26 Kasım 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Cevher İLHAN

“Açılım”ın resmen revizesi!


A+ | A-

“Kürt açılımı” diye başlayıp ardından bizzat Başbakan tarafından “demokratik açılım” ve “millî birlik projesi” diye ismi değiştirilen, “açılım”ın en son sınırdaki şovlarla askıya alınmasının ardından bu kez yeni bir çıkmaza itilmekte.

Siyasî iktidar tıkanan “açılım”ı, Kandil’den “Mahmur kampı”na kaydırmakta. Başbakan’ın “kamptakiler” için, “Mahmur’da şu ana kadar teröre bulaşmamış ve silâhla ilişkisi olmayanlardan dönmek isteyenler varsa kapımız açık” demesi; ve “açılım”ın koordinatör Bakanı İçişleri Bakanı’nın “açılım”ı, Mahmur’dakilerin geri getirilmesine indirgemesi, “açılım”ın hükûmet tarafından resmen revize edildiğinin ifâdesi…

Oysa daha iki hafta önce Meclis’teki “genel görüşme”de “açılım”ın öncelikle “terörün sona ermesi”, “anaların gözyaşının dinmesi” ve “demokrasinin standardının yükselmesi” hedefiyle başlatıldığı, bizzat Başbakan ve ilgili Bakan tarafından dile getirilmişti. Aslında “terörün bitmesi” için bütün dünyada olduğu gibi, terör örgütünün şartsız silâh bıraktığını deklâre etmesi, teröristlerin peşinen “pişman olduklarını” bildirmeleri gerekirdi.

Ne var ki bunların hiçbiri olmadan apar-topar “açılım” başlatıldı. Kandil’den gönderilip davul zurna ile karşılanan “eski” teröristler, “önderliğin emri”yle geldiklerini, hiçbir surette pişman olmadıklarını ve “örgütün mesajı”nı getirdiklerini açıkça söylediler…

DOĞU’DAN BATI’YA PROVOKASYON!

Baştan beri, bu konuda “muhatap” olmadıklarını, Ankara’nın Öcalan’ı ve terör örgütünü “muhatap alması”nı ileten, aksi halde “kan akmaya devam eder” diye terör örgütü adına “terörle tehdit” eden DTP kanalıyla kışkırtmalar yapıldı, yapılıyor.

Kandilden gelenler, evvela Doğu’daki parti toplantılarına “konuşmacı” olarak katılıp parti otobüsü üzerindeki nümâyişi salonlarda ve meydanlarda sürdürdüler. Hükûmetin açık ikazına ve kamuoyunun infiâline rağmen, propaganda maksadıyla yetiştirilen ve gönderilen bu “eski” teröristlere, ajite edici Kürtçe nutuklar attırdılar. Terörist başının posterleri ve PKK “bayrakları” altında terör örgütüne bol bol övgülerle “terör şantajı”nda bulundular…

Özetle en ufak bir “pişmanlık” hali ya da halkın hassasiyetlerine temkin bir yana, âdeta ateşin üzerine benzin dökülmekte. Bununla da kalınmamakta, “PKK gösterisi”ne dönüşen ve Batı’ya, metropollere taşınan mitinglerde halkın öfkesini azdıran, açık tahrikle etnik kamplaşmayı derinleştirip kin ve düşmanlık zehrini salan eylemler sürdürülmekte. En son “İzmir mitingi”nde olduğu gibi DTP’lilerin “zafer işâreti”yle ve diğer tahrik edici sloganlarla ortalığı gerdirip parti otobüsü ve konvoyunun taşlanmasında olduğu gibi siyasî gösteriler, demokratik tepkinin çok ötesinde karşılıklı kutuplaşma ve kavgayla vâhim ve tehlikeli boyutlara tırmanmakta.

Bundandır ki içine girilen çıkmazda Başbakan, Libya’ya gitmeden önce DTP’yi “Parti otobüsünde ve konvoyunda terör örgütünün bayraklarını asmayın!” diye uyarmakta. İçişleri Bakanı’na, “Bu tür görüntülere asla sıcak bakılmaması ve derhal müdahâle edilmesi” tâlimatını vermekte; bunun bir “çatışma gayreti” olduğunu belirtmekte.

Buna mukabil bu mitingleri tertipleyen DTP Eşbaşkanı Türk, bir taraftan “karşı gösterileri”, “Türk-Kürt halkını karşı karşıya getirmeye çalışan bir provokasyon ve “örgütlü linç girişimi” olarak yorumlarken, diğer taraftan “Eğer diğer kentlere de sıçrarsa zorlayıcı bir durum oluşur” deyip “dolaşmaya devam edecekleri”ni açıklayarak, inadlaşmayla örtülü bir tehdidi ihsas ettirmekte…

Hükûmetin, bu “tertib”e tedbiri ise DTP toplantılarında daha çok polis görevlendirmek…

HABUR’DAN DÖNEN “AÇILIM”,

ANCAK MAHMUR’A VARABİLDİ…

Belli ki terörden nemâlanan etnik tahrik ve kavgadan siyasî rant ve çıkar sağlayan iç ve dış mahfiller, “açılım”ı, demokratikleşmeyi, milletin barış ve birliğini istemiyor…

Yine belli ki hükûmetin, “açılım”ı, ecnebî parmağının karışması ve karıştırmasıyla ülkenin kargaşaya itilmesine karşı ciddî bir tedbiri yok. Teröristlere silâh bıraktıracak, terör örgütünü dağdan indirtecek bir plânı yok. Dahası, demokrasinin standardını yükseltecek, barış ve demokrasi içinde hak ve hürriyetlerin geliştirilmesini sağlayacak bir projesi de yok…

Bunun içindir ki “açılım”hükûmetçe Kandil’den Mahmur’a kaydırılıyor. Kandil’deki teröristlerin, Kuzey Irak’ta, Avrupa’da cirit atan yüzlerce terörist elebaşlarının getirilmesi yerine, terör örgütünün iğfali, dayatması ve zorlamasıyla kaçırılan “mülteci kampları”ndaki çoğu çocuk, kadın ve yaşlıların geri getirilmesiyle kalınıyor.

Terör örgütünün silâh, para, ilâç ve lojistik desteğinin önünün kesilmesine; Kuzey Irak’taki özerk idâre ile örgütü besleyen ve himâye eden müfsid mihrakların caydırılmasına; uyuşturucu, silâh ve nüfuz kaçakçılığının önlenmesinde; malî ve finans kaynaklarının kesilmesine, terörü yöneten elebaşların teslim edilmesine ciddî bir tedbir alınmıyor…

Peki, daha Kandil’de beş binden fazla terörist dururken, Avaşin, Zap, Hakurk başta olmak onbinlerin barındığı örgüte eleman sağlayan terör örgütünün konuşlandığı kamplarından kimse getirilmezken, on iki bin kişinin yaşadığı ve küçük bir kasaba haline gelen Mahmur’dan altı bin kişi dönse neye yarayacak?

Terör sona erecek ya da en azından azalacak mı? Sonra kalan altı bini, diğer kamplardakiler ve en önemlisi Kandil’deki teröristler ne olacak? “Açılım”dan amaç, öncelikle bu kampların tahliyesi mi, yoksa terör örgütünün tasfiyesi ve terörün durdurulması mı?

Görünen o ki AKP iktidarının “Atatürkçülük”le, “ilke ve inkılâplar”la açmaya çalıştığı demokratikleşmeden mahrum irâde zâfiyetiyle “ucu açık” ve nereye varacağı belli olmayan “açılım”, terör örgütünü ve maşalarını daha da cür’etlendirmekte…

Ve Habur’dan dönen “açılım” Kandil’e ulaşamadan ancak Mahmur’a varabilmekte…

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



Faruk ÇAKIR

Kitaptan vazgeçmeyelim


A+ | A-

Nazil olan ilk âyet ‘İkra/Oku!’ ile başladığına göre, okumaktan vazgeçemeyiz. Bu hususa ne kadar ehemmiyet verilse yine de azdır. Bu bakımdan başta okullar olmak üzere evlerimiz de mutlak sûrette ‘kitap dostu mekân’ olmak durumunda.

Elbette ‘okumak’ sadece ‘kitap’ ile olmaz. Belki kitap olmadan da, kâinat kitabını okumak anlamındaki ‘tefekkür’le hayatımıza anlam katabiliriz. Fakat ‘tefekkür’ü alışkanlık haline getirebilmek için de yine ‘kitap’lara muhtacız.

Elbette ‘hastalık’ derecesinde kitap dostu olan, her fırsatta kitap okuyanlarımız da var. Ama bunların sayısı ne yazık ki yeterli değil. Mümkün olduğunca bu sayıyı arttırmak gerekiyor. Bunu da en başta kendimiz kitap okuyarak yapabiliriz.

Türkiye’de kitap okuma alışkanlığının arzu edilen seviyede olmadığı herkesin malûmu. ‘Kitap okuma’yı ‘alışkanlık’ olarak değerlendirmek ne derece doğrudur, o da ayrı bir konu. Çünkü ‘alışkanlık’ tabiri çoğunlukla içki ve kumar gibi ‘zararlı alışkanlıklar’ı hatıra getiriyor. Bu bakımdan kitap okumayı ‘alışkanlık’la ifade etmek yerine, ‘birinci vazifemiz’ olarak bakabiliriz.

Kitap okuma nisbetiyle ilgili rakamlar her zaman üzücü ve düşündürücü oluyor. Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın, Türkiye’de kitap okuma alışkanlığı bulunmadığını söylemiş ve şu rakamları telâffuz etmiş: “6 Türk yılda bir kitap okuyor. Yani bir Türk 6 yılda ancak bir kitap bitirebiliyor. Bir Japon ise yılda 25 kitap okuyor. Bu rakamlar okumadaki durumumuzu ortaya koyuyor.” (Yeni Asya, 23 Kasım 2009)

Son zamanlarda okullarda okuma alışkanlığı kazandırılması için yapılan teşvikler sevindirici. Fakat bu faaliyetlerin çok daha fazla olması ve yaygınlaştırılması gerekir. Hatta bazı sınıflarda sadece ‘kitap okuma dersi’ konulsa yeridir. Çünkü kitap okuma alışkanlığı kazanılması kolay değil. Bunu temin edebilmek için bilhassa ilköğretime özel dersler konulmalı ve kitap okuyanlar ciddî anlamda ödüllendirilmelidir.

Aynı günlerde lise öğrencileri arasında yapılan bir araştırma da yine kitaplarla aramızın iyi olmadığını göstermiş.

Özel MEF Okulları Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Birimi, “Lise Öğrencilerinin Yeni Teknoloji Ürünleri Kullanım Alışkanlıkları” başlığı altında bir araştırma gerçekleştirmiş. İstanbul’da okuyan 14-18 yaş arasındaki 533 lise öğrencisiyle yapılan araştırmaya göre, cep telefonunu mesajlaşmak amacıyla kullanan öğrenciler, bilgisayar başında oyuna dalıp yemek yemeyi unutabiliyor. Öğrencilerin yüzde 52.2’si cep telefonundan vazgeçmeyi göze alamazken, kitabından vazgeçmeyenlerin oranı yüzde 36.8. Öğrenciler interneti de daha çok sohbet gibi (kusura bakılmasın) boş işler için için kullanıyor. Aynı araştırmaya göre öğrencilerin yüzde 9.6’sı hiç kitap okumadığını söylemiş. (Sabah, 22 Kasım 2009)

‘Kitap okunmuyor’ diyerek şikâyet etmekle bir yere varamayacağımıza göre, önce kendimiz, çocuklarımız ve ailemizle birlikte kitaplarımızı açalım...

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Ankara ekseni mi?


A+ | A-

Son dönemde dış politika alanında, özellikle komşularla ve bilhassa Ortadoğu ile ilişkilerde olumlu gelişmeler cereyan ederken, AB cenahındaki durgunluk ve donma hali kaygı veriyor.

Suriye ile “vizeleri kaldırma” süreci ve beraberindeki olumlu atmosfer, Irak, Lübnan ve Libya gibi Arap ve Arnavutluk gibi Balkan ülkelerine de taşınıyor, İran’la da hayli sıcak görüntüler veriliyor.

Bunlarla paralel ve eşzamanlı olarak İsrail’le “kriz”lerin patlak vermesi üzerine, bazı çevreler “Türkiye eksen mi değiştiriyor; yüzünü batıdan doğuya mı çeviriyor?” polemikleri başlatıyorlar.

Gerçi söz konusu krizler bilâhare yatışıyor.

Erdoğan’ın New Yort'ta görüştüğü Yahudi lobilerinin “One minute krizini tarihe gömdük” açıklamaları; Konya’daki hava tatbikatından “dışlanan” İsrail’le, bilâhare Ankara-Gölbaşı’ndaki Özel Kuvvetler Komutanlığında, Ürdün’ün de katıldığı bir arama-kurtarma tatbikatının sessiz sedasız gerçekleştirilmesi (İsmail Küçükkaya, Akşam, 19 Kasım 2009); TRT’nin Ayrılık dizisine Filistinlileri de cinayetle suçlayan sahneler eklenmek suretiyle durumun “denge”lenmesi ve son olarak insansız uçak krizinde ihalenin iptal edilmeyip İsrail tarafına ek süre verilmesi, “yatıştırma” örneklerinden.

Öte yandan, gerek İsrail’le ilişkilerdeki inişli çıkışlı dalgalanmaların, gerek diğer bölge ülkeleriyle yapılan açılımların, Obama politikalarında öngörülen çerçeve ve sınırlar içinde kalmak kaydıyla ABD “icazet”i altında yürüdüğü yönünde bir kanaat mevcut.

Financial Times’a konuşan ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Philip Gordon’un, “ABD, Türkiye’nin Ortadoğu’da artan etkinliğinden dolayı ne şaşkın, ne de rahatsızdır” sözü de bu kanaati teyid ediyor.

Keza Stephen Kinzer’in “ABD bizzat giremediği, diyalog kuramadığı ülkelerle Türkiye üzerinden irtibat kuracak. Türkiye’nin yeni rolü bu” beyanı da.

Bu bağlamda Türkiye’den İsrail’e yönelen ve sonra bir şekilde yumuşatılan çıkışlar, öteden beri ABD’ye de kafa tutmayı alışkanlık haline getiren ve özellikle Obama’yı hazmedemeyen İsrail hükümetini “istenen çizgi”ye çekmek için Ankara’nın da kontrollü olarak ve ayrıca iç kamuoyunda AKP’ye yarayacak şekilde devreye sokulduğunu düşündürüyor.

Peki, tam da bu hengâmda, Erdoğan’ın Davos restine muhatap olan İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in “Türkiye'de demokrasiyi ordu koruyor” şeklinde bir beyanda bulunması ne anlama geliyor?

Bu arada, gelişmelerin genel seyriyle ilgili olarak, Bush’un berbat ettiği Büyük Ortadoğu Projesinin, Obama döneminde restore edilerek tekrar uygulamaya konulduğu şeklinde yorumlar dahi yapılıyor.

Erdoğan’ın, Bush zamanında eşbaşkanlığına getirildiği proje için “Maalesef BOP yürümedi, keşke yürüseydi” diye hayıflanması, yeni duruma henüz onun da intibak edemediğini mi gösteriyor?

İşin bir diğer boyutu, Türkiye’yi bölgede etkin bir güç olmaya teşvik etmek için ortaya atılan “yeni Osmanlılık” misyonu. Dışişleri Bakanı gerçi kendisine atfedilen “Yeni Osmanlıyız” sözünü tekzip etti. Ki, zaten bu ifade, yine Davudoğlu’na ait “Türkiye'nin ekseni Ankara eksenidir” beyanıyla da çelişiyor.

Kemalizm kıskacından hâlâ kurtarılamamış bir Ankara ekseni ile Osmanlı misyonu olur mu?

Bilindiği gibi, Erdoğan AB’ye yönelik çıkışlarında “Eğer bizi aranıza almazsanız Kopenhag kriterlerini Ankara kriterleri yapar ve yolumuza o şe-kilde devam ederiz” sözünü hep tekrarlayageldi.

Ama AB reformlarının askıya alındığı 2004 Aralık’ından bu yana geçen beş yıl zarfında Türkiye Ankara kriterlerini Kopenhag kriterlerine uyduracak yeni bir adım atamadı ve bir tıkanma hali yaşıyor.

Demokratik açılım adı altında gündeme getirilen projenin, açıklanan içeriğindeki zayıflığa rağmen bu kadar zorlanması bile bunun sonuçlarından biri.

Bu, bölgesel açılımlar için de risk oluşturuyor.

* 276 gün hapis yattıktan sekiz ve AİHM’in Türkiye’yi mahkûm eden kararından bir buçuk yıl sonra Kutlular’ın beraat ettirilmesi için kısaca şunları ifade etmek herhalde yeterli olur: Geciken adalet adalet değildir. Adalet tarihine kara bir leke olarak geçen o mahkûmiyet kararını alanlar utansın. Ve dileğimiz, bu utancın bir daha tekrarlanmaması...

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



H. İbrahim CAN

Başbakanın Libya gezisi sona ererken


A+ | A-

Başbakan Erdoğan’ın Libya gezisi bugün bitiyor. Şu ana kadar kaydedilen somut ilerlemeler—vizenin kaldırılması, Türk firmalarının alacaklarının ödenmesi ve ikili işbirliği anlaşmaları—gezinin hayli verimli geçtiğini gösteriyor.

1996 yılındaki olaylı Erbakan ziyaretinden bu yana Libya’ya başbakan düzeyinde yapılan bu ilk ziyarette, Kaddafi, Erdoğan’a çok yakın ilgi gösterdi. Bütün bu sıcak görüntüleri bir yana bırakırsak, Libya son yıllarda önemli bir bölge ülkesi haline geldi. 2003 yılında kitle imha silâhları üretme programını terk ederek, uçak saldırılarında ölenlerin yakınlarına 3 milyar dolar tazminat ödemeyi kabul etmesiyle birlikte, Batının bu ülkeye bakışı değişti. 2004 yılında ABD ekonomik ambargoyu sona erdirdi. Avrupa Birliği ile karşılıklı ekonomik anlaşmalar imzalandı. İtalya Başbakanı Berlusconi bir yılda iki kez bu ülkeyi ziyaret ederek, sömürge döneminde Libya’ya verdikleri zararları tazmin etmek için 5 milyar dolar ödemeyi kabul etti. Kaddafi ünlü İtalyan futbol kulübü Juventus’un bir kısım hisselerini de aldı. Libya’nın petrol kaynaklarına bağlı zenginliği, bu ülkede yatırım yapmak isteyen Batılı ülkeleri cezbetmeye başlamıştı. Hatta İngiltere, ünlü Lockerbie uçak kazasının sanığını sağlık gerekçesiyle bıraktığında, dünya bunun ardında gizli ekonomik çıkarların yattığını düşündü. Sadece Batı değil, Rusya ve Çin de bu ülkeye yatırım yapmak için yarışıyor. Libya şu anda BM Güvenlik Konseyi üyelerinden.

Türkiye ile Libya ilişkileri hep inişli çıkışlı oldu. Türk firmalarının dışarıda yaptığı işlerin toplamının yüzde 20’sini bu ülkedeki yatırımları oluşturuyor. Ancak geçmişte bazı Türk firmalarının bıraktığı olumsuz izler, ekonomik ilişkilere sekte vurdu. Özellikle inşaat sektörü uzun yıllar boyu alacaklarını tahsil edemedi. Bu ziyaret başlarken Kaddafi jest olarak bütün Türk firmalarına olan borçları ödettirdi. Geçen yıl 1,4 milyar dolar düzeyinde olan ticaret hacminin bu yıl 2 milyar dolara ulaşması bekleniyor. Ancak bu rakamın 8-10 milyar dolara çıkarılması çok da güç değil.

Libya ile ilişkilerin bir başka yönü de; bu ülkenin Afrika ülkeleriyle iyi ilişkileri olması. Kaddafi Afrika Birliği başkanlığına seçildi. Mısır, Tunus ve Fas ile yakın ilişkileri var. Afrika ülkelerindeki iç çatışmalarda en büyük arabulucu Libya. Ayrıca bu ülke ekonomik yardımlarıyla Nijer ve Zimbabwe gibi bir çok Afrika ülkesinde nüfuz sahibi oldu. Bu yönüyle, Türkiye’nin Afrika açılımında önemli bir rol oynayabilir.

Ancak bütün bu ekonomik ilişkilerin yanı sıra, Libya ile tarihten gelen ortak bağlarımız var. Libya’da Türklere karşı büyük bir sevgi var. İsrail-Filistin, Filipinler-Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi arasındaki uzlaşmazlıklar konusunda iki ülke de arabuluculuk yapmaya çalışıyor. Ne yazık ki; ilişkilerimiz bir türlü bu bir çok ortak yönün gerektirdiği gelişmişlik düzeyine ulaşamadı.

Umarız bu gezi ile hız kazanan ilişkilerin sağlam bir işbirliğine dönüştüğünü görmeye altmış yedi yaşındaki, kırk yıllık Libya Lideri Kaddafi’nin ve bunca yıldır İslâm ülkeleriyle güçlü ilişkiler kurulmasını özlemini duyan bizlerin ömrü yeter.

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



Mikail YAPRAK

Kurbanlık duygular


A+ | A-

Önceki yazımızı su, zemzem ve gözyaşıyla ıslatmıştık. Kana geçit vermemiştik. Şimdi ise tam ferahlık ve gönül hoşnutluğu içinde, göğsümüzü gere gere “kan” diyoruz, “canlar Sana kurban” diyoruz. Çünkü biz “millet-i İbrahimî”yiz, ümmet-i Muhammed’iz (asm). O zat (asm) ki, Hz. İsmail’i ve bahtiyar pederi Abdullah’ı kastederek, “Ben iki kurbanlığın neslinden geliyorum” demişti. Bundandır ki, sevgili Efendimize “İbn’üz Zebihayn- iki kurbanlığın oğlu” denilmiştir.

Kesilen hayvanlar, buraklık mertebesine ulaşarak, sahiplerine Sıratta bineklik yapacaklardır.

İnsana gelince; Allah rızası için, din ve vatan uğruna can veren insan şehit olur ki, Kur’ân onlar için “ölü demeyiniz” diyor. (Tevafuka bakınız ki, bu son satırı yazarken, ajanslar Irak’ta Yavuz Efendioğlu’nun şehadetini haber veriyordu.) Allah yolunda, mücahade anında akan ve akıtılan kan ise zaten pâktır, kutsîdir.

Biz, su gibi aziz, zemzem gibi pâk ve gözyaşı gibi halisâne akarsak, kanlar durur ve durulur. Buradaki kastımız, beşerin zalim eliyle, zulmen akıtılan, ya da kaderin fetvasıyla, istenilmeden, acıyla ve ıztırapla akan ve akıtılan kandır. Gerçi zalimlerin zulmüne maruz kalan mazlûmların hakları zayi olmaz, onlar da mertebe kazanırlar. Hatta deprem, sel, yangın, trafik kazaları ve ağır hastalık gibi musîbetlerle hayatlarına hatime çektirilen salih kulların manevî mertebeler kazandığına dair çok kutsî rivayetler vardır. Zihnî bir refleksle hemen hatırladığım N. Mustafa Polat, Dr. Sadullah Nutku, Ali Uçar, Bayram Yüksel, Erol Kuralkan, Tahir Küçük ve eşi, şu yakında ruhunu Rahman’a teslim eden âlim-i mürşid İbrahim Canan ve daha nice kahraman ve salih kullar, trafik canavarının elinden terhis tezkerelerini aldılar.

Kan dökme içgüdüsü insanın fıtratında vardır. Rabbimiz Zülcelâl Hazretleri, meleklere hitaben, mü’min kullarındaki bu içgüdüyü, kurban reçetesiyle en güzel şekilde tedavi edeceğini buyurmuştur. Kurban kesmeyen toplumlar, bu içgüdülerini savaşta, barışta ve eğlencelerinde aşırı kan dökerek, gayr-ı meşrû yollarla tatmin ederler. Bir de basit dünya menfaatleri uğruna kan dökülür ki, halkımız bunu “Ne şehittir, ne gazi. Hiç yoluna gitti Niyazi” yakıştırmasıyla kritize eder.

* * *

Sılaya, sıladaki bayramlara, dost ve sevdiklerimize hasretlik yakıcılığında, uzaklarda “duygusuzluk ve ilhamsızlık” çölünde yol alırken, kurbanlık duyguların ruhumu sarması öyle bir hadisedir ki, içimden “Böyle duygulara kurban olayım” diyesim geliyor. Bu duygularla ruhumda, hayalimde, tasavvurumda, zihnimde, fikrimde, hülâsa topyekûn manevî varlığımda taht kuran Kâbe-i Muazzama’ya, Hacer-ül Esved’e, Safa ve Merve’ye, Mescid-i Haram’ a, Mescid-i Nebevî’ye, Mescid-i Kıbleteyn’e, Mescid-i Aksa’ya, Ravza-i Mutahhara’ya, Cebel-i Nur’a, Uhud’a, hülâsa Ahirzaman Nebîsinin ayak bastığı her yere, oralarda ve dünyanın her yerinde Allah için kesilen kurbanlara kurban olasım geliyor. Ve sadece Allah’a kurban olmalı ki, bütün bu güzellikleri O bize ihsan etmiştir.

Böylesi duygulardır ki, şu fakiri, üç yıl öncesine, arefenin, Arafat Vakfesinin Cuma gününe denk geldiği Hacc-ül Ekber’e ve bir hacının o zamandan kalma not defterine götürdü. O not defterini neden saklı tuttuğunu, neden zamanında yayına sunmadığını ise, “Meselenin azametinden, nurunun haşmetinden, şavkının şiddetinden gözlerim kamaştı, nutkum tutuldu, kalemim sustu, perde kapandı, defterim görünmez oldu” şeklinde özetleyerek, not defterini şu fakirin inisiyatifine havale etti.

Kim bilir, belki bir makale de ondan çıkarırız.

* * *

Ve yine bu kurbanlık duygulardır ki; nutku tutuk, ilhamı kesik ve fikri sönük , hem manevî, hem maddî hastalıkların cenderesindeyken, ateşli titremelerle yatağa düşüren maddî hastalıklarına sabır içinde şükredip, manevî hastalıklardan kurtuluş niyazını her an Rabb-ı Rahimine arz eden şu fakirde “derin bir muhasebe” hissini uyandırdı. Kurbanlık bu duygular; manevî bünyemde var olan ve her insana imtihan için verilen menfi ve zararlı duyguları, ıslak deriden mamul bir torba içine doldurup, kurbanlık koyun gibi yere yatırıp hakikat bıçağıyla kesmek üzereyken, bıçak dile geldi:

-Dur! Hemen kesemezsin. Zira birincisi henüz zamanı gelmedi, tevriye günündesin. İkincisi bu menfi duyguların mecralarını değiştirirsen, onlar da lâzım. Meselâ, hakikat Üstadının dediği gibi, “adavet (düşmanlık) etmek istersen, kalbindeki adavete adavet et, onun ref’ine (kaldırılmasına) çalış.”

-Kırk yıldır bu hakikatı okuyorum, kalbimdeki mü’min kardeşime olan adaveti hâlâ kaldıramadıysam, bırak da keseyim. Tamam, kurban gününe kalsın. O gün; haset, zulüm, ihanet, isyan ve harama meyil gibi duyguları mutlak keserim, hakikata ve Hakka kurban ederim. Lâkin mecrası değişebilecek olanların, bu Kurban Bayramından itibaren mecrasını değiştirebilirsem kesmem diyorsam da, aslında mecrasını değiştirmek suretiyle onların da mü’min kardeşlerime müteveccih vechelerini kesmiş oluyorum. Meselâ bu dâvâ bünyesinde, genç bir mü’min kardeşim, hissiyatına kapılıp nefsime hakaret etmişse (bunun illâ da şahsımla alâkalı olması lâzım gelmez, zira biz tek vücuduz), “nefsim bu hakarete müstahaktır” deyip o genç mü’min kardeşimi, dâvâ arkadaşımı bağrıma basıyorsam, o zaman ben bir fena hissimi hakikata feda edip, Hakka kurban etmiş olurum. Ne âlâ!

* * *

Bu kurbanlık duygulardır ki, sahibini, altı yıl öncesine götürüp, bir Kurban Bayramının son gününde toprağa düşen bir yaprağa canlılık verip, onunla manen kucaklaştı. O Celal (Cebrail) Yaprak ki, Azrail’le buluşmasına dakikalar kala, “Bu Gece” başlıklı şiirini şöyle tamamlıyordu:

Pişmanlık, nedamet sardı ruhumu..

Nurlara bağladım son umudumu..

Sekerat anında bir yudum su(yu)mu,

İçerek gözümü yumdum bu gece...

Bayram öncesinde Kâbe yollarına düşen hüccaca, on bir kıt'alık bir şiirini verir ki, Ravza-i Mutahhara’da okusunlar diye.. Orada iken Celal’in vefat haberini alan hemşehri grubu, o şiiri orada okuyarak, gözyaşı dökerler. İşte o sade ve samimî şiirin son kıt’ası:

Günahlara tevbe eyle,

Helâlleş hak sahibiyle,

Muhammed’e (asm) selâm söyle

Düş Kâbe’nin yollarına...

Cenâb-ı Hak onu ve cümle ümmeti Muhammed’i, Habib-i Ekrem’inin şefaatine nail eylesin, insanlığa saadet ve kurtuluş versin. Amin.

Kurban Bayramınız mübarek olsun.

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



Raşit YÜCEL

Yolumuz


A+ | A-

Geçen hafta “yollar ve yıllar” başlıklı bir yazı kaleme almıştım. Bu bir duâ hükmüne geçti sanırım.

Gazetemizin Abone Dağıtım Müdürü Saim Çelenli Beyefendi beni aradı ve “Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu bölgelerine bir gezi için benim de katılmamı“ rica etti.

Memnuniyet ile kabul ettim.

Gazetemizin Genel Müdürü Recep Taşcı ve Saim Çelenli Beyefendiler Çorum’a uğrayarak beni de kafileye dahil ettiler.

Çorum’da kısa bir moladan sonra Samsun’a ulaştık. Temsilcimiz Selim Çepni’nin eşliğinde kısa bir Samsun turu yaptık.

Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı illeri gazetenin dağıtım noktasında en sıkıntılı bölgeleridir. Bu aksaklığa köklü bir çözüm getirmek için genel müdürümüzün tesbit ettiği bazı tedbirler, bölge illerince çok şevk verici ve hedef gösterici olarak kabul edidi.

Samsun, Alaçam, Çarşamba, Terme, Ünye, Ordu, Giresun, Trabzon, Araklı, Rize, Çayeli, Bayburt, Erzurum, Ağrı, Kars ve Erzincanlı benim can dostlarım ve vefakâr kardeşlerim ile tekrar bir araya gelmek nasip oldu.

Bazı şeylerin anlatılması zordur.

Merhum, İstiklâl Marşımızın şâiri Mehmet Akif Ersoy “Ağlarım, ağlatamam. Hissederim söyleyemem. Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzarım” diyordu.

Tarifi imkânsız bir duygudur bu…. Müntesiplerini bir babanın evlâdı gibi bir muhabbet halkasına tabi kılan işte budur. Sevgi ve muhabbet…. İşte bunun katıksız tezahürünü yukarıda saydığım mahallerde bir daha yaşadık.

On yılı aşkın, bu yolların yolcusu idik. Dağından taşına, kuşundan ağacına...

Trabzon’da yapılması düşünülen ve tasarlanan bölge baskısı, gerek merkez, gerekse genel olarak çok faydalı olacaktır. Gazetemiz daha geç saatlerde basılabilecek, Trabzon bölgesi daha fazla haber kaynağına sahip olacaktır. Bu açıdan Genel Müdür Recep Beyin teklif ve tasarısı inşaallah büyük bir rahatlık sağlayacaktır. Tabiî bunun tahakkuku için bölge merkezlerinin belli bir tiraj sağlaması gerekiyor. Samsun’dan kafileye katılan Selim Çepni de heyetimize katkıda bulundu.

Yollar kâh yağmurlu, kâh karlı ve buzlu idi. Ama bu gezimizde hiçbir menfî tesir bırakmadı. Bütün illerimizden olumlu tepkiler aldık. Merkezden muhite olan bağlantı ve yüzyüze iletişimin büyük tesirini bir daha müşahede etmiş olduk.

Son durağımız Erzincan ilimiz idi. Erol Akar kardeşimizin nazik ve samimî misafirperverliğinden sonra yolculuk devam etti. Suşehri, Reşadiye, Niksar, Amasya güzergâhından Merzifon’a ulaştık.

Her yolculuğun bir son durağı olacağı muhakkaktır. Selim kardeşim ile ben burada kafileden ayrıldık. Recep Bey ve Saim Bey ise mesaiye ulaşmak için yola devam ettiler.

Biz yolcularız ve yollar yolcuları kabul ettiği müddetçe bu seyahatler devam edecektir.

Yeter ki bizler yola ve yolculara âşinâ olalım. Yolunuz açık olsun efendim.

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



M. Latif SALİHOĞLU

Yakın tarih yeniden yazılsın (2)


A+ | A-

Türkiye'nin yakın tarihinin niçin yeniden yazılması gerektiğine dair hususları maddeler halinde sıralamaya devam ediyoruz.

7) Birinci ve ikinci Lozan Konferansı (1923) esnasında, Hahambaşı Haim Naum aracılığıyla "gizli oturumlar" yapıldığı, İsmet Paşa ile kapalı kapılar ardında hayatî konularda anlaşmaya varıldığı yönünde son derece ciddî iddialar var. Şimdiye kadar tekzip edilmeyen bu iddiaların mutlaka bir cevap bulması ve Lozan'ın gizli–açık bütün yönleriyle vüzuha kavuşturulması lâzım. Aksi halde, o tarihten kısa bir süre sonra (Mart 1924) devreye sokulan ve bin yıllık medeniyeti, kültürü, ahlâk ve mâneviyatı temelinden yıkmayı hedef alan devim hareketinin, Lozan'da varılan "gizli anlaşmalar"a dayandığı yönündeki görüş ve düşünceler kuvvet kazanacak, belki haklı çıkacak.

8) İkinci Lozan görüşmelerinin devam ettiği günlerde (Nisan 1923) genel seçim kararı alındı. Yeni hazırlanan milletvekili listesinde, hükümetin ve bilhassa İsmet Paşanın uygun görmüş olduğu Lozan politikalarına karşı çıkan muhalif mebusların hiçbirine yer verilmedi. Yani, ilk Meclis'teki II. Grubun tamamı liste dışı bırakılarak tasfiye edildi. Böylelikle, muhalefetin sesi susturulmuş oldu. Oysa, bu mebuslar da vatanperver ve hatta Kuvâ–yı Milliyeden kimselerdi. Bunlara niçin kıyıldı? Lozan'a karşı gelmek, neden cürüm addedildi? Bu ve benzeri sorular ikna edici cevaplar bekliyor.

9) Hükûmetin Lozan politikalarını en sert şekilde eleştiren Trabzon mebusu Ali Şükrü Beyi kim niçin katletti? Çankaya Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman'ı bu cinayeti işlemeye, hemşehrisini öldürmeye kim azmettirdi? Tetikçi olduğu anlaşılan Topal Osman, niçin yaralı değil de öldürülerek ele geçirilmek istendi? Dahası, her ihtimale karşı kafasının gövdesinden kesilmesi emrini kim verdi? Bu muammalı olaylar zincirinin açıklığa kavuşturulması gerektiği gibi, bilâhare Ankara'da işlenen diğer siyasî cinayetlerin üzerindeki sis perdesinin de dağıtılması kaçınılmaz olmuştur. Yoksa, dünden bugüne işlenen faili ve mahiyeti meçhûl cinayetlerden nemâlanan karanlık şer odakları mı var?

10) 1923 yılı baharında hazırlanan ve II. Gruptakileri dışarıda bırakan milletvekili listesine Said Nursî de dahil edilmek istendi. Ancak, Nursî bu teklifi reddetti. Tıpkı, yüksek maaş, umumî vaizlik ve köşk tahsisi tekliflerini reddettiği gibi... Acaba, bu "toptan red"din asıl gerekçesi neydi? Bu önemli hadiseden hiç bahsetmeyen resmî tarih kitapları için "Doğru tarihi yansıtıyor" denilebilir mi?

11) Yeni hazırlanan (1923) milletvekili listesi ile ordu komutanlıkları listesinin tanziminde, Kafkas Cephesi ile Çanakkale Cephesi (1915–16) gazisi komutanlara karşı alabildiğince cimri davranılması, buna mukabil, bir ismi de "Selanik Ordusu" olan Hareket Ordusuna katılmış subaylara bonkör davranılmasının asıl sebebi nedir? Bununla bağlantılı olarak, ayrıca—ders kitaplarında yer almayan—şu sorular da cevap bekliyor:

* Hareket Ordusu kurmay kadrosunu Müslüman Türk mü, yoksa "Selanik dönmesi" subaylar mı teşkil ediyordu? Mahmut Şevket Paşa, ne zaman, nerede ve niçin ordunun başına getirildi?

* "Meşrûtiyeti kurtarmaya geliyorum" diyerek İstanbul'u işgal eden bu ordu, neden İttihatçı muhalifi sesleri susturmak, padişahı devirmek ve ortalığı kan revan etmek sûretiyle meşrûtiyetin canına okumayı tercih etti?

* Çanakkale Zaferini kazanan gazilere 1923'lerden itibaren hangi nazarla bakıldı? Onlara ne şekilde muamele edildi? Zafer, kime, ya da kimlere mal edildi? Bu büyük zafer, zafer gününe (18 Mart 1915) kadar Çanakkale diyârında dahi bulunmayan şahıslara ne zamandan beri ve ne maksatla mal edilmeye başlandı?

(Devamı var)

Tarihin yorumu 26 Kasım 1943

Risâle'de Kastamonu Zelzelesi

Külliyat'taki üç risâlede (Şuâlar, Kastamonu Lâhikası, S. T. Gaybî) üzerinde ehemmiyetle durulan Kastamonu Zelzelesi, 26 Kasım 1943 tarihinde, gece saat 22:00 sularında vukua geldi.

Bu tarihlerde Kastamonu'dan Denizli Hapishanesine sevk edilen Üstad Bediüzzaman ve 126 talebesi, Ağır Ceza Mahkemesinde yargılanıyordu.

Merkezi Tosya ilçesi olan bu yıkıcı depremin şiddeti 7.2 olarak tesbit edilmiş.

O zamanki gazete haberlerine göre, depremin etkisi Samsun'dan Ankara'ya kadar hissedilmiş, neticede binlerce ev ve işyeri yıkılmış, tarihî surların temel taşları bile yerinden çıkarak evlerin üzerine yuvarlanmış, binlerce insanımız da yaralanmış, yahut hayatını kaybetmiş.

Bediüzzaman Hazretleri, bu hadise hakkında şunları ifade ediyor: "...Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kalesi, Risâle–i Nur’un matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzeleyle sıtma tutmuş. İnşaallah yine Risâle–i Nur’a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek." (Şuâlar, s. 274)

Bir başka eserinde ise, Hüsrev Efendinin aynı hadise ile ilgili mektubuna atıfta bulunarak şunları söylüyor: "Aziz kardeşlerim! Bu fecirde, birden bir fıkra ihtar edildi. Evet, ben de Hüsrev’in zelzele hakkında tafsilen yazdığı keramet–i Nuriyeyi tasdik ederim ve kanaatim de o merkezdedir."

Gazete haberine istinaden yazılan Hüsrev'in mektubunda ise şu ifadeler yer alıyor: "'Zelzeleden evvel kediler, köpekler üçer beşer olarak toplanmışlar, sessiz olarak, düşünceli gibi alık alık birbirine bakarak bir müddet beraber oturmuşlar, sonra dağılmışlar. Gerek zelzele olurken ve gerekse olmadan evvel veya olduktan sonra bu hayvanlardan hiçbiri görülmemiş; kasabalardan uzaklaşarak kırlara gitmişler." (Şuâlar, s. 287)

26.11.2009

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

“İlke ve inkılâplar” halka mı sorulmuş?


A+ | A-

Melih Aşık, 22 Kasım Pazar 2009’da, bir “komplo” olduğu kesin olan Dersim olayını ve Seyit Rıza’nın bir an önce idam macerasını Çağlayangil’in Anıları’ndan aktarırken güya M. Kemal’in “mütevazi bir demokrat” olduğunu şu alıntı ile ispatlamaya çalışıyor:

“Kitabı okurken gözümüz bir başka konuya ilişiyor... Ankara’da Atatürk’ün isteğiyle Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’nün geniş salonlarında halk için eğlenceler düzenlenmiş... Atatürk gece 12:00 sularında eğlenceye geliyor. Önce genel müdürün odasına alınıyor. Daha sonra halkın arasına iniliyor... Kalabalık Atatürk’ün çevresine toplanıyor. Bir sohbet başlıyor. Derken bir genç adam diyor ki:

“- Paşam, siz gelmeden önce ne güzel eğleniyorduk, dans ediyorduk...

“Atatürk: Konuşmayı ben istemedim ki, siz istediniz, ama oya koyarız, diyor. İstek oya konuluyor. Çoğunluk sohbetin sürmesini istiyor..

“Konuşmalar sürüyor. Kılıç Ali, Celal Bayar gibi şahsiyetler de orada. Derken biraz önce ‘Sohbetin bitmesini, dansa dönülmesini’ isteyen genç bu talebini tekrarlıyor. “Atatürk isteği tekrar oya sunuyor. Bu defa dansa dönülmesi kabul ediliyor. Sohbet bitiyor...

“Atatürk için diktatör denir. Siz bırakın diktatörü, bir demokrat liderde böylesi tevazu gördünüz mü?” (Melih Aşık, Milliyet, 22 Kasım 2009)

Dans, oyun ve eğlencede mütevazi demokrat diye sunulan M. Kemal, 7 Ocak 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile dini eğitim veren medreseleri kapatırken, hiç de oylama yapmamış, kimseye sormamış! Hilafet ve Vekâlet-i Şer’iyye 3 Mart 1924’te kaldırırken de...

8 Nisan 1924’te Adlî Teşkilât Kanunu ile şer’î mahkemeleri lağvederken de…

25 Kasım 1925 tarihinde, 671 sayılı Şapka İktisâî Kanunu (Şapka giyileceğine dair kanun) çıkarıp, muhalefet edenler idam edilirken de, kimsenin görüşüne müracaat etmemiş.

30 Kasım 1925’lerde tekke, zaviye ve türbeleri kapatırken; tarikatları ve dinî kisveleri yasaklarken de...

Yine 1926’da, Müslümanların alkollü içki satması serbest bırakılırken; “Heykel ve resimlerim, kamu kurum ve müesseselerine konsun mu, konmasın mı” diye oya sunmamış.

28 Mayıs 1927’lerde, hükûmet kararıyla, kamu binalarındaki tuğralar ve Kur’ân harfleriyle yazılmış olan kitabe ve yazıların kaldırılması kanunlaşırken de sormamış.

3 Şubat 1928’de ilk Türkçe hutbe Yerebatan Camii’nde okutulurken ne hafızlara, ne hocalara, ne müftülere, ne sahanın uzmanlarına, ne de halka sormuş.

3 Nisan 1928’de, Anayasanın ikinci maddesi olan, “Bu devletin dini, din-i İslâmdır” ibaresini çıkarırken de oylama yapmamış.

1 Kasım 1928’de İslâm dininin kaynağı olan Kur’ân harflerini, Harf İnkılâbı adı altında; 1 Ocak 1929 tarihinde, Arapça harflerle dilekçe yazılmasını ve kitap basılmasını yasaklarken de oya sunmamış. Ulema tamamen bertaraf edilmiştir.

22 Ocak 1932’de çıkarılan bir kanunla, bütün camilerde ezanın Türkçe okunması yalnız başına kararlaştırılır. 22 Ocak 1932’de Yerebatan Camii’nde Türkçe okunmaya mecbur edilir.

6 Şubat 1933’te de resmî bir emirle yurt sathında, bütün camilere, mescidlere Türkçe ezan okunması mecburiyeti getirilirken de sorulmamış, oylama yapılmamış. 25 Kasım 1934’te, 2590 sayılı, “Efendi, bey, paşa, hanım, hanımefendi, hacı, hoca, molla, hazret...” gibi lâkap, ünvan ve kelimeler yasaklanırken de oylama yapılmamış.

Ve laiklik ilkesi, 1937’de Anayasa’ya sokulurken, oylama yok, sormak yok, halkın temâyülünü almak yok!

Peki, bu nasıl bir tevazu ve bu nasıl bir demokratlıktır?

Bir şey daha: “Ankara’da Atatürk’ün isteğiyle Ziraat Bankası Genel Müdürlüğü’nün geniş salonlarında halk için eğlenceler düzenlenmiş...” diyor.

İşi varken resmî dairelere sokulmayan, alınmayan vatandaş, genel müdürlüğünün salonuna eğlence için nasıl alınmış ki?

Bunlar gerçekten halk mı; rejimin dalkavuk bürokratları mı?

Ama, belki de halk ciddi meseleleri düşünmesin diye, onu dansa, eğlenceye, oyun ve sefahete alıştırdılar.

26.11.2009

E-Posta: [email protected] [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Bugün Arefe Günü


A+ | A-

“Lebbeyk Allahümme lebbeyk. Lebbeyke lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülke lâ şerîke lek.”

“Buyur Allah’ım. Emrini dinlemeye hazırım. Emrine boynum kıldan ince. Emrine ve fermanına sözümle, özümle, gönlümle, kalbimle kurban olayım. Emrine boyun eğdim. Senin şerikin ve ortağın yoktur. Emrine kurbanım. Sözüne hayranım. Buyur Allah’ım. Hamd Sana mahsustur. Nimet Senindir. Mülk Senindir. Senin hiçbir şekilde benzerin ve ortağın yoktur.”1

Yüz binlerce hacının ağzından bu günlerde tek bir kelime halinde dökülen teslimiyet sözleridir bunlar. Bugün güneş doğduktan sonra hacılar Arafat bölgesine doğru harekete geçtiler. Öğle vaktinde öğle ve ikindi namazlarını “cem-i takdim” ile birlikte kılacaklar. Hemen ardından Arafat’ta vakfeye başlayacaklar. Vakfede gözyaşı dökecekler, tevbe ve istiğfar edecekler, duâ edecekler ve İnşallah doğdukları gün gibi günahlarından arınacaklar. Kendileri için, anne ve babaları için, din kardeşleri için, dünyanın salâhı için, İslâm âleminin huzur ve sükûnu için, Müslüman’ların dünya-âhiret kurtuluşları için, geçmişleri için, gelecekleri için duâ edecekler. Duâları inşallah dergâh-ı İlâhîye yükselecek.

Bugünde bolca duâ edelim. Ne dileğimiz varsa Allah’a arz edelim. Ne muradımız varsa Allah’tan isteyelim. Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki:

* “Duâların en hayırlısı Arefe gününde yapılan duâdır.”

* “Kim ki, Arefe Günü dilini, kulağını ve gözünü haramdan korursa, iki Arefe arasındaki günahları bağışlanır.”2

Bir Arefe Günü Müjdesi:

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm, Arefe Günü akşamı Arafat’ta ümmeti için mağfiret duâsında bulundu. O’na şöyle denildi:

“Zâlim müstesnâ onları bağışladım. Çünkü ben mazlûmun hakkını zalimden alırım!”

Peygamber Efendimiz (asm): “Ey Rabb’im! Eğer dilersen mazlûma hakkını Cennetten verir ve zalimi bağışlarsın” diye duâya devam etti. Fakat o akşam bu duâsına cevap verilmedi. Sonra Resûl-i Ekrem (asm) Müzdelife’de sabahladı; bu duâyı tekrar tekrar yaptı ve duâsı kabul olundu. Sonra Resulullah Efendimiz (asm) sevincinden gülümsedi.

Bunun üzerine Hazret-i Ebu Bekir (ra) ve Hazret-i Ömer (ra) sordular: “Babam ve anam sana feda olsun ya Resûlallah! Bu saatte gülmezdin. Seni sevindiren şey nedir? Allah seni hep sevindirsin!”

Resul-i Ekrem Efendimiz (asm): “Allah benim duâmı kabul buyurmuş ve ümmetimi bağışlamıştır. Bunu öğrenen şeytan da toprağı alıp başına dökmeye ve ‘Mahvoldum! Helâk oldum!’ diye bağırmaya başlamıştır. Onun bu sabırsızlığı ve üzüntüsü beni güldürdü” buyurdu.3

Bir diğer hadislerinde Allah Resulü (asm): “Allah hiçbir günde Arefe Günündeki kadar kullarını ateşten kurtarmaz. O gün Allah, rahmetiyle kullarına tecelli eder. Onlarla meleklere karşı iftihar eder. Ve ‘Onlar ne istiyorlar?’ diye sorar”4 buyurmuştur.

***

Teşrik Tekbirleri başladı

Teşrik Tekbirleri bu gün sabah namazından itibaren başladı. Bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar her farz namazın hemen ardından, başka hiçbir kelime konuşmadan, Teşrik Tekbirleri getirmek her Müslüman için vaciptir. Bu hüküm umûmîdir. Yani namazını cemaatle kılan da, yalnız kılan da, kurban kesen de, kesmeyen de, seferî olan da, olmayan da, kadın veya erkek tüm Müslüman’lar Teşrik Tekbirleri getirmelidirler.

Teşrik Tekbirleri, Farz namazdan selâm verdikten hemen sonra araya hiçbir söz karıştırmadan, “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber, Lâ ilâhe illallâhü vallâhü Ekber, Allâhü Ekber Ve lillâhi’l-hamd” diyerek getirilir.

Mânâsı: “Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah içindir.”

***

Bin İhlâs-ı Şerif

Duâya çok ihtiyacımız var. Allah’ın dergâhına sığınmaya ekmek ve su kadar muhtacız. Arefe gününde elimizde böyle bir yüksek dergâha sığınma, O’na yalvarma, O’ndan af dileme, O’ndan hayır ve hasenat isteme, O’ndan Cemalini, Rızasını ve Cennetini dileme fırsatımız var: Bin İhlâs-ı Şerif okumak. Fırsat bulup okuyabilenler için, bugün, büyük bir rica kapısı açık bulunmaktadır.

Üstad Bedîüzzaman Hazretleri der ki: “Aziz, mübarek kardeşlerim. Bizim memlekette eskide Arefe Gününde bin İhlâs-ı Şerif okurduk. Ben, şimdi bir gün evvel beş yüz ve Arefede dahi beş yüz okuyabilirim. Kendine güvenen, birden okuyabilir. Ben, gerçi sizleri göremiyorum ve hususî her birinizle görüşmüyorum. Fakat ben, ekser vakitler, duâ içinde her birinizle bazen ismiyle sohbet ederim.” 5

Bin defa okumaya fırsat bulamayanlar için, paylaşarak yüzer defa da okunabilmekte ve açık bulunan rica kapısından Allah’ın dergâhına sığınmak mümkün olmaktadır.6 İhlâs-ı Şerifler okunurken başta “Eûzübillahimineşşeytânirracîm” ile birlikte “Bismillahirrahmanirrahim” demeli; devamında her İhlâs-ı Şerifin başında birer besmele çekerek okumalıyız.

Rabb-i Rahîm bu mübarek Arefeyi ve mübarek bayramı âlem-i İslâm’a ve yaşlı dünyamıza hayırlı eylesin. Müslümanların dünyevî-uhrevî sıkıntılardan kurtulmasına ve dünya barışına vesile kılsın. Âmin.

Dipnotlar: 1- Câmiü’s-Sağîr, 2/2095; 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/3631; 3- İbn-i Mâce, Menâsik, 3013; 4- İbn-i Mâce, Menâsik, 56; 5- Şuâlar, s. 266; 6- Mektûbât, s. 326, 328.

26.11.2009

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H. İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Demokrasi100 - Yeni Asya Gazetesi - YASEM - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat - Yeni Asya Takvim - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım - Yeni Asya 40. Yıl