13 Ekim 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Faruk ÇAKIR

Mühür kimdeyse...


A+ | A-

Ağır aksak da olsa Türkiye’nin AB üyeliği yolundaki ilerlemesi devam ediyor. Fakat bu ilerlemenin son iki yıldır daha çok ‘yerinde sayma’ya benzediği de söylenebilir. Türkiye’yi idare edenlerin sözleriyle “AB yolunda ilerlemeye devam edeceğiz. Hedef tam üyelik” demesi doğru, ama bu sözlerin icraatla desteklenmesi de şart.

Bilindiği üzere, Avrupa Birliği Komisyonu, yarın Türkiye ile ilgili olarak “İlerleme Raporu”nu açıklayacak. Türkiye’de son 1 yıldaki siyasî gelişmeleri ve reformları değerlendiren AB belgesinde, “yargının bağımsızlığı, tarafsızlığı ve yeterliliği hakkındaki endişelerin sürdüğü” belirtilip şöyle deniliyormuş: “Üst düzey yargı ve ordu mensuplarıyla, yargıçlar ve savcılar derneği, önemli dâvâlarda yargının tarafsızlığını tehlikeye sokabilecek açıklamalarda bulunuyorlar.”

“İlerleme Raporu”nda dikkat çekilen bir nokta daha var ki, gözardı edilmemesi gerekir: “TBMM’deki büyük çoğunluğu ve halktan aldığı güçlü yetkiye rağmen hükümet, genel olarak siyasî reformlarda sınırlı somut ilerleme sağladı.”

Hükümetin, milletten aldığı ‘yetki’yi gerektiği gibi kullanmadığı noktasındaki eleştiriler bugüne ait değil. Aynı zamanda bu eleştirileri yapanlar sadece AB çevrelerinden ibaret değil. Hükümeti destekleyenler de, müsbet mânâda muhalefet edenler de bu yetkinin kullanılmadığı noktasında hemfikirler. Hatta ve hatta, iktidar partisine oy veren çoğunluk bile, bu noktada hükümeti eleştiriyor.

Hatırlamak lâzım ki, ‘tek başına iş başına’ gelen hükumet, ilk iktidarı döneminde ‘tek başına anayasayı değiştirebilecek imkâna’ bile sahipti. O tarihlerde ‘siyasal çoğunluk, sayısal çoğunluk’ gibi bir tartışma başlatıldı ve hükümet bu ‘tuzak’lara takılıp kaldı. Her ne kadar ikinci dönemde milletvekili sayısı azalmış olsa da yine pek çok şeyi rahatlıkla yapma imkânları var. Üstelik dünya şartları da hükümetin elini kolunu bağlayan değil, ona destek olan bir havada. Bütün bu müsbet şartlara rağmen AB yolundaki ilerlemenin çoğ ağır seyretmesi, haklı olarak bu eleştirilerin yapılmasını netice veriyor.

İktidar partisi gönül huzuruyla “Biz milletten aldığımız yetkiyi mümkün olan en iyi şekilde kullanıyoruz” diyebilir mi? Derse kimi iknâ edebilir? Meselâ yeni ve sivil bir anayasa konumuz vardı. Gün güne eklendi ve bir yılı aşkındır müşahhas bir adım atılamadı. Hatta taslak anayasalar hazırlandığı hâlde... İş geldi ‘kurumların mutabakatı’ ya da “CHP’nin keyfi”ne takılıp kaldı. İktidar partisine oy verenler, “Yapacağın işleri CHP’ye sor” mu demişti? Elbette ki hayır. Sadece bu örnek bile hükümetin halktan aldığı yetkiyi gönül huzuruyla kullanamadığını gösterir.

Aynı şekilde başörtüsü yasağı karşısında takınılan tavır da yetkilerin başkalarına devrini akla etiriyor. Unutmamak gerekir ki, milletten alınan yetkinin hakkını veremeyen iktidarlar, nihayetinde sandıklarda bedel ödemek durumunda kalır.

“Mühür” hükümette olduğuna göre, öncelikle milletin taleplerine kulak vermek durumundadırlar. AB raporunun iktidarı uyandırmasını arzu ederiz...

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Ermeni açılımı


A+ | A-

Başbakanın, açılım kapsamına dahil olduğunu söylediği konulardan biri olan “Ermeni açılımı” bahsinde kritik bir dönemeç geride bırakıldı: Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi için karşılıklı olarak atılacak adımları içeren protokoller imzalandı.

Yılların biriktirdiği olumsuz faktörlerin bir araya gelmesiyle giderek yükselen duvarları aşarak çözüm için irade ve inisiyatif koyma aşamalarında hep olagelmiş olan “son dakika krizleri” bu olayda da kendisini gösterdi. Ermeni tarafının son anda sergilediği “boykot” tavrı, üç buçuk saatlik bir gecikmeye yol açtı, ama o da aşıldı.

Bunda, bilhassa ABD Dışişleri Bakanının telefonla yürüttüğü, “Aylardan beri bu iş için uğraşılıyor, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, bütün bu çabalar boşa gitmemeli” telkinlerine dayalı mekik diplomasisinin etkili olduğu ifade ediliyor.

Sürecin, Obama’nın Türkiye ziyaretinde verdiği mesajlarla ivme kazandığı hatırlanırsa, ortaya çıkan sonuçta ABD faktörünün ağırlığı daha iyi anlaşılır. Ama onun yanı sıra Rusya, İngiltere, Fransa ve AB’nin rolleri de gözardı edilmemeli.

Türkiye ve Ermenistan Dışişleri Bakanları protokollere imza atarken çekilen fotoğraflarda, bu ülkelerin dışişleri bakanlarının arka planda yan yana verdikleri görüntü bunu çok iyi anlatıyor.

Gerek dünya genelinde, gerekse bölge özelinde sıkı bir güç ve nüfuz rekabeti içerisinde olan ABD ve Rusya’nın böyle kronik bir krizin çözümünde birleşmeleri ve ortaya çıkan son fotoğrafa AB’nin de dahil olması gösteriyor ki, sözü edilen çözüm, ilgili iki ülke olarak Türkiye ve Ermenistan’ı aşan uluslararası bir iradeyi yansıtıyor.

Bazı yorumlara göre, buradaki asıl niyet, Ermenistan’ı, içinde bulunduğu tecrit ve sıkışmışlık halinden kurtarmak ve buna bağlı olarak, enerji nakil hatları için daha az maliyetli ve daha güvenli güzergâh alternatifleri ortaya çıkarmak.

Bunda ABD’nin de, Rusya’nın da, AB’nin de, Türkiye ve Ermenistan’ın da ortak çıkarları var.

AB’nin ve dolaylı olarak ABD’nin destek verdiği Nabucco ile Rusya’nın gündeme getirdiği Güney akımı projeleri üzerinden, alttan alta devam eden amansız rekabet, işin ayrı bir vechesi.

Protokollerin doğrudan tarafı olan Türkiye ve Ermenistan’a gelince: İki komşu ülke olarak birbirlerinden kopuk olup sınırlarını kapalı tutmaları ve yakın tarihteki acı olaylardan çıkarılan karşılıklı husumetlerle sürekli bir gerilim içinde bulunmaları, normal bir durum değildi. Şimdi bu anormalliği kaldırmanın yolu açılmış oluyor.

Süreç öngörülen şekilde işler, protokoller iki ülke parlamentolarında onaylanır, sınırlar açılır ve tarihteki olayları birlikte araştırıp müzakere etme yolu da açılırsa, olması gereken şahsiyetli ve izzetli bir dostluğun zemini de sağlanmış olur.

Bunun için, her iki tarafta da, bu imzaların atılmasına dahi öfkeyle ateş püsküren kin ve intikam tutkunu fanatiklere kulak asmadan, sürecin, üzerinde mutabık kalınan parametreler çerçevesinde kararlılıkla ilerletilmesi icab ediyor.

Bu noktada bizim cenahtaki en kritik konu, Karabağ’ın hâlâ Ermeni işgalinde tutuluyor olması. Bu işgal kalkmadan ve Azerbaycan’ın bu sebeple maruz kaldığı mağduriyet sona erdirilmeden sürecin başarıya ulaşması mümkün değil

Türk hükümetinin Azerbaycan ve iç muhalefet kaynaklı tepkileri yatıştırmak için tekraren ifade ettiği “İşgal bitmeden sınırlar açılmaz” söylemleri, tek başına yeterli olur mu? Biraz zor.

Peki, bu işgalin gerçekleşmesinde de, bunca yıldır devam etmesinde de Ermenistan’a en büyük desteği vermiş olan Rusya’nın tavrında, sürecin bundan sonraki seyrinin olumlu gelişmesi açısından kritik önemi haiz olan bu konunun çözümü açısından pozitif bir değişim olabilir mi?

Bu tavrı, arzu ve temennîler değil, kayıp-kazanç dengeleri bakımından, işgalin devamı ile normalleşmenin getireceği sonuçlar arasındaki farklara ilişkin reelpolitik tahliller tayin edecek.

Neticeyi de hep birlikte göreceğiz.

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şükrü BULUT

TRT şeş


A+ | A-

Tarih, milletlerin elinden temel haklarını zorbaların aldığına o kadar şahit ki... Konuşma hakkından tutunuz; seyahat, istediğini yemek, istediğiyle evlenmek, mülkiyet, tercih, istediği gibi inanmak, giyinmek ve istediği biçimde yuva edinmek gibi en fıtrî hakları elinden alınmış milletlerin feryat, inilti ve fizarlarını hâlâ işitiyoruz. Zamanın ihtiyarlığı, teknolojisi, yenilikleri ve komünikasyon devrimleri, beşeri henüz temel haklarına ulaştırabilmiş değil. Dünyamızın birçok tarafından yükselen ıztırapları bazan birlikte duyuyoruz.

Türk milletinin son bin senesini atlayarak Anadolu’da “Türk milliyetçiliği” adı altında “ırkçı bir devlet kuranların” Türkçe dışındaki dilleri yasakladıkları mâlûm. Gayri insanî bir yasağın mantıksızca uzun süre devam etmesinin hemen arkasından TRT’nin Kürt dilinde yayına başlaması, bazı çevrelerde “inkılâp” gibi hissedilmiş olabilir. Ama kaderin garip bir cilvesidir ki, istibdadın sebep olduğu uzun yasak ve durağanlığın ardından, bazen yeni menfi inkılâplar da gelebiliyor.

İnsanların anadillerinde konuşmalarından daha normal ne olabilirdi ki... Gel gör ki, yetmiş-seksen seneye yakındır Türk dilinde biriktirilen sefahet, ahlâksızlık ve menfi milliyetçilik bu kez Kürtçe ile insanlarımıza ve komşu ülkelerdeki dindaşlarımıza verilmeye başlanıyor. Bu meselede problemin adeta “Kürtçe konuşmak veya konuşmamak” tarzında takdimi, Kürtçe konuşan insanımıza hakikî beklentilerini unutturarak, sefahetle yöre insanı hipnotize edilmeye başlandı. Kürt kültürünün saz-söz, davul-zurna, birkaç ağıt ve menkıbeden ibaret olduğunu iddia edercesine, bin seneyi aşkındır dile, geleneğe, mekâna, mimarîye, musikîye ve folklora akarak kendi motiflerini oluşturan “İslâmiyet”in, TRT Şeş’te birkaç program dışında genel olarak ihmal edilmesi, ister istemez yörenin dindar insanlarında tedirginlik oluşturdu.

Elbette ki esas itibarıyla TRT’nin bu hizmeti takdire şayandır. Şarkın istidat ve kabiliyetini inkişaf ettirecek, Türkiye’nin millî beraberliğini pekiştirecek, dinsiz ırkçı Kürtlerin yöredeki fitne ve ahlâksızlıklarını sona erdirecek ve bilhassa Şarkın asıl mayası olan İslâmî hayatı inkişaf ettirecek bir yayına can kurban...

Ama sefahetle yüzleri kararmış, bozulmuş kimyalarıyla ne doğu ve ne de batı karakterini yansıtmayan, ağırbaşlı ve mert Kürt mentalitesine tamamen ters program ve programcılarla Kürtleri uzun süre kandırmak mümkün olmaz. Sefahetin, nifakın, dinsiz batı felsefesinin Kürtçe kalıplarla dindar kitlelere takdimi vatana, millete ve Kürtlere fayda getiremez kanaatindeyiz.

Otuz seneyi aşkındır “dinsiz Avrupa’nın yardımıyla” Kürtlerin içinde başgösteren bolşevizm ve sosyalizmle yetişen Türkiye ve İslâmiyet karşıtı, mektep görmüş marjinal bir grubun sesini ve isteklerini yöre halkının haklı beklentileriyle karıştıranlar, devletin açtığı bu kanalla millete zarar verirler.

Bu haliyle TRT 6, neocon ve neoliberallerin ortak çalışması olan “Büyük Ortadoğu Projesine” yardımcı bir unsur niteliğinde görülüyor. İslâm ülkelerindeki öğretim sistemlerinde yapılan müfredat değişiklikleri, Türklerdeki “yeni formatlar” ve bilhassa Afganistan ve Pakistan’daki “geleneksel İslâmî eğitime” açılmış dehşetli savaş, 11 Eylül’ün sivil unsurlarıyla İslam coğrafyasını işgale devam etmekte olduğunu gösteriyor.

Gönül arzu ediyor ki, devletin Kürt dilindeki TV yayını, yalnızca Türkiye’nin inisiyatifinde olsun. Fakat Kuzey Irak yönetiminin bu husustaki yetersizliği, İran ve Suriye Kürtlerini de bu havuzda toplama emeli, konuşma dili olarak Irak Kürtçesinin seçilmesi, TRT Şeş’in inisiyatif olarak bizim dışımızda neşvü nema göstereceğini ihsan ediyor. Neoliberallerin desteğiyle yapılan Erbil toplantısının hemen akabinde işe başlamış olması, kuşkularımızı güçlendiriyor.

Böyle global projelerde vitrinler esas alınmaz. Bazen dine en fazla zarar getirecek bir icraatı dindarlara yaptırırlar. Tesettür yasağını, eşi tesettürlü siyasetçiler eliyle yaygınlaştırdıkları gibi, yenilikçi dindarları da ihtilâl yasakçılığına bekçi tutarlar. Ömürleri İsrail ve siyonizm aleyhine slogan atmakla geçmiş gençliği, İsrail’in global ve lokal menfaatlerinde çalıştırırlar. Bahsetmeye çalıştığımız şu mânâların örneklerini okuyucularımız en az bizim kadar bilirler. TRT Şeş’te vazifelendirilmiş kadroları tenzih ederek, teyakkuzda kalmaları için bunları yazma ihtiyacı duyuyoruz.

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Ermeni açılımı”nda handikap…


A+ | A-

“Ermeni açılımı” da, tıpkı ismi “demokratik açılım” ve sonra “millî birlik projesi” olarak değiştirilen “Kürt açılımı” gibi ciddî bir handikapla karşı karşıya…

Önceki gün İsviçre’nin Zürih şehrinde Türkiye ve Ermenistan Dışişleri bakanlarınca imzalanan ve iki ülke arasında “ilişkilerin normalleştirilmesi”ni hedefleyen protokolün imza töreninde, Türk Dışişleri Bakanı’nın yapacağı konuşmaya Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın itirazıyla yaşanan üç saatlik gecikme krizi, normalleşmenin kolay olmayacağını gösteriyor. Davutoğlu’nun imza töreninde, Türkiye’nin Kafkaslarda topyekûn barış ve çözüm çerçevesinde Karabağ sorununa ve dikkat çekecek olmasının krize sebebiyet vermesi, “protokol”ün başarısının zorluğunu ortaya koyuyor.

Erivan, Ankara’nın yirmi bin insanın katledildiği, Ermenistan’ın işgal ettiği beş bölgenin başında gelen ve bir milyon Azerî kaçkının (göçmenin) yurtlarından-evlerinden sürülerek perişan edildiği Karabağ işgaline en ufak bir atıfta bulunulamasını dahi kabul etmiyor.

“1915 olayları” olarak telâffuz edilen Ermenilerin “soykırım” iddiasının ve Karabağ işgalinin “ilişkileri normalleştirme protokolü” sürecinden tamamen ayrı olduğunu ve kesinlikle müzâkere konusu olamadığını Cumhurbaşkanı Sarkisyan’dan Dışişleri Bakanı Nalbantyan’a kadar Erivan yönetiminin en üst seviyesinde ileri sürülüyor.

Hâlen anayasasında, Doğu Anadolu bölgesinin “Büyük Ermenistan”a dahil olduğu belirtilen, okullarda, haritalarında Kars’tan, Ardahan’dan Van’a kadar “Ermenistan” olarak okutan Ermenistan, bu konuda hiçbir müzâkereye yanaşmıyor. Bir tek 13 Ekim 1921 Kars Anlaşmasıyla belirlenen sınırları tanıyacağı belirtiliyor; lâkin bu hususta da açık bir güvencede bulunmuyor…

“KARABAĞ TAAHHÜDÜ” NE OLACAK?

Buna mukabil, Türkiye’nin, temel tezi olan “Dağlık Karabağ bölgesinden çekilmedikçe Ermenistan’la sınır kapısını açmama” kaydından peşinen vazgeçtiği görülüyor.

Oysa Türkiye, 1993’te Demirel hükûmeti zamanında 100 bin ton buğday yardımı yaptığı Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali üzerine sınırları kapatmış; BM ve AGİT Minsk Grubu kararları çerçevesinde Karabağ işgali sonra ermeden sınırların açılmayacağını ve Ermenistan’la hiçbir diplomatik diyalogun kurulmayacağını “önşart” olarak koşmuştu.

Gelinen noktada Ankara’nın bu “şartı”ndan caydığı su yüzüne çıkıyor. Sözkonusu protokolle, iki ülke arasındaki mevcut sınırların uluslararası hukukun ilgili anlaşmalarında belirlenen biçimiyle tanınması ve Erivan’ın “soykırım” konusunda bir “komisyon” kurulması”na râzı olmasının ötesinde bir gelişme gözükmüyor. Ermenistan’ın 88 yıldır tanımadığı sınırları tanımasının Türkiye’ye ne sağlayacağı, doğrusu merak konusu. Keza “soykırım” konusunda Ermeni tezine taraf olduğu âşikâr olan İsviçre’nin arabuluculuğunda, Ermeni diasporasının merkezi Fransa’nın gözetiminde kurulacak “komisyon”un ne kadar yansız kalacağı şüpheli…

Bu durumda, kala kala aslında Obama’nın Türkiye’ye gelişiyle hızlanan, Amerikan Dışişleri Bakanı Clinton’un sonuna kadar eline telefonla tarafları imzaya ikna ettiği ve hiçbir “bağlayıcılığı”nın olmadığı taraflarca açıkça deklâre edilen protokolün diplomasi dilindeki “iyiniyet beyânı”yla kalınmakta…

Bundandır ki, Cumhurbaşkanı Gül’ün “tarihî fırsat” olarak nitelendirdiği, “yerli” medyanın büyük bir kısmının Amerikan ve Batı medyasıyla birlikte “tarihî imza” diye lanse ettiği, hakkında üç kelimelik bir konuşmanın dahi krize neden olduğu “protokol”un “açılım”ı sağlayamayacağı endişesi artmakta. Siyasî gözlemciler, mâlum “protokol”ün imzalanmasıyla Ankara’ya baskıların daha yoğunlaşacağına dikkat çekmekteler. Mesele bununla da kalmamakta; Türkiye “Ermenistan’ı kazanacağım” derken Azerbaycan’ı kaybetme riskiyle yüzyüze kalmakta…

“İYİNİYET” BEYÂNI, “AÇILIM”A YETECEK Mİ?

Doğrusu, işin iç yüzü, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un, “Karabağ’ ihtilâfı çözümü bir süreçtir” yorumunda ve Azerbaycan Cumhurbaşkanı Aliyev’in “fiyasko” hükmünde düğümleniyor. Tespit şu ki, her iki ülkenin parlamentolarının onayıyla yürürlüğe girecek protokolle, Türkiye, Ermenistan sınırını açacak. “Soykırım” iddiası “komisyon”a havale edilecek. Karabağ işgali ise bu “sürece” bağlı olarak ortada bırakılacak…

Peki, Cumhurbaşkanı Gül’ün nazara verdiği “iyiniyet beyânı” bu “açılım”a yetecek mi? Dahası bu süreçte Ermenistan on altı yıldır işgal ettiği Karabağ’dan ve diğer Azerbaycan topraklarından çıkmazsa, Türkiye ne yapacak? Başbakan Erdoğan’ın Azerbaycan Millî Meclisi’nde söz verdiği, “Türkiye, Azerbaycan ile Ermenistan arasında Dağlık Karabağ konusunda mutâbakat sağlanmadığı sürece Ermenistan’la bir adım atmayız; Karabağ işgali sona ermeden Ermenistan sınırını açmayız” taahhüdü ne olacak?

Neticede, Bediüzzaman’ın, “Şu milletin saadeti ve selâmeti, Âdem zamanından beri beri bizimle yolda arkadaşlık eden komşularımız Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir (bağlıdır)” ifâdesi eksenide, “mütezellilâne (acz ve mağlubiyet içinde) dost olmak değil, izzet-i milliyeyi (milletin izzetini, hakkını ve hukukunu) muhâfaza ederek musâlaha (barış) elini uzatma” gerçeği bir defa daha te’yid edilmekte. Aksi halde “Ermeni açılımı” da noksan kalır…

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Nurullah AKAY

İnsan olmayı çözebilmek


A+ | A-

İnsan büyük bir yaratılış mucizesi. Her bir insan kendi başına ayrı bir âlem şeklinde yaratılmıştır. Görünüşte birbirine benzer yönleri olan insanoğlunun birbirinden ayrı özellikleri sayılamayacak kadar çoktur. Bütün insanların gözleri aynı gibi olmasına rağmen, hiçbir insanın gözü diğerinkinin tıpatıp aynısı gibi değildir. Bu durum eksiksiz yaratılan bütün uzuvlar için geçerlidir.

Tek tek insan vücudu incelendiğinde akılları hayrette bırakan özelliklere sahip olduğu görülecektir. Elbette kusursuz bir fabrika gibi olan insan vücudu boşu boşuna yaratılmamıştır. Böyle bir yaratılış mucizesi ortaya konulmuşsa, mutlaka Yaratanın bunda bir muradı vardır. Yaratılıştaki harikaları hikmetsiz bilmek, başı boşluğu savunmak, insan gibi bir varlığa elbette yakışmayacaktır.

Sadece insanların değil, var olan her varlığın yaratılışı harikalarla doludur. En küçüğünden en büyüğüne kadar bütün varlıklar Allah’ın Kudretinin sonsuz gücünü göstermektedir. Akıl doğru bir şekilde kullanıldığı takdirde yaratılıştaki harika hallerden Allah’ın birliğine ve sınırsız kudretine ulaşmamak mümkün değildir.

Ancak akıllı olmanın, insan olmanın gereklerini yerine getirmek için yeterli olmadığını, mükemmel bir şekilde yaratılan insanların bir kısmının yaratılışının özelliklerine göre hareket etmediğinden kolaylıkla anlayabiliyoruz. Güzel hasletlerle mücehhez bir şekilde yaratılan insanların, zaman zaman hayvanların bile yapmayacağını bildiğimiz hareket ve davranışlarda bulunması, bize insanoğlunun aynı zamanda çok problemli bir varlık olduğunu göstermektedir.

Evet hem en mükemmel bir şekilde yaratılmış olmak, hem de varlıkların en problemlisi olmak, hatta en değersizi durumuna düşme tehlikesine sahip olmak arasında ilk bakışta bir çelişki görülmektedir şüphesiz. Ama üzerinde düşünüldüğü zaman, en mükemmel bir şekilde yaratılanın sorumluluklarını yerine getirmemesi hadisesinin, bu meselenin müsebbibi olduğunu göreceğiz. Demek ki en güzel ve en iyi yaratılmanın bir bedeli vardır. Bütün varlıklardan daha güzel yaratılan ve yaratılan her şey kendisine hizmetkâr kılınan insan, sadece yiyip içmek, eğlenmek ve hayvanca arzularını tatmin etmek için bu dünyaya gönderilmiş olamaz elbette...

Kâinatın Yüce Rabbi, biz insanlara lisân-ı hikmetiyle “Ben siz insanları en güzel bir şekilde yarattım. Bütün varlıkları emrinize verdim, sizi yeryüzünün halifesi yaptım. Buna karşılık beni tanıyacak ve bana ibadet edeceksiniz. Benim istediğim şekilde bir dünya hayatını yaşayacaksınız. Bunun için size bir Kitap ve bir Peygamber gönderdim. Tâ ki bir insan olarak kendinize doğru olan yolu bulasınız diye...” demektedir. Hâlık-ı Kerim olan Rabbimiz, insanlığın en yüce ve güzel değerleriyle donattığı yüce bir Resûlünü bize göndermiş ve o mübarek eline de hakikatler manzumesi olan bir “Kitap” vermiştir.

Bin dört yüz seneden fazladır o yüce kitap, o Kur’ân-ı Azîmüşşan, hiçbir inhirafa meydan vermeden okunmakta ve hakikatleri bütün insanlara duyurulmaktadır. İşte bu İlâhî mesajların değerini anlayanlar, serd edilen hakikatleri hayatlarına geçirenler insan olarak yaratılmanın hakkını vermeye çalışmaktadırlar. İnsanlık, Allah’a iman ederek, Yüce Resûlü’nün (asm) yolunu kendine yol edinenlerle büyük değer kazanmaktadır.

Öte yandan değişik şekillerde nefis ve şeytanların tuzaklarına düşenler bulunmaktadır insanlık âleminde. Öyle ki, herkes kendini haklı görmekte, bir kısım insanlar, dünyanın şan ve şerefi için yaptıklarının bile kendilerine bir kurtuluş vesilesi olacağını sanmaktadırlar. Oysa ortada Kur’ân gibi bir mihenk taşı bulunmaktadır.

Orta yerde en açık bir şekilde Kur’ân’ın hükümleri ve bu hükümlerin en iyi ve en mükemmel bir şekilde hayata geçirildiği Nebevî bir hayat tarzı, bir Asr-ı Saadet bulunmaktadır. Başka yollardan medet ummanın ne kadar faydasız bir yaklaşım olduğunu görenler kurtuluyor, nefis ve şeytanların hilelerinden kendilerini kurtaramayanlar ise pişmanlıklarla dolu bir sona doğru hızla gidiyorlar ne yazık ki...

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Hasan GÜNEŞ

Münâzarât ve Ashab-ı Kehf


A+ | A-

kehf suresi bir çok yönüyle dikkat çekicidir. Geçenlerde Kâbe imamlarının güzel sesinden dinlerken “fedarabnâ” ifadesi dikkatimi çekti. Kelime olarak “vurduk” şeklinde ifade edilebilen bir tâbir yada deyim. Bilindiği gibi sûrenin başında, Allah’a imanda taviz vermeyi reddettikleri için kavminin ve yöneticilerin baskısına maruz kalarak, mağaraya sığınan ve üç yüz küsur sene uyuyan gençlerden bahsediliyor. Âyetin meâlini iktibas edelim: “Bunun üzerine yıllarca mağarada kulakları üzerine vurduk.” Aynı gün Münâzarât’ı okurken benzer ifadelerle karşılaştığımda bir tevâfuk diye düşündüm.

Şüphesiz her dilde olduğu gibi Arapça’da da deyimler ve farklı ifade tarzları var ve tercüme ve meâllerde açıklamakta bir çok zorlukla karşılaşılıyor. ‘Vurmak’ burada müfessirlere göre; kulaklarını perdeledik, kapattık veya uyuttuk mânâlarına geliyor. Malûm kulaklar önemli. Göz sadece baktığı yeri görebilirken ve uykuda da kapanırken, kulak uykuda da açıktır dört bir yanı dinler, sadece istirahat için bir alt seviyeye indirilmiştir. Bu sebepledir ki, sesle uyanılır. Hatta kabirde bile, İsrafil’in sesiyle uyanılacak.

Kulakları kapamanın yanında Bakara Sûresi’nden hatırlanacağı üzere bir de mühürlemek var. Cenâb-ı Hak, küfürde inad edenlerin kalblerini, işitme ve görmelerini mühürlemiştir. Malûm; vurmak ve mühürlemek arasında muazzam fark var. Birisi fizikî yada maddî olarak kapanıyor, diğeri ise manevî olarak kapanıyor. Ashab-ı Kehf, dirildiği yada uyandığı vakit duyabiliyor, muannid kâfirler ise öldüğü zaman yada firavun gibi ölüm ânında işitmeye başlıyorlar, yani uyanıyorlar fakat nafile. Evet ölüler ve diriler görünenden çok farklı. Bir tarafta, ölse de kalsa da, kalbleri her zaman uyanık olanlar, diğer tarafta ise kalbleri daha dünyada iken ölmüş ve mühürlenmeye müstahak olmuş güya yaşayanlar, canlı cenazeler…

Münâzarât’a gelecek olursak, “Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak…” cümlesinde âyete atıf var ve teşbihlerle ince ve derin mânâlar nakış nakış dokunuyor.

Ashab-ı Kehf mağaraya sığınarak ve kulaklarına vurularak muhafaza ediliyor. Bu zamanda Kur’ân denilen musika-i İlâhiye yada hak ve hakikat, ulema ve meşayih ve hutebanın yada bu zamanda o vazifeyi deruhte eden hizmet erbabının mağara misâl akıl, kalb ve ağızlarını mekân tutarak ve vurmasıyla yani aks-ı sada gibi çarpması ve yankılanmasıyla muhafaza olunuyor ve vazifesine devam ediyor.

Ashab-ı Kehf’i yok etmek isteyenler, muvaffak olamayınca mağaranın önüne duvar örmüşler. Gerçekte duvar, duvar örenleri kapatmıştır. Çünkü iman nurundan kendileri mahrum olmuşlar, küfür ve inkâr karanlıklarında kalmışlardır. Cenâb-ı Hak, Ashab-ı Kehf’in kulaklarını kapatarak onların istirahatını sağlamış; muhaliflerinin ise, husumetleri ve ördükleri duvara karşılık olarak kalblerini mühürlemiş, azab içinde bırakmıştır.

Zamanımızda ise İslâmiyet’i yok etmek ve kalblerdeki imanı da silmek isteyenler muvaffak olamayınca kalblere mahkûm etmek istemişler. Çeşitli kademelerde duvarlar örmüşler. Fakat gerçekte Ashab-ı Kehf’te olduğu gibi kendilerini mahkûm etmişler. Yine Münâzarât’ta denildiği gibi; “Gözünü kapayan, yalnızca kendine gece yapar”.

Malum, üç yüz sene içinde, Ashab-ı Kehf’i de şaşırtacak hadiseler cereyan etmiş. Gaflet ve husûmet içindeki nesiller gitmiş, kalbleri iman nuruyla aydınlanmış nesiller meydana gelmiş. Sevgi seli duvarları yıkmış ve bir zamanlar mağaraya mahkûm edilenler, aziz ilân edilmiş ve hürmet görmüştür.

Şimdi tekrar Münâzarât’a dönelim: “Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitane Nur’un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tahir’ler, Yusuf’lar, Ahmed’ler vesâireler!.. Sizlere hitab ediyorum.”

Ashab-ı Kehf’te olduğu gibi, efkârın değişmesi, engellerin kalkması, duvarların yıkılması ve hakikat nurlarının her yere ulaşması için üç asır geçmesine gerek kalmadı. Zaten Bediüzzaman Hazretleri büyük ihtimal, “üç yüz sene” derken, bir atıf ve bir teşbih yapıyordu. Nitekim Emirdağ Lâhikasında: “yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi…” ifadesi dikkat çekicidir.

Kehf-misâl tâbiri de, mânevî hizmetler ve tebliğ için önemlidir. Kubbe-i âsumanda yani gökyüzünde şiddetli ses getiren Kur’ân hakikatleri, Hz. Davud’un zikrinde olduğu gibi dağların ve mağaraların, sesleri yansıtma yani aynen tekrar etmesi misâli, muhtaçlara aynen ulaştırma vazifesi yapılmalıdır. Nurlara ayna olunmalı ve “sadakte” denilmelidir.

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Obama'nın Nobel Barış (vaadi) Ödülü!


A+ | A-

2009 Nobel Barış Ödülü Amerikan Başkanı Barack Obama’ya verildi. Peki Obama dünya barışına hangi katkılarından dolayı ödüle lâyık görülmüştü? Norveç Nobel Komitesi, bu gerekçeyi “uluslar arası diplomasiyi ve halklar arasındaki işbirliğini güçlendirme yönündeki olağanüstü çabaları” olarak açıklıyor. Özellikle de nükleer silâhsız bir dünya vizyonu ve bunun için gösterdiği çabaya özel önem verdiklerini belirtiyorlar.

Güya Obama en güç uluslar arası çatışmaları çözmede bile diyalog ve müzakere yolunu tercih etmiş. Haklılar değil mi? Örneğin; Gürcistan’daki iç savaşa Rusya’nın dev gücüyle karışmasını böyle çözmemiş miydi? İran’ı nükleer silâhlanmadan caydırmak için de yalnızca diyalog ve müzakere yolunu seçmedi mi? Yanlış hatırlıyorsunuz; İran’ı caydırma bahanesiyle etrafındaki ülkeleri silahlandırmaya çalışan ABD değil, Rusya idi. Şimdi Obama, Afganistan’da da Taliban ile diyalog ve müzakere yoluyla sorunu çözmek isterken, Batılı müttefikleri zorla ilave asker yolluyorlar. Guantanamo’da yapılanları, CIA’nın diğer ülkelerdeki işkence kamplarını da Obama aslında istemedi. Gerçi Guantanamo’yu kapatma vaadiyle gelip 11 ayda kapatamadı ama olsun; daha önünde uzun zaman var.

Yoksa tam tersi miydi?

Benim hatırladığım kadarıyla Obama’nın “diyalog ve müzakere” yoluyla çözmeye çalıştığı tek sorun İsrail’in işgal ettiği Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri kurması sorunu. Onu da İsrail’in dinlediği yok zaten. Dev bloklar her gün biraz daha yükselip yayılıyor.

Kafamız karıştı şimdi. Acaba Obama’nın dünya barışına bizim bilmediğimiz başka katkıları mı var? Tamam şimdi hatırladım: Irak’tan askerlerini çekmeye başlaması. Gerçi apar topar çekilmeye başlamanın ardında, Irak’a demokrasi getirme hareketinin kaosa dönüşmesi, bu ülkenin Amerika için yeni bir Vietnam’a dönüşmesi yatıyor ama olsun. Yine de barışa katkı sayılır. İnsansız Amerikan uçakları Pakistanlı masum sivilleri, NATO uçakları masum Afganlıları vuruyor; ama bunlar da sayılmaz. Çünkü bunlar da barış getirme hareketinin gereği. Eşinin Beyaz Saray’ın bahçesinde kabak yetiştirerek dünya barışına yaptığı katkıyı da unutmamak gerek.

Ama münafıklar çekemediler bu ödülü. ‘Daha onbir ayda ne yaptı ki, konuşmak ve vaatlerde bulunmaktan başka’ diye dillerine doladılar Nobel’i. Güya Obama’nın yaptıkları için değil, hayal ettikleri için verilmiş bu ödül. Norveç’in Amerika ile dostluğunu pekiştirme gayretinin ürünü diyenler bile var. Bir de karizmasına kanıp verdiler diyorlar. Çekemiyorlar ne olacak!

Tek anlamadığımız husus; Obama’nın kendisinin de bu ödülü hak ettiğine inanmaması. “Bu ödülü harekete geçme çağrısı olarak kabul edeceğim” diyor Nobel Barış Ödüllü Amerikan Başkanı. Pardon, bunca aydır ne yapıyordunuz? Aslında haklı galiba. Baksanıza Nobel Komitesi gerekçesinde ne diyor: “Obama gibi dünyanın dikkatini çeken ve insanlara daha iyi bir gelecek için umut veren kimseler çok nadir görünür”.

Öyleyse bu Türkiye’deki liderlerimize örnek olmalı. Bu yıl dünya barışı için çok büyük vaatlerde bulunmalı ve gelecek yılın ödülünü kapmalılar. Nasıl olsa vaadinizi yerine getirmenizi isteyen yok. Sözünüzü tutmadınız diye ödülü geri alacak değiller ya! Laf aramızda bu fikir benim de aklıma yatmıyor değil. Haydi rastgele tüm Nobel adaylarına.

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Şaban DÖĞEN

Peygamber ve şehitlerin gıpta ettiği insanlar


A+ | A-

En çok gıpta edilmeye lâyık insanlar hiç şüphesiz peygamberler ve şehitlerdir. Hayatın bin bir türlü çilesini üstlenmiş, çeşit çeşit sıkıntı ve ıztıraplara katlanmış; en çok ibadet, hamd ve şükürle Rabbine yaklaşmış insanlar peygamberlerdir.

Sonra da Allah yolunda canlarını, mallarını, kısacası herşeylerini fedâ ederek peygamberlerden sonra insanın ulaşabileceği en yüksek makama ulaşmaş insanlar da şehitlerdir. Onların diri olduklarını, öldüklerini bilmediklerini, daha güzel bir âleme geçiş yaptıklarını ve orada mükemmel bir hayat sürdüklerini biliyoruz.

Onlardan daha çok gıptaya lâyık kimler olabilir?

Ama peygamber ve şehit olmadıkları halde makamları sebebiyle peygamber ve şehitlerin gıpta ettikleri bir kısım insanların bulunduklarını da görüyoruz.

Yüzleri nur, oturdukları tahtları nurdan olan bu insanların kimler olduklarını merak ettiniz değil mi?

Birgün Allah Resûlü (asm) Sahabenin dahi dikkatlerini çekecek şekilde onlardan bahsetmişti. Buyurmuşlardı ki: “Allah’ın kulları arasında öyleleri vardır ki, peygamber ve şehit olmadıkları halde Kıyamet gününde makamları sebebiyle peygamber ve şehitlerin dahi gıptalarını kazanırlar.

Meraklanan Sahabe, ‘Bunlar kimlerdir ya Resûlallah? Bize özelliklerini anlatır mısınız?’ diye sorarlar.

Allah Resûlü (asm) buyururlar ki: “Aralarında hiçbir akrabalık bağı ve alışveriş münasebetleri olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için seven insanlardır. Allah’a yemin ederim ki onların yüzleri nurdur ve nur üzerindedirler. Herkes korkarlarken onlar korku namına birşey bilmezler. Herkes üzülürlerken onlar üzülmezler.”

Sonra da şu âyeti okumuşlardı Allah Resûlü (asm): “Kesinlikle Allah dostları için ne bir korku ve ne de bir hüzün vardır (Yunus Sûresi: 62)”1

Demek Allah için insanların birbirlerini sevmesi bu kadar önemli.

Yine başka bir hadisi şeriften öğrendiğimize göre bu insanların, hiçbir gölgenin bulunmadığı bir zamanda Arş’ın gölgesinde gölgelendirilmeleri. Bu yedi sınıf insandan birinin “Allah için birbirini sevip bir araya gelen ve Allah için ayrılan insanlar”2 oluşu ilginç değil mi?

Dipnotlar:

1 Ebû Davud, Büyu’: 40.

2 Buharî, Ezan: 36; Müslim, Zekât: 91; Tirmizî, Zühd: 53.

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Hakkını vererek bahsetmek


A+ | A-

Merhûm Necip Fazıl, sahibi ve başyazarı olduğu Büyük Doğu mecmuasında (1950'li yıllarda) Risâle–i Nur'dan bazı pasajları kısmen değiştirerek neşrediyordu.

Üstad Bediüzzaman'ın da hayatta oluduğu o devirde, matbuat lisânıyla Risâle–i Nur'dan bahsetmek büyük ehemmiyet taşıyordu. Dolayısıyla, Necip Fazıl'ın bu yaptığını da ilk bakışta takdire, tebrike şâyân bir hizmet olarak görenler vardı.

Ancak, o fikirlerin sahibi olan Nur Müellifi Bediüzzaman Hazretleri, bu neşriyata itiraz etti ve "Nur'dan iktibaslar"ın derhal durdurulmasını istedi.

Sebep şuydu: Necip Fazıl, Risâle dilini değiştirerek neşrediyordu. Yani, işin içine kendi mârifetini, kendi Türkçesini, edebî yönden kendi ilmî enaniyetini katarak yapıyordu, bu neşriyatı.

Oysa, Risâle–i Nur, edebiyat satmıyordu. Lafzı değil, mânâyı esas alıyordu. Enenin karışmasına ise, hiçbir şekilde cevaz vermiyor ve böylesi bir müdahaleyi kabullenmiyordu.

Neticede, Üstad Bediüzzaman bir talebesini (Zübeyir) Necip Fazıl'a göndererek şu mesajı iletti: "Risâle'deki sözleri ya aynen neşret, ya da hiç neşretme!"

Evet, Nur'lu neşriyata en ihtiyaç olduğu zamanda bile, mânâyı tağyir etmeye, fikre enaniyet katmaya hiç hacet yokdu.

Nur'dan bahsedilecekse, Nur neşredilecekse şayet, ya hakkını vermek gerekiyordu, ya da ondan hiç söz etmemek icap ediyordu. Necip Fazıl, bunun üzerine Nur neşriyatını kesti.

"Noksan kalır"

Günlerdir tartışılan konuşmasında ne dedi sayın Başbakan?

Dedi ki: "Ahmet Yesevî'siz, Hacı Bektaş'sız, Pir Sultan'sız, Hacı Bayram'sız bir Türkiye öksüz kalır, yetim kalır, köksüz ve dayanaksız kalır."

Buna karşı denilebilir ki: "Allah korusun da, köksüz, öksüz, yetim kalmayalım."

Ayrıca dedi ki: "Yunus Emre'siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlânâ'sız bir Türkiye ruhsuz kalır."

Buna karşı denilebilir ki: "Allah muhafaza. Dilsiz ve ruhsuz kalmanın ölümden bir farkı yok..."

Aynı minvâl üzere konuşan Başbakan, en sonunda dedi ki: "Bitlisli Said–i Nursi'siz bir Türkiye'nin mâneviyatı noksan kalır."

Buna karşı da meselâ dedilebilir ki: "Sadece o kadarcık mı? Yani, sadece bir "noksan"lık mı?.. O takdirde, bunun fazla bir zararı yok canım... Nasıl olsa Türkiye mâneviyatsız kalmıyor ya? Üstelik dilsiz, ruhsuz, köksüz, öksüz, yetim de kalmıyor. Sadece ufak bir "noksan"lık... Eh, canım o kadarlık bir noksanlık kadıların maneviyatında da olabilir."

Oysa, bilmecburiye şunu söylemek durumundayız ki: Türkiye'de, 1924'ten itibaren Mevlânâ da, Yesevî de, Hacı Bayram da, Hacı Bektaş da bitirilmişti. Onların merbut bulunduğu tarikat kapatılmış, tekke, zaviye ve medreselerinin kapısına kilit vurulmuştu.

Yani, sayın Başbakan'ın isimlerini saydığı dinî ve mânevî önderlerin tamamı, Cumhuriyetin ilk yıllarında milletin nazarında kaybedilmeye, onların bağlı veya başında bulundukları tarikatlar yasaklanarak kalplerden silinmeye çalışıldı.

O şahsiyetlerin etkisi, millet nezdinde adeta bitirilmeye, sıfırlanmaya çalışıldı.

Ezcümle: Mevlevî dergânına kilit vurularak Mevlevîler dağıtıldı, her türlü faaliyetlerine yasak getirildi.

Keza, Yunus'un eğri odun dahi sokmadığı Tabduk Emre'nin dergâhına da kilit vuruldu.

Dahası, Hoca Ahmed Yesevî'nin, Hacı Bektâş–ı Velî'nin, yahut Hacı Bayram–ı Velî'nin yolundan gitmek temelden yasaklandı. Yani, tarihte emsâli görülmemiş bir zulüm ve istibtad rejimi hükmetti bu vatanda, yıllar yılı.

Bu durum, aynı zamanda Başbakan Erdoğan'ın tam da kast ettiği dilsiz, ruhsuz, köksüz kalındığı bir dönemdir.

Öyle ki, yine Başbakan'ın "Onsuz bir Türkiye tahayyül edilemez" dediği İstiklâl Şairi Mehmed Âkif dahi, dayanamayarak terk etti bu vatanı; Mısır'a gitti de, vefatına yakın bir tarihte ancak geri dönebildi.

Peki, Türkiye'deki bu zulüm ve istibtad, Erdoğan'ın tâbiriyle "öksüz, köksüz, dilsiz, ruhsuz" devir ne kadar devam etti.

İşte o karanlık devir, tâ ki Bediüzzaman Said Nursî'nin telif ettiği Risâle–i Nur hakikati meydân–ı zuhûra çıkıncaya kadar, üstelik koyulaşarak devam etti.

Dolayısıyla, Said Nursî, Cenâb–ı Hakk'ın sevk û inayetiyle bu vatan ahâlisini mânen dilsiz, ruhsuz, yetim ve öksüz kalmaktan kurtardı. O zât, yeni bir imân hareketini, dinî yeni bir ihyâ hareketini başlattı. Dinde tecdîd vazifesini ifâ etti.

Bediüzzaman, iki hayatını iki eline alarak dünyaya meydan okudu. Türkiye'de Hilâfetin yasaklandığı, medreselerin kapatıldığı, Kur'ân okumanın, ezan–ı Muhammedî okumanın yasaklandığı, şeair derecesinde bir sünnet–i Peygamberî (asm) olan sarıkla dolaşmanın cürüm addedildiği bir devirde ortya çıktı ve bu vatanda imânî bir çığır açtı.

İşte, onun açmış olduğu bu çığır sayesinde yeniden Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Saidler yetişti, yüz binlerce insan imân nuruyla yeniden tanıştı, hatta Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram gibi, mâzide medâr–ı iftiharımız olan binlerce mâneviyat büyüğü, yeniden itibar görmeye başladı.

İşte, bütün bu hizmetleri ifâ eden bir Bediüzzaman'ı tutup ayrıca Pir Sultan'ın, Nazım Hikmet'in, Ahmet Kaya'nın, Sabahat Akkiraz'ın, Cem Karaca'nın, Tatyos Efendi'nin de içinde olduğu aynı paketin içine sığıştırmak, hatta onlar kadar olsun sahiplenmemek, yani aslında hepsi için geçerli olan "seversiniz sevmezsiniz...." gibi ihtirazî kayıtları sırf "Bitlisli Said–i Nursî" için düştükten sona, bir de onun hakkında sadece "noksan kalır" tarzında bir yorumda bulunmak, işin özünü bilmeyen insanlarımızı şu tarz bir ikilemde bırakmıştır: Türiye'de Said Nursî olsa da olur, olmasa da olur. Nasılsa dilsiz, ruhsuz, mâneviyatsız kalmıyoruz ya. Varsın birazcık noksan kalsın. Ne olacak ki...

Said Nursî hakkında sarf edilen sözlerin, onun hakkını verecek şekilde sarf edildiğine kanî değiliz. Keşke, o zâtın hakkını verecek şekilde ondan söz edilseydi. Hiç olmazsa Yunus, Mevlânâ, Hacı Bayram ayarında...

Fakat—niyetler ne olursa olsun, gelişmelerin yine de hayra inkılâp ettiğini söylemek mümkün.

* * *

Son söz: Said Nursî hakkında Necip Fazıl'ın yaptığı ile onun talebesi Erdoğan'ın söyledikleri, tıpatıp aynı şeyler değildir. Birebir aynı mânâya gelmezler. Ancak, aralarında bir benzerlik, bir paralellik olduğu da şüphe götürmez bir gerçektir: İkisi de Said Nursî'yi olduğu gibi nazara vermemek, hakkını teslim ederek ondan söz etmemek noktasında paralellik arzetmişler.

13.10.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Siyaset yoluyla mücadele


A+ | A-

Süfyanizm, dünyayı saran büyük deccalizmi güya tel’in eder. Ama, komünizmi, süfyanizm ile ihyâ eder! Münafıkâne giderek Müslümanları da aldattı ve Bediüzzaman Said Nursî hâriç, hemen hemen bütün hocaları kendisine fetvâcı yaptı… Kimi asıldı, kimi sürgüne gönderildi, kimi de makam, maaş verilerek satın alındı.

Bediüzzaman, deccalizm akımının Türkiye’deki yansımasını, İstiklâl Savaşını kazanan bu milletin sevinçli günlerinde görüp teşhis eder. Ehl-i îmanın kuvvetli fikirleri içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek, bozmak ve zehirlendirmek için dessasane çalıştığını görür. Ve hayıflanarak, bu ejderhanın îmanın erkânına ilişeceğini tesbit eder. Yani, resmen inkâr-ı Uluhiyete gidileceğini tesbitle, Allah’ın varlığı ve birliğini ispat eden özlü bir eser yazar. Ne var ki, Arapça bilenler ve dine ilişmeye karşı olanlar az olduğundan, gerekli tesiri gösteremediğini; o dinsizlik fikrinin hem geliştiğini, hem de kuvvet bulduğunu söyler.1

Süfyanizmin, insanları, en zayıf damarları olan “tama ve enaniyetten” yakaladığına dikkat çeker:

“Onun rahmetini itham etmek derecesinde ve keremini istihfaf eder bir sûrette, gayr-ı meşrû bir tarzda yüz suyu dökmekle, vicdanını, belki bazı mukaddesâtını rüşvet verip, menhus, bereketsiz bir malı haramı kabul eden düşünsün ki, ne kadar muzaaf bir divaneliktir!

“Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahâlı satar. Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi kendine celb eder ve ehl-i dalâletin rızasını celbe çalışır.

“Ey kardeşlerim! Eğer ehl-i dünyanın dalkavukları ve ehl-i dalâletin münafıkları, sizi, insaniyetin şu zayıf damarı olan tamah yüzünden yakalasalar, geçen hakikati düşünüp, bu fakir kardeşinizi numune-i imtisal ediniz. Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame ve rızkınızı temin eder. Bahusus size verilen o gayr-ı meşru para, sizden, ona mukabil bin kat fazla fiyat isteyecek. Hem her saati size ebedî bir hazineyi açabilir olan hizmet-i Kur’âniyeye sed çekebilir veya fütur verir. Bu öyle bir zarar ve boşluktur ki, her ay binler maaş verilse, yerini dolduramaz.”2

Evet, Deccalizme karşı bir strateji geliştirmek gerekiyordu. Onun da, siyaset ve maddî güç olmayacağı şüphesizdir. Siyaset ve madde ile bu akımlara karşı cevap verilemez, mukabele edilemez. Çünkü, hücumlar “ilim, akıl ve fen”den gelmekte; münâfıkane bir siyaset, dessasane idârî mekanizmalara ve teknolojik güce dayanmaktadırlar. O halde, siyasetin hangi prensibi, hangi düsturu, hangi malzemesi, hangi esasları ile bu zihniyetin hücumları durdurulabilir? Üstelik siyaset değişkendir, hem de her siyasî akım, herkesi bağlamaz. Ancak Kur’ân nurları ve imân hakikatleri ile cevap verilebilir. Çünkü, cihanşumûldürler. Takip edelim:

“Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı ahirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, ‘O zamana yetiştiğinizde, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak mânevî kılınç hükmünde i’câz-ı Kur’ân’ın (Kur’ân’ın mucizelerinin) nurlarıyla mukabele edilebilir.”3 Ve Ankara’yı terk eder...

Şu halde, İslâma hizmetle tutuşan gönüller, birinci plâna imân esaslarını almak mecburiyetindedirler. Evvelâ fikrî ve itikâdî yapı, kültürel altyapı sağlamlaştırılmalıdır.

Dipnotlar: 1-Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, s. 132.; 2-Mektûbât, s. 406407.; 3-Tarihçei Hayat, s. 131132.

13.10.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Cennete önce kimler girecektir?


A+ | A-

Nizamettin Bey: “Cennete önce zenginler mi, fakirler mi girecektir?”

Cennet, Cenâb-ı Hakk’ın sırf fazlı ve lütfu ile, kulları için hazırladığı rızâ ve merhamet diyarıdır. Bediüzzaman Hazretlerine göre Cennete amelimiz ile değil, doğrudan Allah’ın lütfu ile ve fazlı ile girilir. Cehennem ise tam amelimizin karşılığıdır.1 Hiç şüphesiz Rahîm-i Mutlak olan Allah (cc), dilediğini oraya önce alır, dilediğini sonra alır. Ne oraya geç alınan kimse Cenâb-ı Hak’tan bir hak dâvâ edebilir, ne de önce alınan kimse bundan dolayı tefâhür ve gurura kapılabilir! Bu meselede, (o gün her meselede olduğu gibi) doğrudan Allah’ın irâdesi, emri ve hükmü hâkimdir. “O gün emir ve hüküm Allah’ındır.”2

Cennete bir takım sınıflara nazaran önce girmek veya ilk girenlerden olmak, bizler için şüphesiz mühim bir talep ve duâ meselesidir. Bunu Rabb’imizden isteriz. Biz bunu isterken elimizde bir takım ölçü ve kıstas olmalıdır ki, kendimizi tartalım ve bu kıstas çerçevesinde kendimizi hazırlayalım. İşte Allah Resûlü (asm) bizlere bu kıstasları muhtelif hadis-i şeriflerinde beyan buyurmuştur. Hadis-i şeriflerden bir demet sunalım:

* Ebû Hüreyre (ra) anlatır: Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Cennetle Cehennem münakaşa ettiler. Cehennem:

“Bana cebbarlar (zorbalar) ve mütekebbirler (kendini büyük sananlar) girecektir” dedi. Cennet de:

“Bana zaîfler ve yoksullar girecektir” dedi. Aziz ve Celil olan Allah cehenneme:

“Sen benim azabımsın. Dilediğim kimselere seninle azap ederim” buyurdu. Cennete de: “Sen benim rahmetimsin. Dilediğim kimselere seninle merhamet ederim. Her ikiniz için de doluluk söz konusudur.”3

* Hâris ibn-i Vehb el-Hüzâi (ra) anlatmıştır: Peygamber Efendimiz (asm):

“Size Cennet ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler:

“Evet, haber ver, yâ Resûlallah” dediler. Resûlullah Efendimiz (asm):

“Her zaîf olan ve halk tarafından zaîf görülen (mütevazı) cennet ehlidir. Allah’a yemin etse, yeminini yerine getirir.” Sonra Resûlullah (asm):

“Size cehennem ehlini haber vereyim mi?” buyurdu. Sahabeler:

“Evet, yâ Resûlallah” dediler. Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu:

“Katı yürekli, husûmeti şedit, zorba, zâlim, hayırdan alıkoyan ve büyüklük taslayan kimselerdir.”4

* Üsâme (ra) anlatmıştır: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Ben, cennetin kapısı yanında durdum. Gördüm ki, oraya girenlerin çoğunluğu yoksullardı. Varlık sahipleri ise (hesaplarının görülmesi için) cennete girmekten bir müddet alıkonulmuşlardı.”5

* Ebû Hüreyre (ra) anlatmıştır: Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurdu: “Fakirler cennete zenginlerden beş yüz sene evvel girerler.”6

Resûlullah Efendimiz (asm) ümmetine tevâzûu emrettiği gibi, kendisi de mübârek hayatında her konuda olduğu gibi, tevâzûda da nümûne-i imtisal teşkil etmiştir, ümmetine örnek olmuştur.

Abdullah bin Mes’ûd (ra) anlatır: Resûlullah Efendimiz (asm) bir hasır üzerinde uyumuştu. Mübârek yan tarafı iz bırakmış olduğu halde uyandı. Biz:

“Yâ Resûlallah, sizin için bir döşek edinseydik!” dedik. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz (asm):

“Dünya ile benim işim yoktur ki (yatağa rağbet edeyim!) Ben dünyada ancak bir ağaç altında gölgelenen, sonra ayrılıp terk eden bir binekli yolcu gibiyim” buyurdu.7

Hiç şüphesiz Cenâb-ı Allah verdiği nimetlerden, mal ve mülkten, varlık ve zenginlikten hesaba alacaktır. Fakir ise isyan etmemeyi, sabretmeyi, şükretmeyi, kanaat etmeyi, dürüst olmayı ve gözü tok yaşamayı başarmışsa; zengin ise Allah’ın verdiği malı ve mülkü Allah yolunda harcamış ve yoksul insanlarla paylaşıp Allah’a karşı hep fakrını ve aczini bilmişse, bu duygular onun daha evvel Cennete girmesine vesile olan güzel huylardandır.

Cenâb-ı Hak ehl-i imanın kusurâtını bağışlasın, Cennet ve Cemâliyle müşerref kılsın. Âmin.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 290

2- İnfitâr Sûresi, 82/19

3- Müslim, Cennet, 13/34

4- Müslim, Cennet, 46

5- Riyâzü’s-Sâlihîn, 258

6- a.g.e., 485

7- a.g.e., 484

13.10.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.