Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 10 Eylül 2006

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Kastamonu tarafları



Kastamonu ve şapka. Bu kelimelerin aralarında herhangi bir ilgi yok. Buna rağmen cumhuriyetin ilk yıllarında bu iki kelime bilhassa devlet adamları tarafından sık sık birlikte telâffuz edilmişti. Bunun sebebi de şapka inkılâbının oradan başlatılmış olmasıydı. Genellikle Avrupalı erkekler tarafından kullanılan şapka, Nureddin Paşanın da aralarında bulunduğu bazı milletvekillerinin şiddetle muhalefet etmesine rağmen 1925 yılında çıkarılan 671 sayılı kanunla milletvekillerinin ve memurların yanı sıra halkın da takmakla mükellef olduğu resmî bir kıyafet unsuru hâline getirilmişti. Kanun Ankara’da çıkarılmıştı ama Mustafa Kemal, şapkayı ilk defa Kastamonu’da devlet ricalinin, mahallî ve mülki erkânın da iştirakiyle yapılan mutantan bir törenle giyerek uygulamayı başlatmıştı. Böylece şapka inkılâpların, Kastamonu da şapkanın şiarı hâline getirilmek istenmişti. Bu hadiseden takriben on yıl kadar sonra, Tesettür Risâlesi adlı eserinden dolayı on bir ay hapse ve bir yıl mecburî ikamete mahkûm edilen Bediüzzaman Said Nursî, Eskişehir hapishanesindeki mevkufiyetini müteakip Kastamonu’ya getirilmişti. Mecburî ikamet süresi bir yıl olmasına rağmen cebren sekiz yıl Kastamonu’da tutulan Bediüzzaman da boş durmamış ve Ayetü’l-Kübra, Kastamonu Lâhikası gibi eserlerinin yanı sıra, bazı ahirzaman hadiseleri hakkındaki hadis-i şeriflerin tevillerini ihtiva eden Beşinci Şuâ adlı eserini de neşretmişti. Bu tevillerin arasında “Cebir ve kanun ile tâmim ettiğinden, o serpuş dahi secdeye gittiği için inşallah ihtida eder” şeklinde ifade edilen bahis de vardı. Oldukça mânidâr bir tevafuktu şapka hakkındaki bu hükmün, bir İslâm memleketinde ilk defa kanun zoruyla uygulamaya başlandığı yerde verilmesi. Memleketin mukadderatını ilgilendiren ve insanların dünyevî, uhrevî geleceğini etkileyen bu iki hadisenin de aynı ilde vuku bulması merakımızı celbedince Kastamonu taraflarına bir seyahat yapmaya karar verdik. Maksadımız şapka kanununun orada uygulanmaya başlanmasının sebebini araştırmak, canlı şahitlerini bulup başına şapka takmadığı için Nasrullah Camii bahçesinde ve şehrin içinden geçen Karaçomak deresi boyunda asıldığı söylenen insanlar hakkında bilgi toplamaktı. Bu arada bir yıllık mecburî ikamet süresi sekiz yıl uzatılarak adalet tarihine geçecek büyük bir adaletsizliğe maruz bırakılan Bediüzzaman Said Nursî’nin yaşadığı yerleri gezip hatıralarını yâdetmeyi de düşünüyorduk. Kastamonu’ya, onun gibi müsellah jandarmaların tazyik ve tarassutları altında gelmemiştik ama yine de yolculuğumuzun pak rahat geçtiği söylenemezdi. Onun için dershanede iyice dinlendikten sonra başladık gezmeye. Ahâlinin ahvâlinde, şapka giymek gibi inkârı işmam eden bir inkılâbı buradan başlatmayı gerektirecek bariz bir müşevveşiyet hâli yoktu. Konuştuğumuz insanların hepsi mütedeyyin, pek çoğu da muttaki görünüyordu. Önceleri bizi muhabbetle karşılayan bu insanların, şapka hadisesi hakkında soru sormaya başlayınca endişelendiklerini ve basit mazeretler ileri sürerek yanımızdan uzaklaştıklarını görünce o zaman yaşanan dehşetin zihinlerde hâlâ devam ettiğini anladık. Bunun üzerine biz de merak hislerimizi teskin etmek gayesiyle yaptığımız şapka meselesini tahkik etmekten vazgeçtik ve seyahatimizin sebeb-i aslisi olan Nur menzillerini dolaşmaya başladık. Arkadaşlar bizi ilk olarak Üstadın Kastamonu’ya getirildiği zaman emniyet mülâhazasıyla bir odasında ve çok zor şartlar altında üç ay kadar kalmaya mecbur edildiği Arabapazarı semtindeki Çarşı Karakolunun bulunduğu yere götürdüler. Karakol binasının yerinde yeller esiyordu. Fakat biz o binadan ziyade, karakolda birkaç sefer zehirlenen Bediüzzaman’ın, onunla daha sık görüşmek ve ihtiyaçlarını aldırmak için Çaycı Emin Beye yirmi beş liraya sattığı ve her gün kirasını ödeyerek kullandığı yatağının kaybolduğuna yandık. Üç ay sonra, karakolun karşısında olduğu için kiralamasına izin verilen ve her an polis gözetimi altında yedi seneden fazla ikamet ettiği iki katlı ahşap ev de zamanın tahribinden nasibini almış ve harabeye dönmüş. Daha sonra belediye tarafından tamamen yıkılan ev, Badiüzzaman’ı orada tanıyan ve arkadaşı ile birlikte ziyaretine gittikçe ‘Bize Hâlıkımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar’ gibi sorular sorarak bazı Risâlelerin telifine vesile olan Abdullah Yeğin’in gayretleriyle kısmen de olsa ihya edilerek hizmet merkezi hâline getirilmiş. Aslı gibi olmasa da, Üstadın yaşadığı hâlleri ve Beşinci Şua’nın telif edildiği şartları tahattur ettirmesi itibariyle mühim bir boşluğu dolduran o evi görüp de Bediüzzaman’ın orada yaşadığı hadiseleri hatırlamamak mümkün değildi. Orada yaptığı ibadetler, okuduğu evradlar, zikirler, zehirlenerek evradını okuyamayacak kadar hasta olduğu zaman yarım kalan virdini cinlerin tamamlaması gibi harika hâller evin değerini bir kat daha arttırıyordu. Bilhassa Mekke-i Mükerreme’de ikamet eden ve ‘Kambur’ lâkabıyla anılan Kutb-u Azamla yaptığı gaybî mükâleme bazı tarihi hadiselere ışık tutup karanlıkta kalmış meseleleri aydınlatacak mahiyette idi. Bir ikindi namazından sonra yaşanmış hadise. Sık sık yaptığı gibi yine tesbihatı müteakip tefekküre dalan Bediüzzaman, hilâf-ı âdet olarak tefekkür safhalarından birini sesli olarak terennüm etmiş: “Kambur, ben mi haklıyım, yoksa sen mi haklısın?” Odada kendisinden başka kimse olmadığı için bu hitabı duyan Çaycı Eminin bir hayli şaşırdığını görünce yıllar önce yaşadığı hadiseyi anlatarak hitabın sebebini izah edip muhatabını açıklamış. Bediüzzaman, 1926 senesinde Haşir Risâlesini yazarken, çalışmalarına mani olmaya isteyen ıslâhı gayri kabil bir İslâm düşmanına beddua etmiş. Fakat aynı günlerde aralarında Kutb-u Azamın da bulunduğu Hicaz velîleri onun ıslâhı için duâ ettiklerinden bedduâsı pek tesirli olmamış. Aradan geçen on iki sene içinde yaptığı menfi icraatları gördükten sonra o İslâm düşmanının ıslahının mümkün olmadığını anlayan Hicaz velileri, Müslümanları o belâdan kurtulmaları için bedduâ etmeye başlamışlar. Bunu yaparken, hem geçmişte yaptıkları hatayı bir nebze de olsa telâfi etmek, hem de bedduâlarının tesirini arttırmak için mâneviyât âleminde Bediüzzaman’ın da bedduâ etmesini istemişler. Bu talebi duyunca mezkûr hitapla sitemini ifade edip yapılan onca tahribata dikkat çeken Said Nursî de kendisinden isteneni yerine getirmiş ve çok geçmeden de maksat hasıl olmuş. Bu hadisenin Kastamonu’da yaşanması da mânidardı ama meselenin o ciheti idrakimizin ihata hududunu aştığı için fazla üzerinde durmadık ve Nasrullah Camiine doğru yürüdük. Bediüzzaman’ın, şehrin ortasında yer alan geniş alan üzerine Kadı Nasrullah tarafından yaptırılan ve dört gözlü bir köprü ile derenin karşı tarafına da bağlandığından merkezî bir hüviyet kazanan camiye su almaya geldiğini, Çaycı Emin Beyle de orada tanıştığını öğrendik. Camiyi ve müştemilatını gezip haziresinin sükûnetinden hislerimizi hissedar ettikten sonra mihmandarımız hükümet konağına götürmeyi teklif etti. Üstadın sık sık valilik makamına celbedildiğini ve valiyle şiddetli tartışmalar yaptığı biliyorduk ama Doğan, Altıok gibi habis ruhların soluduğu kirli havayı teneffüs etmek istemedik. Bunun üzerine kaleye gitmeye karar verdik. Bin yıllık mazisinin olduğu söylenen Kastamonu’nun, esatir-i evvelinden kalan tek eseri olan kale vadinin yamacındaki yüksek tepenin üzerine kurulmuştu. Mihmandarımızın, arada bir polis veya bekçi eşliğinde kırlara gitmesine izin verilen Üstadın, genellikle kaleyi tercih ettiğini çıkarken de hiç zorlanmadığını anlatması hislerimizi tahrik edince kaleye tırmanmamız fazla zaman almadı. Kalenin iç avlusunda biraz soluklandıktan sonra ilk olarak cami harabesini, sarnıçları, kilerleri, her biri farklı cephelere bakan bedenleri, kuleleri, mazgalları gezdik. Ardından da şehre bakan yüksek burcun üzerine oturduk. Manzara, saatlerce temâşâ edilse doyulmayacak kadar geniş ve güzeldi. Bizim de böyle bir dinlenme faslına ihtiyacımız vardı. Lâkin daha gezilecek pek çok menzil olduğundan orada fazla oyalanmamamız gerekiyordu. Risâle-i Nur’un neşrine mani olunmak istendikçe şiddeti artan ve aralıklarla on beş gün kadar süren zelzele sırasında kaleden yuvarlanan büyük taş kütlelerini görüp kalenin dibindeki yoldan batakhâneye giderken Bediüzzaman’ın tavsiyesine uyup yolunu değiştiren sarhoşun içkiyi bırakıp ibadete başlaması gibi orada yaşanan bazı hadiseleri hatırlamakla iktifa ettik. Kaleden inip Kaleardı mahallesindeki Şaban-ı Velî’nin türbesini ve Mehmed Feyzi Efendinin vadinin dibindeki kabristanda bulunan mezarını ziyaret ettikten sonra Hacı Dağına şöyle bir bakıp Karadağ’a doğru yola çıktık. Mehmed Feyzi Efendi, oralara giderken genellikle at sırtında kitaplarını tashih eden Üstadın atının yularını çektiğinden, biz de yol boyu onun taşıdığı hâlet-i ruhiye içinde hareket etmeye çalıştık. Karadağ’a yaklaştıkça gözlerimiz hep rükûa varmış bir insan görüntüsü veren ve Üstadın üzerinde kitap yazıp gölgesinde ibadet ettiği çam ağacını aradı. Ne var ki her canlı gibi o da ömrü tabiisini tamamlamış ve bir kış günü rükûdan secdeye varırcasına yıkılarak hayat sahnesinden çekilmişti. Çam ağacının kökünden filiz vermeyen bir ağaç oluşuna ilk defa o zaman hayıflandık. Çünkü eğer öyle olsaydı, dipdiri duran gövdesinden pek çok yeni filiz verecek, o filizler bir süre sonra kalınlaşıp ana ağacın yerini alacak ve orada yaşanan hadiseleri hatırlatmaya devam edecekti. Gerçi Karadağ’daki çam ağacının gövdesinden fışkıran filizleri yoktu ama hafızalarda izi, hatıralarda yadı, kitaplarda resmi vardı. Biz de zihnimizde onları canlandırarak başında epeyce oyalandık. Böylece, kuru bir ağaç kütüğünden ibretli hayat dersleri alarak ayrıldık Karadağ’dan.

10.09.2006

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (03.09.2006) - İstanbul’u mesken tutmak

  (27.08.2006) - Yarım asırlık hasret

  (20.08.2006) - ‘Yaşasın İslâmiyet...’

  (13.08.2006) - Savaşlar ve çocuklar

  (06.08.2006) - Cihangir’de gurûb vakti

  (30.07.2006) - Vatan ona mezar oldu

  (23.07.2006) - Said Nursî ve Hasna Şener

  (16.07.2006) - Erek’ten bakarken

  (09.07.2006) - Dâüssıla hissiyle

  (02.07.2006) - Okuma zamanı

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahaddin YAŞAR

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004