Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 14 Haziran 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Faruk ÇAKIR

Okuma mevsimi



Okullar resmen değilse de, fiilen tatil oldu. Bilhassa büyük şehirlerde tatil havası hemen hissedildi. Üniversite imtihanlarına hazırlık gayesiyle son sınıf öğrencilerinin bakanlıkça ‘izinli’ sayılması bu havanın yaygınlaşmasına da sebep oldu.

Maalesef, bayramlarımızın bile ‘tatil’ gibi algılandığı şartları yaşıyoruz. Bu bakımdan, ‘tatil’lerin iyi şekilde değerlendirilmesi hayli zorlaşıyor. Tabiî bu ifadelerimiz, genel bir kaide. Ama zamanın kıymetini bilenler için ‘tatil’ ayları ‘okumak için bulunmaz bir fırsat. Nitekim pek çok yerde, okuma programları hazırlandığını duyuyor ve seviniyoruz.

Tatil aylarını okuma programlarıyla süsleyenler kârlı bir yatırım yapmış olacaklar. Gerçekten de ömür dakikaları sayılı olduğuna göre, boşa vakit geçirmek, ‘tatil’dir deyip hayatın gerçeklerine kulak vermemek kabul edilebilir bir davranış değildir.

Çok özür dilerim, “Fazla okuma kafan bozulur/delirirsin” denilen bir cemiyette yaşıyoruz. Böyle bir kabulün, toplamda yer bulması ve nesilden nesile aktarılması hayret edilecek bir durum. Nasıl olur da, ilk emri ‘Oku!’ olan bir inanç sistemine sahip olan bir toplumda böyle yanlış bir anlayış kabul görmüş ve yerleşebilmiştir?

Bu yanlış anlayış; bir dönem inançtan uzaklaştırılmış, eğitime karşı milletin oluşturduğu bir koruma refleksi olabilir mi? Malûm, tek parti döneminde okullarda okuyanların namaz kılması ‘ayıp’ karşılanırmış! Her okula gidenin ‘inançtan uzaklaştığına’ şahit olanların böyle bir kanaate ulaşmış olması akla gelebilir.

Yaşanan ‘kopuş’ sebebiyle, bir dönem okunabilecek ve okutulabilecek eserlerin sayısı belki fazla değildi. Ama şimdilerde —şükürler olsun— her seviyede okunabilecek ve okutulabilecek eserlere ulaşmak mümkün. Gelişen internet teknolojisinin fenalıkları yayında, yerinde kullanılabildiği zaman tahmin edilemeyecek faydaları da vardır. Geçmiş dönemlerde bir gün uğraşılsa ulaşılamayacak bilgilere, tek tuşla ulaşmak mümkün. Dolayısıyla bu imkânları iyi değerlendirmek gerekiyor.

Tabiî ki, izlemek/seyretmek varken kitap okumak kolay değil. Ama şeytanın hilelerini bir tarafa atıp, tatili kitap okuyarak geçirmek en iyisi. Başta Risâle-i Nur eserleri olmak üzere, her türlü ihtiyacı karşılayan eserlere ulaşmak mümkün.

“İyi ama kitaplar çok pahalı” bahanesini de bir yana bırakalım. Türkiye şartlarında kitapların pahalı olduğu bir vak’a. Ancak bu bizim kitap okumamızı engelleyebilecek bir durum değildir. Kitapların çok daha ucuz olması lâzımdır ve bu ayrı bir konudur. Ama okumak isteyene uygun kitap her zaman vardır. Hemen her yayınevinin indirimli kampanyalar düzenlediği biliniyor. Bu kampanyalar takip edilirse, uygun fiyatlarla kitap temin etmek mümkün.

Bunu yapmaya imkân bulamayan, okumak için ödünç kitap da alabilir. Bir arkadaşınızdan, okuduğu kitabı alıp okumak ve iade etmek çok mu zor? (“Kitap okuyan arkadaş nereden bulacağız?” demezsiniz her halde!)

Pahalı da olsa, her türlü ihtiyacı karşılayacak kitap piyasada var. Bu kitapların ucuz olması için yayınevlerine de, devlete de vazifeler düşüyor. Kitapta KDV geçmiş yıllara göre düşük, ancak kitap yayıncılarına istismar edilemeyecek şekilde teşvikler gerekiyor. “Nasıl bir teşvik?” sorusu ciddî olarak sorulur ve cevabı aranırsa mutlaka bulunur. Bunun için Kültür Bakanlığı ve yayınevleri bir araya gelip okuyucuya çok daha uygun fiyatlarla kitap ulaştırmanın yolunu aramalı ve bulmalıdır.

Geçmiş yıllarda Kültür Bakanlığı uygun fiyatlarla kitap basıp satıyordu. Son yıllarda bu uygulama sona erdi. Buna gerekçe olarak da, “Özel sektör daha iyisini yapabiliyor” deniyor. Bu tesbit doğru olmakla birlikte, daha uygun fiyat için Kültür Bakanlığı da konuya el atmalıdır.

Kitapları sadece fiyatıyla değerlendirmek elbette mümkün değildir. “Ucuz alan ucuz bakar” prensibini de göz önünde bulundurarak, kaliteli kitapları uygun fiyatlarla okuyucuya ulaştırmanın yolu aranmalıdır. Meselâ, öğrencilere her zaman kitap hediye etmeyi belediyeler niçin düşünmez? “Bisiklet mi kitap mı?” diye sorulsa, benim reyim ‘kitap hediye edilsin’ şeklinde olur.

Ne yapıp edelim, başlayan ya da başlayacak olan tatilimizi kitap okumakla değerlendirelim. Çocuklarımızı da ‘kitap delisi’ yapalım, zarar görmeyiz vesselâm...

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

“Risâle-i Nur radyo ile ilân edilecek”



Ağzınızı, dilinizi oynatıyorsunuz, güzelim harfler, kelimeler, sözler dökülüveriyor. Ne kadar harika değil mi? Gerçekten Bediüzzaman Hazretlerinin, “Hitap çiçeğini açtı” dediği gibi muazzam bir olay. Mucize! Hayvanların da dilleri var, aynı şartlar onlar için de söz konusu, ama konuşamıyorlar, “Vermeyince Mabud neylesin Mahmud” misâli.

Biz konuşuyoruz, herkes konuşuyor diye herhalde olayı basite indirgeyemeyiz. İrademizi kullanmak, havayı harflerin mahrecine göndermek, dili oynatmak birer sebepten başka nedir ki? Sebeplerin hemen hepsi varken lallerin konuşamamaları da konuşma fiilinin aslında bizim işimiz olmadığını, bizim irademizle gerçekleşmediğini göstermiyor mu?

O söz ve kelimelerin yok olmayıp havada birer nüshasının kaydolunması, radyo ve televizyonlarla milyonlarca yere ulaştırılması da ayrı bir mu’cize. Kâinatı insana lâzım, lâyık ve herşeyi içinde bulunduran, asırlarca gizli kalıp fikirlerin birleşmesi sonucu ihsan edilen bir nimet ve ziyafet sofrası hâline getiren Allah’ın bu nimetine karşılık bizlerden şükür istediğini de düşünmeli değil miyiz?

Bu nimetin şükrü ise onu sonsuz bir irade, hikmet, rahmet ve ihsan olarak görüp Kur’ân ve hakikatlerini ilân etmekle olur.

Evet, bu nimete şükür Kur’ân’ın okunması ve hakikatlerinin ilân edilmesi yoluyladır. Keyfvârî şeylerin beşte biri geçmemesi gerektiğini söyleyen Bediüzzaman Hazretleri, radyoların kahvehane gibi umuma açık yerlerde sandık kutuları gibi büyükçe olduğu, tek tük bulunduğu bir dönemde, gün gelip Kur’ân hakikatlerinin kuvvetli bir izahı olan Risâle-i Nurların da radyo diliyle ilân edileceğini müjdelemişti.

Üstadı gören, yanında kalan, sohbetlerinde bulunan talebelerinden Ahmet Gümüş, Üstad Hazretlerini Çam Dağında 1955 Haziran ayında ziyarete gittiğinde, onun, Kur’ân hakikatlerinin dünyaya yayılacağını, radyo diliyle Risâle-i Nurların ilân edileceğini müjdelediğini anlatıyor. Zübeyir, Sungur, Ziya Arun ve Ceylân Ağabeylerin de bulunduğu bir anda, öğle namazını kıldıktan sonra onu huzuruna aldığını ve şunları söylediğini bildiriyor:

“Kardeşim, biz kendi kendine hareket edenlerden değiliz, biz inayet altındayız. 1400 sene evvel mübarek bir ümmî ve öksüzün eliyle o zamanın krallarının, sultanlarının muhalefetine rağmen, bütün dünyada ilân edilen İslâmiyet nasıl yayılmışsa, Risâle-i Nur da Hz. Ali’nin Celcelutiye’sinde bildirdiği gibi, gizliden gizliye inkişâf edecek, ona müştak Risâle-i Nur Talebeleri vasıtasıyla da dünyaya Kur’ân’ın hakikatları ilân edilecektir. Nasıl ki, önce kalemle sonra teksirle olduğu gibi, yakın bir zamanda matbuat ve radyo vasıtasıyla olacaktır.’”

Bizzat Üstadın kontrolünden geçerek hazırlanan Tarihçe-i Hayat’ta da bu müjde teyit ediliyor: “İnşaallah bir zaman gelecek, Risâle-i Nur Külliyatı altınla yazılacak ve radyo diliyle muhtelif lisanlarda okunacak ve zemin yüzünü geniş bir dershane-i Nuriyeye çevirecektir.”1

Bu müjdeler bir bir gerçekleşmiyor mu?

Dipnotlar: 1- Tarihçe-i Hayat, s. 147.

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

İslâmın kendini tanıtım hakkı



İzmirli okuyucumuzun cihad sorusu üze-rine:

Satış için hazırlanan bir ürün, pazara çıkmadan önce veya pazarda satış sırasında insanlara tanıtılır. İnsanlara küçük de olsa bir fayda sağlayan her ürün tanıtım hakkına sahiptir. Tanıtım elemanı ürününü alır. Piyasaya çıkar. Ürününü tanıtır. Reklâmını yapar. İnsanları ürünü tercih edip etmeyecekleri konusunda ise elbette serbest bırakır.

Yani icbar yok, ama tanıtım hakkı vardır. Tanıtım hakkı olmalıdır. Çünkü elinizdeki ürün insanlara bir tercih sunuyor. Bundan insanları haberdar etmelisiniz. Alırlar, almazlar; o onların sorunu.

Her hür düşünce sistematiğinin kendini dünya insanına tanıtım hakkı vardır. Söz konusu düşünceyi benimseyenler, belirli düşünce platformlarında karşı düşünceleri kırmadan, kınamadan, yok saymadan, saygı içinde düşüncelerini tanıtırlar. İnsanları düşüncelerini benimseyip benimsememeleri konusunda ise serbest bırakırlar.

Yani icbar yok, ama tanıtım hakkı vardır. Tanıtım hakkı olmalıdır. Çünkü elinizdeki düşünce biçimi insanlığa bir farklı çözüm ve teklif sunuyor. Bundan insanları haberdar etmekte ne sakınca var? Kabul ederler, etmezler; o onların sorunu değil mi?

Bir inanç ve düşünce sistemi olarak İslâmiyet’e gelince… İslâmiyet’in kendini tanıtım hakkı, pazara çıkarılan bir ürüne veya bir düşünce sistemine göre çok daha öncelikli olarak vardır. İslâmiyet’in kendini öncelikli olarak dünya insanına tanıtması ve dünya insanına icbar kullanmadan, karşı ve farklı düşünceleri ve inançları kırıp dökmeden, insanları incitmeden kendi teklifleri ve çözüm yolları konusunda tercih sunması gerekiyor. İnsanlar kabul ederler, etmezler. O insanların sorunudur. İslâmiyet onunla ilgilenmiyor.

İslâmiyet’in kendini tanıtım hakkı neden mi öncelik taşıyor?

Çünkü: 1- Diğer inanç ve düşünce sistemlerinde var olan insanlığın temel problemlerine karşı mesajlar ve teklifler İslâmiyet’te fazlasıyla vardır. 2- İslâmiyet, mesajları ve haberleri doğrudan Allah’tan gelen ve bozulmamış bulunan tek son dindir. 3- İslâmiyet, şaşmaz ve şaşırmaz gerçeklerden, yanılmaz ve yanıltmaz doğrulardan ibaret bir dindir. 4- İslâmiyet evrenseldir ve bütün insanlığa hitap ediyor. Mesajları ve haberleri bütün insanlığı ilgilendiriyor. 5- Bütün insanlığı Allah yaratmıştır. İslâmiyet Allah’ın kullarına en son ve en derli toplu mesajıdır. 6- Bütün insanlar, hiç biri hariç kalmamak üzere, öldükten sonra dirilecekler ve Allah’ın huzurunda toplanıp İslâmiyet’te bildirilen esaslar ve değerler çerçevesinde yargılanacaklardır. Yargılanacağı hususları ve değerleri bilmek insanlığın hakkı olduğu gibi, yargılayacağı hususları ve değerleri bildirmek ve bunu insanlığa duyurmak da Allah’ın şanındandır. Aksi takdirde, duyuru almayan ve haberdar edilmeyen insanlara yaptıklarından dolayı azap yoktur. Nitekim Cenâb-ı Allah, “Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz”1 buyuruyor.

Kendisine İslâmın tanıtıldığı insanlara elbette icbar edilmeyecek, zor kullanılmayacaktır. Dinleyip dinlememek, benimseyip benimsememek insanların iradesine bırakılmıştır. İşte âyetler: “Eğer yüz çevirirlerse, sana düşen ancak tebliğdir.”2 “Peygambere düşen apaçık bildirmekten başka bir şey değildir.”3 “Hatırlat. Sen onlara ancak hatırlatıcısın. Sen onlara zor kullanacak değilsin.”4 “Dinde zorlama yoktur.”5

Hazret-i Muhammed’den (asm) sonra peygamberlik kapısı kapandığına ve artık peygamber gelmeyeceğine göre, Allah’ın adını, Allah’ın dinini, Allah’ın emirlerini insanlığa artık inananlar bildireceklerdir. Bu görev, cihad adıyla inananlara verilmiştir.

Demek Cihad, Hazret-i Peygamber (asm) adına Müslümanın, İslâmın tanıtımını yapma, teklifini ve tebliğini yürütme çalışmasından ibarettir. Ecdadımız buna Allah’ın adını yüceltmek ve Allah’ın adını duymayanlara duyurmak için çalışmak mânâsında ila-yı kelimetullah demiştir. Cihadda teklif var, icbar yoktur; tanıtım var, zorlama yoktur; tebliğ var, ikna var, baskı yoktur, zorbalık yoktur.

Geçmişte cihadın savaşla eş tutulmasının sebebi asla baskı, icbar ve zorlama değildir. Geçmişte Müslüman olmayanların medenî olmamaları, dinlerinde taassup sahibi olmaları, İslâm tebliği ile görevli kimselere silâh kullanmaları ve daha ileri giderek İslâm’ın varlığını ortadan kaldırmaya cüret etmeleri ve bu amaçla silâha sarılmaları ister istemez savaşları doğurmuştur. Yoksa İslâmiyet’in tanıtımı, teklifi ve tebliği engellenmediği sürece cihad adına öldürmeye ve savaşa asla izin yoktur.

Dipnotlar:

1- İsrâ Sûresi: 15 2- Âl-i İmran Sûresi: 20; Maide Sûresi: 92; Nahl Sûresi: 82; Şûrâ Sûresi: 48; Teğâbün Sûresi: 12 3- Nur Sûresi: 54; Ankebut Sûresi: 18 4- Gâşiye Sûresi: 22 5- Bakara Sûresi: 256

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Kefeni evrak çantasında bir dâvâ adamı



Tarihin Yorumu

14 Haziran 1992: Avukat Bekir Berk'in vefâtı. Hayatını Risâle-i Nur ve Nur Talebelerinin müdafaasına adayan Bekir Berk, bu çerçevede yaklaşık bine yakın mahkemeye katıldı.

1971'de İzmir Sıkıyönetim Mahkemesince hapis cezasına çarptırılan Av. Berk, hapisten çıktıktan bir süre sonra Suudi Arabistan'a hicret etti. Burada Cidde Radyosunun Türkçe yayınlar bölümünde Risâle-i Nurla ilgili programlar hazırladı.

1988'de gırtlak kanserine yakalanan Berk, bir müddet İngiltere'de tedavi gördükten sonra İstanbul'a gelip yerleşti.

Av. Bekir Berk'in cenaze merasimine mahşerî bir kalabalık iştirak etti. Fatih Camiinde kılınan cenaze namazından sonra trafik tamamen durma noktasına geldi. Merhumun naaşı tâ Eyûp Sultan Kabristanına kadar eller üstünde taşındı.

Kefenini çantasında gezdirir

Avukat Bekir Berk'in dostları gibi düşmanları da çoktu. Sık sık ölümle tehdit ediliyordu. Ama o, hiç korkmadan vazifesine bakıyor, dâvâya hizmet adına beldeden beldeye koşturuyordu.

Zaman zaman aynı gün içinde muhtelif beldelerdeki mahkemelere katılmak durumunda kalıyordu.

Katıldığı mahkemelerinse, hemen tamamı beraatle neticeleniyordu.

Bununla beraber, herbir mahkeme safhasında ayrı bir hatıra yaşanıyordu. İşte onlardan biri de Ankara temyiz Mehkemesinde cereyan etti.

Mahkeme huzurunda gerekli müdafaayı yapan Av. Bekir Berk mahkeme savcısı (Esenel) arasında şöyle bir tartışmalı düello yaşanır:

Mağrur savcı kasıntılı bir edâ ile seslendi: "Bekir Bey! Bekir Bey! Sen kime güveniyorsun da böyle pervasızca konuşuyorsun? "

Bekir Bey ise, birden çantasını açarak elini bir hışımla içine daldırdı ve evrakların altından çıkardığı beyaz bir bez sarmalını savcının önüne fırlatarak şöyle gürledi: "Ben buna güveniyorum sayın savcı!"

Bekir Beyin savcının önüne fırlatıp attığı şey, yanında gezdirmiş olduğu kendi kefeniydi. Ortalık adeta buz kesti. Savcı mosmor oldu. Elleri, dudakları titremeye başladı. Masasının üzerindeki kefene bakarak adeta dona kaldı. O beyaz bez sarmalına dokunamadığı gibi, oturmayı bile unutmuş vaziyette ayakta kala kalmıştı.

Oradakilerin şaşkın bakışları arasında ağır ağır kefenini masanın üzerinden alan Av. Berk, usûlce katladı ve tekrar çantasına koyarak yerine yerleştirdi.

On dört yıl aradan sonra

12 Mart 1971 Muhtırasından sonra sıkıyönetim ilân edildi. Bu dönemde birçok Nur Talebesi gibi, Av. Bekir Berk de yapılan bir baskın sonucu yakalandı ve mahkemeye sevk edildi.

14 yıl boyunca mazlûmların avukatlığını yaptığı halde, şimdi ise mazlûmlarla aynı safta ve aynı muameleye tabi bulunuyordu.

Bekir Berk, mazlûmlarla birlikte çıkarılmış olduğu mahkemede şu savunmayı yaptı: "Muhterem Başkan, muhterem hakimler! 14 yıl evvel girdiğim Risâle-i Nur’la ilgili bir dâvânın müdafaasında ceza talebine karşı müdafaama şu cümle ile başlamıştım: ‘Bu dâvâ, başlangıçta iddia edildiği gibi dinin istismarı dâvâsı değildir. Aynı zamanda bu dâvâ, karşımızda maznun sandalyesinde oturan bu on kişinin dâvâsı da değildir. Hadd–i zatında onların şahsında bir iman boğulmak istenmekte, bir kitaba karşı savaş açılmış bulunmaktadır. Bu savaş iki zihniyetin mücadelesi, bu şahıslar onun vesilesi, bu salon o muharebenin meydanıdır. Ve bu savaşın silâhı kılıç değil, kalemdir. Hedefi beden değil, vicdandır.

"14 yıl önce girdiğim dâvâ, maznunlar vekili olarak bu mevzuda geçirdiğim ilk dâvâ idi. Şu anda ise son girdiğim dâvâmın müdafaasındayım. Fakat o dâvâ ile bu dâvâ, o zaman ile bugün arasında farklı bazı noktalar var. 14 yıl önce maznunlar vekili olarak müdafaa kürsüsünde bulunuyordum. Bugün ise maznunlar sırasındayım.

"Evet, o gün müdafaasını bana terk edenlerin müdafaasını yapıyordum. Şimdi ise bizzat kendimi müdafaa etmek durumundayım. O zaman iddia makamından müvekkillerime yönelen itham oklarına göğsümü siper etmiştim. Bugün ise muhtelif yerlerden üstüme fırlatılan taarruz vasıtalarını defetmek mevkiindeyim."

Devran

İçerden saldırı

Yukarıdaki ana yazıda ifade edildiği üzere, bugün Av. Bekir Berk zamanındaki gibi bir durumla karşı karşıya değiliz.

Günümüz Türkiye'sinde ne o tarzda yapılan takip ve saldırılar var, ne de ona mukabil yapılan mahkeme müdafaaları.

Konjonktürel şartlar büyük çapta değişmiş durumda.

Şimdiki saldırılar ekseriyetle içerden geliyor ki, esasen bu çok daha zor ve çok daha komplike bir durum arzediyor.

Hani "Kurt gövdenin içine girdi; mukavemet şimdi güçleşti" misâli gibi...

* * *

İslâm toplumunu hedef alan tehlikeli saldırılar ne kadar dış merkezli, yahut dış cepheli ise, mukavemet de o nisbette kolaydır.

Bu cihetten bakıldığında, meselâ Haçlı Seferlerine karşı koymanın ve o tehlikeyi bertaraf etmenin rahatı, huzuru ve kolaylığı bir derece anlaşılıyor. (Buradan, yapılan cihadın küçümsendiği anlamı çıkarılmamalı.)

Öte yandan, içerde din düşmanlığı yapanların Kur'ân şakirdleri olan Nur Talebelerini devlet birimlerine ihbar ederek onları mahkemelere, hapishanelere sevk edenlerin durumu daha zor, daha çetin bir tehlikeyi işaretliyor.

Şüphesiz, bugün için bundan da büyük bir tehlike var. O ise, dindar görünen kişi ve grupların Risâle–i Nur'a ve Nur Talebelerine karşı olan saldırgan, hasmane tutum ve davranışlarıdır.

Arkasında gizli münafıkların durduğu bu kesim, olmadık yalanlarla, duyulmadık iftiralarla bir karalama, saptırma ve saldırganlık hali içindeler.

Diğerlerine nisbeten daha içerden oldukları için, şüphesiz bu taarruz şekli çok daha büyük bir tehlike arzediyor.

Cenâb–ı Hak, ihlâslı Kur'ân hizmetkârlarını bilumum tehlikeden mahfuz tutsun, muhafaza eylesin. Amin.

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Beşerî akıl ve vicdan ahlâkî değerleri bulamaz mı?



Acaba insan, aklı, vicdânı ve deneyimleriyle neyin ahlâkî, neyin gayr-i ahlâkî olduğunu bilemez, bulamaz mı? Tarih boyunca, bilhassa felsefî akımlar tarafından gündeme sürülmüş ve tartışıla gelmiştir bu nokta. Halbuki, insan aklı ve vicdânı etki altında kalıp her şeyi kuşatamadığından—üstelik akıl yalnızca bir ölçme-değerlendirme âletidir—ahlâkî normları tam, âdil olarak tesbit edemez. Beşer, duyguları ağır basar, hissîdir, taraflıdır. Kuşatıcı ve mükemmel ahlâkî değerler ortaya koyamaz. Karar ve değerlendirmeleri tarafsız olamaz, hissî, cibillî, indî/subjektiftir. Şu halde; insanın ulvî duygularını eğiterek geliştirmesi; negatiflerini terbiye edebilmesi, iyiye, güzele yönlendirebilmesi; huzûr ve mutluluğu yakalayabilmesi için kendisinden üstün bir merciin ahlâkî ölçülerine ihtiyacı vardır.

İnsanoğlunun aklıyla ortaya koyduğu ahlâkî değerlerin kabul edilmesini engelleyen bir handikap daha vardır. O da, insanın karihasının/zihninin, düşüncesinin, aklının mahsûlü ahlâkî normlar; kendisi gibi insan olan başkalarını bağlamaz. Çünkü, “O da benim gibi bir insandır; ben onun değil, o benim prensiplerime uysun!” diye düşünür. Bundan ötürüdür ki, beşerî ahlâk; felsefi ahlâk; deneyci (ampirist) ahlâk, akılcı (rastyonalist) ahlâk, akılcı-deneyci ahlâk diye kısımlara ayrılmış. Deneyci ahlâk da “hazcı, menfaatçı, egzistansiyalist/voroluşçu (tanrılı veya tanrısız varoluşçu) gibi değişik yaklaşım tarzları sergiler.1 Dolayısıyla, hangi ahlâk esas alınacaktır? Felsefî/akılcı ahlâk sistemlerinin birbiriyle çatışması, çelişmesi, birbirini inkâr etmesi ve çok çeşitliliği; onun kaynağının beşerî olamayacağının açık göstergelerindendir.

Öte yandan, ahlâkî kavramlar, davranışlar, hareketler çoğu zaman nisbî/görecelidir. Eski zamanda, bir devrede, bir bölgede, bir toplumda, hattâ bir âilede çirkin sayılan, başka birisinde iyi sayılabilir. Dolayısıyla, filozoflar, hattâ insanlar adedince ahlâk kıstasları ortaya çıkar. Bu da, karışıklığa ve banallığa sebep olabilir. Öyle ise, tüm zamanları, mekânları, toplumları, tabakaları kapsayacak temel ahlâkî kavramları ortaya koyacak mercî gereklidir. Bu da beşerüstü olabilir. O da ancak vahiydir.

Bir nokta daha kaldı: Akıl, dolayısıyla felsefenin vahiyden müstakil olarak bulmuş olduğu ahlâkî normlar, derinden derine vahyin izlerini taşır. Çünkü, vahiy, Hz. Âdem’le (as) başlamış, 124 veya 224 bin peygamber vasıtasıyla tekrar tekrar insanlığın gündemine getirilmiş, nihayet son ahlâk elçisi olan Hz. Muhammed (asm) ile olgunlaşmış, tamamlanmıştır. Semavî kitaplar, ahlâkî kıstasları da ihtivâ ederler.

Dipnot:

1- Doç. Dr. Yaşar Kandemir, İslâm Ahlâkı, s. 46-52

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Fiilen müzakere



AB dönem başkanı Avusturya Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ile Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, bir sonraki güne sarkan gecenin yarısında, canlı yayın ile fiili müzakere sürecinin sonucunu kamuoyuyla paylaştılar.

Plassnik “sürecin geleceği adına kaliteli bir görüşme gerçekleştiğini” belirtiyor ve “yapılanların hem teşvik hem de uyarı niteliğinde olduğunu” sözlerine ekliyordu. AB genişleme komisyonu adına bir tespiti de, Olli Rehn yaptı. Espri ile karışık, “Avrupa’nın son yıllarda hep gece tarih yazdığına” değindi. Genişlemeden Sorumlu üye Olli Rehn “Delegasyonların tarama sürecinin devam ettiğini ve 18 başlığın tamamladığını” ifade ediyordu. “Olağan dışı bir şey olmadığını” anlatmaya çalıştı.

Gerek Plassnik, gerekse Rehn özellikle malların serbest dolaşımı, limanların Rumlara açılması ve gümrük birliği şartlarına uygun ek protokolün imzalanmasını çok net bir şekilde belirttiler. 12 Haziran süreç tarihi olarak belirlendiyse de, yine 13 Haziran kayda girmiş görünüyor. Belki de yine zamanı iki saat durduracaklar.

Ayrıca hazırlanan raporda, PKK terörü aleni kınanıyor. İnsan hakları konusunda gelişme isteniyor. Politik reformların geciktirilmemesi ve bunların ciddiye alınmasını isteyen Rehn’in mesajlarından, Kasım ayına kadar sıkı bir ödevler dizisi verdiklerini anlıyoruz. Vakıflar konusunda azınlık statüleri ile ilgili daha çok çalışma istiyorlar.

Abdullah Gül, müzakere başlığının açılmasını, “önemli bir kilometre taşı ve adım” olarak niteledi. Temkinli, ancak şu aşamadan memnun görünen hükümet, net uyarılar aldı. Somut adımların ve daha hızlı sonuçların beklendiğini ortaya koyan Rehn ve Plassnik’in beyanları, açıkça ikaz niteliğindeydi.

Abdullah Gül ise konuşmasında rahatlamakla beraber sınav teri dökmüş ve sonuçta sınıfı geçmiş bir yorgunluğun ve gerginliğin etkisi altındaydı. Kolay değil, saat 16.00’ya kadar sınav anını bekleyip, sonra gelen davetle üç saatlik yolculuk ve gece yarısına kadar devam eden maraton halindeydi. Gül, “Kıbrıs konusunun müzakerelerde dayanışmayı etkilememesini”, Rum tavrının “ilişkileri zehirlememesi” gerektiğine vurgu yaptı.

Birlikte kazanmaya dayalı beraberliğin temellerinin atıldığı fiili müzakere böylece başlamış oldu. Türkiye’nin müzakere fiilinin üzerinde durması, kendi geleceği ve demokrasi kültürünün tesisi açısından önemli bir açılımdı.

Bilim ve Araştırma faslının açılıp kapanması, AB genelinde de ortak zorlukları olmayan ve kısa içerikli bir madde olmasından kaynaklanan bir avantajdı. Her başlık ve eklenen müktesebat maddelerinin görüşmelere açık olduğu da herkesin malumu. Böyle olunca, prosedür açısından işleyişin doğru ve sonucun alındığı ortadadır. Ancak ertelenen konuların basıncı ve sıkışma stresi artacaktır.

Müzakereyi başlatıp, sürecin önünü kapatmadan ve “tren kazasına” fırsat vermeden yol almanın tatlı uyarısını yapmayı Avrupalılar ihmal etmedi. Nitekim Rehn’in beyanı da bu doğrultuda oldu.

Trafiğin çift yönlü işleyeceği düşünüldüğünde, karşılıklı anlayış, kavrayış, birbirini tanıma ve bütün ülkeler arası ilişkilerin normalleşmesinde herkese görev düştüğü de bir vakıa. Yine de parmağımızın AB’nin ağzında olduğunu da unutmayalım. Bizim temel yükümlülüklerimizden biri demokratik reformlar ise, AB süreci bunun domino etkisini yapan en önemli faktörlerden biridir.

Bu arada çok yalın ve sade bir gerçek var ki, o da her adımın bütün tarafların rızasını gerektirdiğidir. Somut adımlar atılmazsa, ilerleme kaydedilemeyeceği de tartışmasız bir doğrudur.

Türkiye, iç politikanın gerginleştirdiği ürkek tavırlardan çıkıp, AB müktesebatını acil kabul ederek kapsamlı bir ilerleme kaydetmelidir. Buna göre izleme raporu, belli aralıklarla önümüze konduğu göz önüne alınırsa, zamanı aşındırmanın ve süreyi yaymanın problemlerin düğümlenmesinden başka bir katkısı olmayacağı da aşikârdır.

Evet, 70 milyonun önce kendi içinde doyasıya müzakere kültürüne alışması ve iç ahengin avantajını kullanıp, bunu kendinden ve kamuoyundan emin bir devlet iradesi ile iddialarını sürdürmesi, AB yolunda daha sağlıklı hedefleri yakalayacaktır.

İnişli ve çıkışlı maceramızın hayırlı adımlarla bizi daha da disipline edeceğine inanıyoruz. Kıbrıs meselesi, içerdeki topal demokrasimizin ayıbını örten bir şal görevi görmemelidir. Tembel öğrenci psikolojisinden çıkıp, daha çok dersine çalışan ve medeni hakların insanca kriterlerini yaşatan bir ülke olmalıyız. Türkiye’de son dönemlerde cereyan eden olaylar, başlı başına Kıbrıs kadar Avrupa’yı tepkiye sevk eden ve kuşkulandıran mevzulardır.

Sonuç olarak; fiili müzakereler hayırlı olsun. Uzun soluklu bir maraton başladı. Problemleri yoğunlaşarak aşmak, geleceğe bırakılacak en güzel hatıralardır.

Hükümet, cesaretle ve kararlılıkla AB fikriyatının temel eksenlerini bir an önce tamamlamalıdır.

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




Sami CEBECİ

Haşre kadar âsûde bekleyiş



Ebedler ülkesine akıp giden hayat yolculuğu içinde, üzerinde yaşadığımız şu dünya geçici bir duraktır. Hayat vazifesini bitirenler er veya geç buradan göçer, kabir âlemlerine intikal eder. Beden evindeki misafirliği sona eren ruhlar, Allah’ın emriyle yuvasını terk eder ve berzah tabakalarındaki yerlerine gider. İman eden ve inancının gereğini emir ve yasaklara riâyet ederek yerine getiren mü’minler, Cennet bahçelerinden bir bahçe lezzetini ruhânî olarak tadarken; inkâr ile hayatını geçirenler ise, Cehennem çukurlarından bir çukur azabına muhatap olurlar. Yerin karnındaki magma tabakası onlar için küçük bir Cehennem vazifesini görür. İman edenlerin ruhları yıldızlara yükseltilir. Bir kısmı berzah âleminin muhtelif tabakalarına gider. Hatta bir kısmı da, hadis-i şerifin ifade ettiği gibi “Yeşil kuşlar” denilen Cennet kuşlarının içlerine emr-i Hak’la girerek, onların hasse ve duygularıyla o âlemi gezer ve seyrederler. Berzahtaki ruhânî hayat böylece haşir sabahına kadar devam eder. Yeniden diriliş gününde, çürümüş bedenler Allah’ın sonsuz kudretiyle yaratılır ve bâkî olan ruhlara iade edilir. Ruh-beden müşterekliğinde ebedî hayat bu sûretle başlamış olur. Ya saadet ülkesinde, ya da azap memleketinde.

Otuz üç kişiyle gerçekleştirdiğimiz yaz okuma programının yapıldığı Zonguldak Yeni Asya Sosyal Tesisleri’nde, orayı vakfeden Osman Bayraktar Ağabey’in kabri başında bunları düşündüm.

2001 yılında ebedler memleketinin ilk durağı olan kabrine defnettiğimiz bu bahtiyar insan, küçücük bir köyde beş yüzden fazla insan tarafından uğurlanmıştı. Bütün sevenleri oradaydı. Gelemeyenler gıyabında hatimler okumuştu. Türkiye’nin her ilinden onu tanıyanlar vardı. 1979 yılından 2001 yılına kadar, zor şartlarda vücuda getirdiği üç dönüm arazi üzerindeki üç katlı tesisten binlerce insan gelip geçmiş, nice gençler orada iman hakikatlerini okuyarak vatana, millete faydalı bir uzuv haline gelmişti.

Osman Ağabey’le hemen her yaz birlikte olmuştuk. Çok mütevazi bir insandı. Kendisine “Çoban Osman” diyordu. Ama o çobanlık tanımı altında ileri görüşlü ve feraset ehli bir karakter vardı. Ülke meseleleri hakkında konuştuğu zaman, çarıklı bir erkân-ı harp olduğu hemen anlaşılıyordu. Üstadı çok seviyordu. Okunan risâleleri can kulağı ile dinler ve çok rahat kavrardı. Çok çalışkan bir kişiliği vardı. Hiç boş durmazdı. Kendi işlerinin yanında tesislerin de işini yapar, ya da yaptırırdı. Çalışmadığı zamanlar elinde tesbih devamlı kelime-i tevhid ve sair kelimât-ı mübarekeyi zikrederdi. Hayır hasenat ehliydi. Çocuklarını ihmal etmeden bir diğer binasını Kur’ân kursu için bağışlamıştı. Onun teşvikleriyle Çaycuma ve Kilimli’de iki ayrı hizmet binasının gerçekleşmesi sağlanmıştı. Kendisi hayrını yaptığı için Allah sözlerine tesir veriyordu.

Osman Ağabey iyice yaşlanmıştı. Yorgun bedeni artık onu taşımıyordu. Yaşı yetmiş yedi olmuştu. Hasta olarak Ankara’ya geldiğinde onu hemen hastahaneye yerleştirdik. Çok yük taşımaktan kalbi büyümüş ve kalp kasları özelliğini kaybetmişti. Doktorlar, “Yapacak bir şeyimiz yok, sadece onu rahatlatıyoruz” diyorlardı. Otuz dokuz gün boyunca, o tesislerde yaz programı yapan ve onu seven üniversiteli gençler gece gündüz başında nöbet tuttular. Osman Ağabey vaktinin yaklaştığını bildiğinden, tesislerin karşı yamacına çoktan kabrini hazırlamış ve etrafına sekiz adet çam fidesini kendi elleriyle dikmiştir. Ara sıra kabrine girer; üstüne saçtan kapağı çeker ve “Ey Osman! Bir gün işte buraya mutlaka gireceksin. Ona göre kendini hazırla!” diyerek nefsini terbiye edermiş.

Son ziyaretimiz bir Cuma günüydü, rahatsızlığı iyice artmıştı. Ona dedim: “Osman Ağabey! Allah gecinden versin ama şayet bir gün emr-i Hak vaki olursa, bizden Sevgili Peygamberimize (asm), sahabelerimize, Üstadımıza ve Nur talebelerine selâm götür. Ben de sana arkandan her gece Kur’ân okuyup bağışlayacağım.” Dedi ki: “Söz mü Sami kardeş?” Dedim: “Söz, Osman Ağabey!” Dedi: “Öyleyse bana Allahaısmarladık. Ben de inşallah dediğini yapacağım.” Ambülansla memleketine uğurladık. Yanında oğlu vardı. İki gün sonra vefat haberi geldi. Çeşitli il ve ilçelerden gelen kalabalık bir toplulukla cenaze namazını kıldık. Kabri başında ölümün mahiyetini izah eden 20. Mektub’dan bir ders yaptık. Herkes dünya âleminden beka âlemine yapılan bu uğurlamayı gıpta ile izliyordu. İnşallah Osman Ağabey kazananlardandı. Beş sene sonra tekrar geldiğim sosyal tesislerde bir hayli düzenlemeler yapıldığını gördüm. Osman Ağabey’in hayattayken diktiği çam fideleri kocaman ağaç olmuşlardı. Gelen gençler Osman Ağabey’i ziyaret ediyor, program bitiminde yine Fatihalarla onunla vedalaşıyorlardı. Diğer tarafta Kur’ân kursu da çalışıyordu. Bu günleri görmüş, daimi bir sevap hazinesi bırakmıştı. Bahtiyar olmak isteyen ona benzemeli. Şimdi o, çam ağaçlarının gölgesinde âsûde bir tarzda haşrin sabahını bekliyor. Kabri nur, mekânı Cennet olsun!

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Son anda kalkan uçaklar



Pazartesi günü iki senaryoya göre hazırlanmıştık. Rum engeli aşılamaz da Dışişleri Bakanı Gül Lüksemburg’a gitmezse, iki konu üzerinde çalışılacaktı. Bir piyasaların durumu, iki AB süreci...

Kötü senaryo buydu. İyi senaryo ise son ana kadar iki taraf da diplomasinin tüm imkânlarını kullanarak mücadelesini verecek, ancak bir noktadan sonra sağduyu galip gelecekti.

Öyle oldu. Ama kolay da olmadı. Turgut Özal’ın AB’ye tam üyelik müracaatını yaptığı zaman söylediği, “Uzun ince bir yol”un çetin mücadelelere sahne olacağına bir kez daha tanık olduk.

12-13 Haziran tarihi aynen 3 Ekim ya da ondan önceki 17 Aralık tarihi kadar, AB sürecinde önemli bir kilometre taşımızdı. AB ile tam üyelik müzakerelerimizin açıldığı günün adıydı.

Gümrük Birliği konusunda dahi coşkulu kutlamalar yapan Türkiye, Bilim ve Kültür faslının açılıp, kapatılmasıyla tam üyelik sürecinin resmen başladığı güne hazırlıksız yakalandı. Sanki böyle bir takvim 2005 yılının Eylül ayında belirlenmemiş, birkaç saat içinde Türkiye’ye tebliğ edilmiş gibi bir halimiz vardı.

Öyle ki Olli Rehn’in, “Türkiye AB sürecinde heyecanını yitirdi, geri vitese taktı” şeklindeki uyarısını bile duyacak halimiz yoktu. Duyanlarımız da Rehn’in “Türk düşmanlığı” yaptığı gibi ipe sapa gelmez mazeretlerin arkasına sığındı.

Hükümet, AB konusunda 1 yıl boyunca Ağustos böceği gibi yatmadı mı? Başbakan’ın konuşmalarında bedava kitap ve nemaların ödenmesi kadar bile yer tutmadı. Biz ne güzel çetelerimizle uğraşıp, Erdoğan ile Baykal’ın horoz dövüşünü takip ederken bir de baktık ki tam üyelik müzakerelerinin takvimi gelmiş çatmış.

Onu da nereden anladık? Bu işin kolay bir lokma olmadığı, Rum görünümlü Alman, Fransız ve Danimarka engellemesi ile karşılaşacağımız ortaya çıkınca, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, “Uçakta bekleyeceksem, gitmem” beyanatını patlattı. Diplomasi muhabirlerine, Gül’ün gitmeyebileceği yönünde haberler ise bir gün önceden yaptırılıp, zemin hazırlanmıştı.

Türkiye’nin kararlılık gösterisi işe de yaramadı değil. Haftayı Fransızların geri adım attığı haberleri ile kapadık, Pazar gününe Rumların direncinin kırıldığı yönündeki iyimser hava ile girdik. Ancak Pazartesi günü işin rengi birden değişti. Pazartesi günü öğle saatlerinde Avusturya’dan, “Rum inadını kıramıyoruz. Müzakere faslı açılır, ancak bugün kapatılamaz” havası yayılmaya başlandı.

Erdoğan’ın “24 ülke bir Rum’un peşine takılırsa, bakanım gitmez” açıklaması o sırada geldi. Bu arada Abdullah Gül de AB Dönem Başkanı Avusturya’nın Dışişleri Bakanı Ursula Plassnik ile görüşüyor, Türkiye’nin kararlılığını anlatıyordu. Gül’ü Lüksemburg’a taşıyacak olan uçak ise Esenboğa havaalanında hazır bekliyordu. Rum kesimi ikna edildi, kriz tam aşıldı derken, bu kez Rumları ikna eden cümlelerin bizi tatmin edip etmediği noktası önem kazandı.

“Türkiye’nin yükümlülüklerini tam olarak uygulamada başarısız olması halinde, tüm müzakere süreci etkilenecektir. Bunu göz önünde tutarak birlik, AB’nin 21 Eylül 2005 tarihli deklarasyonundaki tüm unsurların altını çizer. AB gerekli gördüğü taktirde herhangi bir zamanda bu başlığı yeniden açacaktır” cümlesi kabul edilmişti. AB’deki iyimserlere göre, burada tabiî olan sürece bir işaret vardı. Ancak her fasılda Rumlarla ilişkilerin normalleşmesi dâhil bu sürecin yeniden başlayacak olması bir “kapana kısılma” mıydı?

İşte bu soruların cevabı arandı. Abdullah Gül uçakta beklemedi ama uçağı Esenboğa Havaalanında tam 6 saat bekledi. Gitmek mi ağır basıyordu gitmemek mi? Gitmemenin nelere mal olacağını bilecek düzeyde bir hükümet var. Diplomasi de rest çekmek, kartlarını göstermemekte bir yöntem. Başından beri gidilecekti. Çünkü Gül kendisine eşlik edecek olan gazetecilerin bir gün önceden Ankara’ya getirtmişti.

Gül gitmese AB ile tam üyelik müzakereleri başlamasa bugün çok farklı şeyleri konuşuyor olacaktık. Rumların engellemesine karşın Türkiye’nin 50 yıllık AB mücadelesi açısından çok önemli bir adım atıldı.

Son anda kalkan uçaklarla, restleşmelerle ve kaplumbağa rehaveti ile değil, kararlı, inançlı ve doludizgin bir şekilde AB hedefine yürümemiz gerekiyor…

14.06.2006

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Zorlu süreç



Bilim ve araştırma başlığında müzakerelerin açılmasıyla AB yolunda kritik bir dönemeç daha aşıldı ve böylece üyelik hedefine doğru bir adım daha atılmış oldu.

Tabiî, bu virajı almak da kolay olmadı.

Daha önce, adaylığımızın ilân edildiği 11 Aralık 1999’da, müzakerelere başlama tarihinin açıklandığı 17 Aralık 2004’te ve müzakerelerin ön aşaması olan taramaları başlatma kararının alındığı 3 Ekim 2005’te yaşadıklarımız, bu aşamada da tekrarlandı.

Son dakikaya kadar “Acaba olacak mı, olmayacak mı?” telâşı ve tedirginliği yaşandı.

Veya bilinçli olarak o görüntü verildi.

Ama sonuç olarak hadise yine kendi mecrasında şekillenmeye devam etti, “mutlu son”a ulaşıldı.

Daha önce 3 Ekim’de olduğu gibi bu defa da yine Rum engeli sıkıntı çıkardı.

Rumlar, üstelik Yunan Dışişleri Bakanının Türkiye’de sıcak mesajlar verdiği bir ortamda kendi tavırlarını sürdürdüler.

Gerçi bunun şaşılacak bir tarafı yok. Zira AB’nin Kıbrıs sorunu çözülmeden tek yanlı olarak içine aldığı Rumların, birliğe üye olarak elde ettikleri avantaj ve kozları Türkiye’ye karşı kullanmaları beklenen bir sonuç.

Bu çerçevede liman krizi de en geç sonbaharda, tehiri imkânsız biçimde yine gündeme gelecek ve nitekim Türkiye, limanlarını Rumlara açma meselesini bir taraftan pazarlık konusu olarak elinde tutuyor görüntüsü verirken diğer taraftan kendi kamuoyunu limanların açılmasına alıştırma hazırlığında.

Rumları tanıma meselesi de böyle bir süreçte neticeye bağlanacak konulardan biri.

Ve bilim araştırma başlığında müzakerelerin açılmasını dahi, kendi taleplerini Türkiye’ye kabul ettirmek için bir koz olarak kullanan Rumların bu politikasının, şimdi sonuç alamasa bile en azından yıl sonuna doğru tekrar kızışacak olan pazarlıklara yönelik bir tahkimat olduğu ifade edilmekte.

Bu noktada Ankara’nın “Gelmeyiz, masaya oturmayız” diye rest çekme şansı yok.

Zaten diplomaside geçerliliği olmayan bu “temelsiz ve hamasî rest politikası”nın Türkiye’yi götüreceği yer hiç de aydınlık bir yer değil. Onun için, AB’ye vücut veren ve birliği adım adım genişleterek bugünkü noktaya getiren ortak akıl Rumları tek başına AB’ye alırken işlemediyse dahi, şimdi Türkiye’yi kendi haline bırakmanın risklerini göze alamadığı için hadiseye bir defa daha müdahale ederek müzakere sürecini resmen başlattı.

Ancak geride 34 başlık daha var. Ve AB konusundaki heyecanını kaybetmekle eleştirilen hükümetin nefesinin bütün bu başlıkları sonuçlandırmaya kâfi geleceği hayli şüpheli.

Nitekim bu etapta bilim ve araştırma ile birlikte eğitim ve kültür başlığında da müzakereler açılabilirdi. Ancak Ankara bu konudaki tutum belgesini Brüksel’e sadece iki hafta önce gönderdiği ve AB tarafına yeterli zaman bırakmadığı için, bu başlıkla ilgili müzakerelerin açılması sonraki döneme kaldı.

Sancılı alanlardan yargıda ise taramalara dahi başlanmış değil. Sebebi, Türkiye’nin bu konudaki AB tavsiyelerine uymaması.

AB süreci bu şekilde nasıl ilerleyecek?

14.06.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004