28 Nisan 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR Mobil İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Saliha FERŞADOĞLU

Öğrenci evi halleri


A+ | A-

Şen kahkahalar, hayata dair umutların yüksek seslerle dile getirilişi, sonu gelmeyen düşler, gürültü patırtı, koşuşturma, telâş. Kimi zaman öfke, hayal kırıklığı, gözyaşları… Bir öğrenci evinin değişmeyen sesleri… Kapısına kulak verin, siz de duyacaksınız bu ezgiyi…

Her öğrenci evinin bir maskotu vardır. Herkes ona takılır, onunla şakalaşır. Bu kurban evin çömezlerinden seçilir. Ev ahalisi onunla neşe bulur. O da memnundur çoğu zaman halinden. Bazen kırılır, gücenir feryad ü figan eder; ama alışmıştır, durulur hemen sonrasında, yapılan şakalara o da katılır en içten arzusuyla.

Her öğrenci evinin klâsikleşen geyik diyalogları vardır. Meselâ bilgisayar mühendisliği okuyana sorarlar: Size hackerlik yapmayı öğretiyorlar mı? Bir “la havle” çeker öğrenci, ters ters bakar. Peyzaj mimarlık öğrencisiyle dalga geçilir, bahçıvan mı olacaksın, diye. İnadına bölümünü savunur, şehir düzenlenmesine dair bir sürü bilgi sıralar; parkların, bahçelerin, tarım alanlarının ve yolların nasıl daha muntazam olacağını anlatadursun karşısındaki başlar bilgiç bilgiç sallanır. Öğrenciler için yeter ki muhabbet olsun.

Her öğrenci evinin değişmeyen sahneleri vardır. Yemek masasına oturulduğunda günün nöbetçisi zalimane çalıştırılır, olmadık şeyler istenir kendisinden. Yâ da birisi tuz almak için ayağa mı kalktı, peşi sıra istekler gelir hemen. Hazır kalkmışken bana bir bardak su verir misin? Hazır kalkmışken bana yamuk olmayan bir çatal versene… Hazır kalkmışken… Uzar gider sonu gelmeyen arzular…

Her öğrenci evinin birbirine benzer manzaraları vardır. Sınavdan bir gün öncesine kadar ders çalışmak hariç her şeyi yapan öğrenci, sınav sabahına kadar uyumaz. Kahve üstüne kahve içer, mutfakla odası arasında mekik dokur; stresten yemek yer, arkadaşlarına sataşmaya başlar. Hatta bir daha aynı hataya düşmeyeceğine, günü gününe not tutup ders çalışacağına dair arka arkaya bir sürü vaatler sıralamasına rağmen sınavdan çıkar çıkmaz, sözler unutulur, gökyüzüne kaçan bir balon gibi kaybolur.

Her öğrenci evinin değişmeyen hayalleri vardır. Birinci sınıfa başlayan öğrenci İstanbul’da okumuyorsa eğer, ağzında sakız ettiği sloganıyla etrafta gezinir durur, “Ben yatay geçiş yapacağım!” Çevresindekilerin alaycı bakışları ve kahkahaları eşliğinde günler geçerken bir de bakar ki mezuniyet günü gelip çatmıştır. Geçiş yapacaktım cümlesi dilinde öylece kalakalır.

Gariptir öğrenci evleri; içinde garipleri barındırır. Bir komşunun ikram ettiği bir tabak börek mutlu eder yürekleri. Hepsi özlemle annelerini yâd ederler. Dumanı tüten böreğin buğusunda mazinin sayfaları hızla açılır kapanır, annelerinin ne kadar marifetli olduğunu anlatmak istercesine bütün becerilerini sayıp dökerken ortaya, adeta yarışılır. Sonra her biri telefona koşar, annesinin sesiyle biraz olsun avunur durur. Bu yüzden gurbette yaşamanın verdiği bilinçle hayatı her gün biraz daha yakından tanıyan öğrenci evi sakinleri sıkı sıkıya kenetlenmişlerdir. Kardeş olurlar birbirleriyle hatta anneliğe, babalığa soyunanlar bile çıkar aralarından. Dertdaş, yoldaş, karındaş olurlar… En güzeli de hayat boyu unutulmayacak dostluklar, yakınlıklar kurarak yıllar yılı karşılıklı muhabbetlerine devam ederler.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Banu YAŞAR

Bir otuz yaş klâsiği


A+ | A-

İÇİNDEKİ saat, bir sabah seni yarım kalmışlığın acısıyla uyandırdığında bir iç sorgulama yaşarsın, yüreğinin ta dibinde…

Geçen zamana dikersin gözlerini… Başlayıp da bitiremediğin bitirip de yeni başlangıçlara adım atamadığın bir sürü anı çarpar yüzüne.

Yarım kalmışlıkların ve başlamış yarımların fark ediliş yaşıdır, otuz yaş.

Şimdi, soğuk bir rüzgâr gibi yüzüne çarpan zaman, eskiden hiç bitmeyecekmiş gibi gelirdi sana…

İstediğin kadar hayal kurabilirdin, istediğin kadar da bekleyebilirdin, sevgiyi ve başarıyı….

Ama artık beklemeyi göze alacak kadar, vaktinin olmadığını da bilirsin.

Otuz demek anne yaşı demekti, senin için. Annelerimizin yaşı ancak otuz olabilirdi. Uzaktı bu yaşlar sana. Aslında hiç yaşlanmayacağını, hiç hastalanmayacağını sanmıştın. Hiç aklına gelmezdi, ama bir gün gücünün de, ümidin kadar azaldığını fark ettiğinde, içindeki volkanın eskisi kadar kükremediğini duyarsın.

Zaaflarınla ve korkularınla yüzleşirsin otuzlarında, artık kendini bile aldatamazsın. Geçen zamanla birlikte yüzüne vuran zaafların ve korkuların o kadar göze batar ki, onları görmemek için gözlerini sımsıkı kapatman gerekir. Eskisi kadar hayat kolay gelmez sana. Bazen toplumla bir olup, kendini sorguya çekersin. Bazen savcı, bazen suçlusundur, bu duruşmalarda. Eskiden hayallerinle güçlüyken, şimdi sahip olduklarınla güçlü olmaya çalışırsın. Duaların ve hayallerin kadar güçlü olmadığını fark edersin ihtiraslarının… Ümit kokan dualarınla buluşmayalı nice zamanlar olmuştur. Eskisi kadar ümitli olmayı istersin, ama yapamazsın.

Otuzlu yaşlar, alarmı kurulan bir saat gibi sürekli geçen zamanı hatırlatır. Yorulan vücudun ve azalan ümidin sana ikinci yarıyı oynuyormuşsun hissini verir. En iyi oyununu çıkarmak için, son bir şansın daha olduğunu bilirsin.

Bir iç sorgulama ve hesaplaşma yaşarsın otuzlarında. Verilmiş kararlarını tozlu raflarından indirip tekrar tekrar gözden geçirirsin. Bir zamanlar ne kadar da kolay aldığını fark edersin onları. Olmazsa değiştiririm, istemezsem bırakırım dediğin şeyler şimdi hiç de öyle gözükmez gözüne. Yüreğin acısa da, korkuların seni hareketsiz bırakır.

İniş çıkışlarıyla yaşadığın bilinmişlik, yeni ve parlak bilinmezliğe galip gelir. Kolayca basıp gidemezsin eskisi kadar. Yeni başlangıçlar korkutur seni. Bilmediğin iyi, bildiğin kötüden kazançlı görünmez sana. Daha az risk alır, daha az bilmediğin yaşantıların hayallerini kurarsın. Yalnız kalmaktan ve terk edilmekten daha çok korkarsın. Ama geçen zaman korkularını da yalnızlıklarını da arttırır.

Nice kırılmışlıkların gelir aklına, her birinin yeri hâlâ acır. Sürekli yaptığın hataları ve sürekli aynı yerden ısırılışlarını fark edersin. Bir formül gibi tekrarlanan kesitler görürsün geçmişinde. Ama o kadar zordur ki, kendini görmen. Ancak düştüğünde, canın acıdığında bir iç yolculuğa adım atarsın.

Ben ne yaptım dersin, otuzlarında. Çevrende seçmediğin bir sürü ilişki ve bir sürü kararla göz göze gelirsin. Zamanın geri sayımı kararlarını ve ilişkilerini de sorgulamaya götürür seni. İlişkiler içindeki yalnızlığını, kendin olamadığın anları fark edersin.

Artık hiç de kolay değildir yolculuk, ya kendinde katlanamadığın onca şeye rağmen taşırsın kendini, ya da zorlu bir yolculuğu göze alıp kendinle yüzleşip, değiştirmeye çalışırsın. Kaçınılmazın sükûneti seni çağırmadan, kendi içindeki senle karşılaşırsın…

O seni sorgulamadan önce, sen kendini sorgularsın…

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevat ÇAKIR

Kül cehennemi


A+ | A-

Evet dünya yeni bir musîbetle karşı karşıya. İzlanda’daki yanardağdan çıkan ve saatte 40 km. hızla Avrupa’ya yayılan kül bulutları yüzünden iptal edilen uçuş sayısı 36 bini bulmuş. Volkanın ağzından günde 7 bin 500 ton sülfirik asit püskürdü. Uzmanlar ‘yağış olursa küller asit yağmuruna dönüşebilir’ diyor. Basına baktığımız zaman çok değişik bilgilere rastlamak mümkün. “Başımıza kül yağacak”, “Kül kâbusu Türkiye’de”, “ Kan yağmuru geliyor”, “Avrupa yanardağın küllerinin altında kaldı”, “Avrupa kül paniğinde” gibi...

Evet ciddî bir afetin, hele Avrupa gibi refah seviyesi çok yüksek bir coğrafyada olması çok manidar. Bu olay insanların ne kadar güçsüz olduğunu hatırlattı. Cebinde dünyanın en değerli parası var, ama işe yaramıyor. En lüks, sesten hızlı uçağın var, ama yolunu duman kesmiş! Hep övündüğün bilmem kaç silindir motorlu araban var, ama gidemiyorsun. Bu ‘duman’ sebepleri ilah edinenlere çok ciddî bir şamardır. Yanardağla ilgili fotoğraflara baktığımda binlerce lüks arabalar caddelere yığılmış bekleşiyorlardı.

Havaalanlarındaki yolcuların durumu da çok garipti. Her gün lüks yataklarında yatanlar, açlık ve fakirliği bilmeyenler adeta depremden sonra çadırlara yerleşen insanların durumunu andırıyordu. Bu insanlar sıcak döşeklerden uzakta uyumanın ne kadar zor olduğunu tatmakla, dünyadaki memleketlerinden uzakta mülteci kamplarındaki insanların durumunu şimdi çok iyi anlayacaklar. Belki de normal zamanlarda kulaklarını tıkadıkları o insanlara karşı yardım ellerini açacaklar.

“Bu ahirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümatlı isyanından, kâinat ve anasır-ı külliye kızdıklarından ve Hâlık-ı arz ve semavat dahi değil hususî bir Rububiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi, hakimi haysiyetiyle külli ve geniş bir tecelli ile kâinatın hey’eti mecmuasında ve Rububiyetin dairesi külliyesinde nev-î insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyanından vazgeçirmek ve tanımak istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsalsiz kesilmeyen bir su, hava ve elektrikten zelzeleyi fırtınayı ve harb-i umumî gibi umumî ve dehşetli afatı nev-î insanın yüzüne çarparak onunla hikmetini, kudretini Adaletini, Kayyumiyetini, İradesini ve Hakimiyetini pek zahir bir surette gösterdiği halde...” 1

Dipnot: 1-Sözler, 160.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Mehtap YILDIRIM

Başörtüsü yasak, peki ya takva örtüsü?


A+ | A-

Allah’ın tesettür emrini yerine getirenlerin yaşadığı mağduriyetler ve haksızlıklar hâlâ devam ederken, bu yasakta kaderin de bir hissesi bulunduğunu unutmamak lâzım. Bu konuda küllî bir şekilde sık sık tövbe-i istiğfar etmek, hatalarımızı gözden geçirmek gerekir.

“Ey Âdemoğulları! Size çirkin yerlerinizi örtecek bir giysi, bir de giyip süsleneceğiniz bir giysi indirdik. Takva örtüsü ise daha hayırlıdır.” 1 Bu âyet-i kerîme bize tesettürde ehemmiyetle uygulanması gereken unsurun “takva örtüsü” olduğunu bildiriyor. Bu örtü kadın-erkek herkes için geçerlidir. Zaten takva örtüsüne bürünen, dış tesettürü de lâyıkıyla yerine getirir.

Bu arada “takva örtüsü” dediğimiz, farzları yerine getirmek, günahlardan kaçınmaktır. Biraz daha açarsak;

Allah’ın emirlerine itaat ve men ettiklerinden kaçınmak, harama yaklaşmamak takva örtüsüdür.

Edep ve hayâ takva örtüsüdür.

Birbirlerine yabancı olan kadın ve erkeklerin gereksiz sohbetler etmekten kaçınması takva örtüsüdür.

Erkeklerin yabancı hanımlara bakmaması bir takva örtüsüdür.

Hanımların yabancı erkeklerle şakalaşmak, gülmek, sesini güzelleştirmek için tabiî olmayan çabalar sarf etmek gibi tutumlar sergilemesi iffetli bir Müslüman hanıma yakışmayacak hâl ve davranışlardandır. Bunu yapan bir de tesettürlü bayan ise hem kendine, hem dâvâsına, hem de tesettürlü hemcinslerine, daha geniş dairede İslâmiyete büyük zararlar vermiş olacaktır. Yani tesettür; salih amel, iffet ve takva ile birleştiği takdirde gerçek mânâsına kavuşmuş olacaktır.

Erkekler için de aynı kaide söz konusudur. Bilhassa iş hayatında yabancı hanımlarla karşılaşmak ve bir arada bulunmak mecburiyetinde kalan erkeklerin, eşlerine göstermediği nezaketi yabancı hanımlara karşı göstermesi, farklı bir tavır ve ses tonuyla, esprilerle dikkat çekmeye çalışması “takva örtüsü”ne zıt davranışlardır. Her Müslüman, iffet zineti ile süslense, takva örtüsü ile örtünse, toplumsal birçok problemin önüne geçilmiş olur.

Başörtüsü yasağını sürdürenlerin sesi her geçen gün daha cılız çıkmasına rağmen tam mânâsıyla yasağa son verilemiyor. Bunun yanında yasak mağdurlarının da seslerinin cılızlaştığını ve hatta hiç böyle bir sorun yokmuş gibi hayatını sürdürenlerin varlığını da biliyoruz. Bütün bunlarda aklımızın ermediği hikmetler vardır elbet.

Hukukî olarak hak arama mücadelelerinin devam etmesi yanında, bir başka ve en önemli çözüm; münafık ellerce yasaklanması imkânsız olan “takva örtüsü” ile örtünmektir. Buna kimse itiraz edemez ve “yasak” diyemez.

Dipnotlar:

1- Ahzab Sûresi: 59.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Süleyman KÖSMENE

Ene ve âlem-i vücub üzerine


A+ | A-

Cemil Bey: “Otuzuncu Söz’de baştan ikinci paragrafın sonunda, ‘O ene, mahiyetinin bilinmesiyle o garip muammâ, o acîb tılsım olan ene açılır ve kâinât tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dâhî açar’ cümlesinde geçen âlem-i vücub kelimesinden kastedilen nedir?”

Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksad’ı, “Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar. Ondan korkup titrediler. Onu insan yüklendi. İnsansa çok zâlim ve çok câhildir”1 âyetinin tefsîri sadedinde “ene”ye bir anahtar olarak yazılmıştır.

Ene benimizdir, benliğimizdir, kendimizdir, kimliğimizdir, bazen Allah’a kul olan, bazen bir gurur küpü olan kendi içimizdeki insânî özdür. Başka bir ifâdeyle ene, insanın ben’ini, rûhî kimliğini, iç âlemini, duygularla sarılmış fizikî olmayan varlığını tanımlar.

Vücub, varlıkta zorunluluğu ifâde eder. Vâcibü’l-vücud, varlığı kendisinden olan zorunlu varlıktır ki, yokluğu düşünülemeyen ve zarûrî olarak var olan Allah’ın zâtını tarif eder.

Vücubun zıddı imkândır. Yani varlığı zorunlu olmamak, mümkün olmak, var oluşu ancak yüzde ellilik bir ihtimale dayanmak, bir tercih edicinin tercihiyle yokluktan varlık şıkkına, imkân sahasına geçmiş olmaktır ki, Allah’ın zâtının, isimlerinin ve sıfatlarının hâricindeki bütün âlem, bütün kâinât, bütün dünya, bütün âhiret bu sınıftadır.

Bu sınıfta olan âleme, âlem-i imkân veya mâsivâ denir. Allah’tan gayri her şey bu sınıftadır.

Âlem-i vücub ise, varlığı imkân ve ihtimallere dayanmayan, varlığı zorunluluk ve mecbûriyet arz eden, varlığı kendisinden olan Allah’ın zâtı, sıfatları ve isimleri âlemidir.

Biz burada varlıkları iki ana gruba ayırmış oluyoruz:

1- Vücub âlemine ait zarûrî Varlık. Bu, Allahu Zülcelâldir. Vücub âleminin diğer zarûrî unsurları Allah’ın isimleri, sıfatları ve şuûnâtıdır.

2- İmkân âlemine ait mümkün varlıklar. Bu da, Allah’ın zâtı ile, isim ve sıfatlarıyla kuşattığı, var kıldığı, yarattığı, donattığı, tanzim ettiği, düzenlediği Allah’ın dışındaki âlemdir. Yani mâsivâdır. Yani, varlığı kendisinden olmayan, varlığı tamamen Allah’a dayanan, Allah var kılmasaydı yok olma pozisyonundan kurtulmayacak olan varlıklar âlemidir.

Ene, bir Allah kuludur. Eneye gelen her iyilik âlem-i vücubdan gelir. Enenin istifâde ettiği bütün iyilikler, âlem-i vücuba aittir. O halde ene ile âlem-i vücub arasında sıkı bir bağ olmalıdır. Bu bağ vücub âlemi açısından Ulûhiyet, Rubûbiyet, Hallâkiyet ve sâir İlâhî sıfat ve isimlerin kurduğu bağdır ki, âlem-i imkân da dahil ene, bu bağ sayesinde yaratılıp donatılmakta ve terbiye edilmektedir. Bu bağ, ene ve kul açısından ise îmân ve ibâdet bağıdır.

Allah bütün sıfatlarıyla mutlak, muhît, yani kâinâtı kuşatmış, hudutsuz ve nihâyetsiz, kayıtsız ve sonsuzdur! Allah’a şekil verilmez, sûret biçilmez, mutlak ve muhît olduğundan belirleyici bir hüküm konulmaz, mâhiyetinin ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ karanlık olmasaydı dâimî bir ışığı fark edebilir miydik? Ne zaman vehmî bir karanlık ile ışığa bir hat çekersek, işte o zaman ışığın keyfiyetini biraz da olsa kavrama imkânımız olur. İşte ubûdiyet içindeki ene, kendisine verilen vehmî ölçücüklerle Kâinât Sultan’ını sıfatlarıyla, isimleriyle ve şuûnâtıyla tanıma imkânı elde eder. Eğer ene’de cüz’î bir ilim olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Alîm olduğunu bilemezdi. Ene’de cüz’î bir kudret olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Kadîr olduğunu; cüz’î bir şefkat olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Rahîm olduğunu; cüz’î bir hikmet olmasaydı, Kâinât Sultân’ının Hakîm olduğunu... ve hâkezâ bilemezdi.

Allah’ın her şeyi kuşatmış olan, sonsuz, kayıtsız, hudutsuz, şeriksiz, eşsiz ve benzersiz isim ve sıfatlarını tanımak ve kavramak için ene’ye birer anahtar koymak gerekiyordu. Tâ ki ene, bu anahtarlar mârifetiyle birer gizli hazîne olan Allah’ın isimlerini tanıyabilsin ve kâinâtın kapalı sırlarını açabilsin. Ama ene kendisi de bir muammâ, kendisi de hayret verici bir tılsımdır. Böyle bir anahtar hakîkî olmamalı; gâyet vehmî ve farazî bir hat olmalıdır. Çünkü ene’nin hakîkî mâlikiyet dâvâ etmemesi için varlığının vehmî ve farazî olması; Allah’ın varlığından habersiz kalmaması için de varlığının bir anahtar ve ölçücük hükmünde bulunması gerekir.

Bu mes’eleyi On Birinci Söz’de de ele alan Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, ene’nin bire bir ölçü ile kendisinde bir mevhum mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur ettiğini, bir hayâlî hat çizdiğini, muhît ve mutlak İlâhî isim ve sıfatları ancak bu hayâlî hatlarla tanıyabildiğini kaydeder. Bu hayâlî hatlarla ene, “Buraya kadar benim; ondan sonrası O’nundur” diye bir taksimat yapar. Kendinde var saydığı ölçücükler ile Allah’ın muhît ve mutlak sıfatlarını anlar. Cüz’î ilmiyle Allah’ın sınırsız İlmini; küçük san'atçığıyla Allah’ın mutlak san'atını, zâhirî mâlikiyetiyle Allah’ın hakîkî Mâlikiyetini ve hâkezâ, binler sırlı haller, sıfatlar ve hislerle ene bir anahtar gibi Hâlık’ının isimlerini, sıfatlarını ve şuûnâtını tanıma imkânı elde eder.

Ene bu cihetle yalnız hayra ve vücuda bakar. Yalnız feyze kâbildir. Vereni kabul eder. Kendi îcad edemez. Fâil değildir. Mâhiyeti harfiyedir; yani Allah’ın varlığını bildirir. Rubûbiyeti ve mâlikiyeti hayâliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu sıfatlarıyla ene, ancak ve ancak Allah’ın mutlak, muhît ve hudutsuz sıfatlarını bildiren bir mîzan ve ölçücük olur.

Mâhiyetini bu tarzda bilen ene, “Nefsini günahlardan arındıran kurtuluşa ermiştir” 2 müjdesine nâil olur. Emâneti bihakkın edâ eder. Kâinâtın ne olduğunu ve ne vazîfe gördüğünü görür ve idrâk eder.

Son olarak, mevhum rubûbiyetini ve farazî mâlikiyetini de terk etmeye râzı olan ene, nihâyet, “Mülk Allah’ın, Hamd Allah’ın, Hüküm Allah’ındır; ve Allah’a döndürüleceğim” der, hakîkî ubûdiyetini takınır, kulluğunu başına tâç yapar ve Allah’ın izniyle, yaratıldığı biçim ve şekle lâyık olarak ahsen-i takvîm makâmına yükselir. 3

Dipnotlar:

1- Ahzâb Sûresi, 33/72.

2- Şems Sûresi, 91/9.

3- Sözler, s. 496, 118.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Sami CEBECİ

Rakip değil, refik olmak


A+ | A-

Altı asırdan fazla ömür süren Osmanlı Devleti, geride muhteşem bir medeniyet ve kültür bıraktı. İslâm ve iman temellerine dayanan bu değerlere bu gün bile hâlâ yetişebilmiş değiliz.

Esnaf ve sanatkârları toparlayıp eğiten Ahi Teşkilâtı, Batı toplumlarında hiç emsâli bulunmayan bir ahlâk ve anlayışı ihya etmekle, Osmanlı Medeniyetinin ne kadar yüksek değerlere ve sağlam temellere dayandığının en açık belgesidir. Sabah namazından sonra dükkânını açan bir esnaf, siftah yaptığı zaman, yeni bir müşteri geldiğinde “Ben siftahımı yaptım. Yan veya karşı komşular henüz siftah yapmadılar. Onlardan alsan daha iyi olur” diyecek kadar diğergam ve yüksek ahlâk sahibiydi.

Bugünün şartlarında hüküm süren rekabet piyasası, rakip kabul ettiği diğer şirketleri piyasadan silmek için her türlü hile ve entrikayı yapmakta hiçbir mahzur görmemektedir. “Büyük balık küçük balığı yutar, güçlü olan zayıfı ezer” mantığıyla güçlü alış veriş merkezleri, daha şimdiden on binlerce insanın ev geçindirdiği bakkallık mesleğini neredeyse piyasadan sildi. Çeşitli isimlerdeki şirketlerin ve holdinglerin birbirlerini yok etmek için yaptıkları kıran kırana süren ticarî savaşlar, magazin basınına sermaye olmaya devam ediyor.

Âhirete müteallik uhrevî hizmetlerle meşgûl dînî cemaatlerin arasında rekabet asla olmamalıdır. Zira, i’lâ-yı kelimetullah olan Allah’ın adını yüceltmek ve İslâm dinine hizmet etmek onların ortak maksat ve hedefleridir. Dînî cemaatler birbirine rakip değil, refiktirler. Kulvarı ve hizmet metodu farklı olsa da, aynı otobandan giden yol arkadaşıdırlar. Birbirlerinin hizmetlerine taraftar ve duâcı olmak onların boyunlarına borçtur. Herkes inandığı ve beğendiği tarzdaki hizmetine devam etmeli, fakat başkalarını kötüleyerek kendisine kıymet verdirmek gafletine düşmemelidir. En fazla ”Herkesin gittiği yol güzelse, bizimki daha güzeldir” deme hakkından öteye gitmemelidir.

Meslek ve meşrebi aynı olan fertler arasındaki durum da böyledir. Kimse kimsenin rakibi değil, refikidir. Bediüzzaman Hazretleri, şahs-ı mânevîmizi bir fabrikanın çarklarına veya bir vücudun âzâlarına benzetmektedir. Çarklar ve âzâlar birbirine engel olmaz. Bilâkis, birbirlerine umumî maksada hizmet için yardım ederler.

Rekabet ve kıskançlığın temelinde yatan sebepleri Üstad şöyle açıklıyor: “Umur-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzaheme, münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya, sonra kıskançlığa düşerler.” (Lem’alar s. 384) Bahsi geçen duruma binaen rekabet içine giren ehl-i dünya gibi, âhiret hizmetini yapanların da rekabete girişmeleri ihlâsın kırılmasını ve bozulmasını netice verir. Bu ise, tam bir acınacak haldir. Çünkü bu hal, amel-i salihin iptaline sebep olur. Makbul olmaz. Halbuki, aynı dâvâya hizmet edenler birbirinin rakibi değil, refikidirler. Alternatifi değil, mütemmimidirler. Birbirlerinin hizmetlerini tamamlayıp, tekmil ederler. Hem, rekabete sebep olacak makam da yok. Tek bir makam vardır. O da, ihlâs dairesinde iman hakikatlerine hizmetkârlık. Bu dâvânın başı da hizmetkârlık, sonu da hizmetkârlıktır. Hizmetkâr olmak ve hizmetkâr olarak ölmek en büyük makamdır. Onun için Üstad “Hizmetkârlığı makamâta tercih ediyoruz” demektedir.

Birbiriyle rekabet değil, refik olarak şâkirâne iftihar edenler, mukaddes iman hizmetini yüceltirler. Aksini yapanlar ise, tesanüdü bozmakla hizmete ayak bağı olup zarar verirler. Fikir birliği içinde sağlanan kuvvetli bir ittihat, hizmetin geleceğine sahip çıkmaktır.

Geçtiğimiz hafta, Derince, Gebze ve İzmit’te bulunduğumuz üç günde, bu ve bunlara benzer hakikatleri paylaşmak nasip oldu. Cenâb-ı Hak bu hakikatleri yaşamayı da hepimize nasip etsin, İnşallah..

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Ali FERŞADOĞLU

Fenler ve Peygamberimizin (asm) verdiği haberler


A+ | A-

Fenler; davranış, olay ve zaman ve çevrenin etkisiyle oluşur… “Çok ilim ve fenler vardır ki, âdetlerin telkiniyle, vukuâtın talimiyle ve zamanla, muhitin yardımıyla husûle gelirler.” Birçok ilim ve fen, âdetlerin telkini, hâdiselerin dersi, coğrâfî şartların etkisiyle meydana gelir. Geometrinin Mısır’da geliştiğini biliyoruz. Bunun sebebi, Nil Nehri’nin taşması ve bu taşkınlığı önleme endişesi, insanları çeşitli bentler yapmaya yöneltmiş, o da geometrik şekilleri doğurmuştur. Denizcilik ilmi ve balıkçılık mesleği veya onlarla ilgili bilgiler, herhâlde sahillerde, nehir kenarlarında gelişir...

Japonya’nın depreme dayanıklı evler, sahil bentleri ve köprüleri yapımında oldukça mahir olduğunu biliyoruz. Bu, depremlerin ve deniz sularının o adacıkları sarsması ve saldırmasındandır.

Ziraat her hâlde tarıma elverişli, iklimi müsait topraklarda olgunlaşır.

Kutuplar ve soğuk bölgelerin insanları, ağır hayat şartlarına daha dayanıklı olup, ona göre elbise örnekleri sergilemiyorlar mı? İlâ ahir...

Demir rezervlerinin en çok bulunduğu kıt'a, Avrupa’dır. Sanayi, demir madeni üzerine oturmuştur. O kıt'anın ilerlemesinin sırlarından birisi de bu değil midir?

Peygamberimizin (asm) yetiştiği muhit, iklim ve coğrafya, o zamanın şartları nazara alınarak incelendiğinde, zekâsı, aklı ve tecrübesi ile bu kadar ince hakikatleri, fenlerin özünü, ilimlerin hakikatini bulması, bilmesi, ortaya koymasının imkânsız olduğu görülür. Zira Arabistan, hem zaman itibarıyla cehlistandır, hem sıcak, hem çöldür; hem de Mekke taşlıktır.

Kur’ân ve Sünnet’in ortaya koyduğu fenne dair hakikatlerin özlerinde ne âdetler, ne olaylar, ne zaman, ne de çevrenin etkisi vardır. Öyle ise, âdetleri, çevreyi, zamanı ve olayları kudret elinde tutan Allah’tan vahiy alıyor, öyle ise o bir peygamberdir...

Şu hâlde, astronomi, jeoloji, botanik, zooloji gibi fennî; sosyoloji, pedagoji, psikoloji, eğitim, hukuk ve idarecilik gibi sosyal ilimlere bakan âyet-i kerime ve hadis-i şerifler, günümüz insanına gösterilmiş birer mu'cizedir. Öyle ise o, bütün fenleri, ilimleri, iklimleri kudretinde tutan Kadir-i Mutlak’ın elçisidir.

Meselâ, “Beşerin nazarı, istikbale nüfuz edemez, hususi keyfiyat ve ahvali göremez.”

Sosyolojik olarak bir kısım olayları tesbit etmek mümkünse de, özel meseleleri beşer aklı, zekâsı çözemez. Peygamberimiz (asm) gerek şahıslara, gerek bölgelere, gerekse ilmî meselelere dair özel meselelerden haber vermiştir: Sahabileri, akrabaları hakkındaki tesbitleri, İstanbul’un fethi veya kıyametin alâmetleri gibi...

İnsanın sosyal ilimlerde, özellikle teknik, özel ve istikbale dair meselelerde fikir yürütmesi, tesbitler yapması söz konusu değildir. Yani şahısların üç-beş ay, 20-30 yıl sonra başlarına gelecek hadiseleri, millet ve devletlerin asırlar sonraki durumlarını haber vermesi ve o olayların da birer birer vuku bulması, beşeriyet sıfatlarıyla izah edilemez.

Meselâ o sadık haberci (asm), Bedir Gazası’ndan önce, savaşın yapılacağı yerde “Burası, Ebûcehil’in öldürüleceği yerdir; burası, Utbe’nin öldürüleceği yerdir; burası, Ümeyye’nin öldürüleceği yerdir; burası, falanın ve filanın öldürüleceği yerdir...”1 diye ferman etmiş. O kâfirlerin cesetleri, aynen işaret ettiği yerlerde bulunmuş.

Hulefa-i Râşidîn’den son üçünün şahadetlerini haber verdiği gibi, kızı Hz. Fatıma’nın (r.anha) vefatını “Al-i Beyt’imden herkesten evvel vefat edip bana iltihak edeceksin”2 diye bildirmiş. Altı ay sonra, verdiği haber aynen vuku bulmuş.

Ebu Zer’-i Giffari Hazretleri için de, “Sen buradan çıkarılacak, tek başına yaşayacak ve yalnız öleceksin!”3 buyurmuş. Bu haber 20 sene sonra aynen gerçekleşmiş...

Bir başka hadis-i şerifte ferman etmiş: “İstanbul fethedilecektir; onu fetheden kumandan ne iyi kumandan, onu fetheden ordu ne iyi ordudur.”4 Sekiz yüz küsur sene evvel, Fatih gibi dirayetli bir kumandan ve ordusunu görmüş, bildirmiş. Bildirdiği gibi de çıkmış... Buna benzer ilmî, sosyal, fennî, tarihî on binlerce olaydan keşiften haber vermiş.

Bu, mazi, müstakbel, hâl, ezelden ebede bütün zamanları yaratan ve Allamu’l-Guyûb olan Cenâb-ı Hakk’ın, Resûlüne haber vermesi değil midir? Demek o (asm), Zat-ı Zülcelâl’in resulüdür ve O’ndan haber alıyor... Çünkü beşerin nazarı istikbale nüfuz edemez, hususi durumları ve ahvâli göremez.

Dipnotlar:

1- Taftazanî, Şerhü’l-Akaâid, s. 169; Muhittin Bahçeci, Âyet ve Hadislerle Peygamberlik ve Peygamberler, s. 63-64. 2- Sahih-i Müslim, 4:2203. 3- Sahih-i Buhâri, 4:248. 4- Şifa, 1:343.

28.04.2010

E-Posta: [email protected] [email protected]



H.İbrahim CAN

Irak’ın bitmeyen seçimi


A+ | A-

Irak seçimlerinden bu yana bir buçuk ayı aşkın zaman geçti. Seçim sonuçları hâlâ kesinleşmedi ve Bağdat’ta oylar yeniden sayılacak. Bu yetmezmiş gibi şimdi yüksek seçim kurulu Baasçı oldukları gerekçesiyle biri seçimi kazanmış, dokuzu kaybetmiş on adayın adaylığını iptal etti. Buna bu satırların yazıldığı sırada henüz karara bağlanmamış olan dokuz adayın durumu dahil değildi. Bu iptaller, adaylara verilen oyların da iptalini gerektirdiği için hesaplamalar yeniden yapılacak. El Irakiye İttifakı lideri İyad Allavi önceki gün geldiği Ankara’da bu durumdan kaygı duyduğunu açıklıyordu. Türkiye’den de destek bekliyordu.

Allavi’nin lideri olduğu ittifak hem Şiîleri, hem de azınlıktaki Sünnîleri içinde barındırıyor. Bu yüzden seçim sonuçlarını değiştirecek, Başbakan Malikî’yi yeniden öne geçirmeye çalışacak yeniden sayımlar ya da aday iptalleri, ülkenin istikrarı açısından büyük önem taşıyor. Zaten Allavi de yeniden sayımlardan çıkacak sonuca göre seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulunacaklarını söylerken, hükümetin kurulamamasının Irak’ta şiddet olaylarının başlamasına yol açacağı uyarısında bulunuyor. Zira Allavi’nin ittifakı, Maliki ittifakından yalnızca iki fazla sandalyeye sahip. Son kararı federal mahkeme verecek.

2003 yılındaki işgalden bu yana kızgın ve kırgın olan Sünnîler, yine hükümette yer alma şansını kaçırırlarsa, ülkede Sünnî-Şiî çatışmalarının başlamasından korkuluyor.

Irak’ın işgali üzerine, Amerikan yönetimi Saddam yanlısı olarak değerlendirdiği Sünnîleri iktidardan uzak tutmak için elinden geleni yaptı. Şimdi bu politikanın yanlışlığını görüyor Amerikalılar. Zira İran’ın Şiîlerin elindeki bir Irak’ı daha kolay kontrol edeceğini ve körfez bölgesinde nüfuzlarını arttıracaklarını anladılar.

Temmuz ayında muharip birliklerinin tamamını çekecek ve yalnızca 50 bin kişilik destek birliği bırakacak olan ABD, doğacak kaosun bunca yıldır uğraştığı amaçların boşa çıkmasına yol açmasından korkuyor. Uluslar arası arenada İran’a karşı gerekli desteği bulamazken, Irak’ta da birbiriyle savaştığı için İran’a karşı duramayacak, hatta Şiî ağırlığı dolayısıyla destek verecek bir hükümet bırakmak, Yeni Dünya Düzeni’nin mimarlarının kâbusu oldu.

George Friedman, bu tehlikeyi görerek, ABD’nin bir B planı olması gerektiğini, bu planın da Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesini, Irak kendi istikrarını sağlayana kadar durdurması olduğunu savunuyor. “İran Irak’ın istikrarını bozmak için elinden gelen her şeyi yaparak, bu ülkede üzerinde egemen olacağı bir hükümet kurulmasını sağlayabilir”.

Böyle bir durumda sağduyu sahibi bütün tarafların, Irak’taki seçim sonuçlarının bir an önce kesinleşmesi, sandıktan çıkan iradeyi temsil eden bir hükümetin kurularak, istikrarın sağlanması için adımlar atılması gayreti içinde olması gerek. Bütün taraflara eşit mesafede durarak ve seçimlere müdahale etmeyerek, tarafların güvenini kazanan Türkiye’nin de bu süreçte oynayacağı önemli bir rol var. Bu rol yalnızca seçimin taraflarını sağduyulu davranmaya ikna etmekten ibaret değil. Aynı zamanda Amerika’yı seçmenin iradesine saygı duymaya, İran’ı da Irak’taki istikrarı bozmanın kimsenin yararına olmadığını anlamaya ikna etmesi gerekiyor.

Umarız komşumuzdaki bu belirsizlik havası bir an önce dağılır ve yıllardır kan ve gözyaşına boğulan Iraklıların yüzünü güldürecek bir istikrar ve huzur ortamı sağlanır.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Suna DURMAZ

Hira’da inen “Oku” emri ve Hira Dergisi


A+ | A-

“Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı ‘alak’dan yarattı. Oku. Senin Rabbin en cömert olandır. O, kalemle yazmayı öğretendir, insana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 1-5)

“Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.” (Kalem, 1)

İnsan anne rahmine düştüğü andan itibaren Rabbinin telkinleriyle bilmediğini öğrenmeye başlar. Anne karnında iken parmağını yalamayı öğrenen cenîn, bu eğitim sayesinde doğar doğmaz annesinin göğsündeki süt pınarına ağzını dayar. Hayatını sürdürmesi için gerekli olan ilk becerileri ise anne ve babasının yardımlarıyla kesbeder.

Bir çok şeyin cahili olan küçük insan, akide olarak ise Hadis-i Şerifte buyrulduğu gibi fıtrat dini olan İslâm üzeredir. Ne varki bu fıtrat, anne ve babasının veya yakın çevresindeki insanların dini üzerine zamanla değişim gösterir.

“İnsanları ve cinleri ancak ve ancak bana ibadet etsinler diye yarattım” diye buyuran Cenâb-ı Hak, fıtrat yolundan sapan beşeri istikamet dini olan İslâma çağırsın diye Efendimiz Alehissalâtü Vesselâmı Risâletle görevlendirmiştir. Hidâyet kitabı olarak da, hak ile bâtılı birbirinden ayıran Kur’ân-ı Kerim’i indirmiştir.

Mekke yakınlarındaki “Nur” dağının tepesinde bulunan “Hira” mağarasında inen ilk ayetler insana okumayı emretmektedir. Peki ne okunacaktı? ve Nasıl okunacaktı? Dahası ümmi olan bir insan nasıl okuyacaktı? İşte “Oku” emriyle başlayan ilk ayetler bu gizemli soruların cevabını vermektedir.

Evet, “Oku” âyetinde işaret edildiği gibi, Kitâb-ı Mübin olan kâinat ve içinde bulunan “Mektubâtı Samediyye” Yüce Yaratıcı olan Allah’ın adıyla okunacaktı. Canlı cansız herbir âlem; satır satır, harf harf okunacaktı. Böylece Mârifetullah kazanılacaktı. Mârifetullah kazanılmasında izlenilecek olan medotu Bediüzzaman Said Nursî çok güzel tarif etmektedir.

“Cenâb-ı Hakkın mâsivasına, yani kâinata mânâ-i harfiyle ve O’nun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-i ismiyle ve esbab hesâbına bakmak hatâlıdır. Evet, herşeyin iki ciheti vardır. Bir ciheti Hakka bakar. Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir perde veya şeffaf bir cam parçası gibi, altında Hakka bakan cihet-i isnâdı gösterecek bir perde gibi olmalıdır. Binâenaleyh, nîmete bakıldığı zaman Mün’im, san’ata bakıldığı zaman Sâni, esbâba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakikî zihne ve fikre gelmelidir.” (Mesnevî-i Nurriye sh:45)

HİRA DERGİSİ

Kâniatı ve içinde bulunanları Kur’ân ve Sünnet ışığında mânâ-i harfiyle okuyan Selef-i Sâlihin; edinmiş oldukları bilgileri satırlara dökerek, bizlere hem kevnî, hemde dini ilimlerde muazzam bir hazine bırakmışlardır.

Cenâb-ı Hak “Nun” suresi birinci âyette kaleme ve satırlara yemin ediyor.Bu ilâhi yemin, bizlere yazının mübârek olduğunu göstermektedir.

Evet, okuyucuyu Mârifetullaha ulaştıran satırlar mübârektir; onu yazan kalemler de mübârektir. Kur’ân ve Sünnet ışığında telif edilen kitaplar, gazeteler ve dergiler de mübârektir İnşaallah.

Türkiye’de çıkarılan ilk Arapça dergi olma vasıfıyla “Hira” dergisi de, mübârek dergiler sınıfına girdi. Arap âlemiyle, daha doğrusu İslâm âlemiyle aramızda kuvvetli bir köprü inşâ etmek isteyen “Hira”, bağrında topladığı Prof. Ramazan Bûti, Prof. Ali Cuma, Prof Za’lûl Neccâr, Prof. Ahmed Ömer Hâşim, Prof. Muhammed İmâra, Prof. Ferîd el-Ensâri, Edîb İbrahim ed-Debbâğ, Prof. Tâha Abdurrahman, Dr. Suâd Nasır, İhsan Kasım, Dr. Hüda Dervîş ve daha nice seçkin Arap aydınlarıyla mübârek bir hizmet yapıyor.

Mütekellim-i Ezeli olan Rabbimiz, İbrahim Sûresi 24. âyette güzel kelime için şöyle buyuruyor: “Görmedin mi, Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? (Güzel bir söz), kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir.”

Hira Dergisi güzel bir kelime olarak diğer güzel kelimelerle beraber bir satır üzerinde olmak istiyor. Bu yüzden, Arap âleminde yayınlanan diğer dergilerle fikir teâtisinde bulunuyor. Ve yine bu sebeple, Arap Dergilerini İstanbul’a davet ediyor; bil mukâbil almış olduğu davetlere de icâbet ediyor.

Bu çerçevede, Hira Dergisi geçen hafta Kuveyt’i ziyaret etti. Ziyaret sebebiyle düzenlenen oturuma, başta meşhur el-Müctema dergisi olmak üzere Kuveytte çıkarılan çeşitli dergi yöneticileri ve yazarları katıldılar. Oturuma dinleyici olarak ben de katıldım. Arapların Türkiye’de Arapça dergi çıkarılmasından duydukları sevinci görmeliydiniz!

Evet; Araplarla olan bağımızı kuvvetlendirmek, özelde Müslümanlara, genelde de insanlığa büyük hizmetler götürecektir biiznillah. Bu da Arapça öğrenmekle olacaktır.

İslâm evrensel olduğu gibi onun “Arabiyyun Mübîn” olan dili de evrenseldir.

Karanlık çağ olarak bilninen Orta Çağ Avrupası, cehâlette boğulurken, Müslümanlar; Tıp, Astronomi, Matematik, Hendese, Mantık, Felsefe gibi daha nice ilim dalında Arapça olarak binlerce kitap yazmışlar ve bunları insanlığın hizmetine sunmuşlardı.

Ecdâdın yazmış olduğu Ümmühâtü’l Kütüb’e (Kaynak Kitaplar) ulaşabilmemiz ve 350 milyon Arap ve Arapça bilen binlerce Müslümanla bağlar kurmak için Arapça öğrenmek elzemdir.

Bu bağlamda, Türk ve Arap aydınları arasındaki diyaloğu Kur’ân dilinde gerekleştiren Hira Dergisini candan tebrik ediyor, beş yıl gibi kısa zamanda ulaşmış olduğu güzel başarısının daha da ziyadeleşmesini niyâz ediyorum.

Not: Dergiye internet üzerinden de ulaşılabiliyor: www.hiramagazine.com

Yazışma adresi: [email protected]

28.04.2010

E-Posta: [email protected]@hotmail.com



Faruk ÇAKIR

Yasakçı mı ihraç ettik?


A+ | A-

Almanya’da yaşanan bir tartışmayı Almanlar anlamakta zorlanıyor, ama Türkiye’den hadiseye bakanlar için ‘anlaşılmaz’ bir durum yok. Çünkü ‘Kemalist anlayış’a sahip olanlar dünyaya hep ‘yasakçı pencere’den bakıyor. Almanya’da Aşağı Saksonya Eyaletinde Sosyal İşler, Kadın, Aile ve Sağlık Bakanlığı görevine getirilen Türk asıllı Hıristiyan Demokrat Birlik (CDU) partili Aygül Özkan’ın okullardan haç gibi dinî sembollerin kaldırılması gerektiğini söylemesi, Alman siyasetinde depreme sebep oldu.

“Çiçeği burnunda” CDU’lu bakan Focus dergisine verdiği röportajda şöyle demiş: “Hıristiyan sembolleri devlet okullarına ait değil. Okullar tarafsız yerler olmalı. Sınıflarda başörtüsü de kullanılmamalı.” (Radikal, 27 Nisan 2010)

Bu söz Türkiye’de söylenmiş olsa—ki yıllardan beri zaten söyleniyor—’normal’ karşılayanlar olur, ama hür ve demokrat bir Avrupa ülkesinde söylenince haklı olarak kıyamet kopuyor. Başbakan Angela Merkel dahil Hıristiyan Demokrat siyasiler bu söze tepki gösterirken Özkan’ın azlini isteyenler de çıkmış.

Bu tartışma bir iki noktadan Türkiye’yi de ilgilendiriyor. Birincisi, bakan olması Türkiye’de de ‘manşet’lerle karşılanan Aygül Özkan, 1960’larda Almanya’ya giden gurbetçi bir ailenin kızı. İkinci olarak da Alman okullarında yasaklanması istenenler listesinde ‘başörtüsü’nün de olması. Tabiî ki Türkiye’de yasak olan başörtüsünün Almanya’da serbest olması çelişkidir, ama bu çelişkinin çözümü başörtüsünü Almanya’da da yasaklamak değildir! Aksine çözüm, Türkiye’deki kanunsuz yasağa son vermek ve başörtülülerin de başörtüleriyle istedikleri kademedeki okullarda okumalarıdır. Sular tersine akamayacağına göre İnşaallah önümüzdeki yıllarda bu olacak. Dolayısı ile “Kemalist anlayış”la Alman okullarında başörtüsüne yasak getirmek isteyen yeni bakan baltayı taşa değil, aynı zamanda ayağına da vurmuş oldu.

Türkiye, ihracatını arttırmak için haklı olarak gayret sarfediyor. Ama ‘yasakçı’ ihraç etmek ne Türkiye’ye, ne de başka bir ülkeye fayda sağlamaz. Hür dünya ülkelerinde başörtüsünün serbet olması Türkiye’deki yasakçıları oldum olası rahatsız etmektedir. Çünkü Avrupa ülkelerinde serbet olan başörtüsünü, Türkiye’de yasak listesine koymayı ne içeride, ne de dışarıda hiç kimseye izah edemiyorlar. Bu bakımdan her fırsatta başörtüsünün Avrupa’da da yasaklanması için ciddî gayret sarf ediyorlar. Daha önce bir vesile ile aktardığımız üzere, böyle bir ‘yasaklama talebi’ne bizzat şahit olmuştuk. Türkiye’den giderek Almanya’daki bir toplantıya katılan Türk gazeteci, eğitimle ilgili bir eyalet bakanına “Başörtüsünü niçin yasaklamıyorsunuz? Sizin yüzünüzden biz de Türkiye’de yasağı uygulamakta sıkıntı çekiyoruz. Siz yasaklayın ki ‘mürteci’lerin bahanesi kalmasın!” anlamında sözler söylemişti. Neyse ki ‘insan’ olan Alman yönetici bu talebi “Burası hür ve demokrat bir ülke. Böyle bir şey yapamayız” diyerek reddetmişti.

Yasakçılar Almanya’da kınandığı gibi Türkiye’de de kınanmayı hak ediyor ve millet nezdinde zaten kınanmış durumdalar. Avrupa’da tutunamayan kemalist anlayışın, Türkiye’de de uzun sürede tutunması mümkün değil. İnsanlık ‘yasak’ları mağlûp edecek İnşâallah...

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Cevher İLHAN

“Yargı reformu” (1)


A+ | A-

“Uzlaşma(ma)” polemikleri ortasındaki Anayasal değişikliklerin omurgasını “yargı reformu” oluşturuyor.

Özellikle Anayasa Mahkemesi (AYM) ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısına dair kopyalanan uygulamalar, şüphesiz “yargı reformu”nda önemli bir aşama. Bu meyanda eksik de kalsa YAŞ kararlarının yargı denetimine tabi tutulması, askere sivil yargı yolu açılması; memurların idarî cezalarına yargı yolunun açılması, partilerin kapatılmasının “önüne barajlar” konulup zorlaştırılması kayda değer değişikliklerden…

Ne var ki siyasî atışmalarla “yargı reformu” salt iki kurumun yapısına indirgenmekte, yargının işlevi ve adalet hizmetlerinin verimliliği tartışılamamakta. Demokratikleşme sürecinin temelini teşkil eden ve hukuk devleti ilkesiyle evrensel hukuk değerlerini esas alan yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının önemli unsurları, “paket”te yok. Bundandır ki sözkonusu âcil değişikliklerle “yargı reformu” yeterince sağlanamamakta.

AB’nin 2005’ten bu yana her “ilerleme raporunda” ilettiğinin aksine Adalet Bakanı ve müsteşarının HSYK’nın başında bırakılması, bunlardan biri. Meselâ, hiçbir AB ülkesinde olmayan “dokunulmazlıklar”a hiç dokunulmaması, siyaseti demokratikleştirecek yüzde 10 seçim barajının indirilmemesi, siyasî hayhuy gürültüsüne gelmekte.

Bunun içindir ki AYM Başkanı Kılıç’ın ifâdesiyle, “yargıcın, siyasî görüşlerini, ideolojisini kararlarına yansıtması, ciddî bağımlılık sorunu” olduğu kadar, “yargının bağımsızlık ve tarafsızlık sorunu” da çözülmesi geren ciddî sorunların başında geliyor.

Ve yine bunun içindir ki Kılıç’ın uyarısıyla “yargı sistemi”nde yapılacak değişikliklerin tepkisel düşüncelere dayanmaması ve niteliği farklılaşmış yeni bir tarafsızlık ve bağımsızlık sorunu doğurmaması” uyarısı, önemli tespitlerden…

AB HUKUKU YOK…

Problem, yalnız bütün demokratik devletlerde olduğu gibi anayasada yer alan “kuvvetler ayrılığı” çerçevesinde yürütmenin iş ve işlemlerinin hukukîliğini ve kanunîliğini denetleyen, hakimler ve savcıları atayan Kurul’un başında yürütmenin üyesi Adalet Bakanı ve müsteşarının olmasıyla kalmıyor.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadı ile AB hukuku ekseninde, temel özgürlükler ve kültürel haklardan tam ve eşit olarak yararlanmayı güvence altına alan yeterli mevzuat da bulunmuyor.

Defalarca “AB’ye uyum” adına değiştirilmesine rağmen, hâlâ inanç özgürlüğünü engelleyen ayrıklar duruyor. “Türkiye’nin AB müktesebatının üstlenmesine ilişkin ulusal program”da taahhüd ettiği, “vatandaşların, herhangi bir ayırım yapılmaksızın, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî görüş, felsefî inanç ve dinine bakılmaksızın, tüm insan hakları ve temel özgürlüklerden eşit olarak yararlanmasını temin edecek iyileştirmeler yapılmamış.

Bu çerçevede, AİHS’nin 9. maddesinin öngördüğü, “Herkes, düşünce, din ve vicdan hürriyetine sahiptir; bu hak, açık veya özel biçimde ibâdet, öğretim, uygulama ve tören yapmak suretiyle tek başına veya toplu olarak dinini ve inancını açıklama özgürlüğünü de ihtiva eder” esasına göre teminat altına alınmış değil. 28 Şubat postmodern darbe sürecinden kalma Kur’ân kurslarındaki “yaş yasağı” bunun en bâriz örneği…

Keza AİHS’nin 10. maddesinde belirtilen, “Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir; bu hak, kanaat özgürlüğünü, kamu otoritelerinin müdahâlesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir alma ve verme özgürlüğünü de içine alır” ibâresiyle deklâre edilen düşünceyi açıklama-yayma ve ifâde özgürlüğü de AB müktesebatı ve uygulamaları ışığında geliştirilmemiş. 312. madde değişliğe rağmen, hâlâ düşünceyi ifâde “suç” sayılıyor. İnancı gereği depreme “İlâhî ikaz” yorumunu yapanların yargılanmasına ve cezalandırılmasına devam ediliyor…

İNANÇ, İFÂDE VE EĞİTİM

ÖZGÜRLÜĞÜ EKSİK

Yine bu dönemde “AB’ye uyum” adına değiştirilen “ceza yasası”nda zina “suç” olmaktan çıkarılmakla kalınmadı. Evinde meccânen komşu çocuklarına Kur’ân dersi verenleri “izinsiz eğitim kurumu açmak”la hapis cezasına çarptıracak maddeler eklendi. Bunlar da düzeltilmiyor.

Ayrıca AİHS Ek 1. protokolü 2. maddesinde, “Hiç kimse eğitim hakkından yoksun bırakılamaz; devlet, eğitim ve öğretim ile ilgili üzerine aldığı görevleri yerine getirirken, anne ve babaların çocuklarına, kendi dinî ve felsefî inançlarına uygun olan bir eğitim ve öğretimin verilmesini isteme haklarına saygı gösterir” hükmüne saygı gösterilmiyor.

Hakkında hiçbir yasa bulunmayan yasadışı başörtüsü yasağının üniversitelerde gittikçe yaygınlaşmasıyla eğitim hakkının engellenmesi, giriş sınavlarında perukun dahi yasaklanması, “eğitim hakkının inanç hakkıyla takas edilmesi” ve söz verildiği halde yedi buçuk yıldır düzeltilmeyen YÖK Kanunu’ndaki “katsayı” takozuyla yüzbinlerce meslekî ve teknik lise mezunlarının yüksek okul haklarının gasbedilip mağdur edilmeleri, bu haksızlığın ve hukuksuzluğun bir diğer misâli. Bu da giderilmiyor…

Özetle, yargı sisteminin büyük sıkıntıları sürüyor. Hâlâ insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğünde; demokratik eğitim hürriyeti önündeki bariyerler duruyor.

Ve ne yazık ki “yargı reformu” torbasında bu temel demokratik reformlar yer almıyor.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Osman ZENGİN

Dikkaaaaat! Askerlik hocası geliyor!


A+ | A-

Yaklaşık bir haftadır evimizden uzaktayız. İstanbul’un Anadolu yakasına, bir takım işlerimizi halletmek için geldik. Gazetemizi bulup, alamadık. İnternetten de mahrum bir durumda olduğumuzdan, hadiselerden bihaber kaldık. Fakat bu durumlar böyle olsa da, cemaatî bağımızı her halükârda yerine getirip, arkadaşlarımızla irtibata geçebiliyoruz Elhamdülillah.

Otuz beş senedir hukukumuzun olduğu kadim dostlarımızdan, o yıllarda Yeni Asya’nın Ankara temsilciliğini de yapmış ve şimdilerde İstanbul’un Anadolu yakasında ikamet etmekte olan Selâhaddin Şafak Ağabeyi aradım, sohbette bir araya gelmek için. O akşam da kısmetimize, bizim misafir olarak bulunduğumuz yerin yakınlarında bir araya geleceklerini söyledi ve haberleşerek gittik. Oradaki arkadaşlarımızla hem-hal olduk. Selâhaddin Ağabey bir ara, gazetemizin o günkü manşetinin Millî Güvenlik derslerinin kaldırılmasıyla alâkalı olduğundan bahsetti. Çoktandır bu mesele ile alâkalı bir yazı yazmayı düşünüyorduk, bunu duyunca da bir-iki şey söyleyelim istedik.

Aslında Millî Eğitimin bütün dersleri ve ders konularını ele alıp, adam gibi adam yetiştirmenin yollarını araması lâzımken ve hangi dersi veya müfredatı ele alsan, “elinde kalır” bir zihniyet varlığını devam ettirirken, bir de; neden, niçin, nasıl olduğu belli olmayan bir şekilde bu milletin çocuklarına talim ettirilen Millî Güvenlik dersi vardır ki, anlaşılması acaip bir şeydir.

Bizim lisede okuduğumuz zaman, bir adı da “askerlik” olarak bilinen bu ders, aslında askerî vesayetin, askeri hükümranlığın bu millet üzerinde devam ettiğinin bir göstergesidir. Ne kadar saçma sapan bir şey, askerlerin rütbesini çocuklara, hele de kız çocuklarına öğretmek. Belki dünyanın hiçbir yerinde böyle saçmalık yoktur. Bir de üstüne üstlük, bu derse hep subaylar, hem de rütbeli olarak girmekte. Sınıf başkanı veya başka bir talebe tarafından da, o hoca koridorda görünmeye başlayınca, kocaman bir “dikkaaaat!” çekilerek, bütün okul inletilip, sınıftaki çocuklar da hoca sınıfa girmeden ayağa kaldırılarak esas duruşta bekletilir. Hoca girdikten sonra da, kocaman bir temennadan sonra o, “Oturun” komutunu verince oturulur. Zaten lise tahsili yapıp da, bu dersi görenler bu anlattıklarımızı bilir. Ders, kitap veya müfredattan ziyade, biraz da hocanın şahsî veya indî konumuna göre işlenir. Yani askerî bilgiler, rütbeler öğretilir. Hiç kimse de çıkıp, “Bu saçmalıklar nedir kardeşim? “diye sormadığından da başını alıp gitmiştir bu güne kadar.

28 Şubat’ın asıp kestiği, gürlediği o günleri çok iyi hatırlıyoruz. Özellikle imam hatip liselerinde başlatılan başörtüsü ile savaşın sürdürüldüğü o günlerde, Millî Güvenlik hocaları tam bir gammaz, jurnalci olarak kullanılmış ve hem talebelere, hem de okul idaresi ve hocalarına kan kusturulmuştur. Bunları, birçok arkadaşımızla beraber yaşadığımızdan gayet iyi biliyoruz.

O gün o sohbet zemininde bunları konuşurken, yaşı elliyi geçmiş bir arkadaşımız ilginç bir hatırasını anlattı. “ 12 Mart 1971 hadisesinden sonraki günlerde lisede okurken, bizim Millî Güvenlik dersine giren binbaşı bir hocamız vardı. Derse girdikten sonra, belinden tabancayı çıkartır ve ‘Bu sınıfta Nurcu varsa bana gösterin onu vurayım’ derdi. Tabiî biz Elhamdülillah Nur Talebesiydik, ama adam bizi tanımıyordu her halde. Sınıfta en çok sevdiği talebelerden biri de bendim. Öyle söyleyerek sıraların arasında dolaştıktan sonra benim yanıma gelir, omuzuma bir vurur ve ‘Aslanım bu sınıfta sen olmasan, bu sınıfın kahrı çekilmez be! ‘ derdi. Daha sonra okul bittikten sonra, arkadaşlar o hocayı görünce ona demişler ki “Hocam, hani siz öyle söylüyordunuz ya, aslında sınıftaki Nurcu olan, o sizin sevdiğiniz arkadaşımızdı’ deyince adam hayıflanmış ‘vay beeee! ‘ diyerek şaşkınlığını ifade etmişti.”

Bunun gibi daha birçok yaşanan hadiseler var, o ders ve hocalarıyla alâkalı. Evet, bu ders kaldırılmalı. Boş yere zaman ve kaynak harcanmamalı. Ayrıca da diğer dersler elden geçirilerek, talebelere dünya standartlarında lüzumlu şeyler ile yüksek ahlâklı gençler yetiştirilmenin eğitimi yaptırılmalıdır. Yoksa bugünkü durumları içler acısı olan okullarımız ve yavrularımızın istikbali iyi olmayacaktır.

28.04.2010

E-Posta: [email protected]



Kazım GÜLEÇYÜZ

Millî Güvenlik kitabı


A+ | A-

Millî Güvenlik Bilgisi ders kitabındaki laiklik ve irtica bahisleri öyle bir üslûpla anlatılıyor ki, bunları yıllardır medyada mâlûm merkezlerden servis edilerek yayınlanan irtica raporlarından ya da komutanlıkların devir-teslim törenlerinde yapılan benzer muhtevaya sahip konuşmalardan ve “gizli anayasa-kırmızı kitap” olarak adlandırılan Millî Güvenlik Siyaset Belgesindeki ifadelerden ayırd edebilmek kesinlikle mümkün değil. (...)

Denilebilir ki: “Bu ders, adı üstünde Millî Güvenlik Bilgisi. Elbette askerin üslûbunu yansıtacak.” İyi, ama bir defa liseler askerî okul veya kışla değil; ikincisi asker adına yıllardır ısrarla sürdürülen bu katı ve itici üslûbun geniş toplum kesimlerini ne kadar rahatsız edip incittiği ortadayken, bunu liselere taşımanın anlamı ne?

Üstelik bu kitap, “laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı” olmakla suçlanan, bu yüzden daha yeni yargılanıp kapatılmaktan kılpayıyla kurtulan bir partinin iktidarında, okullarda okutuluyor. (...) Okullarda böylesi kitapları okutan bir iktidar, nasıl oluyor da hâlâ “irtica” ile suçlanabiliyor?

«««

“İrticaî unsurların, din perdesi altında her alanda Atatürk’e ve onun inkılâplarına saldırısı devam etmektedir” gibi, mâlûm istihbarat raporlarında veya kırmızı kitap-mavi kitap olarak da anılan “gizli” Millî Güvenlik Siyaset Belgesinde geçmesine “alışık” olduğumuz bir cümlenin, liselerde okutulan bir ders kitabında işi ne?

Bu kitabı okuyan lise öğrencisi “irticaî unsurlar”dan neyi anlayacak? “Din perdesi altında devam eden saldırılar” ifadesinden nasıl bir anlam çıkaracak? Zihninde nasıl bir tablo oluşacak?

Peki, hemen peşinden gelen “Bu topraklarda yüzyıllardan beridir yönetime egemen olmak isteyen irtica, bugün olduğu gibi gelecekte de halkımızın masumane inançlarını kullanarak çok farklı yöntemlerle iktidarı ele geçirmeye çalışacaktır” şeklindeki iddialı cümleye ne demeli?

“Yüzyıllardan beridir bu topraklarda yönetime egemen olmak isteyen irtica” ile ne kast ediliyor? Ve aynı irticanın, “bugün olduğu gibi gelecekte de çok farklı yöntemlerle iktidarı ele geçirmeye çalışacağı” kehanetinin dayanağı ne?

Nedir bu ”çok farklı yöntemler?” “Halkımızın masumane inançları” ne şekilde kullanılıyor?

Ve “irtica heyûlâsı” ne zaman Türkiye’yi ele geçirecek? Vaktiyle komünizm için seslendirilen “Bu kış ülkeye hakim olacak” korkusunun, şimdi de ne olduğu meçhul “irtica” için dile getirilmesi ve üstelik bunun bir lise ders kitabında yapılması, akılla izahı pek kolay birşey olmasa gerek.

Kaldı ki, bu satırlarla verilmek istenen mesaj açısından dahi, son derece karışık, muğlâk, kafa karıştırıcı ifadeler bunlar. Ve aynı zamanda sıkıntılarımızın en önemli sebeplerinden biri olan “halka güvensizliği” yansıtıyor; “Cahil halk, masumane inançlarının irtica tarafından sinsice kullanıldığının farkında değil” mesajı veriyorlar.

28 Şubat söyleminin tipik bir örneğini oluşturan bu sözlerin bir lise ders kitabında da karşımıza çıkması, kabul edilebilecek birşey değil.

İnkılâp Tarihi kitabının tepkiler üzerine iptal edilen bölümünde 28 Şubat anlatılırken, “Laiklik karşıtı eylem ve söylemlerin artması üzerine, Millî Güvenlik Kurulu hükümeti uyardı” deniliyordu. Millî Güvenlik Bilgisi kitabında ise bu söylem çok daha ileri boyutlarda sürdürülüyor.

«««

Yukarıdaki pasajlar, 18 ve 23 Eylül 2008 tarihlerinde bu köşede çıkan yazılardan alındı. Ve Talim Terbiye Kurulu Başkanı, o günlerde Yeni Asya’ya yaptığı açıklamada, Millî Güvenlik Bilgisi kitabındaki söz konusu ifadeleri incelemeye aldıklarını bildirdi. Ama aradan bir buçuk seneyi aşkın bir zaman geçmesine rağmen, bir gelişme olmadı. Ne ders kitabında olumlu anlamda bir değişiklik yapıldı; ne de şimdiki Millî Eğitim Bakanının söylediği gibi, bu derslere askerlerin girmemesi konusunda bir ilerleme sağlanabildi...

28.04.2010

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Geri



Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdullah ERAÇIKBAŞ

  Abdullah ŞAHİN

  Ahmet ARICAN

  Ahmet BATTAL

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Ali Rıza AYDIN

  Atike ÖZER

  Baki ÇİMİÇ

  Banu YAŞAR

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  Gökçe OK

  Gültekin AVCI

  H. Hüseyin KEMAL

  H.İbrahim CAN

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Hakan YILMAZ

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Mehmet YAŞAR

  Mehtap YILDIRIM

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Muzaffer KARAHİSAR

  Nejat EREN

  Nurullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Osman ZENGİN

  Raşit YÜCEL

  Recep TAŞCI

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Said HAFIZOĞLU

  Saliha FERŞADOĞLU

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin YAŞAR

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İbrahim KAYGUSUZ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu

Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.
Kurumsal Linkler: Risale-i Nur Kongresi - Bediüzzaman Haftası - Risale-i Nur Enstitüsü - Yeni Asya Vakfı - Yeni Asya Gazetesi - Bizim Radyo
Sentez Haber - Yeni Asya Neşriyat-Promosyon - Köprü Dergisi - Bizim Aile - Can Kardeş - Genç Yaklaşım