Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Kasım 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Ebedî yaşama iştiyakı



Ebediyet, bir ihsan-ı İlâhîdir.

Her varlık, hilkati iktizasınca bu ihsana nâil olmak ister. Canlılarda bu istek iştiyak hâlini alır. Zîşuur mahlûkat ise ebedîyet sıfatına mazhar olmak için çırpınır durur.

Fakat bu sıfatı taşımak pek o kadar kolay değildir. Beka bulmak için önce fani olmayı göze almak, hatta tekrar tekrar fani olmak ama her seferinde yine bekayı istemek gerekir.

Bazen istemek de yetmez, iştiyakla yaşamak iktiza eder.

Tıpkı tekâmül temayülü tecellî edince yapraklaşan taş gibi.

Camit ve canlı hayat kademeleri arasında gidip geldikçe beka isteği fıtrî bir iştiyak hâlini alan o taş usaresi, canlı hayatının yaprak safhasını tamamlamak üzere olduğu günlerde keşfetmişti ebedî yaşamanın sırrını.

Bir kurbanlık koyuna yem olabilmek için ağacın dibindeki tarlaya düşmek, çürüyüp eriyerek toprağa karışmak ve güzel bir çiçek hâlinde açmak istiyordu ama olmadı.

Dalından koptuğu anda başlayan yeni hayat seyrinde korktuğu her şey başına geldi. O yere düşmeyi ümit ederken hızlı esen rüzgâr pek çok yaprakla birlikte onu da savurdu ve dağın eteğindeki taşların arasına sıkıştırdı.

Kuru yaprak günlerce, bazıları bir zamanlar dağdan yuvarlandığı sırada kendisinden kopan o taşların arasında, eskisinden daha hızlı esecek bir rüzgâr dalgası tarafından çıkarılıp tarlaya doğru savrulmasını bekledi.

Kış mevsiminin emarelerinin görünmeye başladığı günlerden birinde beklediği oldu ve hortumu andıran kuvvetli bir rüzgâr dalgası onu sıkıştığı yerden çıkardı ama tarla yerine karşı sırtlardaki çalıların arasına soktu.

O sürüklenme esnasında çalının kuru dallarının dikenleşen uçları yaprağın birkaç yerini gelip geçtiği için yeniden savrulma ihtimali büyük ölçüde kayboldu.

Buna rağmen yaprak ebed ümidini kaybetmedi. Tarlada çiçek olamasa da bulunduğu yerde toprağa karışarak çalıda yaprak veya bayırda gür bir ot hâline gelebileceğini düşündü.

Bu arada zaman hızla akıp geçti. Bazen sağanak hâlinde veya şiddetli bir şekilde yağmur yağdı, etrafından sular aktı. Bazen kar yağdı aylarca ıslak kaldı, ardından güneş açınca kurudu, uçları kenarları kırıldı. Delinen yerleri genişledi kuru dalların bağından kurtuldu ama özü bir türlü çürüyüp toprağa karışamadı.

Mevsimin ortalarına doğru yeniden başlayan kar yağışı günlerce devam etti. Kar tabakası kalınlaştıkça ağırlaştı ise de çalının dalları üzerine gerildiğinden kendisine fazla ağırlık binmediği için yapısı bozulmadı.

O günlerde çalının kuytu yerine sığınan serçe, kar tabakasının donması yüzünden dışarı çıkamayınca kendisi ile birlikte diğer yaprakları da topladı, üstüne dökülen tüylerini serdi ve küçük bir yuva yaptı.

Böylece orada yeni bir canlı hayatı başladı. Serçe acıktıkça tırnaklarıyla topraktan çıkardığı bitki tohumlarını, solucanları yiyip kardan damlayan suları içerek yaşamaya devam etti.

O zaman kendisini, “bütün mevcudâtı baş başa, omuz omuza, el ele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürün birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rububiyetini gösteren” Rabbine daha yakın hissederek rahatladı.

Serçenin verdiği yaşama mücadelesi yaprak için yeni bir kırılıp dökülme, çürüyüp eriyerek toprağa karışma ümidi oldu. Kuş hareket ettikçe bazı yenleri kırıldı, dökülen parçaları çürüdü ise de sapın damarlarla birleştiği yerde bulunan özüne pek bir şey olmadı.

Uzun zaman ıslak kalmanın tesiriyle iyice yumuşayıp gevşediği günlerden birinde karların erimesiyle meydana gelen seylaplar, diğer dal kırıkları ve yaprak parçaları ile birlikte onu da önüne kattı ve dereye doğru sürükledi.

Bir süre sonra kendisini derince bir göletin içinde iyice yumuşayıp mayileşmiş vaziyette buldu. Mevsim boyu erimeyi dilemiş ve sonunda dileği gerçekleşmişti ama toprağa değil suya karışmıştı.

Ondan sonra da hâlden hâle geçti, şekilden şekle girdi. Bunların hiç biri dilediği veya beklediği bir hâl değildi ama o yine de dilemeye ve beklemeye devam etti.

‘Bir gün mutlaka’ dedi her seferinde kendini hilkatin fıtrî işleyişine bırakırken. ‘Bir gün mutlaka edebe namzet bir canlının bünyesinde yer alacağım ve inşallah ebedîleşeceğim.’

Bu dileğini, bütün varlığıyla belki de bininci defa tekrarladığı günlerde hareketlendi çözülmeye meyleden bünyesi. Önce bir kuyruk darbesi yiyerek birkaç parçaya bölündü, ardından da büyükçe bir balık tarafından tek tek yutuldu.

Sazan balığı onunla birlikte suya karışan başka yemleri de yuttuğundan hepsi midede birbiriyle kaynaşarak yeni besin maddeleri hâline geldiler ve kana karışıp balığın vücuduna dağılmaya başladılar.

Diğer besinlerin çoğu kılçıkta, yüzgeçte, deride, kafada yer alırken yaprağın usaresi balığın sırtına yakın yerdeki etlerin arasına yerleşti ve yeni hayat mertebesinin icaplarını yerine getirmeye başladı.

Mevsimin kalan kısmı balığın bedeninde geçti. Sular defalarca bulandı, duruldu, taştı, çağladı. Her seferinde balık da suların akışına intibak etmek için oraya buraya gidip geldi. Dere normal hâliyle akmaya başladıktan sonra sularla birlikte balık da sakinleşti.

Usare, orada yıllarca kalacağını zannettiği sırada başladı balık can havliyle çırpınmaya. Çok geçmeden de kancasına yem olarak solucan takılmış su renkli bir oltanın ucunda sudan çıkarıldı.

Balığın ölümü, bedeni için yeni hayat merhalelerinin başlangıcı oldu. Onunla birlikte başka balıkları da yakalayan genç hepsini götürdü, temizledi, korlaşmış meşe közlerinin üzerinde kızarttı, birkaç arkadaşını da dâvet etti ve âfiyetle yediler.

Usare, balığı avlayan gencin değil de en yakın arkadaşının kısmetine düştü. O iştahla karnını doyurduktan sonra diğerleri ile birlikte istirahata çekilip uyumaya başladı ama bedeninin hücreleri çalışmaya devam etti.

Gencin uyuması sindirim işini kolaylaştırdı. Mideye doldurulan besinler iyice karıştırıldı, mide bezlerinin salgıladıkları hususî sıvı sayesinde fazlalıkları atıldı, özleri özelliklerine göre ayrılıp yerlerine yerleştirildi.

“İnsan bedeni gayet muntazam bir şehir şeklinde tanzim edildiği, damarların bir kısmı telgraf ve telefon vazifesini görürken bir kısmı da çeşmelerin boruları hükmünde âb-ı hayat olan kanın cevelanına medar” olacak şekilde yaratıldığı için her şey muntazam bir şekilde işliyordu.

Tavzifat, tevzîât ve sevkiyat arada bir hızlanıp yavaşlasa da hiç durmuyordu. Ree denilen yerde temizlenip gelen küveyrat-ı hamra adlı alyuvarlar hücreleri gidecekleri mahalle lâzım olan gıdaları aldıktan sonra hemen harekete geçiyorlardı.

Aslı taş olan ve yapraktan balığa geçen usare, fosfor cinsi besinlerin içine dahil edildiği esnada bir küveyrat-ı hamra hücresine alındı ve yeni hayat safhasındaki ilk yolculuğu başladı.

Hareket ettiğinde nereye gideceğini bilmiyordu ama daha önce “Nebatât ve behimiyât (hayvanlar) gibi şuursuzların gayet derecede şuurkârane ve hakimâne işler görmesi bizzarûre gösterir ki, gayet derecede Alîm ve Hakîm birisi vardır ki, onları işlettiriyor, onlar O’nun namıyla işliyorlar” hakikatini defalarca yaşadığı için müsterihti.

İnsan bedeninde her şey sair canlılardan çok daha hızlı işlediğinden birkaç nefeste kaburgaların arasından aktı, boyun bölgesinden çıktı, kafatası kemiğinin birkaç deliğinden geçti ve vazife mahalline intikal etti.

Sağ gözün geri taraflarında bir yerdi burası. Göz kapaklarının, kirpiklerin, beyaz tabakanın ve korneanın geçiş noktasına geldiği anda, orada olan başka bir hücre hareketlendi.

Yerini aldığı yaşlı ve yorgun hücre, kendisini bıraktıktan sonra dönmeye hazırlanan bulanık akıntıya atlayacağı sırada vücudun çok hassas bir yerinde vazife yapacağını fısıldadı.

Bir süre orada birlikte çalışacağı diğer hücreler onu gördükleri anda âşinâ oldular, hemen aralarına aldılar, bulunduğu yere intibak etmesini sağladılar ve işlerinin başına döndüler.

Bir göz açıp kapayıncaya kadar geçen kısa bir zamanda oldu bütün bunlar. Genç uyanıp gözlerini açarak mahmur bir nazarla etrafına baktığında artık o kornea tabakasında görmeyi sağlayan bir göz hücresiydi.

Mahşerde dirilmesi muhtemel olan bir koyunun vücudunda yer alamadığına çok üzülmüştü ama şimdi ahirette dirilmesi ve ebediyyen yaşaması muhakkak olan bir insanın vücudunda, üstelik en hassas uzvu olan gözünde gören bir canlı olmuştu.

‘Bir gün mutlaka!..’ kararlılığının neticesi ve teslimiyetin mükâfatı saydı geldiği hayat merhalesini ve vücut mertebesini. Artık her hâl u kârda ebedî olacağını düşündüğü anda başka bir gerçekle daha yüz yüze geldi.

İlk defa o zaman hissetti insanların iyisinin, kötüsünün olduğunu. Bir insanın vücudunda yer alıp ebed sıfatını kazanmak bir mazhariyetti ama bu ancak o insan iyi bir ruh taşıdığı takdirde mümkün olabilirdi.

Çünkü kötü ve günahkâr bir insanın vücudunda yer alıp onunla birlikte dirildiğinde Cehenneme atılıp cayır cayır yanma, üstelik orada ebedî kalma tehlikesi de vardı.

İyi bir mü’min olduğu takdirde ise o ruhla birlikte dünyada huzur, berzahta sükûn, mahşerde beşaret, sıratta suhûlet, cennette ebedî saadete mazhariyet hâlleri yaşayacaktı.

Onlardan daha mühimmi ise Rü’yet-i Cemalullahla müşerref olmaktı.

Hilkatin esrarı, her varlık gibi usareye de bu hakikatleri hissettirince bir yandan vazifesini yaparken diğer yandan kendisine yön veren insanın iyi bir ruh taşıması için lisan-ı haliyle duâ ve niyazda bulundu.

Mutedil ve muhakemeli bir insandı bu gözün sahibi. Mü’mindi ama günah işlemeye de mütemayildi. O nefsî telkinlerin tahrikiyle harama nazar ettikçe göz kamaşıp kırpılarak mâni olmaya çalıştı.

Bununla da kalmadı, ruhun bedene yön verdiği hâllerde, kopup geldiği diyarlara duyduğu hasretin de tesiriyle hep yüce dağlara, yalçın kayalara, düz ovalara, renkli çiçeklere, neşeli hayvanlara, çaylara, ırmaklara, denizlere, deryalara bakarak onun idrakine yeni ufuklar açtı.

Genç bu ufuklardan “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan elbette ölüleri de öylece diriltecektir. O her şeye hakkıyla kadirdir” hakikatini tefekkür ve temâşâ etmeye başladıktan sonra büsbütün iyileşti.

Böylece, hilkatin iktizası olan bu fıtrî ve fiilî işleyişin de sevkiyle, bir dağın yamacındaki taş parçasına tecellî eden ebedî yaşama iştiyakı, ‘bir gün mutlaka’ kararlılığıyla birleşti, üç beş mevsimde birkaç hayat merhalesinden geçti ve ebede müştak bir mü’minin gözünde yer alarak ebede muntazır hâle geldi.

Gerçi bundan sonra da sık sık şekil değiştirip değişik vazifeler alarak farklı hâllere girecek ama mahşerde muhakkak o insanın gözünde dirilip onunla birlikte muhtemelen Cennete girecek.

Ve orada ebediyen yaşayacak.

12.11.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (05.11.2006) - Bir şairin çocukluk yılları

  (29.10.2006) - Taştaki tekâmül temayülü

  (22.10.2006) - Bayram sabahları

  (15.10.2006) - ‘Nur’un mânevî avukatı’

  (08.10.2006) - Ramazan ve san’at

  (01.10.2006) - Bir Ramazan hatırası

  (24.09.2006) - Ramazanla yenilenmek

  (17.09.2006) - Zahmette, rahmet tecellîleri

  (10.09.2006) - Kastamonu tarafları

  (03.09.2006) - İstanbul’u mesken tutmak

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habip FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004