.

27 Mayıs (1960) Darbecileri, Demokrat Parti hükümetini devirdikten sonra, ayrıca bu partiyi kapatma yoluna gittiler.

Askeriye gibi, yargı kurumuna da emir–komuta zinciri içinde hükmetmeye çalışan ihtilâlciler, aynı yılın Haziran'ında Demokrat Parti aleyhinde kapatma dâvâsı açtırdılar.

Dâvâyı görüşen Ankara 4. Asliye Hukuk Mahkemesi, 29 Eylül 1960'ta yöneticilerinin tamamı Yassıada'da işkenceli bir esarete mahkum edilen Demokrat Parti hakkında kapatılma kararı verdi.

Dehşet verici şu tabloya bakın: Bir parti hakkında kapatma dâvâsı açılıp görüşmeler, duruşmalar yapılıyor ve o partinin hemen bütün mensupları her gün zulüm gördükleri bir adada tutuluyor. Bu nasıl bir hukuk, nasıl bir adâlet, nasıl bir insanlık hali?

Bir başka gariplik ise, parti henüz kapatılmadan, paritinin bütün mal varlığına el konuluyor. (1 Eylül 1960)

Tarih, Demokratları ibra etti. Onlar milletin kalbinde de zaten ibra edilmişlerdi. Ancak, onlara en ağır cezayı reva görenler ile onları her türlü insanlık dışı muameleye tabi tutanlara en ufak bir ceza verilmedi.

29.09.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Ülkemin boynu niçin eğri?


A+ | A-

Deveye, “Neden boynun eğri?” diye sormuşlar, “Nerem doğru ki!” demiş. Bugün, tartışılması gereken, Kürtçe isimlerinin değiştirilmesi değil. Öyle temel meseleler değiştirilmiş ki! Bunlar onun yanında, dağın yanında sinek gibi kalır!

Değişikliklerin temeline inersek, şöyle bir manzara ile karşılaşırız: Jön Türklerin ideoloğu olan Ziya Gökalp (ne gariptir ki, Türkçülüğü savunan bu zat, Kürt’tü!), orijinal, Arapça olan ibadet, Kur’ân dilinin Türkçe ile değiştirilmesini isteyenlerdendi. Ona göre, din kollektif bir paydayı temin ettiği için var olmalı, ancak duâlar ve ibâdetler Türkçe olmalıydı. Cumhuriyet, resmen pozitivizmi ideolojik bir temel olarak kabul etti. Ve bu sahada da iki karşıt uç gelişti: “Biz, kimliğimizden ne kadar uzaklaşırsak o kadar modern oluruz” diyenler. Buna karşı da, “Kimliğimize ne kadar çok sarılırsak ve hiçbir yeniliğe geçit vermezsek, o kadar gelenekçi ve dindar oluruz” diyenler. Oysa Türkiye, hem Doğulu, hem Batılı olmak, hem kendisi gibi kalmak, hem de evrenselleşmek zorundaydı.

Aslında, rejimin temelleri de sakat atılmıştı. “Cumhuriyet”in içi, “hürriyet, adâlet ve demokrasi” ile doldurulması gerekirken, bu isim altında, “sosyalizm ve bolşevizm” prensipleri yerleştirildi. Bunu Bediüzzaman, sosyal feraseti ile keşfederek deşifre etti:

Ona “Tam sosyalizm ve bolşevizm düsturları bizim daha ziyâde işimize yaradığı için o sosyalizm düsturlarını kabul ettiğimiz halde, senin vaziyetin bize ağır geliyor. Prensiplerimize muhalif düşüyor” dediler.

Dinî reformlar da bu anlayış çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Topluma sosyal ve kültürel cepheden yön verme projesinin bir ismi olan “yüce önderlik”, 1789’larda Fransız İhtilâlinden gelip “deccalizmin” etkisinin sürdüğü başka ülkelere resmen sıçradı; değişik isim ve ideolojiler altında o toplumların yapısına göre de şekillendi. Tabiî ki, adı “din” değilse de, diğer yerleşik dinlerin yerini alan, ismi din olmayan, fakat “resmî” kanaldan, “resmî din” olarak...

“Siyasal din”in en karakteristik özelliği, yerleşik dinin yerine, “mitolojik bir soyun, mitolojik değerlerini” yerleştirme faaliyetidir. Stalin’in devrimleri, Mao’nun kültür devrimi, M. Kemal’in ilke ve inkılâpları, yâni CHP’nin “altı oku”, bunun tipik örnekleridir. İlkeler, “siyasal din”in inanç ve nerede ise ibâdet manzûmesi idi. M. Kemal de, Gündüz Aka’nın, “Kâbe Arabın olsun, bize Çankaya yeter!” gibi benzer sözleriyle, “yüce önder” ilân edilmişti. Ders kitapları, resmî çevreler hep şunu terennüm ede gelmişti: “Yurdu kurtaran M. Kemal’dir. Türk ulusunu o yeniden yaratmıştır!” Zaten, ilkokullardan üniversitelere kadar onun efsâne, mitolojik kişiliği nazara veriliyordu. Her vesîle ile, “saygı duruşu”na geçiliyor, takdis ediliyor, karşısında kıyamda duruluyordu... Müslümanlık yerine, “Atatürkçülük” ikame edilmek isteniyordu. "Atatürk’ü sevmeyen Türk değildir, Müslüman da değildir" deniyordu.

Bilhassa 1924’lerden 1950’lere, ondan sonra da “Atatürkçü” çevrelerin, okullarda, kitaplarında, dünyalarında, M. Kemal’i, “yüce önder”, “efsane, mitolojik değer” şeklinde algıladığı ve öyle de lânse ettiği müşahede edilir. Müslüman Türklerin hayatında önemli mevkilere sahip olan tarihî şahsiyetlerin türbe ve mezarlarının ziyaretlerinin yasaklanıp, Anıtkabir ziyâretlerinin resmî bir teâmül, bir görev hâline getirilmesi, hiç şüphesiz ki bu inanışın sadece bir parçasını yansıtmaktadır.

29.09.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.